• Otobiyografi kesiti-13: Berlin Kültür Başkenti

    Yıl 1988. Yer Berlin-Almanya. “Berlin Kültür Başkenti” kutlamaları çerçevesinde bir konsere T.C. Kültür Bakanı olarak davetliyim. Eşimle birlikte belirtilen saatten epey önce konser mahallindeyiz. 

    Konsere Almanya devletinin bakanları, başbakanı ve Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker de katılacak. Cumhurbaşkanı dışındakiler de önceden gelmişler ve bizlerle birlikte fuayede bekliyorlar.

    Bizim adetlere göre cumhurbaşkanları herkes yerine oturduktan sonra, konserin başlamasından 3 dakika kadar önce salonu teşrif edeceği anons edilir; herkes ayağa kalkar, cumhurbaşkanı salona girer, birkaç adım sonra durur ve İstiklal Marşı çalınır. Ve bitişinde CB da yerine oturur ve konser başlar.

    Adet her yerde aynı olacağına göre Weizacker’in henüz gelmemiş olması normal bir durum.

    Nihayet salona girişimiz için anons yapıldı ve herkes kendine ayrılan yere oturdu; sadece Cumhurbaşkanı ve eşi için iki kişilik yer boş kaldı; onlar da adet gereğince gelip oraya oturacaklar.

    Yalnız -bizde de var olan- bir durum dikkatimi çekti: Koltuk aralarında, merdivenlerde ayakta bekleşen rastgele kıyafetli (bu özensiz kıyafet konusu özellikle dikkatimi çekti) epey bir kalabalık var. Bir süre içinde o insanları inceleyince durumu çözdüm: Bu rastgele görünüşlü kişiler, salondaki önemli devlet büyüklerini (tabii beni ve eşimi de) koruma amaçlı servis elemanlarıydı ve dikkat çekmemek için böyle giyinmişlerdi.

    Nihayet “kimse dışarda kalmasın” anlamında bir anons zili daha çaldı ve herkes CB ve eşinin salonu teşrif edecekleri kapıya bakmaya başladı(k).

    Fakat birkaç saniye sonra görevli kişiler kapıları tam 20.30’da kapadılar ve ardından o aralarda bekleşen  ve benim servis elemanı sandığım kişiler boş buldukları yerlere oturmaya başladılar ve birkaç dakika içinde ayakta kimse kalmadı ve tabii CB için ayrılan iki koltuk da dahil doldu. Ardından bir görevli sahneye çıkıp herkese hoşgeldiniz ve konserin mahiyeti hakkında bilgi vermeye başladı, alkışlandı ve şef değneği ile müziği başlattı.

    Ve birkaç dakika sora, salonun arka taraflarından bir kapıdan Von Weizacker (o zaman 68 yaşında) eşinin elinden tutmuş telaşla içeri girdi ve kendilerine ayrıldığını bildikleri en ön sıradaki koltuklara yöneldiler. Fakat orası -ayakta bekleşen o pejmürde kıyafetlilerden ikisi tarafından gasp edildiği için- doluydu. İşin ilginci ne CB “ kalksanıza koca CB gelmiş ayaklarınızı uzatmış oturuyorsunuz, bizim örf ve ananelerimizde böyle şey yok” dedi ne de oturanlar kalıplarını bozdu. CB ve eşi araya araya, ara veya arka sıralarda boş kalmış iki koltuk bulup oturdular.

    Ara verildiğinde bir görevli sahneye çıkıp, Cumhurbaşkanı ve eşinin gecikmesi nedeniyle özürlerini izleyiciler ile paylaştı.

    Bu olay o salondakiler için sıradan bir olay olabilir ama benim için yaşamımdaki gerçeklik anlarından birisi, belki de en önemlilerinden birisiydi.

    Demek ki bir toplum ve ülke sadece belirli kişilerin niteliği ile değil, aynı zamanda onun çevresindeki insanların da nitelikleri ile yükseleyebiliyormuş.

    28 Eylül 2023 Alanya

  • Otobiyografi kesiti-12: “Kaş Yaparken Göz Çıkarmak” ya da “Yarar Yerine Zarar Vermek”!

    Bundan önceki “otobiyografi kesiti” ile başlayan yazılarımda hep kendi başımdan geçmiş ilginç (ve başkalarının tekrarlamaMAsı önerilen) olaylara yer verdim. Bu yazımda yine kaçınılması gereken bir tutumu, ama bu defa başımdan geçen değil şahit olduğum bir olayı örnekleyerek anlatacağım.

    Bu farklılığın nedeni, Adil Yaşam® paradigmasının “mesaj iletme ağızları”ndan birisi olan Marmelat® adlı vantrolog kuklasının bir şarkısını duyuran bir haber (https://bit.ly/3roK15m). Haberdeki şarkı videosunun sonunda şöyle bir kapanış sloganı var: “Zarar Verme Yarar Sağla”.

    Ben ise bu konuda farklı düşünüyorum: İnsan türünün, “bütün”ü oluşturan bileşenlerden farklı bir misyonla dünyaya gönderildiği anlayışına dayanarak öylesine yıkıcı benciliğe dayalı insan odaklı yaşam biçimi yaratmışız ve bütüne o kadar çok yönlü zarar veriyoruz ki, bu külliyetli kötü alışkanlıklardan vazgeçmek yerine birazcık kefaretini verip (yani iyilik yaparak) bütünün (diğer adı Tanrı, Allah) olası gazabını biraz olsun dindirmiş oluyoruz(!). 

    Tüm verdiğimiz zararlardan vazgeçsek (mesela) ve artık biraz da iyilik yapmaya karar versek bu defa daha da zor bir durum ortaya çıkacak: İyilik yapalım derken -neyin iyilik sayılacağına pek kafa yormamış isek- acaba zarar vermiş olabilir miyiz? Yani kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi. İşte bu yazı göz çıkarma olasılığına dikkat çekmek için yazıldı. Daha da açıkçası, fayda denilen şeyin aslında zarar verilmesini önlemekten başka bir şey olmadığını açıklamak için.

    Gelelim gözün nasıl çıkarılacağına!

    Yıl 1972. Yer Zonguldak. E.K.I. Ereğli Kömürleri İşletmesi, Yöneylem Araştırması ve Otomasyon Grup Müdürlüğü. Grup yeni oluşmuş, amacı maden ocağına bilişimi ve yöneylem araştırması tekniklerini sokmak. Tahmin edilebileceği gibi Müslüman mahallesinde salyangoz satıyoruz.

    Müessese içinde açıktan bir muhalefet yoksa da hiç olmazsa adını yanlış ifade ederek örtülü bir karşı duruş sergileniyor: “Yönelme Araştırma ve Oturmasyon Grubu” gibi.

    Grupta üç müdürlük var: Yöneylem Araştırması, İstatistik, Bilgi İşlem. Bu bölümlerden ilkinin yöneticiliğini ben yapıyorum. Bilgi İşlem bölüm müdürü ise (vefat) son derece yaratıcı çözümleri olan bir arkadaşımız. Yaratıcılığının ölçüsü olarak örnek, şehirde kiraladığı bir hobi dükkanında uçak yapması. Denizden kalkıp denize inmesi planlanan uçağın her ne kadar birinci prototipi başarılı olamasa da devam etmişti. 

    O sıralar bir otomobile sahip olmak her mühendisin harcı değildi. Ama bu arkadaşımın ailesinin de hali vakti yerinde olduğu için klasik Amerikan arabalarından birisine sahipti. Anlatmak istediğim olay bu arabayla ilgili.

    Bir gün arabadan bazı alışık olunmayan -bir arıza habercisi gibi- sesler gelince, bir tamirciye gidilir ve araba bir lift ile kaldırılıp bu sesin kaynağı aranmaya başlanır ve kısa sürede de bulunur: Arkadan çekişli arabanın öndeki motorunun gücünü arka tekerleklere aktarmaya yarayan şaft hafifçe eğilmiştir.

    Yüksek kaliteli çelikten mamul şaftın basit yollarla düzeltilmesi mümkün görülmediği için, arkadaşımızın hemşerisinin de önerisiyle şaft önce iyice ısıtılıp sonra da eğim giderilecek şekilde dövülür ve hiç sarkma kalmayacak şekle getirilir. (Tabii bu işlerin ne kadar külfetli olduğu tahmin edilebilir.)

    Arkadaşım ve onun hemşehrinin ortak akıllarıyla “düzeltilen” şaft yerine biraz zorlukla takılır; çünkü düzeldiği için boyu birkaç milimetre de olsa uzamıştır. Bu fazlalık da yine ortak akılla tornada alınarak, şaft tam yerine oturacak hale getirilir. Bütün bunlar olurken, sık sık Amerikan endüstrisinin yetersizliğinin de aramızda konuşulduğunu kaydetmeliyim.

