-
Şub 23 2023 Yapılar Birdenbire Yıkılmaz!
Önce bir düzeltme!
Yazının başlığındaki genellemeyi düzeltip başına -açıkça yazılması yasak olan- (eğer..ise) koşullarından birkaçını ekleyeyim: “Eğer: a. Bir yapı ilk anda bile ayakta duramayacak kadar yanlış tasarımlanmamış ve b. Yapımında kullanılan malzeme nitelik ve nicelik olarak kötü ve eksik kullanılmamış ve c. İlk andan itibaren yıkım işaretlerini görmesi gerekenler kör olmamış iseler, Yapılar Birdenbire Yıkılmaz”.
Bir de açıklama: “Yapı” terimi ile yalnızca binalar değil, kurum organizasyonları, devlet yapılanmaları ve bu kümeye girebilecek her şey kast ediliyor. Bununla beraber gözde kolay canlandırma için binalar özelinde okunabilir.
Deprem değil bina öldürür!
“Deprem Öldürmez Bina Öldürür” yurdumuz insanınca icat edilmiş, ama diğer keşif ve icatlar gibi yaşam kolaylaştırmaya hizmet etmek bir yana onların ölümlerine yol açan bir icattır. Patentinin kime ait olduğu bilinmese de halk arasında ilk andan (1999 Gölcük depremi tahmin ediliyor) itibaren büyük beğeni toplamış ve yararlı kavramları dil dağarcığına sokmakta son derece dirençli olan halkımızın tüm kesimlerince birdenbire kabul görmüş; bununla da kalmamış devlet politikalarımızın şekillenip, “tüm dayanıksız binaların yıkılıp yeniden yapılması” gibi çok zengin ulusların bile düşünemedikleri bir modelin hemencik benimsenmesine yol açmıştır. Ancak, yöntem 24 yıl gibi kısa bir süre denenip işe yaramadığı görülünce “yıkıp yeniden yapılması zorunlu olanlar dışındakilerin güçlendirilmeleri” gibi bir akıl yoluna, çok yüksek bir fatura ödeyerek razı olunmuş görünüyor.
Birdenbire yıkılanlar..
Zaman zaman çeşitli yerlerde durduk yerde ya daküçük bir etki (yol tamiratı, doğal gaz vs boru döşeme, temel kazısı gibi) nedeniyle çöken binalar oluyor. Bunlar, yukardaki (eğer…ise) koşulunun kapsama alanı içindekiler.
Bir de 6 Şubat Pazarcık merkezli deprem veya hemen ardından gelen artçıları sırasında yıkılan / devrilen1 binalar var; sanki kontrollu yıkım gibi birkaç saniye içinde bir moloz yığınına dönüşüyorlar.
Bu bir göz yanılsamasıdır!
Bu birkaç saniye içinde göçtüğü sanılan binalar mesela temellerine ilk kazma vurulduğu andan itibaren bir kamerayla hiç aralık vermeden izlense ve kaydedilseydi, herhalde en az birkaç yıl veya birkaç onyıllık bir video kaydı ortaya çıkardı. Şimdi, sabırlı birilerinin çıkıp bu videoyu kare kare izlediğini düşününüz. O ilk andan itibaren acaba neler görürdü?
Hazır mısınız?
Neler görüleceğinin bir zihin haritasında özetini yandaki haritada görebilirsiniz. Açıkça görüldüğü gibi binalar, daha temeli bile atılmadan adım adım çökmeye başlamıştır2.
Daha arama kurtarma çalışmaları devam ederken, o binaları yapan müteahhitlerin peşine düşmekten başka bir şey düşünemeyen insanlarımıza duyurulur.
23 Şubat 2023
Tınaz Titiz
(Not: Ben bu kadar kalabalık işle uğraşamam diyenler, bütün o kalabalık nedenlere yol açan başlangıçtaki birkaç kök nedene, ona da vakti olmayanlar sadece birisine yönelik çaba harcayabilir; daha meşgul durumda olanlar saati söyleyebilirler :-))
(1) 2001 tarihli bir devrilen bina yazısı: https://tinaztitiz.com/bina-saglam-ama-zemin-yumusak/
(2) Bu konuda daha genişçe açıklamalar YouTube (https://www.youtube.com/watch?v=bKAO6hUTIrU), LinkedIn (https://www.linkedin.com/video/event/urn:li:ugcPost:7033350536884011009/) ve Facebook (https://www.facebook.com/events/1325586901342366) mecralarındaki video kaydında bulunmaktadır.
-
May 25 2012 Depremin olacağı zamanı bilmek
Depremin ne zaman olacağı bilinirse!
Herhangi bir olayda yakın ve uzak durulması gereken pozisyonlar vardır. Örneğin, elinizde sigarayla benzin istasyonunda dolaşan birinden uzak, yangın söndürücüye ise yakın durmak genel sağlık açısından yararlıdır.
