• Birşey yapmak isteyenler önce iletişimden başlamalı

    Birkaç gün önce “Telgrafı Atatürk gibi kullanmak” başlıklı bir yazı kaleme aldım[1]. Uzunca süredir kişisel gözlemlere dayalı basit ama (bence) önemli bir mesajı vardı:

    Kurtuluş Savaşı gibi yokluklar içinde de olağanüstü sonuçların alınabileceğini kanıtlayan, bütünüyle sorun çözmekten ibaret[2] bir süreçte (Kurtuluş Savaşı) kullanılan çeşitli sorun çözme araçları içinde en önemlilerinden biri, Mustafa Kemal’in sıradışı yetenekleri yoluyla sağlanan mükemmel iletişim ortamıydı. Yurt çapında neredeyse her noktadaki çoban ateşleri içinde ve arasındaki iletişim, neredeyse biricik araç durumundaki telgraf, daha da doğru bir ifadeyle ‘telgrafın tüm imkanlarının ustaca kullanımı’ sayesinde sağlanmıştı. ‘Muhaberesiz muharebe olmaz’ ilkesiyle de dile getirildiği gibi, bu mükemmel iletişim ortamı olmasaydı, Kurtuluş Savaşı -her şeye rağmen- başarılamayabilirdi.”

    Bu mesaj bir diğer gözlemle birleştiriliyor, bugünün çok daha ileri teknolojilerine rağmen, Türkiye sorunlarına çözüm arayışlarının yine önemli bileşeni olan iletişimin sağlanamayışına vurgu yapılıyordu. Yazının telgraf teknolojisiyle ilgili olduğu, onun ise Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal’in sıradışı yetenekleri yanında pek de önemli olmadığı yolunda birkaç görüş, konunun biraz daha didiklenmesinin yararlı olabileceğini gösteriyor.

    Bir benzetme yapmak gerekirse: Nemli bir ortama bırakılan sağlam bir kâğıt (en iyi kalitede) nasıl ki zaman içinde -dış görünümü pek değişmeden- niteliği bozulur, üzerine yazı yazılamaz olursa, süreçler de benzer biçimde bozulmaya uğrayabiliyor. Mesela medeniyetin yapı taşı “iletişim”, söylenişi, sözlük anlamı değişmeden içten içe çürüyor. Onu çürüten nem ise, o süreci kullanma durumundaki kişilerin bir kültür haline gelmiş yaygınlıktaki çeşitli alışkanlıkları.

    Örneğin bir iletişim sürecine konu olan toplantı başlangıç saatine uymadaki basit ilkeyi (keskin zamanlama) göz ardı edip, o ana kadarki mesajları kaçırma alışkanlığı -ve bunun özürle geçiştirilmesi- gibi.

    Veya sıklıkla karşılaşılan, iletişim için gereken donanımın eksik veya yetersiz oluşunun sıradanlığı gibi.

    Ya da sınırlı bir iletişim süresinin azami verimle kullanımı için uyulması gereken Değer İletişimi ilkesinin göz ardı edilmesi gibi.

    Bunların sayısı artırılabilir. Bütün bunların tolere edilebilmesinin nedeni ise yaygınlığıdır. Yani kimsenin kimseye sitem edebilecek durumu pek yoktur.

    Bunlar bir iletişim ortamının hiçbir işe yaramayan bir vakit kaybına -hiç farkına varmadan- dönüşmesine yol açabilir.

    Şimdi böylesi bozulmuş bir iletişim ortamı yoluyla yaşamsal sorunlar ele alınabilir mi? Ya da yaşamsal olmayan gündelik sorunlar için işe yarar çözümler üretilebilir mi?

    Bir ibadet düşününüz. İnanç sistemleri ibadetlerin nasıl yapılacağını olağanüstü titizlikle belirlerken, birilerinin çıkıp belirlenen normların dışına çıkıp kendi arzusuna göre bir ibadet formatı icat edebilir mi?