    Bu başarılı operasyon sonrasında aracın kontak anahtarı çevrildiği ilk birkaç milisaniye içinde şaft birkaç yerinden kırılır.

    Bu defa kısa sürede soruna tanı konulur: Yüksek kaliteli çelik şaft çok ısıtıldığı için mukavemeti azalmış ve kırılmıştır.

    Yeni ve aynı kalitede şaft imal etmek imkanı olmadığı için tek çözüm, aynı şaftın ABD’deki firmasından ithal edilmesidir. O günün döviz sıkıntıları ve mevzuat sıkıntıları içinde bunun ne kadar zahmetli olacağı bellidir. Bir seçenek arabayı hurdacıya bırakmak ise de orijinalinin ~20,000 ABD Doları olması, birkaç bin dolarlık yeni şaftı haklı gösteriyordu. Ve uzun bir süre ve çaba sonunda şaft ithal edildi.

    Ama o da ne?

    Yeni gelen şaftın koruyucu kutusundan çıkarılıp onun da eğri olduğunun görülmesi, arkadaşım için tam bir gerçeklik anıydı. Firmayla yapılan  yazışma eğriliğin nedenini açıklıyordu: Uzun bir araç olduğu için boyu da uzun olan şaftın sükunet halindeki küçük sarkması, belli bir hızla dönmeye başladığında azalıp, hız arttıkça sıfıra iniyordu. Yarar sağlamak amacıyla yapılan bu bilinçsiz müdahale bu komik durumu doğurmuştu.

    Yarar sağlamak hemen bütün kültürlerde kutsanan bir terimdir. Gerçekte yapılması gereken ise, yarara ihtiyaç bırakılmamasıdır. Şu ilkenin akılda tutulması kişiyi güvenli bölgede tutabilir: “Hiçbir zarar, yarar sağlayarak tazmin edilemez.” Deming’in kalite devriminin başladığı nokta bu ilkedir.

    22 Eylül 2023

  • Bilim İnsanlarımız Neden Dinlenmiyor?

    Beklenen İstanbul Depremi (BİD diye kısaltalım) ile ilgili, bilim insanlarımızın çeşitli vurgu düzeyinde uyarıları var. En hafifleri dahi binlerce evin yıkılıp onbinlerce insan öleceğini, ülke ekonomisinin ağırlıklı üretim gücünün yer aldığı Marmara Bölgesindeki bu afetin tam bir beka sorunu yaratacağını rakamlarla açıklıyorlar. Nitekim bu konulardan sorumlu bir bakan da deprem tehlikesini dile getirip önlem alınmasının şart olduğunu TV’lerde dile getirdi.

    Bu uyarıların ne gibi sonuçlar verdiği ayrı bir bilim dalının konusu ise de, sokaktaki insanın gözlem kapasitesi içindeki bir sonucunun “depremi (ve muhtemel diğer afetleri) tevekkülle bekleyen” yurttaş sayısındaki artış olduğudur.

    Bir yandan da yerel ve merkezi yönetimlerin önlem girişimleri olduğu biliniyor. Buna rağmen bu korkutucu uyarıların sebebi “muhalefet etme isteği” midir veya “olası afet zararlarının tahmin edilen büyüklüğü karşısında alınan önlemleri yetersiz görme” midir ve/ya “TVlerin reyting toplama arzusu” mudur? Ya da -olmaz ama- acaba “alınması önerilen önlemlerin yetersizliği hakkındaki sezgiler” midir? Ya da aldığımız önlemleri kıskanan bir dış mihrakın işi midir? (https://tinaztitiz.com/3206

    Muhtemelen bu sonunculardan bir kişinin hazırladığı bir zihin haritası, BİD sonunda uğranabilecek zararları ve onların kök nedenleri şu adrestedir: https://bit.ly/3jVZoi3 .

    Harita, aslında deprem tehlikesi adında ayrı bir risk bulunmadığını, bizatihi yaşam biçimimizin kendi başına bir “risk üreteci” olduğunu anlatıyor. BİD, bu total risk’in sadece bir yer ve zaman kesitindeki izdüşümünden ibarettir. 

    Eğer, buna inanmayıp “deprem, diğer risklerden bağımsız kendi başına bir risktir; onun tek tek bileşenlerine önlem alarak yıkılacak bina ve ölecek insan sayısı azaltılabilir” gibi bir iddiada bulunursa, şöyle bir basit deneyi -hem de kağıt ve akıl yoluyla- yapabilir: Haritadaki herhangi (evet herhangi) bir dalı ele alıp sadece o dalın bile ne gibi zararlar üretebileceğini görebilirler.

    Eğer yine de ikna olunmaz ve “bu kadar çok nedenin hepsi aynı derecede sonuca etkili olamaz; o halde bunları önem ve öncelik sırasına koyarız ve mesela binaları yıkıp yeniden yaparak en önemli riski azaltırız” denilirse, bu haritanın her bir dalının geri-besleme çevrimleri (feedback loops) yoluyla tahmin edilemeyecek düzeyde zarar üretebileceğini ya anlamaları ya da bizzat bekleyip sonuçlarını görmeleri beklenir. (https://vimeo.com/712701295

    Tahminler BİD’nin gerçekleşme anı konusunda -olasılık itibariyle- önümüzde bir süre olabileceğini (tabii olmayabileceğini de) gösteriyor. Bu nedenle bu süreyi birbirimizi çerçevesi konusunda çok eksik bir risk örgüsü fotoğrafına göre korkutarak değil, en alttaki kök nedenlere (mesela yıkıcı bencillik gibi) yönelik önlemler uygulayarak kullanmak daha akılcı (dolayısıyla bilimsel düşünüşe daha uygun) olur. (https://bit.ly/3f9GwXP

    14 Eylül 2023

  • Etkili Çaba

    Türkiye sorunları hakkında -kime sorulsa- şu cevap çevresinde geniş bir uzlaşı var: “Durum kötü, bir şeyler yapılmalı”. Geniş uzlaşının başlıca nedeni cevabın buğulu yapısı olup, içine birbirine zıt iddiaların yerleştirilebilir oluşundan kaynaklanıyor.

    Bu sahte uzlaşı’nın[1] sonuçlarından başlıcası, “durumun hangi açılardan kötü olduğu ve neler yapılması gerektiği” konusundaki büyük dağınıklıktır.

    Etkili Çaba (EÇ) kavramı genellikle eğitim alanında kullanılsa da[2], herhangi bir alandaki EÇ’yı tanımlamaya yarayacak şu altı öğe, bu yazının konusu olan Türkiye sorunları bağlamındaki çabalar için de pekala geçerlidir: Harcanmaya razı olunan süre, odaklanmışlık[3], sorun çözücülük, stratejik düşünme, geri bildirimden yararlanma ve üstlenmişlik (adanmışlık)[4].

    Bu öğelerin her biri kendini açıklar nitelikte olsa da, sonuçlar üzerindeki katkıları açısından biri diğerlerinden daha belirleyicidir: Üstlenmişlik (adanmışlık).

    Çeşitli konular ve çeşitli profildeki gönüllü kişiler aracılığı ile yürütülen çalışmalardaki gözlemler, belirgin bir üstlenmişlik eksiği olduğunu, bunun da başlıca nedeninin Herkesin Ayrı Dünyaları[5] başlıklı yazıda açıklanan Odak İddia kavramı olduğunu gösteriyor. Yani:

    Eğer, sorunlara yol açan nedenlerin sorgulanıp ortaya çıkarılmasında nedensel düşünme’yi, bunların ağırlıklandırılmasında ise kritik düşünme’yi, sağlam bir bilim ahlakı doğrultusunda, bir angajmana kapılmadan kullanabilen insanlar hariç tutulursa, insanların çoğunluğu, bir odak iddia aracılığıyla tüm sorunları açıklamak eğilimindedirler.

    Bu öylesine ilginç bir süreci tetikler ki, gerektiğinde –zaten tanım uzlaşısı bulunmayan- kavramları deforme edip onlara genel kabul görmüş tanımların dışında kendi iddialarını destekleyecek biçimde anlamlar yükleyerek, o odak iddia’ın açıklayıcılık kabiliyetini giderek artırır; bir seçici algı oluşturarak kendi tanı ve çözümlerinin dışındakileri süzüp atan bir filtre oluşur

    Düşüncelerini yaymak, böylece yaşama geçmelerini kolaylaştırmak için onca zaman harcayan büyük çoğunluğu da halis niyetli insan, düşüncelerini kendi odak iddiaları üzerine yükleyerek “satmaya” çalışıyor; ama karşılaştıkları ilgisizliğe ya da geri bildirimlerine karşı sergilenen cevapsızlığa anlam veremiyor.