Yakın ve uzak durulması gerekenler sınıflamasında birinci sırada “bilgililer” ve “miş gibi bilgililer” yer alır. Örneğin, deprem, büyük yangın, sel gibi afetlerde uzmanlara yakın olmak -her anlamda yakın olmak- iyidir. Ama aynı derecede tehlikeli olansa, bilgili olmayıp bilgili imiş gibi taklit yapanlardır.
Bunlar da kendi aralarında, “bilgili olmayıp, böyle olduğunu bilen, ama herhangi bir nedenle bunu sürdürenler” ile “bilgili olmadığının da farkında olmayıp kendini bilgili sananlar” olarak bir daha ikiye ayrılırlar ki en tehlikeli olanlar bu ikincileridir.
17 Ağustos `99 depreminden sonra sıklıkla ve başta bilim adamlarımızın bir bölümü olmak üzere çoğunluk tarafından dile getirilen bir söylem var: Depremin ne zaman olacağı bilinemez!
Bu ezber bilgi o denli kabul gördü ki, en uzlaşmaz kişiler arasında dahi, depremin ne zaman olacağının bilinemeyeceği konusunda tam bir uzlaşı var.
Acaba depremin ne zaman olacağı deyimiyle ne kastedilmektedir? Daha da belirgin olarak “ne zaman” ile ne kastediliyor? Genelde kastedilen, gün ve saati -hatta mümkünse dakikası- ile bilmektir.
Bir olayın zamanının ifade edilmesinde “..den evvel”, “..den sonra” ya da “.. ila .. arasında” gibi tanımlamalar da kullanılabileceğine göre, depremin zamanının, gün, saat ve dakikası ile bilinmek istenmesinin acaba özel bir nedeni mi var?
Evet vardır. Çünkü eğer deprem böylesine bir kesinlikle bilinebilirse, o takdirde vatandaş tam o saat ve dakikada evinden çıkacak, deprem bittikten sonra -eğer evi yerinde duruyorsa- tekrar evine girip normal yaşantısını sürdürecektir. Böylelikle herhangi bir önlem almaya ihtiyaç bulunmayan bir uyanıklıkla vaziyeti idare etmiş olacaktır. Gündelik yaşamında her yere geç kalan, sonra da “afedersiniz geciktim” diyerek bir de üstüne tüy diken insanlarımızın depremin kesin zamanı konusunda bu denli meraklı olmalarının nedeni budur.
Depremin ne zaman olacağı bilinmektedir. “İçinde bulunduğumuz şu andan itibaren herhangi bir anda” deprem olacaktır. Bu belirsiz gibi görünen ifade, önlem almak isteyen insanlar için son derece yeterli bilgiyi içermektedir.
Her televizyona çıkışta, depremin günüyle saati ve dakikasıyla bilinemeyeceğini söyleyen insanlarımız iki şeyi bilmelidirler: Birincisi, depremin belirtileri denilebilecek ve çoğu araştırma safhasında olan göstergeler konusunda bilgi sahibi olmadan şu an için söylenebilecek tek kesin yargı, bu araştırmaların henüz sonuçlanmadığı ve şu an için depremin zamanını çok kesin olarak bilemediğimiz (dikkat bilinemeyeceği değil!); ikincisi ise, deprem anının kesin olarak bilinmesinin pratik olarak hiçbir önem taşımadığı, önlemleri almak için en geç zamanın “şimdi” -hatta dün- olduğudur.
24 Eylül 2001
-
May 25 2012 Deprem ve modeller
Açıklamak model demektir
Her bilim -ve uğraşı- dalı, kendi alanındaki olayları açıklayabilmek için modeller kurar ve zaman içinde bunları test ederek geliştirir.
Her model bir dizi varsayım ile, bunlar arasındaki mantıksal bağlantılardan oluşur. Varsayımların sayıları ne denli az, mantık bağlantıları ne kadar sağlam ve nihayet, zaman içinde gerçekleşen olaylara göre yapılan “varsayım düzeltmeleri” ne kadar sık ve doğru ise, kurulan model de o kadar başarılıdır.
Ekonomistler, kurdukları modellerin, piyasalardaki çeşitli dalgalanma ve sıçramaları açıklayabildiklerini savunur ve modellerine dayalı olarak bazı öngörülerde bulunurlar. Bu öngörülerin isabet derecesi modelin değerini artırır. Herhangi bir ekonomik olay meydana gelir ve mevcut model bunu açıklamakta yetersiz kalırsa, model varsayımlarına ve mantık bağlantılarına geri dönülür, gerekirse model tamamen yenilenir.
Deprem de model gerektirir
Benzer biçimde, yer bilimcilerin modelleri de yer kabuğunun yapısına, hareket biçimlerine ve diğer parametrelere ilişkin varsayımları ve mantık bağlantılarını bir araya getirir. Böylece oluşan model, depremlerin yerlerini, zaman aralıklarını ve tahribatını tahminler.
