• Yarınlarda meselâ..

    Gelecekte -olmaz ya- dış ve iç odakların elbirliğiyle mesela Cumhuriyet rejimi ve/ya nüfusun çoğunluğunun bağlı olduğu dini inanç ortadan kaldırılıp, yerine o odakların amaçladıkları bir sömürü düzeni getirilmeye kalkışılsa ne olur?

    Böylesi bir melânet tasavvuru karşısında muhtemelen akla gelebilecek caydırıcılar siyasi partiler, Anayasa Mahkemesi, TSK gibi varlığını “milletin değerlerini ve yaşadığı toprakların bütünlüğünü korumaya adamış kurumlar” ve/ya kişiler olacaktır.

    Toplumun en güçlü kurumlarının bunlar değil “toplumsal kavram dağarcığı” olduğunu hatırlayınca, “eğer …. İse … dir” kavramı[1] uyarınca, caydırıcıların şu hale dönüştüğü anlaşılacaktır: Eğer korunması istenilen bir ideolojinin özünü[2] oluşturan çerçeve çizgileri: (a) net olarak belirlenmiş, (b) bu çizgilerin korunmasını üstlenmiş muhafızları (koruyucular)[3] var ise, milletin değerlerini ve yaşadığı toprakların bütünlüğünü korumaya adamış kurumlar gerekli caydırıcılığı sağlayacaktır.

    Eğer ortadan kaldırılması tasavvur edilen Cumhuriyet ve/ya din’in özünü oluşturan çerçeve çizgileri belirlenmemiş; ayrıca da bu kurumları koruyacak muhafızlar kuvvettten düşmüş, bilimden uzaklaşmış ve seciyesi (ahlâkı) bozulmuş iseler bu durumda Cumhuriyet ve din konularında ne denli övücü sözler söylense, ne denli “kozsuz meydan okumalar[4] yapılsa yıkımlar önlenemez. Ölen bir bedenin çevresinde (hatta hemen içinde) hazır bekleyen bakterilerin derhal harekete geçip bedeni asli unsurlarına (toprak) dönüştürmesine benzer biçimde hangi kurum olursa olsun yokluğa dönüşecektir.

    (Eğer ..ise.. dir) koşullu yargı’sına konu olan çerçeve çizgileri bağlamında şu iki soru akla gelecektir: 

    (1) Çerçeve çizgilerinin belirlenmesi ifadesiyle kast edilen nedir? 

    İdeolojinin özünü ayrıntılardan ayıracak 3 soru çerçeveyi belirler: Soru 1. İdeolojinin (Cumhuriyet ve/ya din) temel varlık nedeni, yani misyonu. Soru 2. O ideoloji yoluyla nereye (hangi ülküye, vizyona) erişilmek istendiği. Soru 3. Bu vizyon yönünde ilerlerken hangi kurallara (öz-değerler) sadık kalınmak zorunda olunduğu.

    (2) Çizgilerin korunmasını sağlayacak muhafızlar kimlerdir?

    İdeolojiler süngere benzetilebilir. Çerçeve çizgilerinin korunmasına hiçbir yararı olmadığı gibi, tam aksine “koruyacakmış” duygusu ve yersiz bir güven yaratarak zarar da veren boş söylemleri, kof övünmeleri, kozsuz meydan okumaları[4] emerek sünger gibi şişer. İdeolojilere en çok zararı veren de bu şişirilmiş kofluk, korunmasızlık olup, bu aldatıcı şişkinliğe bir yandan da “yanlış yarıştırma” ya da “o da bir şey mi etkisi[5] denilebilecek etki eklenir.

    Ben ….. ideolojisinin muhafızlarından biriyim” diyecek çok sayıda kişi ve kurumu duyar gibiyim. Onlara şu iki soruyu sormak isterim: Tam (spesifik olarak)[6] hangi çerçeve çizgilerini koruyorsunuz? Ve Koruma görevini ne pahasına (hangi kozlar ile) yapıyorsunuz?

    Bu iki soru aynı zamanda gerçekten arayış içinde olanları ya da en azından o yola girmeyi içtenlikli arzu edenleri ayırt etmek için işe yarayabilecek bir zihin aracıdır.