    Zaman içindeki deneyimler, bu durumun kendi içinde kilitlenmiş, basit araçlarla çözülemez olduğunu gösteriyor. On yıl önce yazılan makale sırasında henüz yeterince açıklığa kavuşmamış “akıl daraltıcılar” kavramı[6], bugün bu kilidin daha da çetin olduğuna işaret ediyor. Odak İddiaları neredeyse biyolojik sistemlerinin bir parçası haline gelmiş insanlar arasında belirli bir yönde ortak -ya da en azından birbirini destekleyici- etkileşimler nasıl başlatılabilir?

    100 milyon yıllık bir evrim geçmişine sahip olduğu tahmin edilen arı dostlarımız için söylenen, “zekâlarını birleştirerek, tamamen öngörülemez ve olağandışı durumlarda bile galip gelmeyi başarma” olgusunun[7] anahtarı nedir?

    Anahtar, “değerler”de!

    Beyin Kitle İndeksi açısından oldukça üstlerde olan insan türünün, beyin kapasitesi açısından arılardan daha aşağı olmadığını biliyoruz. Buna rağmen insanın arılardan geri olabilmesi BKİ ile değil, edindiği değerlerle ilgili olabilir. Milliyetçi veya dindar ya da filanca ideolojiye sıkı sıkıya bağlı arı cinsi var mıdır bilinmez, ama eğer varsa o cinsin, yüksek karmaşıklık düzeyindeki sorunlar karşısında geliştirilecek bir çözüme “şimdi bu tutum değişikliğimi kolonime anlatamam, beni linç ederler” demeyeceği tahmin edilebilir.

    Ama yine de bir veya birkaç arının birleşip koloniyi başka bir cinse satmayacağı ya da bal yerine başka bir kimyasal üretmeye kalkışmayacağını garanti edebilecek, ortak varlık nedenlerine sadık kalacak bir alan içinde esneklik gösterecekleri de beklenir.

    O halde!

    Toplum, aile ve bireysel tercihlerimizin bileşkesi durumundaki değer bağlarımızın bir yandan toplu yaşamlarımızı kolaylaştırırken öte yandan da “mümkün çözümler uzaylarımız”ı daralttığını; bu daralmayı en azından kontrollu olarak askıya alabilmemizin ortak çözümler uzayımızı genişletebileceği anlaşılıyor.

    Tüm toplumu böyle bir esnekliğe razı etmek güç olsa da daha küçük bir grup bunu deneyip bazı çözüm seçenekleri üretebilir. Ama sonrasında konu yine kitlelere anlatabilme, onların değer bariyerlerini esnetmeye razı etmeye gelecektir. Fakat şu an için o noktadan uzakta, bir bölümü kopuklukları zayıf bağlarla aşılmış mantık zincirlerinden[8]; bir bölümü ise gerçek dışı beklentilere dayalı odak iddialar karmaşasında toplu olarak bir bilinmezliğe sürükleniyoruz.

    Bu sürükleyici akıntının tahrip ediciliğini kısmen de olsa azaltabilecek bir ipucu ise, bu gezegende varlığımızı -herkesle birlikte- sürdürebilmenin vazgeçilmez koşulu olan, “canlı ve cansız tüm varlıkların haklarına saygılı bir yeni yaşam paradigmasını benimsemek” şeklindeki toplu amacın içselleştirilmesidir[9]. Bu da uzun soluklu bir sosyal tohumlama[10] anlamına geliyor.

    11 Eylül 2023


    [1] Sahte uzlaşı için bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/sahte-uzlasi–pseudoconsensus-

    [2]Etkili Çaba ve %100 Faktörü” adlı yazı için bkz. https://teacherleaders.wordpress.com/2014/12/06/effective-effort-and-the-100-factor/

    [3] Kimi hallerde bir terimi tanımlamak için tersini tanımlamak ya da örnek vermek de yararlı olabilir. Bu terim için tersine örnek iki deyim “dostlar alışverişte görsün” ya da “elinin ucuyla iş yapmak”tır.

    [4] Yalandan korunma (https://bit.ly/45dzFDG) konusunda yapılan bir grup çalışması sırasındaki şu gözlem bu öğeyi tam anlatıyor: (Bu ve benzeri çare arayışlarında darboğaz, katılımcıların kesintili ilgisidir. Eğer, katkı istenilen kişiler, çare aranılan konuyu “tam satın alsalar”, belki anında değil ama bir süre içinde üzerinde (zihinsel arka planlarında işleyerek) yaratıcı çareler üretebilirler. O halde mesele gelip (katılımcıların zihinlerini tam yormaya ikna edilmelerine) bağlanıyor.)

    [5] Herkesin Ayrı Dünyaları: https://tinaztitiz.com/herkesin-ayri-dunyalari/

    [6] Akıl Daraltıcılar: http://bit.ly/3A4bv0C

    [7] Arıların kolektif zekalarının üstünlüğü konusunda şu iki örnek göz açıcıdır: (1) Kendilerinden daha büyük cüsseli katil eşek arılarına karşı geliştirdikleri savunma stratejisi için bkz. https://youtu.be/k2-fWhkGQl0 (2) Yeni kovan yeri tespiti için koloni üyeleri arasındaki beyin fırtınası için bkz. https://bit.ly/484g1wh

    [8] Sorunlu Düşünme Stilleri Etkileşimi Önleyip Kişileri Ayrıştırıyor. https://bit.ly/3ptEoSD

    [9] Bkz. Adil Yaşam https://adilyasam.net/

    [10] Bkz. Sosyal Tohumlama ve beklentiler. https://bit.ly/3n59niW

  • Bir Delta Yok Edilebilir mi ya da Nasıl?

    Böyle bir arzu niçin akla gelir, gelse bile mümkün olabilecek bir arzu mudur? Eğer jeoloji bilimine konu olan deltalar söz konusu ise belki bir çılgın projeci dışında kimsenin aklına gelmeyeceğinden eminim. Yok öyle değil de “deltaların oluşum süreçlerine benzer bir yolla oluşan sosyal sorunlara benzetim” yoluyla çözüm aranması söz konusu ise pekala işe yarar bir arzudur.

    Deltaların nasıl oluştuğuna ilişkin coğrafya dersinden aklımızda kalanlar ve internette yazanlar oluşum sürecini şöyle özetliyor: Yerkürenin çeşitli yerlerindeki çeşitli büyüklükteki kayalar sıcaklık değişimleri, yer hareketleri, rüzgar ve özellikle de akarsuların aşındırmaları sonucunda giderek küçülüp yer çekimi etkisiyle alt kotlara doğru hareket eder. Bu hareketlenme uzun (jeolojik süreçler için de uzun) süreler boyunca devam ederek deniz kıyılarında son bulur. Eğer kıyı okyanus gibi şiddetli dalga hareketlerine açık değilse oralarda toplanıp deltaları oluşturur.

    Sosyal sorunlara benzerlik bu oluşum süreci açısındandır. Belki bir fark birinin milyonlarca yıl, diğerinin ise yüzyıllar boyunca sürmüş olmasıdır. İkisi arasındaki şaşırtıcı benzerlik ise, makrodan mikroya değişimlerin şaşmaz birlikteliğidir.

    Kayaçlar, yer hareketleri (yani makro) sonucunda büyük parçalara ayrılıp, ardından gelen daha küçük yerleşme hareketleri, onları izleyen su ve rüzgar aşındırmaları (mikro) sonucunda deltayı oluşturuyor.

    Sosyal deltalar da (böyle bir isim takalım) aynen bu şekilde oluşuyor. Büyük yer hareketlerine benzer “dünya savaşları”, onları izleyen bölgesel / yerel savaşlar / iç savaşlar, iklim temelli göçler, ideolojik salgınlar, teknolojik değişimler, sömürü politikaları, kıtalan kaynaklar nedeniyle oluşan değer transferleri1, giderek bozulan gelir dağılımı, insan odaklı yaşam felsefesinin tedricen yol açtığı sorunlar sonunda giderek yükselen aldırmazlık eşiği ve yıkıcı bencillik2 salgını.

    Sosyal delta o denli kapsayıcı genişlikte ki, nereye bakılsa orada farklı bir “sorun manzarası” görülebiliyor ve insanlar “esas sorunun orası” olduğuna emin hale geliyor. Hepsi de bir ölçüde haklılar, ama “bir ölçüde”; çünkü sorun bunların tümünden oluşuyor. 