Bilim alanlarının dışındaki alanlarda da modeller söz konusudur. “Kadının sırtından sopa karnından sıpa eksik edilmemesi” de örneğin bir abuk modeldir. Sürekli hamile kalıp sık sık da hırpalanan bir kadının itaatkar bir eş olacağı gibi bir varsayıma dayalıdır. Bu modele bel bağlamış olanların ise, modelin varsayım ve bağlantılarını test etmek gibi bir kaygıları ne yazık ki bulunmamaktadır.
Modelin tek amacı
Bu ve benzer modellerin hepsi, dikkat edilirse tek amaca yöneliktir: olayların gelişimini kontrol altında tutarak, arzu edilen sonuçları elde edebilmek için bir “geleceği bilme” mekanizması yaratmak!
Falcı ile bilim insanı farkı
Bu işi kısmen bilim adamları kısmen de falcılar üstlenmişlerdir. Falcıların bilim insanlarından farkı, varsayımlarını ve onlara dayalı modellerini kimseye açıklamamaları, kerametlerinin kaynağı olarak kendilerini göstermeleridir. Bilim adamları ise -gerçekleri-, her türlü yargısının dayandığı varsayımı açıkça ortaya koyar ve bunları tartışırlar. Buna göre, “bu böyledir, çünkü ben söylüyorum” diyen kişilerin akademik ünvan edinmiş birer falcı olduğundan kuşku duyulmamalıdır.
17 Ağustos falı
17 Ağustos depremi sonrasında, “ben dememiş miydim!” diyen birçok kişi ortaya çıktı. Bilgiler, tahminler, varsayımlar, doğru ve eğri mantık bağlantıları birbirine karıştı.
Bütün beyanların ortaklığı, “olacakları ben evvelden bilmiştim, ama kimse beni dinlemedi” noktasında toplanıyor. Bunların bazılarının doğru, bazılarının kısmen doğru, bazılarının ise yanlış olduğu kolayca tahmin edilebilir.
İnsanların, şu anda en çok gereksindikleri şey, hangi bilginin ne denli güvenilir olduğunu bilmeleridir. Bu, falcılıkla bilim adamlığını ayıracak noktadır.
Modeli olmayanlar lütfen sussun!
Kendi alanında bir modele sahip olmayanların -özellikle bu ara- susmaları; bir modeli bulunanların ise, modellerinin varsayım ve mantık bağlantılarını ortaya koymaları beklenir.
Bunun dışında, çeşitli bireysel sorunlarını dışa vurmak isteyenlerin bilim alanlarını kullanmamaları, “ben söylemiştim” tavrından vazgeçmeleri çok iyi olur.
Kendine, topluma, mesleğine ya da bir ilgi alanına katkıda bulunmak isteyen herkese düşen görev ise, varsayımlarını bir model haline getirmeleri ve bunları yazarak başkalarıyla paylaşmalarıdır.
25 Mayıs 2012
-
May 25 2012 Buişte bir yanlışlık var (mı?)
Önce birkaç seçme haber!
TV muhabiri seçim nabzı tutuyor:
– Teyzeciğim, hangi partiye oy vereceksin?
– A evladım onu ben bilmem beyim bilir, o nereye derse oraya veririm!
Gazete haberi:
Üniversiteli iki genç, gayrımeşru çocuk sahibi oldu. Aileleri (en az 20 kişi) evlenmelerine izin verdiler ve gençler tam evlenecekken oğlan vazgeçti. Ailelere de “biz çocuğu sokağa bıraktık, sorun yok” deyince olay kapandı ve kız bir başkasıyla evlenmeye karar verince çift çocuğu barbeküde yakarak küllerini Kırklareli’de değişik yerlere septiler (anlaşılmasın diye). Kız bir başkasıyla evlendikten sonra bir ihbar üzerine olay ortaya çıkınca kız ve oğlan tutuklandılar.
Bir başka medya haberi:
Güneydoğu illerinden bağımsız aday olmak isteyenlerin isimlerinin birleşik oy pusulasına alt alta yazılmasına karar verilince adayların hamileri itiraz ettiler: “iktidar, okuma-yazma bilmezliğimizi istismar ediyor!” Ve sonra çareyi buldular: kime oy verilecekse, tam oraya gelecek şekilde iplere düğüm atılacak ve düğümün geldiği yere mühür basılacak!
Bir başka gazete haberi:
4000 üyeli Metina aşireti törenle bir siyasi partiye katıldı ve yapılan törende konuşan aşiret lideri: “ülkemizin kurtuluş reçetesi olduğu için tercihimizi bu yönde kullandık” dedi!
Yine bir gazete haberi:
Muğla üniversitesi profesörlerinden filanca, aynı üniversitedeki bir doçentin kafasına sandalye ile vurarak yaraladığını söyleyerek savcılığa başvurdu. Doçent ise “kafasına sandalye ile vurmadım ve küfür etmedim” dedi.
Bir diğeri:
Bodrumda çıkan yangında 500 hektarlık alan kül oldu. İstifini bozmayan Türkbükü sosyetesi ise söndürmeye yardım çağrılarına aldırmayıp eğlenceye devam etti.