    Wimbledon tenis turnuvaları ya da Chatham House kuralları hep benzer nedenlerle sıkı bir disiplin içindedir. İletişim ortamlarının -eğer bir beklenti var ise- bunlardan bir farkı olmamalıdır. O da bir çeşit ibadet kadar ciddiye alınası değerdedir.

    İster toplumlar, ister aileler, isterse bir derneğin oluşturabileceği çalışma grupları olsun, her kültür biriminin kendi sürdürülebilirliği başta olmak üzere başarısının, kendi içindeki ortak kavram tabanı ve o tabana dayalı dilini ne denli ustalıkla kullandığına bağlı olduğunu Yuval Harari şöyle ifade ediyor: “Tarihte her kültürün işletim sistemi her zaman dil olmuştur”.

    Belirli amaçlarla bir araya gelebilecek kişiler arasındaki sözlü ve yazılı iletişim, söz konusu dilin sadece o gruba ait inceliklerinin grup üyelerince öğrenilip pekişmesine yol açacak; aksi halde gündelik kullanımın kapsamadığı alanlarda “konuşup yazışan ama birbirini anlayamayanların anlaşmazlıkları” olarak sürüp gidecektir.

    Bir yabancının bu tür anlaşmazlıklardan nasıl yararlandığını ‘80li yıllarda tanıştığım ve İngilizlerden pek hoşlanmayan bir İrlandalı şöyle dile getirmişti: «Normal olarak biz sizin anlayabileceğiniz düzeyde yazar ve konuşuruz. Çıkarlarımızın tehlikeye düşeceğini sezdiğimizde ise öyle bir dille konuşuruz ve yazarız ki siz anlamaz, fakat anlamadığınızı da anlamaz ya da belli etmezsiniz. İşte bizim size karşı en üstün yanımız dilimizdir.[3]» Bu durum yabancılarla iletişimde şüphesiz çok önemlidir; ama aynı kök dili[4] konuşanlar arasında ise bir ömür törpüsüdür.

    Önceliklerimiz bağlamında hemen hiç gündeme gelmeyen bu konu acaba listenin en başına taşınarak niçin sürekli patinaj halinde olduğumuza bir ışık tutulabilir mi?

    19 Temmuz 2023

    Tınaz Titiz


    [1] https://tinaztitiz.com/telgrafi-ataturk-gibi-kullanmak/

    [2]Tüm Yaşam Sorun Çözmektir” adlı Karl Popper’ın kitabı kast ediliyor.

    [3] Bkz. https://tinaztitiz.com/yabanci-dilkargasasi-2/

    [4] Kök dil şeklinde bir sözcük muhtemelen yoktur; burada özel bir anlam için üretilmiştir: “bir dilin sadece bir gruba ait inceliklerinin grup üyelerince öğrenilip pekişmesi yoluyla özelleştirilmemiş genel amaçlı gündelik dil

  • GECEKONDULAR, HALI SAHALAR, KURAN KURSLARI VE MENZİL BİR ŞEYLER DİYOR !

    Konut sorunu, toplumumuzun en eski meselelerinden birisidir. Nüfus artışı üzerine binen kırdan kente göç olgusu, konut sorununu bir “gecekondu ile mücadele” sorununa çevirmiştir. Her gün bir semtte gecekondu yıkmak isteyenlerle buna direnenlerin çatışma haberlerini okumaktayız.

    Konut sorunu ile ilgili kamu kurumlarının yetkilileri, çeşitli yöntemlerle sorunu çözmeye çalışırlar. Hemen her türlü çare -birisi hariç- uygulanır ve iyi niyetlerle çaba harcanır. Uygulanmak istenen çözümler değişik olmasına karşın bir ortak yanı vardır: vatandaşa hazır konut -hem de her türlü konforu yerinde- anahtarı vermek ! Ancak, mevcut kaynaklar çok az sayıdaki talihli vatandaşa yetebildiği için genel ihtiyaç karşılanamaz.

    Başka bir konu, insanlarımızın spor yapma ihtiyaçlarıdır. Her ne kadar “Dünya’da spor, ahrette sağlık!”  gibi bir atasözümüz yoksa da, sporun ne denli önemli bir gereksinim olduğu çoğumuzca malumdur.