    Şimdi N’apıcaz?

    Benzetme yoluyla yapılan bu sorun tanımlaması çok ümit kırıcı. Sorunları, baktığı yerle sınırlı sayan insanlar durumun böyle olmadığını fark edince ümitleri kırılmaz mı? O devasa deltaya (yani her yere yayılmış sorunlara) bakanlar, umdukları gibi “üzerine gidildiğinde yok edilebilecek” bir sorun olmadığını, parçalarının bile “büyük kitlelerin uzlaşı içinde ve uzun süreler boyunca emek harcayarak çözülebileceğini” anlayınca ne yaparlar? Cevap bellidir: “Elle gelen düğün bayram” olarak kısaltılmış ve “madem bu durum herkesi kapsıyor, o halde razı olmaktan başka çare yok; unut rahat et” anlamındaki atasözü bu tür durumlar için söylenmiş olsa gerekir. 

    Bu anlayış aslında saklı olarak bir kabule dayanıyor: Ya bütün bu sosyal delta’nın –onlarca hatta yüzlerce yıl önce başlayıp bugünlere kadar süregelen– oluşumunun başlangıcındaki sorunsuzluk ortamına dönülecek ya da kadere teslim olunacaktır. Yani ya öyle ya böyle, ara durum yok!

    Bir ipucu!

    Bu -sokaktaki insanın konforuna çok uygun- gri tonları reddeden kabul sosyal delta’nın oluşum nedenlerinden birisidir. Deltanın oluşum süreci boyunca -içinde bulunulan bu an da dahil- her an, otur ya da koş seçeneklerinin dışında yapılabilecekler vardır. Örneğin, “geri döndürülemez sonuçlar yaratabilecek oluşumların ilk işaretleri alındığında harekete geç; geri döndürülebilir sonuçları kabullenip bir eylem için yararlan” gibi konfor bozucu karmaşıklıkta bir seçim pekala mümkündür.

    Daha kısa ifadeyle, “gerçekçi olmayan beklentilerin rahatlatıcılığı, giderek büyüyecek çözümsüzlüklerin yaratıcısıdır”. Sokaktaki insanın çoğu beklentileri gerçek dışıdır.

    Bu yaklaşımı günümüz Türkiye’sinin sorunlar deltasına uygulamaya çalıştığımızda durum nedir?

    Kuzey Suriye’de, Türkiye’nin çıkarları açısından en doğru seçim olan “komşularının toprak bütünlüklerine saygı gösterip onlardan da mütekabilini beklemek” politikasını terk edip, İsrail’i koruma amaçlı bir Kürt devleti kurmayı önlemek amacıyla harekete geçerek dostumuzu düşmana çevirmek yerine, yarınlarda Türkiye’deki Kürt kökenli’lerin Türkiye’den ayrılmasını engellemek üzere, etnik veya başka açılardan kendini farklı sayanların “T.C.Yurttaşı” olmaktan gurur duymalarını sağlamaya çalışmak delta oluşumunu yavaşlatacak bir tutumdur.

    Çeşitli ülkelerdeki Müslüman toplulukları bir ümmet federasyonu altında toplama niyetini finanse etmek üzere, Türkiyenin varlıklarını geri döndürülemez biçimde kapalı kapılar arkasında satmak yerine, bütün Müslüman ülkelere örnek olabilecek bir inanç çeşitliliği altında Türkiye Cumhuriyetini güçlendirmek de delta oluşumunu yavaşlatır.

    Mevcut gidiş, daha gizli-kapaklı (intricate) planlar yapabilme zekaları yüksek toplumların -Lozan’da yüzümüze açıkça da söylenen- uzun vadeli politikalarına uygun olabilir. Toplumumuzun yarıya yakını da  farkında olarak (keşke Yunan işgal etseydi) ya da olmadan bu politikalara destek verebilir. 

    Bu sosyal deltanın ilk halinde yola çıkan M.Kemal Atatürk ve arkadaşları, olağanüstü bir beceriyle delta oluşumuna en büyük desteği sağlayan büyük kaya kopuşlarını (Sevr) durdurdular ve Cumhuriyet devrimleri yoluyla durumu konsolide ettiler. 

    Ama bugünlere gelirken, gelişen dünyanın hız ve karmaşıklığına ayak uydurabilecek “yetkin akılları” üretemedik, üretmek bir yana önemsemedik. 

    Buradan dönüş var mı?

    Hayır ve evet!

    Hayır. Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir tekerlemesi (istatistik) hayır diyor. Bir kısım insanımız “Dünya hızlı bir dönüşüm içinde; sürekli olarak her gün yeniden kuruluyor. Bir gün yeni kurulacak dünyada Türkiye de parlak yerini alır” görüşünde. Bu görüş büyük ölçüde doğru, yalnız küçük bir farkla. Yeni kurulmakta olan dünyalarda yeni ve parlak yer alacak toplumların niteliklerine ne yazık ki -övünmenin dışında- sahip değiliz3.

    Evet. Henüz etkileşim içinde bir gevşek ağ içine getirememiş olsak da insan varlığımız içinde etkili bir ağ oluşturabilecek ve bu deltayı görünür kılıp, akıl dışı beklentiler rüyasından sıyrılabilecek sağduyuya sahip yeter sayıda insanımız vardır. 

    Geri döndürülemez kayıplarımızı (toprak ve stratejik varlık satışları gibi) bir dönemin çılgınlıkları sayıp sineye çekerek, elde kalanı yine “üzerinde yaşamaktan herkesin gurur duyacağı” hale getirebiliriz. Bunun için ihtiyaçlarımız bellidir: Hamasete, suçlaşmaya, istirahate son ve sosyal tohumlama4 yoluyla sosyal delta oluşumunu yavaşlatmak.

    Tınaz Titiz

    31.08.2023

    (1) Bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/deger-transferi

    (2) Bkz. https://bit.ly/3xwfyTF

    (3) Bu konuda yapılan bir eBeyin Fırtınasında Türkiye’nin yeri tartışılmıştır. Bkz. https://bit.ly/3OLXlK6 

    (4)Sosyal Tohumlama ve beklentiler için bkz. https://bit.ly/3n59niW

  • …..DİR VE EYLEM EĞİLİMLİ TOPLUM

    1=2 olabilir mi ? Olabilir. Bakınız nasıl ?

    a2 – a2 = a2 – a2 >> a.(a-a) = (a-a).(a+a) >> a = 2a >> 1 = 2

    Dikkatsiz birisini şaşırtmak için yapılan bu şakadaki masum hile, eşitliğin her iki yanının (a – a) ile kısaltılmış olmasıdır. Sıfır ile bölme tanımlanmamış bir işlem olduğu için, bu kadar bir hileye razı olunursa müthiş bir sonuç elde edilebiliyor.

             Bu basit şaka insanın önüne ilginç ufuklar açıyor. Eğer yanlış ya da doğruluğu tam bilinmeyen bir mantık önermesi doğru varsayılarak, onun üzerine çok sayıda gerçekten doğru önerme inşa edilse, doğruların ezici çoğunluğuna rağmen sonuç yine de yanlış olacaktır.

             Bu “büyük çoğunluğu doğru” önermeler kalabalığı içindeki bir yanlış önerme, yukarıdaki (a – a) ile bölmeye çok benziyor. Nasıl ki (a – a) ile bölmeye razı olununca ardından 1 = 2 çıkıveriyorsa, basit bir yanlış ya da belirsiz önermenin sonunda da  yanlış sonuçlara kolaylıkla varılabilir.

             Mantık önermelerinin sonu genellikle (dir) eki ile biter. Hergün okuduklarınız ve dinledikleriniz içinde  en çok geçen ekleri  sayarsanız, (dir) ekinin ne kadar çok kullanıldığını göreceksiniz. Her (dir), bir önerme ifade ettiğine göre insanın aklına, acaba bunların hepsi doğru mu ?  sorusu geliyor. Eğer içlerinde bir tane dahi yanlış ya da belirsiz olanı varsa, sonuçta varılan yargıların da sağlıksız ( yanlış veya belirsiz)  olması kaçınılmaz olmuyor mu ?

             Tabii ki önerme zincirlerinin hepsi aynı önemde olamaz. “Mahalle bakkalları pazar geceleri açıktır. Bugün pazardır. Vakit de gecedir. O halde bizim bakkal  açıktır.” gibi bir yargı zincirinde yanıldığınız bir önermenin varlığı, olsa olsa bakkala kadar gidip geriye boş dönmeye yol açabilir.