Ve bir diğeri:
Los Angeles kenti, Türkiye’ye müracaat ederek ticaret odası seçimleri için dosya hazırlama know-how’ı talep etti. İsrail de, ticaret odalarımızın nasıl örgütlendiğine ilişkin know-how istiyor.
Buyrun sonuçları siz çıkarın!
Çeşitli ilgi ve çıkar gruplarının bireysel olarak ve/ya örgütlenerek kendilerini ifade edip bir denge oluşturdukları rejime demokrasi deniliyor öyle mi!
Pazar, Temmuz 8, 2007
-
May 25 2012 Açık mektup!
17 Ağustos ’99 depremi sonrasında birşeylerin değişeceğini uman çok kimse var. Ben de onlardan birisiyim. Ama, bunun kendiliğinden olmayacağının, hatta herkesin hep bir ağızdan, tek yürek halinde değişimi istemesinin dahi yetmiyeceğinin de bilincindeyim.
17 Ağustos’un gerçek bir milat olabilmesinin herhalde bir dizi ön-koşulu olsa gerekir. Bu ön-koşullardan en önemlisini dikkatinize getirmek, benzer düşünceler içindeysek de bunu gerçekleştirmek için işbirliği yapmayı önermek amacıyla bu mektubu yazıyorum.
Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü ve güzel ya da çirkin her ne oluyorsa, bunların durup dururken değil, kendimiz ve toplumumuzun bilinçli ve/ya bilinçsiz tercihlerimizin bir sonucu olduğunu; bunun da “toplumsal değer yargıları” sistemimiz ile doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Daha somut olarak, dün kullandığımız düşünsel araçlar ve dünkü değer ölçülerimizi kullanarak 17 Ağustos sonrasının sonuçlarından başkaca sonuçlara varmamız imkanı yoktur. Ne kadar arzularsak arzulayalım, ne denli birlikte arzularsak arzulayalım.
Düne kadar inanç sistemimiz içinde “yanlış” kategorisine soktuğumuz bir değer ölçüsü mevcut olup, bundan uzak durmayı da bir marifet sayıyoruz. Bu değer ölçümüz, “bir şeyin eğri olduğunu bilsek de sesimizi çıkarmamak, hele bu eğriliği yapan(lar) ailevi, mesleki ya da bir başka anahtarla bizden iseler katiyen sesimizi çıkarmamak” şeklinde özetlenebilir.
Toplumumuzdaki yüzlerce meslek ve çalışma alanındaki milyonlarca insanı birer idealizm abidesi yapamıyacağımızı, bunun hiçbir yerde de başarılamamış bir iş olduğunu biliyoruz. Böyle bir hayalin peşinde olmak ancak vakit kaybı sayılmalıdır.
Ama bu, bu meslek ve çalışma alanlarındaki yaşam kurallarını “eğri’lere eğilimli çoğunluğun” belirlemesi gerektiği anlamına da gelmez, gelmemelidir. Her meslek ve ilgi alanındaki “doğru’lara eğilimli azınlık“, o alanda rol modeli olmak, o alanın etik kurallarını belirlemek gibi bir yazılı olmayan bir yükümlülüğe sahiptir.
Bu azınlıklar, emredici bir hüküm olmasa dahi depreme dayanıklı inşaat yapan müteahhitler, kimse görmediği zaman dahi temel trafik kurallarına uyan sürücüler, kârından fedakarlık etmek pahasına rüşvet vermeyen ithalatçılar, ezber yaptırmayan öğretmenler ya da elindeki imkanları kendi seçim bölgesine kanalize etmeyen bakanlar olabilir.
Eğer şimdi bu azınlıklar bir araya gelerek kendi alanlarına ait etik kuralları belirleyip ilan etmez ve bunlara uyup uymadıklarının denetimi için bağımsız gözlemciler görevlendirmezlerse, yakındığımız her ne varsa bunlar aynen devam edecek, hatta belki felakete karşı edindiğimiz bağışıklık nedeniyle daha da kötü olarak devam edecektir.
Önerdiğim bu yeni davranış biçimi benimsendiği takdirde ayrıntılar üzerinde çalışılabilir. Ama bu aşamada beklenen, “bizden” olanların eğriliklerini görmezden gelmeye devam edip etmeyeceğimize karar vermektir. Bu noktadaki tercihlerimiz bundan sonraki yaşamımızı şekillendirecektir.
Bu mektubun muhatabı, akla gelebilecek tüm kesimlerdir. Bir bankanın reklamında olduğu gibi, hakime, futbolcuya, inşaat müteahhidine, doktora, hemşireye, sanayiciye, bakkala, öğretmene ve de akla gelebilecek onlarca kesime hitap edilmektedir.
Varsayılan şudur ki, bu kesimlerin her birinin ahlaken uymak zorunda olduğu ve uyduğunda da o kesimde büyük oranda düzelme sağlayacak çok az sayıda temel kural vardır; ve bunlar kolayca denetlenebilecek somutlukta ilkelerdir. Bir de, bütün kesimlerin uymak zorunda oldukları ortak ilkeler vardır.