    28 Eylül 2024 – Alanya

    [1] http://bit.ly/3ME15vc Sıra No 30

    [2] https://tinaztitiz.com/oz-anlasilmadan-icerik-anlasilamaz/  

    [3]Cumhuriyet fikren, ilmen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister”. M.K.Atatürk, 1933 Öğretmenler Kongresi konuşmasında söylenmiştir. 

    [4] https://kavrammutfagi.com/kavram/kozsuz-meydan-okuma 

    [5] https://tinaztitiz.com/o-da-bir-sey-mi-etkisi/ 

    [6] http://bit.ly/3ME15vc Sıra No 180

  • “O da bir şey mi etkisi”

    Bir köpeğin insanı değil, insanın köpeği ısırması haberdir”, haber peşinde yaşamını sürdüren kesimin (eskiden sadece gazetecilerdi) altın kuralıydı. Şimdilerde herkesin kendi başına bireysel gazete çıkarıp radyo ya da TV istasyonu kurabilme teknik imkanları doğunca büyük bir iş alanı açıldı.

    Böylece aracısız ya da aracılı- yayın yapabilen herkes bu yolla para kazanabiliyor, kendini tanıtabiliyor ve/ya bunların türevlerinden yararlanabiliyor.

    Fakat bir sorun var: Bu iş kolunun ham maddesi “haber” olduğuna ve haber de sonsuz ölçüde mevcut olmadığına, hatta mevcut olanlara da herkes talip olmadığına göre, dikkat çekip başka haber satıcıların önüne geçmek için yeni yollar bulmak gerek. Bunun bilinen yollarından biri, TVlerde sıkça altyazı olarak geçen “son dakika” etiketli haberler olup, temel niteliği rakiplerine göre “o da bir şey mi” denilecek şaşırtıcılıkta olduğunun iddia edilmesidir. 

    Bu tür haberlerin ne ölçüde doğru olduğunu denetleyecek yaygın bir mekanizma ancak ceza yasaları olduğuna göre bu engeli aşmanın bir yolu, analiz adı altındaki “varsayım ve tahmin”ler olup bunun ön koşulu da bir unvan sahibi tarafından yapılmış olmasıdır. Bir belediyede memur olarak çalışan bir kişinin de varsayım ve tahminde bulunmasını engelleyebilecek bir yasa yoksa da böylesi bir analize kimse zaman ayırıp dinlemez, okumaz.

    Bir yandan da varsayım ve tahmin”lerin kişileri yeterince korkutması; ama korkunun da hemen yarın gerçekleşebilir türden olmaması gerekir. Aksi halde izleyenlerin geri dönüp hani n’oldu diye sorması tehlikesi vardır. Bu nedenle, (milletin bir an evvel uyanması gibisinden) gerçekleşmesi güç bir koşula bağlamak gerekir.

    Buraya kadar sıralananların cezai ya da ahlaki bir yanı pek olmasa da hiç umulmayan bir yan etkisi vardır: Kamuoyunun tepki eşiğini yükseltip, tepki üretebileceği olayların giderek daha kabul edilemez düzeylere yükselmesine yardımcı olunması. Daha düz Türkçe ile, bir melanet planlayıcısı var ve melanet hazırlığı içindeyse, önündeki engellerden biri, olası kamuoyu tepkilerinden korunma veya tepkilerin yumuşatılmasıdır. Söz konusu varsayım ve tahmine dayalı analizler bu yumuşatmayı melanet planlayıcısı yerine gerçekleştirmiş olur.

    28 Eylül – Alanya

  • Öz anlaşılmadan içerik anlaşılamaz!

    Sokakta bir kişi durdurup “hangi yol daha kısadır lütfen söyler misiniz?” dese, bu sorunun en az on ayrı ve birbirinden ilgisiz konu açısından sorulmuş olması mümkündür. Bu nedenle de bu haliyle bu soru sıfır bit enformasyon içerir ve cevaplanma ihtimali çok azdır. Böylesi bir soruya karşılık, “siz ne yapmak istiyorsunuz?” sorusu, aranan öz’ün ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Örneğin şu cevapların herbiri birer öz sayılır: “Aksaray’a gitmek istiyorum” veya “Bankadan kredi çekmek istiyorum” ya da “sokak hayvanı sahiplenmek istiyorum” gibi.