             Ama bunun yerine; “Eğitim öğretmenle yapılmalıdır. Bilgisayar bir eğitim aracıdır. Önce öğretmenler eğitilmelidir. Eğitilen öğretmenler de öğrencileri eğitmelidir. Eğer bir yerde öğretmen yoksa ya da nitelikleri yetersizse o zaman, öğretmen bulunana ya da mevcutların nitelikleri düzeltilene kadar insanlar eğitilmemelidir.” gibi bir yargı zinciri kullanılıyorsa bunun olası sonuçlarının hesabını  kim verecektir ?

             Müsbet bilim dallarında bile, küçük bir atlama olmayacak sonuçlara yol açabilirken, sosyal konularda yargıda bulunmanın ne kadar güç olduğu ve nelere yol açabileceğini tahmin etmek güç değildir.

             Hal böyle iken, ülkenin kaderini etkileyebilecek konularda ne kadar çok (dir) kullanıldığına dikkat ediyor musunuz ? Acaba insanlar, yargılarının doğru olduğuna bu kadar hasıl güvenebiliyorlar ? Bunun incelemesi ayrı bir konu olabilir.

             Bu kolay yargı eğilimi tek başına yeteri kadar tehlikelidir. Bunun yanına,  tanımlanmamış kavram kullanımı, süsleme, bilgili  gibi görünme gibi ek hastalıklar da geldiğinde, toplumu temelinden yok edebilecek bir görünmez hastalık ortaya çıkmaktadır. Belki görünmez demek doğru değildir. Çok yaygın ve görünür olduğu için kanıksanmış demek daha doğrudur.

             Eğer bu kolay yargı eğilimi yalnız başına  yargı aşamasında kalan bir olgu olsaydı , meselenin ciddiyeti biraz daha az sayılabilirdi.  Tehlike, bu yargıların eyleme dönüştürülmesindeki  olağanüstü isteklilikten  (ve beceri)  kaynaklanıyor. Sorunlarımızın teşhisi aşamasında, çabuk yargılama yoluyla oluşturulan teşhisler ve bunlara dayalı zırva içerikli  ama süslü görünüşlü  çözümler, inanılmaz bir hızla eyleme dönüşebiliyor. Soru sormak konusunda oldukça tembel ve de caydırılmış toplumumuz bu teşhis ve çözümleri ortaya koyanlara bu kolay yargılarının ne kadar kaptıkaçtı metodoloji ile üretildiğini  kanıtlayabilecek sorular soramıyor.

             Bilim için ne kadar tanım vardır bilemem. Ama, “bilim, şüphelenmek sanatıdır”  şeklinde bir tanımı varsa her halde en doğrusudur. Söylediğinden ya da duyduğundan hiç şüphelenmeyen, onun yanlış olması olasılığının  doğru olması ihtimalinden milyonlarca kez daha fazla olduğunun bilincinde olmayan insanları kandırmak kolay olabilir. Ama unutulmamalıdır ki tarih, yargılarının doğruluğuna inanmış liderlerin ve onların bu yargılarına güvenerek yok olmuş toplumların öyküleriyle doludur. Bu haftalık da hoşça kalınız.

    Ocak 1990

  • Her şeyin dersi!

    TBMM’de bütçe görüşmeleri sırasında çeşitli bakanlıkların bütçeleri üzerinde konuşan sözcüler, istisnasız olarak bir noktada birleşirler: hangi konuda bir sorun varsa, onunla ilgili bilgiler ilkokul programlarına konulmalıdır!

    Orman sevgisi, tarım bilinci, çevreye saygı, trafik kurallarına uyum, vatanın bölünmezliği, üst mahkemelerin yararları ve daha akla gelebilecek tüm değerli kavram ve bilgilerin ilkokul müfredatına konulması, aslında ülkemiz sorunlarının konuşulduğu hemen her platformun değişmez önerisidir.

    Nitekim, bu denli ısrar ve süreklilikle savunulagelen bu yaklaşım, ulusumuzca üzerinde en çok (ve en kolay) uzlaşı sağlanmış “doğru”lardan biri haline gelmiş ve bu büyük uzlaşı, ilkokul müfredatına yansıtılmıştır.

    Üzerinde bu denli anlaşma doğmuş bir konu hazır bulunmuşken ilkokul düzeyi ile yetinilmemiş, orta, lise ve yüksek öğretim kurumlarına da yaygınlaştırılmıştır.

    Bu durumun da yeterli sayılmayıp, gelecekte daha da genişletileceği, yeni çıkacak hastalıklardan nasıl korunulacağı, yeni çıkarılacak kanun hükmündeki kararnamelerin vatandaşlara yüklediği sorumluluklar gibi hayati konuların da üniversitelere lisans üstü programlar olarak eklenebileceğini tahmin etmek güç değildir.

    Şaka bir yana, “çocuk ve gençlerimizin bilmelerinde yarar olabilecek konuların, onların öğretim programlarına konulmasında ne zarar var?” denilebilir. Nitekim, bu düşünce çok yaygın bir destek bulduğu için bu denli kolaylıkla hayata geçebilmiştir.

    Buna verilebilecek yanıt kısa ve nettir: Evet, son derece zararlıdır. Çünkü, eğitim kurumlarının görevi, ihtiyaç olabilecek tüm bilgileri vermek değil, çocuk ve gençlerin o bilgilerden yararlanıp ihtiyaçlarına karşı gelen bilgileri oluşturma becerisini kazandırmaktır.

    İhtiyaç olan bilgileri ayrı ayrı vermek demek, ileride ihtiyaç duyabilecekleri bilgi-beceri-davranışları oluşturabilme becerisini verememek demektir. İhtiyaçlarını bu şekilde “bileşenlerden oluşturmak” yoluyla değil de, birilerince hazırlanmış olarak karşılamaya alıştırılan çocuk ve gençlerin yalnızca bilgi-beceri-davranış ihtiyaçlarını değil tüm ihtiyaçlarını başkalarından (genellikle de önce anne baba, onların da devletten) bekler durumda bulunmaları boşuna değildir.

    Eğitim işlerini yürütmek “durumunda” olan görevlilerin bu gerçeği anlamaları, her ihtiyacı eğitim programlarını şişirerek karşılamaya kalkışmak ve böylece durgun, yaratıcılığı bastırılmış çocuk ve gençler yetiştirmek yerine, bu ihtiyaçların temel bileşenlerinin neler olduğunu -ki bunlar bellidir- araştırmaları ve müfredatı buna göre tasarlamaları gerekir.

    Daha da önemlisi, çocukların -hatta tüm canlıların- doğal öğrenme yöntemi olan “oyun”a daha çok zaman ayrılması, hatta oyun’un, “en temel öğrenme yöntemi” olduğunun idrak edilmesidir.

    Pazar, 18 Aralık 1994

  • Birşey yapmak isteyenler önce iletişimden başlamalı

    Birkaç gün önce “Telgrafı Atatürk gibi kullanmak” başlıklı bir yazı kaleme aldım[1]. Uzunca süredir kişisel gözlemlere dayalı basit ama (bence) önemli bir mesajı vardı:

    Kurtuluş Savaşı gibi yokluklar içinde de olağanüstü sonuçların alınabileceğini kanıtlayan, bütünüyle sorun çözmekten ibaret[2] bir süreçte (Kurtuluş Savaşı) kullanılan çeşitli sorun çözme araçları içinde en önemlilerinden biri, Mustafa Kemal’in sıradışı yetenekleri yoluyla sağlanan mükemmel iletişim ortamıydı. Yurt çapında neredeyse her noktadaki çoban ateşleri içinde ve arasındaki iletişim, neredeyse biricik araç durumundaki telgraf, daha da doğru bir ifadeyle ‘telgrafın tüm imkanlarının ustaca kullanımı’ sayesinde sağlanmıştı. ‘Muhaberesiz muharebe olmaz’ ilkesiyle de dile getirildiği gibi, bu mükemmel iletişim ortamı olmasaydı, Kurtuluş Savaşı -her şeye rağmen- başarılamayabilirdi.”

    Bu mesaj bir diğer gözlemle birleştiriliyor, bugünün çok daha ileri teknolojilerine rağmen, Türkiye sorunlarına çözüm arayışlarının yine önemli bileşeni olan iletişimin sağlanamayışına vurgu yapılıyordu. Yazının telgraf teknolojisiyle ilgili olduğu, onun ise Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal’in sıradışı yetenekleri yanında pek de önemli olmadığı yolunda birkaç görüş, konunun biraz daha didiklenmesinin yararlı olabileceğini gösteriyor.