Kesimlerin tamamen kendi özgür iradeleriyle belirlenmek ve yalnızca bir örnek olarak alınmak kaydıyla, örneğin bilişim kesimi için şu tür ortak ve özel ilkeler benimsenebilir:
Ortak ilkeler
- Başka insanlara, kurumlara, kendine ve doğanın tüm varlıklarına zarar vermemek,
- Tüm ilkelere, özellikle de çıkarlarımıza aykırı olduğu zaman uymak,
- Bu ilkelere uyulduğunun denetimine karşı hiçbir engel koymamak.
Özel ilkeler
- Bir kişiye erişme ve/ya üretme imkanı tanınan bilgilerin, hiçbir suretle, bu imkanı veren aleyhine sonuç doğurabilecek şekilde kullanılmaması,
- Başkalarınca üretilen bilgilerin onların izinleri olmaksızın kullanılmaması,
- Ortak kullanıma açık araçların, başkalarının genel kabul gören haklarını zedeleyecek biçimde kullanılmaması.
Her kesim, kendi kesimiyle ilgili ilkeleri ortak akıl yoluyla belirleyebilir ve kendi etki alanında yaygınlaştırabilir. Toplumu oluşturan çeşitli kesimlerde, kamu otoritesinin bir telkini ve/ya baskısı olmaksızın başlatılabilecek böylesine bir kampanyanın -eğer yeteri yaygınlığa erişirse- nasıl bir olumluluk atmosferi yaratacağını düşünebiliyor musunuz?
Hergün, birilerinin çıkıp Türkiye’yi temiz toplum yapması bekleniyor. Neredeyse tüm düşünürler bunun özlemi ve bir türlü çıkmadığı için de hırçınlığı içindeler. Böyle birisi çıkabilir mi, ayrıca da çıkmalı mı? Özlediğimiz tam demokraside, yurttaşların bilinçili çabalarına dayanmayan böylesine girişimlere yer var mıdır?
Bu tür bir otokontrol mekanizmasının yerini hiçbir yasa maddesi, kaynağı kişinin dışındaki hiçbir yaptırım aracı tutamaz. Tamamen gönüllü olarak başlatılabilecek böylesine bir girişimde, çeşitli kesimlerin aynı ilkeleri benimsemesi gerekmediği gibi, aynı bir kesimin içinde dahi birden fazla etik taahhüt bulunabilir.
Böylelikle, kalabalık kesimlerin, az sayıdaki ortak ilke çevresinde birleşmelerinin yaratabileceği pratik güçlükler de aşılmış olacaktır. Hatta neredeyse denilebilir ki, herkes ayrı ayrı bir şeylere söz verse dahi, bunun anlamı Türkiye’de gönüllü bir “temiz toplum” hareketinin başladığıdır.
İtalya’dakine benzer biçimde bir savcının çıkıp kovuşturma yapmasına dayanan bir temiz toplum girişiminin başarısı kuşkuludur. Nitekim, bunca gürültüden sonra İtalya’nın ne ölçüde temiz topluma dönüştüğü, kirlilik kaynaklarının ne denli kuruduğu ve daha da önemlisi İtalyan toplumunun değer yargılarının -ki temizliğin esas kaynağının orası olması gerekir- ne ölçüde değiştiği tartışmalıdır.
Toplumumuzun akıl ve erdem yolundaki mücadelesinde genellikle bireylerin dışında arayışlar vardır. Birileri birşeyler yapacak ve toplum temizlenecektir.
Böyle bir şeyin mümkün olmadığını artık net olarak görebilmeliyiz. Taksi şoförü, “önce büyüklerimiz düzelsin, ben sonra trafik kurallarına uyarım”; öğretmen, “önce bana iyi maaş versinler, ben de sonra kendimi yetiştiririm”; sanayici, “önce rüşvet almayı önlesinler, ben de ondan sonra vermeyeyim” dedikçe, bunların hiçbiri gerçekleşemez.
Toplumumuzun bu kurt kapanından kurtulması, “başkası eğri davranabilir, ama ben doğrusunu yapıyorum” diyebilen, böyle davranabilen akıl, erdem ve yürek sahibi insanlarının varlığına ve onların çevrelerinde yaratacakları etkiye bağlıdır. Akıl, erdem ve cesaret yerine, yakınma, başkalarından bekleme ve görüp sesini çıkarmama yolunu seçenler ve de onlara seslerini çıkarmayanların büyük sistem içinde yerleri yoktur ve bunda bir yanlışlık da yoktur. Katı gerçek budur.
Eylül 1999
-
May 25 2012 Güneş tutulunca deprem olur mu olmaz mı?
Bir radyo programında, zihinsel netliğine pek güvendiğim bir bilim adamı ile yapılan mülakat sırasında son günlerin polemik konularından birisi ele alındı. 17 Ağustos Marmara depreminden ve son Pakistan depreminden önceki güneş tutulmalarının da işaret edebileceği gibi acaba bu doğa olayının depremlerle ilişkisi olabilir miydi?