    Bu konuyla da ilgili birçok kurum ve yetkili mevcut olup onlar da vatandaşın bu ihtiyacını karşılayabilmek için samimi çaba harcarlar. Bu alandaki çabalar da aynen konut konusunda olduğu gibi “çeşitli” olmasına karşın ortak yanı, devasa spor salonları, stadyumlar (bilhassa olimpiyat köyleri) inşa etmeye çalışmak gibi, insanların gerçek ihtiyaçlarına cevap veremeyen yaklaşımlar olmasıdır.

    Bir diğer konu, insanımızın hayatını kazanabileceği, diğer gereksinimlerini kazanabileceği bilgi ve becerilerin kazanılması sorunudur.

    Bu konu devletimizin en önemli konusu olup bununla ilgili kurumların (ve yetkililerin) sayısı ise diğer sorunlarla uğraşanlarla karşılaştırılamayacak kadar çoktur. Onlar da çeşitli yollarla samimi çaba harcamaktadırlar.

    Eğitim konusunda uygulanan yöntemler de “çeşitli” olmasına rağmen, onların da bir ortak yanı vardır: insanlarımızın gerçek ihtiyaçlarına cevap verememek!

    Bu, birbiriyle ilgisiz üç konuda idareler genellikle vatandaşın gerçek ihtiyaçlarına cevap veremezken acaba vatandaşlar kendi kendilerine neler yapmaktadırlar?

    Vatandaş, kendi sınırlı bilgisiyle, ama tüm kaynaklarını seferber ederek gecekondu  inşa etmekte;  son derece uygunsuz yerlerde, son derece uygunsuz saatlerde (mesela gece yarısı) ve son derece uygunsuz hava koşullarında (yağmur, kar altında ya da smog içinde) spor yapmak üzere halı sahalar oluşturmakta; bilgi-beceri kazanmaktan ümidini kesmiş durumda hiç olmazsa ölülerinin ardından bir-iki dua edebilsin diye çocuklarını mahalle aralarındaki kuran kursları’na göndermektedir.

    Bu üç örnek, insanlarımızın kendi kendilerine yaşadıklarını, kendilerine yardımcı olsun diye oluşturdukları, vergileriyle finanse ettikleri devletin, bu yolda gereken ortamları hazırlayıcı katkılarının ne denli yetersiz olduğunu göstermektedir.

    Bu işte bir yanlışlık vardır. Konut sorununu çözmek isteyenler, modelleri içine mutlaka gecekondu sisteminin girdilerini katmalıdırlar. Spor konusunun yetkilileri halı sahalarda gece yarıları duman ve yağmur-kar altında top koşturanları daha dikkatle incelemelidirler. Eğitim konusunun sorumluluğunu taşıyanlar, insanlarımızın mahalle aralarında, ceplerinden para vererek oluşturdukları kursları ıska geçmemelidirler.

    Kısacası, kamu yönetiminin herhangi bir noktasında rol almış ve de rol almaya istekli olanlar, sistem kurma konusundaki bu olağanüstü beceriksizliklerini görmek, bunu kabul etmek ve sonra da bunu gidermek zorundadırlar.

    İnsanlarımızın kendi göbeklerini kendilerinin kesmeleri ne yazık ki yalnızca bu üç alana özgü değildir. Adaletlerini kendileri dağıtmakta (kan davası), alacaklarını kendileri tahsil etmekte (çek-senet mafyası), ombudsman sistemlerini kendileri işletmekte (gazetelerin “gelirsem ağzını yırtarım” köşeleri) ve daha da ilginci kendi yasalarını kendileri yapmaktadırlar.

    Bu, devletin fiili olarak devre dışı edilmesidir. Devlet güçlüdür gibi sözlere artık kimse inanmamaktadır. 

    Kendini aydın olarak niteleyen, bu toplumun en pahalı yatırımları olan insanlarımıza düşen, bu gidişi seyretmek olamaz. Devleti yeniden yapılandırmak, artık kahvelere kadar girmiş bir laftır, ama şimdilik sadece laftır.