    Bir benzetme yapmak gerekirse: Nemli bir ortama bırakılan sağlam bir kâğıt (en iyi kalitede) nasıl ki zaman içinde -dış görünümü pek değişmeden- niteliği bozulur, üzerine yazı yazılamaz olursa, süreçler de benzer biçimde bozulmaya uğrayabiliyor. Mesela medeniyetin yapı taşı “iletişim”, söylenişi, sözlük anlamı değişmeden içten içe çürüyor. Onu çürüten nem ise, o süreci kullanma durumundaki kişilerin bir kültür haline gelmiş yaygınlıktaki çeşitli alışkanlıkları.

    Örneğin bir iletişim sürecine konu olan toplantı başlangıç saatine uymadaki basit ilkeyi (keskin zamanlama) göz ardı edip, o ana kadarki mesajları kaçırma alışkanlığı -ve bunun özürle geçiştirilmesi- gibi.

    Veya sıklıkla karşılaşılan, iletişim için gereken donanımın eksik veya yetersiz oluşunun sıradanlığı gibi.

    Ya da sınırlı bir iletişim süresinin azami verimle kullanımı için uyulması gereken Değer İletişimi ilkesinin göz ardı edilmesi gibi.

    Bunların sayısı artırılabilir. Bütün bunların tolere edilebilmesinin nedeni ise yaygınlığıdır. Yani kimsenin kimseye sitem edebilecek durumu pek yoktur.

    Bunlar bir iletişim ortamının hiçbir işe yaramayan bir vakit kaybına -hiç farkına varmadan- dönüşmesine yol açabilir.

    Şimdi böylesi bozulmuş bir iletişim ortamı yoluyla yaşamsal sorunlar ele alınabilir mi? Ya da yaşamsal olmayan gündelik sorunlar için işe yarar çözümler üretilebilir mi?

    Bir ibadet düşününüz. İnanç sistemleri ibadetlerin nasıl yapılacağını olağanüstü titizlikle belirlerken, birilerinin çıkıp belirlenen normların dışına çıkıp kendi arzusuna göre bir ibadet formatı icat edebilir mi?

    Wimbledon tenis turnuvaları ya da Chatham House kuralları hep benzer nedenlerle sıkı bir disiplin içindedir. İletişim ortamlarının -eğer bir beklenti var ise- bunlardan bir farkı olmamalıdır. O da bir çeşit ibadet kadar ciddiye alınası değerdedir.

    İster toplumlar, ister aileler, isterse bir derneğin oluşturabileceği çalışma grupları olsun, her kültür biriminin kendi sürdürülebilirliği başta olmak üzere başarısının, kendi içindeki ortak kavram tabanı ve o tabana dayalı dilini ne denli ustalıkla kullandığına bağlı olduğunu Yuval Harari şöyle ifade ediyor: “Tarihte her kültürün işletim sistemi her zaman dil olmuştur”.

    Belirli amaçlarla bir araya gelebilecek kişiler arasındaki sözlü ve yazılı iletişim, söz konusu dilin sadece o gruba ait inceliklerinin grup üyelerince öğrenilip pekişmesine yol açacak; aksi halde gündelik kullanımın kapsamadığı alanlarda “konuşup yazışan ama birbirini anlayamayanların anlaşmazlıkları” olarak sürüp gidecektir.

    Bir yabancının bu tür anlaşmazlıklardan nasıl yararlandığını ‘80li yıllarda tanıştığım ve İngilizlerden pek hoşlanmayan bir İrlandalı şöyle dile getirmişti: «Normal olarak biz sizin anlayabileceğiniz düzeyde yazar ve konuşuruz. Çıkarlarımızın tehlikeye düşeceğini sezdiğimizde ise öyle bir dille konuşuruz ve yazarız ki siz anlamaz, fakat anlamadığınızı da anlamaz ya da belli etmezsiniz. İşte bizim size karşı en üstün yanımız dilimizdir.[3]» Bu durum yabancılarla iletişimde şüphesiz çok önemlidir; ama aynı kök dili[4] konuşanlar arasında ise bir ömür törpüsüdür.

    Önceliklerimiz bağlamında hemen hiç gündeme gelmeyen bu konu acaba listenin en başına taşınarak niçin sürekli patinaj halinde olduğumuza bir ışık tutulabilir mi?

    19 Temmuz 2023

    Tınaz Titiz


    [1] https://tinaztitiz.com/telgrafi-ataturk-gibi-kullanmak/

    [2]Tüm Yaşam Sorun Çözmektir” adlı Karl Popper’ın kitabı kast ediliyor.

    [3] Bkz. https://tinaztitiz.com/yabanci-dilkargasasi-2/

    [4] Kök dil şeklinde bir sözcük muhtemelen yoktur; burada özel bir anlam için üretilmiştir: “bir dilin sadece bir gruba ait inceliklerinin grup üyelerince öğrenilip pekişmesi yoluyla özelleştirilmemiş genel amaçlı gündelik dil

  • GECEKONDULAR, HALI SAHALAR, KURAN KURSLARI VE MENZİL BİR ŞEYLER DİYOR !

    Konut sorunu, toplumumuzun en eski meselelerinden birisidir. Nüfus artışı üzerine binen kırdan kente göç olgusu, konut sorununu bir “gecekondu ile mücadele” sorununa çevirmiştir. Her gün bir semtte gecekondu yıkmak isteyenlerle buna direnenlerin çatışma haberlerini okumaktayız.

    Konut sorunu ile ilgili kamu kurumlarının yetkilileri, çeşitli yöntemlerle sorunu çözmeye çalışırlar. Hemen her türlü çare -birisi hariç- uygulanır ve iyi niyetlerle çaba harcanır. Uygulanmak istenen çözümler değişik olmasına karşın bir ortak yanı vardır: vatandaşa hazır konut -hem de her türlü konforu yerinde- anahtarı vermek ! Ancak, mevcut kaynaklar çok az sayıdaki talihli vatandaşa yetebildiği için genel ihtiyaç karşılanamaz.

    Başka bir konu, insanlarımızın spor yapma ihtiyaçlarıdır. Her ne kadar “Dünya’da spor, ahrette sağlık!”  gibi bir atasözümüz yoksa da, sporun ne denli önemli bir gereksinim olduğu çoğumuzca malumdur.

    Bu konuyla da ilgili birçok kurum ve yetkili mevcut olup onlar da vatandaşın bu ihtiyacını karşılayabilmek için samimi çaba harcarlar. Bu alandaki çabalar da aynen konut konusunda olduğu gibi “çeşitli” olmasına karşın ortak yanı, devasa spor salonları, stadyumlar (bilhassa olimpiyat köyleri) inşa etmeye çalışmak gibi, insanların gerçek ihtiyaçlarına cevap veremeyen yaklaşımlar olmasıdır.

    Bir diğer konu, insanımızın hayatını kazanabileceği, diğer gereksinimlerini kazanabileceği bilgi ve becerilerin kazanılması sorunudur.

    Bu konu devletimizin en önemli konusu olup bununla ilgili kurumların (ve yetkililerin) sayısı ise diğer sorunlarla uğraşanlarla karşılaştırılamayacak kadar çoktur. Onlar da çeşitli yollarla samimi çaba harcamaktadırlar.

    Eğitim konusunda uygulanan yöntemler de “çeşitli” olmasına rağmen, onların da bir ortak yanı vardır: insanlarımızın gerçek ihtiyaçlarına cevap verememek!

    Bu, birbiriyle ilgisiz üç konuda idareler genellikle vatandaşın gerçek ihtiyaçlarına cevap veremezken acaba vatandaşlar kendi kendilerine neler yapmaktadırlar?

    Vatandaş, kendi sınırlı bilgisiyle, ama tüm kaynaklarını seferber ederek gecekondu  inşa etmekte;  son derece uygunsuz yerlerde, son derece uygunsuz saatlerde (mesela gece yarısı) ve son derece uygunsuz hava koşullarında (yağmur, kar altında ya da smog içinde) spor yapmak üzere halı sahalar oluşturmakta; bilgi-beceri kazanmaktan ümidini kesmiş durumda hiç olmazsa ölülerinin ardından bir-iki dua edebilsin diye çocuklarını mahalle aralarındaki kuran kursları’na göndermektedir.

    Bu üç örnek, insanlarımızın kendi kendilerine yaşadıklarını, kendilerine yardımcı olsun diye oluşturdukları, vergileriyle finanse ettikleri devletin, bu yolda gereken ortamları hazırlayıcı katkılarının ne denli yetersiz olduğunu göstermektedir.

    Bu işte bir yanlışlık vardır. Konut sorununu çözmek isteyenler, modelleri içine mutlaka gecekondu sisteminin girdilerini katmalıdırlar. Spor konusunun yetkilileri halı sahalarda gece yarıları duman ve yağmur-kar altında top koşturanları daha dikkatle incelemelidirler. Eğitim konusunun sorumluluğunu taşıyanlar, insanlarımızın mahalle aralarında, ceplerinden para vererek oluşturdukları kursları ıska geçmemelidirler.