Bilim adamı kesin bir dille bunun olamayacağını, çünkü depremlerin günde birkaç yüz denebilecek kadar sık olduğunu, doğal olarak bunlardan bazılarının güneş tutulması öncesine bazılarının da sonrasına rastlayacağını belirtti. Ve son olarak da en sağlam kanıt olarak, güneş tutulması olmadan meydana gelen depremlerin bu durumda açıklamasız kalacağını söyleyerek bu iki doğa olayı arasında ilişki olamayacağını söyledi.
Geçmişte benzer sorular sorulan başka bilim insanları da başka argümanlarla bu ilişkisizliği kesin olarak dile getirmişlerdi.
Ben bu belirtimlerin maksadını aşan ifadeler olduğuna, bilim adamlarının aslında bunu demek istemediklerini, sadece “bilim böyle bir ilişkiyi henüz doğrulamamıştır; ama bu, ilişki olmadığı anlamına gelmez” demek istediklerini varsayıyorum.
Çünkü:
- Bilim, içinde bulunulan bir zaman kesitinde tüm bilinmeyenleri açıklama iddiasında değildir. Sadece bilinmeyenleri bilinir kılma arayışındadır. Zaman kesiti ilerledikçe bilimin açıklayabildikleri artar, bazıları ise değişir. Yüzyıl, on yıl hatta geçen yıl bilinmeyen ya da doğru olduğu sanılanların şimdi, “şimdiki doğrularının” bilindiğini biliyoruz.
- Ama bilimin kesin iddiası, herkese ilan ettiği metotları kullanılarak neleri açıklayabildiği, neleri açıklayamadığı, nelerin imkanlı nelerin imkansız olduğudur. Hatta bu metotları dahi sorgulamaya açıktır.
Güneş tutulması depreme yol açar mı? Bilim insanlarının dışındaki sokaktaki insanlar böyle bir soruya şöyle bir yanıt verseler bilim buna acaba ne der?
- Gök cisimleri arasındaki mevcut çekim kuvvetleri her an için kendi aralarında bir denge oluşturuyor ise,
- Gök cisimleri her an hareket halinde olduğuna ve söz konusu denge durumu da buna paralel olarak her an küçük de olsa değişiyor ise,
- Değişen bu çekim alanlarının dünya üzerine yaptığı etkilerde de bazı değişimler olabilecektir.
- Bu -belki çok küçük- değişimler çok büyük yüzeylere etkidiğine göre meydana gelebilecek kuvvetler büyük olabilir.
- Bu kuvvetler her zaman değil ama, yer kabuğunun kırılma noktasına-bardağı taşırabilecek damla- gelmiş süreksizlik noktalarında bir harekete neden olabilir.
- Bunun ölçülmesi, güneş ya da ay tutulmaları -hatta başka gezegenlerin tutulmaları- ile ilişkisinin gösterilmesi güç olabilir. Ama bunun güç olması ilişkinin olmadığını göstermez.
- O halde güneş, ay ya da bilmem hangi gezeğinin tutulması yeryüzü, ay ya da filanca gezegende bir depreme pekala yol açabilir. Açar değil ama açabilir.
Bilim insanlarının her sözü, onları kendilerine rol modeli almış kişiler için çok önemli olabilir. Belki bugün için böyle değildir, ama umudumuz böyle olmasıdır. Böyle olması için de onların her sözcüklerini çok tartarak söylemeleri, olası yanlış anlamalara yol açmamaları iyi olur.
Bu yazı da dahil her nerede kesin bir yargı varsa o yargının doğruluğundan kuşkulanılmalıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=180, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=181).
Pazar, Ekim 23, 2005
-
May 25 2012 Yardımınıza ihtiyaç var..
Değerli dostlarım,
Bir konuda tanıdıklarınız, bildikleriniz ile ilgili bilgilerinize ihtiyacım var.
Bir proje üzerinde çalışıyorum. Bireysel Deprem Korunma Kafesi (BDKK) adlı AR-GE projesi, adında anlaşılabileceği gibi, -diğer deprem korunma önlemlerinin yerine değil yanısıra- içine girilerek, kişileri -varsa küçük çocuklarıyla birlikte- korumaya yönelik.
$50 kadar azami bir fiyat ve yaklaşık 30 kg kadar azami bir ağırlık öngörülüyor. Tabii ki bu iki sınırlama “yüksek tasarım teknolojisi”, “yaratıcılık”, “malzeme bilgisi”, “doğadaki örneklerden yararlanabilme” gibi bilgiler gerektiriyor. Oldukça iyi tanımlanmış bu proje Yıldız Teknik Üniversitesi Teknoloji Merkezi aracılığıyla KOSGEB tarafından da destekleniyor.
Gereken tanımlama bilgileri ayrıntılı olarak mevcut.
Kısacası sıradan bir iş değil.