    Aklı ve erdemi kendine tek yol gösterici edinmemiş, siyaseti kendine, yakınlarına ve yandaşlarına  çıkar sağlama yolu olarak gören insanlarla yeniden yapılanma  söz konusu olamaz. 

    Artık, “gelecek seçimde nasıl tekrar seçilirim” düşüncelerinin zamanı geçmiş, bir daha seçilinse de bir işe yaramayabilecek noktalara doğru gidilmektedir.

    Aklın başa toplanması gereken bir zaman var ise o zaman işte bu zamandır.

    Yukardaki yazı (başlıktaki “Menzil” hariç) Eylül 1994’te PARANTEZ adlı dergiye yazılmıştı. 

    Bu defa, 29 yıl sonra, Menzil adlı “örgüt”ün, -Cumhurbaşkanımızın “ülkemizin manevi rehberi olarak nitelediği“ liderinin vefatı nedeniyle, defnedileceği Adıyaman, Kahta ilçesi Menzil köyünde 3 milyon (#yazıylaüçmilyon#) kişinin katıldığı bir “vak’a” meydana geldi. 

    Olay -adet olduğu üzere- kamuoyunda iki ayrı türde yorumlandı: Ülkemizin manevi rehberinin kaybı sonunda “tövbe yetkisinin” üç oğul arasında nasıl paylaşılacağı ve laikliği anayasasına yerleştirmiş bir toplumda tarikatların bu denli güçlenmesinin kabul edilemezliği.

    Geçmişten bir anekdot..

    Yıl 2013. 19 Mayıs’ın yaklaştığı günlerde bayramın nasıl kutlanacağı konuşuluyor. Beyaz Nokta Vakfı[1] içinde bu konu görüşülürken, gençliğe armağan edilen bu bayramın amacına uygun bir eğitim girişimi önerisi geldi: Yüksek öğrenimini tamamlamış ya da tamamlamak üzere son sınıfı okuyan gençlere bazı anahtar beceriler kazandırılması. Örneğin, 

    –        doğru sorular sorma, 

    –        kendi yaşam alanının sınırlarını keşfetme, 

    –        kendine amaç belirleme,

    –        bu alanının ortalama üstü özelliklerinden yararlanma ve/ya ortalama altı olanları geliştirmeye yönelik Kendini Değiştirme Planları yapıp, bunları birer etik güvence yoluyla -kendilerinin seçeceği- taahhütlere bağlama gibi.

    Fakat bir sorun şuydu: Ücretsiz olacağı (zaten gençlerin ücret ödeme imkanları yok) ilan edilecek bu iki tam günlük seminerlere doğacak ilgi sonunda, 30 kişilik kapasitesi olan vakıf merkezinin nasıl yeterli olacağı.

    Kısa süre içinde yaratıcı bir çare -övünmek gibi olmasın ama tarafımdan- bulundu: Şöyle bir duyuru metni: “Bu seminer 31 Aralık yılbaşı gecesi saat 02’de Ankara Dikmen tepelerinde açık havada yapılacak olsa yine katılırım diyenler arasından kura ile seçim yapılacak, aylık 30ar kişilik kontenjanlarla adalet sağlanacaktır”.

    Duyuru, Ankara’daki üniversitelere tek tek erişilip, ilan tahtalarına asılarak ilk seminer ilan edildi. Gençlerin alternatif eğitimler arasındaki boğulmuşluğunun bir sonucu olarak ilk seminer vakıf çalışanlarının lisede okuyan yeğeni, vakıf ofisinin bulunduğu apartman görevlisinin çocukları, ve biraz eksikle başladı.

    Sonraki eğitimlerde biraz caydırıcı olan şartlar gevşetilerek, ama yine benzer güçlüklerle karşılaşılarak KiGeP (Kişisel Gelişim Platformu)[2] adıyla devam edildi. Ama net olan ortak gözlem, zar zor seminere katılanlar içerikten son derece memnundular.