    Bu basit örnekten hareketle şu genelleme yapılabilir: Bir soru ya da sorun konusunda cevap arayışının ilk adımı, o soru/sorunu ayırt edici bir bağlam içine yerleştirici en az bir ipucunun belirtilmesidir. Böylece beliren bağlama “öz” denilebilir; öz tek başına herhangi bir enformasyon içermeyen bir içeriği “bilgi” haline getirir.

    Din istismarı konusu bu kural açısından irdelendiğinde şikayetçi olunan çeşitli bağlamlar ortaya çıkar. Değişik korkulara (cehennem ateşi, sonsuz azap vb) ya da çeşitli çıkarlara (huriler, şarap ırmakları vb) dayalı düz yurttaş inancının kullanılarak (istismar anlamında kötüye kullanma) çıkar sağlanması şikayetlerin genel ifadesidir.

    Bu şikayetlerden din kurumunun gözden düşürüldüğü sonucunu çıkaran, din istismarına karışmamış mütedeyyin kesimin savunusu ise “gerçek İslam bu değildir” biçimindedir. Bu savunmanın anlam taşıyabilmesi için cevaplanması gereken soru ise “peki gerçek İslam nedir?” şeklinde formüle edilebilir.

    Bu durumda, yukarıdaki genelleme uyarınca, soru’nun ayırt edici bir bağlam içine yerleştirilmesi için sorulması gereken, öz belirleyici asgari soru(lar) şunlar olabilir:

    1. Genelde din, özelde İslam niçin vardır (temel varlık nedeni, misyon, öz-niyet)?
    2. Din / İslam yoluyla nereye (ülkü) varılmak amaçlanıyor?
    3. Varılmak istenilen yere erişme sürecinde uyulması zorunlu kurallar nelerdir?

    Bu sorulara ister dindar, ister dinsiz, isterse din istismarcısı olsun herkesin mutlaka cevapları vardır. Bunların hepsinin aynı cevaplarda buluşması beklenemese de en azından dindarların ortak  ya da birbiriyle uyuşabilir cevaplarının olması beklenir. Halbuki bir ezber kalıbı olarak bellenen ve sorgulanamaz kabul edilen bir anlayış, “dinin sorgulanabilir bir kavram olmadığı”dır[1]

    Bu varsayıma kanıt olarak gösterilen ise, dinin özü ile ilgisi olmayan, “insanların -belki de tüm canlıların- zaman zaman kozmik bilinç denilen gizeme ait öznel duyumsamaları”dır. Din istismarının bu öznel duyumsamaları kendi varlık nedeni sayıp, yanlışlanabilirlik tehdidinden korunaklı (dokunulmaz) bir alan yaratmasının  altında bu yanılgı (ve/ya kandırmaca) yatıyor.

    Bu durumda bir dine mensup olduğunu iddia edenlerin bu üç soruyu cevaplamaları beklenir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta, özellikle din istismarcıların sıklıkla başvurduğu, “şu ritüeli (söylem, eylem vs) yerine getirirseniz, başkaca bir şeye gerek kalmadan “bizden” (din mensubu) sayılırsınız” kalıbıdır. (Son günlerde yayılan “bir kişi babasının kafasını kesip, içine şarap doldurup içse ve sonra da yakınlarıyla zina etse bile dinden çıkmış sayılmaz” mealindeki iğrenç söylem bu kalıba örnektir).

    Bütün bunlardan çıkarılabilecek sonuçlardan birisi de, üzerinde tartışılan sorunların (din istismarı gibi) özlerinin ortaya koyulmadan anlaşılamayacağı, dolayısıyla da çözüm geliştirmenin mümkün olamayacağıdır.

    Can alıcı soru: Özü belirlesek bile nasıl yaygınlaştırılacak?

    Bu soru aynı zamanda “sorun çözücünün açmazı” denilebilecek bir konuyu gündeme getiriyor. Açmazlar genellikle kuşku uyandırmayacak şekilde paketlenirler. Buradaki kuşku giderici ise “yaygınlaştırma” sözcüğündedir. Öyle ya faydalı[2] bir şeyin faydasını artırmak için en akılcı yol yaymak olduğuna göre olabildiğince yaymanın yolları aranıp bulunmalıdır. 