    Kısacası, kamu yönetiminin herhangi bir noktasında rol almış ve de rol almaya istekli olanlar, sistem kurma konusundaki bu olağanüstü beceriksizliklerini görmek, bunu kabul etmek ve sonra da bunu gidermek zorundadırlar.

    İnsanlarımızın kendi göbeklerini kendilerinin kesmeleri ne yazık ki yalnızca bu üç alana özgü değildir. Adaletlerini kendileri dağıtmakta (kan davası), alacaklarını kendileri tahsil etmekte (çek-senet mafyası), ombudsman sistemlerini kendileri işletmekte (gazetelerin “gelirsem ağzını yırtarım” köşeleri) ve daha da ilginci kendi yasalarını kendileri yapmaktadırlar.

    Bu, devletin fiili olarak devre dışı edilmesidir. Devlet güçlüdür gibi sözlere artık kimse inanmamaktadır. 

    Kendini aydın olarak niteleyen, bu toplumun en pahalı yatırımları olan insanlarımıza düşen, bu gidişi seyretmek olamaz. Devleti yeniden yapılandırmak, artık kahvelere kadar girmiş bir laftır, ama şimdilik sadece laftır.

    Aklı ve erdemi kendine tek yol gösterici edinmemiş, siyaseti kendine, yakınlarına ve yandaşlarına  çıkar sağlama yolu olarak gören insanlarla yeniden yapılanma  söz konusu olamaz. 

    Artık, “gelecek seçimde nasıl tekrar seçilirim” düşüncelerinin zamanı geçmiş, bir daha seçilinse de bir işe yaramayabilecek noktalara doğru gidilmektedir.

    Aklın başa toplanması gereken bir zaman var ise o zaman işte bu zamandır.

    Yukardaki yazı (başlıktaki “Menzil” hariç) Eylül 1994’te PARANTEZ adlı dergiye yazılmıştı. 

    Bu defa, 29 yıl sonra, Menzil adlı “örgüt”ün, -Cumhurbaşkanımızın “ülkemizin manevi rehberi olarak nitelediği“ liderinin vefatı nedeniyle, defnedileceği Adıyaman, Kahta ilçesi Menzil köyünde 3 milyon (#yazıylaüçmilyon#) kişinin katıldığı bir “vak’a” meydana geldi. 

    Olay -adet olduğu üzere- kamuoyunda iki ayrı türde yorumlandı: Ülkemizin manevi rehberinin kaybı sonunda “tövbe yetkisinin” üç oğul arasında nasıl paylaşılacağı ve laikliği anayasasına yerleştirmiş bir toplumda tarikatların bu denli güçlenmesinin kabul edilemezliği.

    Geçmişten bir anekdot..

    Yıl 2013. 19 Mayıs’ın yaklaştığı günlerde bayramın nasıl kutlanacağı konuşuluyor. Beyaz Nokta Vakfı[1] içinde bu konu görüşülürken, gençliğe armağan edilen bu bayramın amacına uygun bir eğitim girişimi önerisi geldi: Yüksek öğrenimini tamamlamış ya da tamamlamak üzere son sınıfı okuyan gençlere bazı anahtar beceriler kazandırılması. Örneğin, 

    –        doğru sorular sorma, 

    –        kendi yaşam alanının sınırlarını keşfetme, 

    –        kendine amaç belirleme,

    –        bu alanının ortalama üstü özelliklerinden yararlanma ve/ya ortalama altı olanları geliştirmeye yönelik Kendini Değiştirme Planları yapıp, bunları birer etik güvence yoluyla -kendilerinin seçeceği- taahhütlere bağlama gibi.

    Fakat bir sorun şuydu: Ücretsiz olacağı (zaten gençlerin ücret ödeme imkanları yok) ilan edilecek bu iki tam günlük seminerlere doğacak ilgi sonunda, 30 kişilik kapasitesi olan vakıf merkezinin nasıl yeterli olacağı.

    Kısa süre içinde yaratıcı bir çare -övünmek gibi olmasın ama tarafımdan- bulundu: Şöyle bir duyuru metni: “Bu seminer 31 Aralık yılbaşı gecesi saat 02’de Ankara Dikmen tepelerinde açık havada yapılacak olsa yine katılırım diyenler arasından kura ile seçim yapılacak, aylık 30ar kişilik kontenjanlarla adalet sağlanacaktır”.

    Duyuru, Ankara’daki üniversitelere tek tek erişilip, ilan tahtalarına asılarak ilk seminer ilan edildi. Gençlerin alternatif eğitimler arasındaki boğulmuşluğunun bir sonucu olarak ilk seminer vakıf çalışanlarının lisede okuyan yeğeni, vakıf ofisinin bulunduğu apartman görevlisinin çocukları, ve biraz eksikle başladı.

    Sonraki eğitimlerde biraz caydırıcı olan şartlar gevşetilerek, ama yine benzer güçlüklerle karşılaşılarak KiGeP (Kişisel Gelişim Platformu)[2] adıyla devam edildi. Ama net olan ortak gözlem, zar zor seminere katılanlar içerikten son derece memnundular.

    Daha sonraları, İzmir Beyaz Nokta Derneği[3] aynı seminerleri ayda bir defa olmak üzere Konak Belediyesi desteğinde (duyuru ve katılım sorunu olmadan) Hızlı Dönüşüm Kampı[4] (HDK) adı altında iki yıl kadar sürdürdü.

    Demem o ki:

    Menzil haberlerindeki Tövbe Yetkisi, kişinin kendini değerlendirip, olumsuz yönlerini onaracağına yönelik, aslında (şeyhe bağlılık dışında) somut bir yanı olmayan kuru bir sözden ibaret; ama milyonlarca insan tarafından -bir ihtiyaç olduğu nedenle- kabul görüyor.

    KiGeP / HDK seminerlerinin aynı amaca yönelik somut içeriklerinin yaygınlaşamayışı ise gecekondu, halı saha ve Kuran kurslarıyla aynı kategoriye ait. 

    Üzerinde düşünmeye ve bir özdeğerlendirme yapmaya değmez mi? 

    Tınaz Titiz

    15 Temmuz 2023

    [1] O tarihte, vakfın adına henüz “gelişim” sözcüğü eklenmemiş, Beyaz Nokta adını duyanların çoğu, Beyaz Baston ve Altı Nokta (ikisi de görme özürlülerle ilgili olduğu için) vakfı, görme engellilikle ilgili bir diğer kuruluş sanıyordu.

    [2] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kigep 

    [3] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/derneklerimiz 

    [4] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_hizli_donusum_kamplari 

  • Telgrafı Atatürk gibi kullanmak!

    Atatürk gibi düşün” uzunca süredir bir deyim olarak dilimize yerleşti; ama kimse, onun “nasıl” düşündüğünü değil, doğan sonuçların ne denli mükemmel olduğunu değişik üsluplarda anlatageldiler. Bütün bu farklı ağız ve kalemlerin anlatılarındaki ortak özellik çok (ama çok) büyük çoğunluğunun “nasıl düşündüğü” hakkında bir ipucu vermemesidir. 

    Bütün bunlardan ister istemez çıkarılabilecek bir sonuç, “düşünme” sözcüğüyle bir zihinsel sürecin değil, yaratıcılık da dahil, anlama, ifade etme, eylemi planlama ve gerçekleştirme adımlarının tümünün kast edilerek bir belirsizlik içinde paketlendiğidir. Böylece Atatürkçü Düşünce, herkesin meşrebince anlamlandırdığı ya da hiçbir anlam yüklemeden gelişigüzel kullandığı bir deyim haline dönüşmüştür.

    2022 yılının başlarında, ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) genel başkanlığına aday olan bir arkadaşıma ne gibi bir destek sağlayabileceğimi düşünürken, ADD’nin web sitesine[1] bakmak aklıma geldi. Öyle ya Atatürk’ün nasıl düşündüğünü öğrenmek için en iyi kaynak burası olmalı.

    Bunun üzerine kısa bir Düşünce Notu[2] hazırlayarak arkadaşımın başkanlık konusundaki küçük de olsa bir avantaj elde edebileceği argümanımı kendisine sundum: Atatürk, gelişmiş bir toplumun vazgeçilmez yapı taşları olan Nedensel ve Eleştirel (rasyonel ve kritik) düşünme ile yaratıcı düşünme’yi, yerine ve zamanına göre diğer seçkin nitelikleri ile birleştirerek sıradışı başarılara imza atmış bir kişidir.