    Daha sonraları, İzmir Beyaz Nokta Derneği[3] aynı seminerleri ayda bir defa olmak üzere Konak Belediyesi desteğinde (duyuru ve katılım sorunu olmadan) Hızlı Dönüşüm Kampı[4] (HDK) adı altında iki yıl kadar sürdürdü.

    Demem o ki:

    Menzil haberlerindeki Tövbe Yetkisi, kişinin kendini değerlendirip, olumsuz yönlerini onaracağına yönelik, aslında (şeyhe bağlılık dışında) somut bir yanı olmayan kuru bir sözden ibaret; ama milyonlarca insan tarafından -bir ihtiyaç olduğu nedenle- kabul görüyor.

    KiGeP / HDK seminerlerinin aynı amaca yönelik somut içeriklerinin yaygınlaşamayışı ise gecekondu, halı saha ve Kuran kurslarıyla aynı kategoriye ait. 

    Üzerinde düşünmeye ve bir özdeğerlendirme yapmaya değmez mi? 

    Tınaz Titiz

    15 Temmuz 2023

    [1] O tarihte, vakfın adına henüz “gelişim” sözcüğü eklenmemiş, Beyaz Nokta adını duyanların çoğu, Beyaz Baston ve Altı Nokta (ikisi de görme özürlülerle ilgili olduğu için) vakfı, görme engellilikle ilgili bir diğer kuruluş sanıyordu.

    [2] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kigep 

    [3] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/derneklerimiz 

    [4] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_hizli_donusum_kamplari 

  • Telgrafı Atatürk gibi kullanmak!

    Atatürk gibi düşün” uzunca süredir bir deyim olarak dilimize yerleşti; ama kimse, onun “nasıl” düşündüğünü değil, doğan sonuçların ne denli mükemmel olduğunu değişik üsluplarda anlatageldiler. Bütün bu farklı ağız ve kalemlerin anlatılarındaki ortak özellik çok (ama çok) büyük çoğunluğunun “nasıl düşündüğü” hakkında bir ipucu vermemesidir. 

    Bütün bunlardan ister istemez çıkarılabilecek bir sonuç, “düşünme” sözcüğüyle bir zihinsel sürecin değil, yaratıcılık da dahil, anlama, ifade etme, eylemi planlama ve gerçekleştirme adımlarının tümünün kast edilerek bir belirsizlik içinde paketlendiğidir. Böylece Atatürkçü Düşünce, herkesin meşrebince anlamlandırdığı ya da hiçbir anlam yüklemeden gelişigüzel kullandığı bir deyim haline dönüşmüştür.

    2022 yılının başlarında, ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) genel başkanlığına aday olan bir arkadaşıma ne gibi bir destek sağlayabileceğimi düşünürken, ADD’nin web sitesine[1] bakmak aklıma geldi. Öyle ya Atatürk’ün nasıl düşündüğünü öğrenmek için en iyi kaynak burası olmalı.

    Bunun üzerine kısa bir Düşünce Notu[2] hazırlayarak arkadaşımın başkanlık konusundaki küçük de olsa bir avantaj elde edebileceği argümanımı kendisine sundum: Atatürk, gelişmiş bir toplumun vazgeçilmez yapı taşları olan Nedensel ve Eleştirel (rasyonel ve kritik) düşünme ile yaratıcı düşünme’yi, yerine ve zamanına göre diğer seçkin nitelikleri ile birleştirerek sıradışı başarılara imza atmış bir kişidir.

    Gelişkin toplumlar bu düşünme biçimini örgün ve yaygın eğitim sistemleri yoluyla başat kültürleri haline getirmişler; biz ise Atatürk’ün en büyük arzularından birisi olan bu kültürü özümsemek yerine Atatürkçü Düşünme gibi ayrı bir isimlendirmeyle “Atatürk’ü sevenlerin yaşam biçimi” olarak ilan etmişiz. 