    Din konusu –vecd, sezgi vb öznel duyumsamalar dışındaki özler- sorgulama dokunulmazlığından kurtarılmadan kişi sayısı kadar farklı duyumsamalar olacağı için kalabalıklar bir yana, ikinci bir kişiye dahi yaymak söz konusu olamayabilir. Öznel duyumsamalar ise kozmik bilinç gizeminin -şimdilik- kişiye özel alanı olarak dokunulmazlığını koruyacaktır. 

    Farklı dinleri ya da mezhepleri benimseyen kişi ve kesimler açısından da durum, yine özlerin sorgulanıp öznel duyguların ise kişiye özel bırakılmasından ibarettir.

    Bu akıl yürütme yoluyla varılacak nokta, hangi özleri benimserse benimsesin her dindarın, kişiye özel duygu alanı dışındaki özleri sorgulamaktan kaçınmaması zorunluğudur. Bu zorunluk, toplu yaşamın ahlaki ihtiyaçlarından kaynaklanır. Zorunluğun diğer -ve daha önemli- dayanağı, istismarcıların en önemli dayanak olarak kullandıkları “sorgulama dokunulmazlığı” zırhının kaldırılması ihtiyacıdır. İlginç olan nokta ise, samimi dindarın özleri (maksim, kurucu ilke) sorgulamaktan uzak durmasının, hiç istemeden istismarcıya uygun ortam yaratması gerçeğidir.

    Açıklanması yararlı bir nokta da, özlerin dışındaki öznel alandaki duyumsamaların, kişinin zaman içinde genişleyen bilinci nedeniyle farklılaşmasıdır. Bu son derece sağlıklı süreç bir spiral gibi giderek genişleyecektir [3]. Tahkiki imân bu şekilde anlaşıldığı takdirde kişinin sürekli tekâmülü için bir araç olacaktır.

    Son bir soru ise, özün sorgulanması sürecinde hepsi de anlamlı cevaplara ulaşılırsa -ki mümkündür- bu durumda dolaşımda çok sayıda dinin ortaya çıkma olasılığıdır. İnsanlık birikimleri buna iki cevap bulmuştur: (1) Anlamlı cevapları bütünleştirici üst kavramlar üretmek, (2) Dünyevi yaşamın kurallarını bütünüyle nesnel gerçeklere oturtmak; ne denli anlamlı olursa olsun öznel kavramlara dayalı ortak yaşam kuralları -özellikle de kamu yönetiminde- koymamak.

    Anayasalar her toplumda önemlidir. Varlığını sürdürmek isteyenler her toplumda anayasalarına bağlılığı koruyabilmiş olanlardır. Ama eğer sadece tek maddeden ibaret bir anayasa olacaksa herhalde o da dini ya da herhangi bir dogmatik ideolojiye dayalı kural koymamak denilebilir.

    23 Eylül 2024, Alanya

    [1] Bkz. https://tinaztitiz.com/dinde-sorgulama-olmaz-mi/ 

    [2] Her nerede (fayda) sözcüğü geçse şu denetleyici soruyu sorarak, “o faydanın ne pahasına” olduğunu anlamaya çalışmak doğru olur. Çoğu zaman bir fayda daha büyük bir zarar pahasına olabilir. Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/etkili–effective–ozgecilik–digerkamlik–altruism-  ve https://tinaztitiz.com/bir-ortak-ahlak-kurali-zarar-verme-onerisi-uzerine-2/ 

    [3] Bkz. https://drive.google.com/file/d/13bfFQJhD0UZ8WAObS79EzyWpqg2Cx69Y/view?usp=sharing 

  • Düşünme ve Kavramlar

    Düşünceleri ifade amacıyla kullanılan sözel, görsel, eylemsel vd diller eğer kavramlar olmasaydı hiç bilgi taşıyamaz, akıl denilen yeti de ortaya çıkamayabilirdi.. Muhtemelen, akıl kavramına “kavrama gücü” denilmesi ve bu gücü hayata geçirme aracının da diller olmasının nedeni budur.