Bu projede bana yardımcı olabilecek, meraklı, enerjisini ve moral gücünü tüketmemiş, enerjisini yakınmaya harcamayan bir kişiye ihtiyacım var. Tabii ki SAP 2000, Proengineer, Solidworks, TEKCad gibi yazılımları “beceriyle kullanabilen” bir kişi olmalı. Bu bilgiler “3D space frame” tasarım bilgisine ek olarak bulunmalı.
Böyle kişi(ler) tanıyor iseniz benimle tanıştırır mısınız?
İlginize şimdiden teşekkür ederim.
M.Tınaz Titiz
(0542) 522-3936
tinaz@tinaztitiz.com
-
Nis 16 2012 Açık mektup..Etik kurallar..
Her kesim kendi etik kurallarını kendi belirlmeli..
17 Ağustos’99 depremi sonrasında birşeylerin değişeceğini uman çok kimse var. Ben de onlardan birisiyim. Ama, bunun kendiliğinden olmayacağının, hatta herkesin hep bir ağızdan, tek yürek halinde değişimi istemesinin dahi yetmiyeceğinin de bilincindeyim.
17 Ağustos’un gerçek bir milat olabilmesinin herhalde bir dizi ön-koşulu olsa gerekir. Bu ön-koşullardan en önemlisini dikkatinize getirmek, benzer düşünceler içindeysek de bunu gerçekleştirmek için işbirliği yapmayı önermek amacıyla bu mektubu yazıyorum.
Hiçbirşey kendiliğinden olmuyor!
Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü ve güzel ya da çirkin her ne oluyorsa, bunların durup dururken değil, kendimiz ve toplumumuzun bilinçli ve/ya bilinçsiz tercihlerimizin bir sonucu olduğunu; bunun da “toplumsal değer yargıları” sistemimizile doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Aynı araç aynı sonuç!
Daha somut olarak, dün kullandığımız düşünsel araçlar ve dünkü değer ölçülerimizi kullanarak 17 Ağustos sonrasının sonuçlarından başkaca sonuçlara varmamız imkanı yoktur. Ne kadar arzularsak arzulayalım, ne denli birlikte arzularsak arzulayalım.
Düne kadar inanç sistemimiz içinde “yanlış” kategorisine soktuğumuz bir değer ölçüsü var ve biz bunu bir marifet sayıyoruz. Bu değer ölçümüz, “bir şeyin eğri olduğunu bilsek de sesimizi çıkarmamak, hele bu eğriliği yapan(lar) ailevi, mesleki ya da bir başka anahtarla bizden iseler katiyen sesimizi çıkarmamak” şeklinde özetlenebilir.
Toplumumuzdaki yüzlerce meslek ve çalışma alanındaki milyonlarca insanı birer idealizm abidesi yapamıyacağımızı, bunun hiçbir yerde de başarılamamış bir iş olduğunu biliyoruz. Böyle bir hayalın peşinde olmak ancak vakit kaybı sayılmalıdır.
Herkes kötü mü?
Ama bu, bu meslek ve çalışma alanlarındaki yaşam kurallarını “eğri çoğunluğun” belirlemesi gerektiği anlamına da gelmez, gelmemelidir. Her meslek ve ilgi alanındaki “düzgün azınlık“, o alanda rol modeli olmak, o alanın etik kurallarını belirlemek gibi bir yazılı olmayan bir yükümlülüğe sahiptir.
Bu azınlıklar, emredici bir hüküm olmasa dahi depreme dayanıklı inşaat yapan müteahhitler, kimse görmediği zaman dahi temel trafik kurallarına uyan sürücüler, karından fedakarlık etmek pahasına rüşvet vermeyen ithalatçılar, ezber yaptırmayan öğretmenler ya da elindeki imkanları kendi seçim bölgesine kanalize etmeyen bakanlar olabilir.
Nitelikli azınlıklar bir araya gelmezse..
Eğer şimdi bu azınlıklar bir araya gelerek kendi alanlarına ait etik kuralları belirleyip ilan etmez ve bunlara uyup uymadıklarının denetimi için bağımsız gözlemciler görevlendirmezlerse, yakındığımız her ne varsa bunlar aynen devam edecek, hatta belki felakete karşı edindiğimiz bağışıklık nedeniyle daha da kötü olarak devam edecektir.
Önerdiğim bu yeni davranış biçimi benimsendiği takdirde ayrıntılar üzerinde çalışılabilir. Ama bu aşamada beklenen, “bizden” olanların eğriliklerini görmezden gelmeye devam edip etmeyeceğimize karar vermektir. Bu noktadaki tercihlerimiz bundan sonraki yaşamımızı şekillendirecektir.
Bu mektubun muhatabı, akla gelebilecek tüm kesimlerdir. Bir bankanın reklamında olduğu gibi, hakime, futbolcuya, inşaat müteahhidine, doktora, hemşireye, sanayiciye, bakkala, öğretmene ve de akla gelebilecek onlarca kesime hitap edilmektedir.
Az sayıda temel kural büyük bir alanı kontrol ediyor..