    Gelişkin toplumlar bu düşünme biçimini örgün ve yaygın eğitim sistemleri yoluyla başat kültürleri haline getirmişler; biz ise Atatürk’ün en büyük arzularından birisi olan bu kültürü özümsemek yerine Atatürkçü Düşünme gibi ayrı bir isimlendirmeyle “Atatürk’ü sevenlerin yaşam biçimi” olarak ilan etmişiz. 

    Böylece ideolojik olarak Atatürk’e karşı olanlar aynı zamanda nedensel, eleştirel ve yaratıcı düşünmeyi Atatürk ile özdeşleştirip dışlamış durumdalar. Bugünün dünyasında niçin dışlandığımızı, medeniyetin bir ölçüsü haline gelmiş bulunan rasyonel, kritik ve yaratıcı düşünceyi reddetmiş durumumuzla açıklamak mümkündür.

    Atatürk’ün düşünme araçları 

    Yaşam tercihlerini başkalarına ihale etmemiş “birey”ler[3] düşünmek için birkaç şeye ihtiyaç duyar: Sağlam bir biyolojik organa (beyin), zihne yerleşmiş bazı temel bilgilere, problemler güçleştikçe gerekecek ek bilgileri edinebilme yöntemlerine ve en önemlisi, bu üç kaynağa sahip başkalarıyla kurulabilecek etkileşim ağlarına.

    Bunlardan sonuncusu için Atatürk’ün geliştirdiği araçlar bugün dahi tam anlaşılamamış, anlaşılmak bir yana bir kesim tarafından aşağılama amaçlı kullanılır olmuştur. Ünlü müzakere sofraları etkileşimin en net örneklerindendir.[4]

    Güç sorunlar karşısında daha yetkin akıllar üretebilmenin zorunlu bir aracı olan “mesafelerin engelleyiciliğini aşarak, farklı düşüncelerin etkileşimine ortam yaratmak” için Atatürk’ün kullandığı araçlardan birisi de telgraf olmuştur. Bugün Atatürk’ün çeşitli yönleriyle ilgili zengin bir külliyat varsa da, genelde bilim ve teknoloji, özelde ise “yurt çapında bir iletişim ağı oluşturmasının” aracı olarak beceriyle kullandığı telgrafla ilgili fazla bir bilgi -en azından bu satırların yazarında- yoktur.[5] 

    Kurtuluş Savaşı’nın en karışık ortamlarında en gizli iletişimlerin yapıldığı bu ortamda, Mustafa Kemal’in telgraftan nasıl yararlandığı; gerek kendisinin gerekse iletişimlerin diğer taraflarının ne gibi donanım ve becerilere[6] sahip olduğu günümüz açısından önemlidir. Kısıtlı da olsa bazı kaynaklardan, Mustafa Kemal’in tüm faaliyetlerini yurt çapındaki telgraf ve daha da önemlisi telgrafhane mensupları ağlarından yararlanarak yürüttüğünü okuyabiliyoruz.[7]

    Günümüze gelince!

    Bu uzunca girişin nedeni, 100 yıl öncesinin günümüze kıyasla ilkel denilebilecek teknik imkanlarını sonuna kadar kullanarak, her yerleşim yerinde birer Çoban Ateşi yakıp bağımsızlığımızı savunabilmiş insanımızın, bugün benzer ateşleri yakarak özgürlüklerimizi savunmak için niçin bir araya gelemediklerine bir ışık tutabilmektir.

    Kanımızca bunun nedenlerini anlamak için çok derinlere değil, 100 yıl öncesinin koşullarında, gazeteci Brown’un sözünü ettiği “aynı anda, birbirinden uzaktaki insanları bir aradaymış gibi müzakere ortamına getirebilen” teknolojiyi, bugünün daha eğitimli olduğu düşünülen insanlarımızın bir türlü beceremeyişlerine eğilmek gerekiyor. Bu bir hipotez değil defalarca denenmiş ve her defasında benzer sonuçlar alınarak kanıtlanmıştır.

    1994 yılında kurulan Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı[8], 23 yıl sonra 2017’de “mesafeleri ve zaman farklılıklarını aşarak[9] kişileri internet üzerinden müzakere yaparak daha yetkin akıllar oluşturma amacıyla[10]” bir dijital çoban ateşi yakmıştı. Daha sonra bu teknolojiyi kullanarak  -ama daima az sayıda ve hep zorlamayla- yapılan Birleşik Akıl Ağı® çalışmaları[11] bugünlere geldi. Ama 100 yıl önceki Cumhuriyetimizin kurucu babalarının oluşturabildiği telgraf ağının bugünkü teknolojik benzerini hakkıyla kullanabilecek beceri yaygınlığına bir türlü erişemedik. Nüfusumuzun ortalamasına göre daha iyice gelirli, ortalamaya göre daha uzun eğitim görmüş, ortalamaya göre dünya ile daha çok temasta, ortalamaya göre sorunlardan daha çok şikayetçiyiz; ama Brown’un hayranlıkla bahsettiği ağı oluşturup işletebilecek becerilere sahip yeterli insan sayısına sahip değiliz; yüzleşilmesi gereken acı gerçek böyledir. 

    Sosyal medyada sık sık Çoban Ateşleri oluşturmanın gereğinden söz edilir. Ama en azından bir telgraf şebekesine de artık sahip olmadığımız, günün teknolojisinin de ancak WAp mesajlaşma dersini bitirebildiğimiz için, bu ateşlerin yüzyüze olmasından başka çare yoktur ama ona da imkan yoktur.

    Bu yazının ne genişlikte bir çevreye yayılacağını bilmiyorum. Ama olur da yayılabilir ve BAA Manifestosunda hayal edilenler gibi kişilerin ellerine geçerse, niçin bir The Vienna Circle[12] benzeri “Anadolu Çoban Ateşi Ağı” oluşmasın.

    11 Temmuz 2023

    Tınaz Titiz

    [1] Bkz. https://www.add.org.tr/ 

    [2] Bkz. Düşünce Notu. https://bit.ly/2YfjLvb 

    [3] Bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/birey 

    [4] Harbiyeden strateji hocası ve zamanın (1931) Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet beyi eleştirdiği için sofradan kalkması istenilen Dr. Reşit Galip’in “burası milletin sofrasıdır, milletin işlerini konuşuyoruz; burada oturmak sizin kadar benim de hakkımdır” itirazı üzerine Atatürk’ün sofrayı terk etmesi tam bir etkileşim örneği değil midir.

    [5] ChatGPT ile yapılan bir sorgulamada elde edilen bilgiler için bkz. https://bit.ly/3rhBfWh 

    [6] Savaşın ortasında, bir mesajın orada ve hemen iletimi için bazı donanım ve becerilere ihtiyaç olduğu belli olduğuna göre, geniş bir kitlenin bu donanım ve becerileri edinmiş olması tahmin edilebilir. 

    [7] E.Tümgnl, Ahmet Yavuz’dan alınan şu kaynakta, Amerikalı istihbaratçı gazeteci Brown, Chicago Daily News gazetesine gönderdiği bir telgrafta şu bilgileri aktarıyor: ““Bu geceki kadar iyi işleyen bir telgraf şebekesi ömrümde görmedim. Yarım saat içinde Erzurum, Musul, Diyarbakır, Samsun, Trabzon, Ankara, Malatya, Harput, Konya ve Bursa hepsi birbiriyle haberleşme halindeydiler. Bütün bu yerlere ulaşan telin bir ucunda Mustafa Kemal oturuyor, öbür ucunda da bu şehir ve kasabaların askeri kumandanlarıyla mülki idare amirleri bulunuyordu.

    Durum olduğu gibi kendilerine anlatıldı. Ve bir tek istisnayla bütün Anadolu, Mustafa Kemal’e kendi dilediği gibi hareket etmesi ve işin sonuna kadar gitmesini emretti. Yalnız Konya, şehirde İtalyan birlikleri bulunduğundan tarafsız kalmak zorunda olduğu cevabını verdi.*” (*) Lord Kinross, Atatürk, Sh.234”

    [8] Bkz. www.BeyazNokta.org.tr 

    [9] Coğrafya ve zamandan bağımsız müzakere ortamı için bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/Networked_SK.ppsx 

    [10] Birleşik Akıl Ağı’nın manifestosu için bkz. https://bit.ly/3HoYMZE 

    [11] Bkz. www.BirlesikAkilAgi.com 

    [12] “Aklın Askıya Alındığı Zamanlarda Doğru Düşünme” (The Vienna Circle) bkz. Exact Thinking in Demented Times- https://bit.ly/3BmdQ7d