    Böylece ideolojik olarak Atatürk’e karşı olanlar aynı zamanda nedensel, eleştirel ve yaratıcı düşünmeyi Atatürk ile özdeşleştirip dışlamış durumdalar. Bugünün dünyasında niçin dışlandığımızı, medeniyetin bir ölçüsü haline gelmiş bulunan rasyonel, kritik ve yaratıcı düşünceyi reddetmiş durumumuzla açıklamak mümkündür.

    Atatürk’ün düşünme araçları 

    Yaşam tercihlerini başkalarına ihale etmemiş “birey”ler[3] düşünmek için birkaç şeye ihtiyaç duyar: Sağlam bir biyolojik organa (beyin), zihne yerleşmiş bazı temel bilgilere, problemler güçleştikçe gerekecek ek bilgileri edinebilme yöntemlerine ve en önemlisi, bu üç kaynağa sahip başkalarıyla kurulabilecek etkileşim ağlarına.

    Bunlardan sonuncusu için Atatürk’ün geliştirdiği araçlar bugün dahi tam anlaşılamamış, anlaşılmak bir yana bir kesim tarafından aşağılama amaçlı kullanılır olmuştur. Ünlü müzakere sofraları etkileşimin en net örneklerindendir.[4]

    Güç sorunlar karşısında daha yetkin akıllar üretebilmenin zorunlu bir aracı olan “mesafelerin engelleyiciliğini aşarak, farklı düşüncelerin etkileşimine ortam yaratmak” için Atatürk’ün kullandığı araçlardan birisi de telgraf olmuştur. Bugün Atatürk’ün çeşitli yönleriyle ilgili zengin bir külliyat varsa da, genelde bilim ve teknoloji, özelde ise “yurt çapında bir iletişim ağı oluşturmasının” aracı olarak beceriyle kullandığı telgrafla ilgili fazla bir bilgi -en azından bu satırların yazarında- yoktur.[5] 

    Kurtuluş Savaşı’nın en karışık ortamlarında en gizli iletişimlerin yapıldığı bu ortamda, Mustafa Kemal’in telgraftan nasıl yararlandığı; gerek kendisinin gerekse iletişimlerin diğer taraflarının ne gibi donanım ve becerilere[6] sahip olduğu günümüz açısından önemlidir. Kısıtlı da olsa bazı kaynaklardan, Mustafa Kemal’in tüm faaliyetlerini yurt çapındaki telgraf ve daha da önemlisi telgrafhane mensupları ağlarından yararlanarak yürüttüğünü okuyabiliyoruz.[7]

    Günümüze gelince!

    Bu uzunca girişin nedeni, 100 yıl öncesinin günümüze kıyasla ilkel denilebilecek teknik imkanlarını sonuna kadar kullanarak, her yerleşim yerinde birer Çoban Ateşi yakıp bağımsızlığımızı savunabilmiş insanımızın, bugün benzer ateşleri yakarak özgürlüklerimizi savunmak için niçin bir araya gelemediklerine bir ışık tutabilmektir.

    Kanımızca bunun nedenlerini anlamak için çok derinlere değil, 100 yıl öncesinin koşullarında, gazeteci Brown’un sözünü ettiği “aynı anda, birbirinden uzaktaki insanları bir aradaymış gibi müzakere ortamına getirebilen” teknolojiyi, bugünün daha eğitimli olduğu düşünülen insanlarımızın bir türlü beceremeyişlerine eğilmek gerekiyor. Bu bir hipotez değil defalarca denenmiş ve her defasında benzer sonuçlar alınarak kanıtlanmıştır.

    1994 yılında kurulan Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı[8], 23 yıl sonra 2017’de “mesafeleri ve zaman farklılıklarını aşarak[9] kişileri internet üzerinden müzakere yaparak daha yetkin akıllar oluşturma amacıyla[10]” bir dijital çoban ateşi yakmıştı. Daha sonra bu teknolojiyi kullanarak  -ama daima az sayıda ve hep zorlamayla- yapılan Birleşik Akıl Ağı® çalışmaları[11] bugünlere geldi. Ama 100 yıl önceki Cumhuriyetimizin kurucu babalarının oluşturabildiği telgraf ağının bugünkü teknolojik benzerini hakkıyla kullanabilecek beceri yaygınlığına bir türlü erişemedik. Nüfusumuzun ortalamasına göre daha iyice gelirli, ortalamaya göre daha uzun eğitim görmüş, ortalamaya göre dünya ile daha çok temasta, ortalamaya göre sorunlardan daha çok şikayetçiyiz; ama Brown’un hayranlıkla bahsettiği ağı oluşturup işletebilecek becerilere sahip yeterli insan sayısına sahip değiliz; yüzleşilmesi gereken acı gerçek böyledir. 