Varsayılan şudur ki, bu kesimlerin her birinin ahlaken uymak zorunda olduğu ve uyduğunda da o kesimde büyük oranda düzelme sağlayacak çok az sayıda temel kural vardır; ve bunlar kolayca denetlenebilecek somutlukta ilkelerdir. Bir de, bütün kesimlerin uymak zorunda oldukları ortak ilkeler vardır.
Kesimlerin tamamen kendi özgür iradeleriyle belirlenmek ve yalnızca bir örnek olarak alınmak kaydıyla, örneğin bilişim kesimi için şu tür ortak ve özel ilkeler benimsenebilir:
A. Ortak ilkeler
Ø Başka insanlara, kurumlara, kendine ve doğanın tüm varlıklarına zarar vermemek,
Ø Tüm ilkelere, özellikle de çıkarlarımıza aykırı olduğu zaman uymak
Ø Bu ilkelere uyulduğunun denetimine karşı hiçbir engel koymamak.
B. Özel ilkeler
Ø Bir kişiye erişme ve/ya üretme imkanı tanınan bilgilerin, hiçbir suretle, bu imkanı veren aleyhine sonuç doğurabilecek şekilde kullanılmaması,
Ø Başkalarınca üretilen bilgilerin onların izinleri olmaksızın kullanılmaması,
Ø Ortak kullanıma açık araçların, başkalarının genel kabul gören haklarını zedeleyecek biçimde kullanılmaması.
Benzer ilkeler müteahhitler, mankenler, futbolcular, avukatlar, siyaset insanları ve akla gelebilecek diğer alanlar için de geliştirilebilir.
Her kesim, kendi kesimiyle ilgili ilkeleri ortak akıl yoluyla belirleyebilir ve kendi etki alanında yaygınlaştırabilir. Toplumu oluşturan çeşitli kesimlerde, kamu otoritesinin bir telkini ve/ya baskısı olmaksızın başlatılabilecek böylesine bir kampanyanın -eğer yeteri yaygınlığa erişirse- nasıl bir olumluluk atmosferi yaratacağını düşünebiliyor musunuz?
Hergün, birilerinin çıkıp Türkiye’yi temiz toplum yapması bekleniyor. Neredeyse tüm düşünürler bunun özlemi ve bir türlü çıkmadığı için de hırçınlığı içindeler. Böyle birisi çıkabilir mi, ayrıca da çıkmalı mı? Özlediğimiz tam demokraside, yurttaşların bilinçili çabalarına dayanmayan böylesine girişimlere yer var mıdır?
Bu tür bir otokontrol mekanizmasının yerini hiçbir yasa maddesi, kaynağı kişinin dışındaki hiçbir yaptırım aracı tutamaz. Tamamen gönüllü olarak başlatılabilecek böylesine bir girişimde, çeşitli kesimlerin aynı ilkeleri benimsemesi gerekmediği gibi, aynı bir kesimin içinde dahi birden fazla etik taahhüt bulunabilir.
Böylelikle, kalabalık kesimlerin, az sayıdaki ortak ilke çevresinde birleşmelerinin yaratabileceği pratik güçlükler de aşılmış olacaktır. Hatta neredeyse denilebilir ki, herkes ayrı ayrı bir şeylere söz verse dahi, bunun anlamı Türkiye’de gönüllü bir “temiz toplum” hareketinin başladığıdır.
İtalyadakine benzer biçimde bir savcının çıkıp kovuşturma yapmasına dayanan bir temiz toplum girişiminin başarısı kuşkuludur. Nitekim, bunca gürültüden sonra İtalya’nın ne ölçüde temiz topluma dönüştüğü, kirlilik kaynaklarının ne denli kuruduğu ve daha da önemlisi İtalyan toplumunun değer yargılarının -ki temizliğin esas kaynağının orası olması gerekir- ne ölçüde değiştiği tartışmalıdır.
Toplumumuzun akıl ve erdem yolundaki mücadelesinde genellikle bireylerin dışında arayışlar vardır. Birileri birşeyler yapacak ve toplum temizlenecektir.
Böyle bir şeyin mümkün olmadığını artık net olarak görebilmeliyiz. Taksi şoförü, “önce büyüklerimiz düzelsin, ben sonra trafik kurallarına uyarım“; öğretmen, “önce bana iyi maaş versinler, ben de sonra kendimi yetiştiririm“; sanayici, “önce rüşvet almayı önlesinler, ben de ondan sonra vermeyeyim” dedikçe, bunların hiçbiri gerçekleşemez.
Toplumumuzun bu kurt kapanından kurtulması, “başkası eğri davranabilir, ama ben doğrusunu yapıyorum” diyebilen, böyle davranabilen akıl, erdem ve yürek sahibi insanlarının varlığına ve onların çevrelerinde yaratacakları etkiye bağlıdır. Akıl, erdem ve cesaret yerine, yakınma, başkalarından bekleme ve görüp sesini çıkarmama yolunu seçenler ve de onlara seslerini çıkarmayanların büyük sistem içinde yerleri yoktur ve bunda bir yanlışlık da yoktur. Katı gerçek budur.
1 Eylül 1999