    Sosyal medyada sık sık Çoban Ateşleri oluşturmanın gereğinden söz edilir. Ama en azından bir telgraf şebekesine de artık sahip olmadığımız, günün teknolojisinin de ancak WAp mesajlaşma dersini bitirebildiğimiz için, bu ateşlerin yüzyüze olmasından başka çare yoktur ama ona da imkan yoktur.

    Bu yazının ne genişlikte bir çevreye yayılacağını bilmiyorum. Ama olur da yayılabilir ve BAA Manifestosunda hayal edilenler gibi kişilerin ellerine geçerse, niçin bir The Vienna Circle[12] benzeri “Anadolu Çoban Ateşi Ağı” oluşmasın.

    11 Temmuz 2023

    Tınaz Titiz

    [1] Bkz. https://www.add.org.tr/ 

    [2] Bkz. Düşünce Notu. https://bit.ly/2YfjLvb 

    [3] Bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/birey 

    [4] Harbiyeden strateji hocası ve zamanın (1931) Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet beyi eleştirdiği için sofradan kalkması istenilen Dr. Reşit Galip’in “burası milletin sofrasıdır, milletin işlerini konuşuyoruz; burada oturmak sizin kadar benim de hakkımdır” itirazı üzerine Atatürk’ün sofrayı terk etmesi tam bir etkileşim örneği değil midir.

    [5] ChatGPT ile yapılan bir sorgulamada elde edilen bilgiler için bkz. https://bit.ly/3rhBfWh 

    [6] Savaşın ortasında, bir mesajın orada ve hemen iletimi için bazı donanım ve becerilere ihtiyaç olduğu belli olduğuna göre, geniş bir kitlenin bu donanım ve becerileri edinmiş olması tahmin edilebilir. 

    [7] E.Tümgnl, Ahmet Yavuz’dan alınan şu kaynakta, Amerikalı istihbaratçı gazeteci Brown, Chicago Daily News gazetesine gönderdiği bir telgrafta şu bilgileri aktarıyor: ““Bu geceki kadar iyi işleyen bir telgraf şebekesi ömrümde görmedim. Yarım saat içinde Erzurum, Musul, Diyarbakır, Samsun, Trabzon, Ankara, Malatya, Harput, Konya ve Bursa hepsi birbiriyle haberleşme halindeydiler. Bütün bu yerlere ulaşan telin bir ucunda Mustafa Kemal oturuyor, öbür ucunda da bu şehir ve kasabaların askeri kumandanlarıyla mülki idare amirleri bulunuyordu.

    Durum olduğu gibi kendilerine anlatıldı. Ve bir tek istisnayla bütün Anadolu, Mustafa Kemal’e kendi dilediği gibi hareket etmesi ve işin sonuna kadar gitmesini emretti. Yalnız Konya, şehirde İtalyan birlikleri bulunduğundan tarafsız kalmak zorunda olduğu cevabını verdi.*” (*) Lord Kinross, Atatürk, Sh.234”

    [8] Bkz. www.BeyazNokta.org.tr 

    [9] Coğrafya ve zamandan bağımsız müzakere ortamı için bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/Networked_SK.ppsx 

    [10] Birleşik Akıl Ağı’nın manifestosu için bkz. https://bit.ly/3HoYMZE 

    [11] Bkz. www.BirlesikAkilAgi.com 

    [12] “Aklın Askıya Alındığı Zamanlarda Doğru Düşünme” (The Vienna Circle) bkz. Exact Thinking in Demented Times- https://bit.ly/3BmdQ7d