    Gerek insan gerek diğer varlıkların en basit evet-hayır ya da var-yok iletileri (1/0) düşünce ve sanat dünyasının ürünlerini oluşturmak için kavramlar şeklinde bir araya geliyor. 

    Ve aynı zamanda varlıkların yaşamlarındaki tüm çabalarının yöneldiği, “sorun çözme” ya da “karmaşıklık yönetimi” denilen bir eylem alanını da dolduruyor. Tam burada sorunlar, kavramlar ve diller arasında heyecan verici bir ilişki göze çarpıyor: Sorunları anlamak, onun için de düşünebilmek için kavramlara ihtiyaç olduğu!

    Bir adım daha ileri giderek şu da söylenebilir: Sorunların zorluk (karmaşıklık) düzeyi arttıkça daha yeni kavramlara ihtiyaç var. Buradan, Sorun Çözme girişimlerinin altın kuralı denilebilecek bir kural ortaya çıkıyor: Her sorun, anlaşılmasını ve o yolla çözülebilmesini kolaylaştırabilecek kavramların geliştirilmesini gerektirir. Farklı bir söyleyiş ise şöyle olabilir: Bir sorun çözülemiyor ise, muhtemelen anlaşılmasını kolaylaştırabilecek kavramlar mevcut değildir.

    Yaşamımın önemli bir bölümünü harcadığım toplum sorunlarının anlaşılması yolundaki çabalar sırasında yararlandığım ve kimilerinin de doğuşuna tanıklık etmiş bir kişi olarak biraz iddialı görünse de şunu söyleyebilirim: Toplumlar kavram dağarcıklarının zenginliği ve bunun paylaşımındaki yaygınlık nispetinde varlıklarını sürdürebilir ve de gelişebilirler!

    21 Eylül 2024 – Alanya

  • Farklı Akıl(lar)!

    “Söylediğimi anladığınıza inandığınızı biliyorum, ancak duyduğunuz şeyin benim kastettiğim şey olmadığının farkında olduğunuzdan emin değilim”.

    Bu sözü duymuş, muhtemelen de içinizden “evet ben de bu duyguyu yaşadım” demiş olabilirsiniz. Yetkin Akıl[1] terimini ne zaman kullansam bu sözü tekrar tekrar hatırlarım. Çünkü bu terimi her kim(ler)e söylüyorsam, zihninden süratle şu düşüncelerin geçtiğinden eminim; hattâ bunların bir bölümünün alıngan bir saklı tavırla “eh nasıl bir akılsa söyle bari” dediğini de işitmişimdir.

    • Kendi aklımın neye erip neye ermediğini biliyorum.
    • Aklımın ermediği şeyler tabii olabilir, ama onları da bilen uzmanlar ya da dahiler olabilir. Böyle bir iddiada bulunduğuna göre sen de kendini onlardan biri sanmış olmalısın.
    • Senin böyle bir akla sahip olmadığından eminim; benden pek de farklı olmadığını biliyor, görüyorum.
    • Birden fazla kişi de bir araya gelse ortaya çıkacak akıl, grubun en akıllısından daha farklı bir akıl ortaya koyamaz. Öyle bir şey olsaydı zaten birileri bunu ilân ederdi.

    Bu karmaşa içinden ancak zihinsel netlik yoluyla çıkılabileceği (en azından karmaşanın azaltılabileceği) varsayımı ile, “akıl” terimini ete kemiğe büründürerek bir adım atalım. TDK Güncel Sözlük’teki akıl sözcüğünün karşılığı Kavrama Gücü’dür. Kanımızca bu tanım, özellikle de birbiriyle girift ilişkiler içinde bulunan olay ve kavramları birbirine “bağlamayı”[2] ve böylece her şeyi bir bütün halinde kavramayı çok iyi anlatmaktadır.

    Yetkin Akıl (YA) denildiğinde ortaya çıkan alınganlık renginde itirazın nedeni, YA’ın başat öğesi olan “akıl”a yaşamımız boyunca kendi değerimizin bir ölçüsü anlamını yükleyişimizdir. Halbuki akıllarımız (kavrama güçlerimiz) o kadar çok daraltıcının etkisi altındadır ki, her daraltıcı, gerçekte evrensel ölçekteki bir toplu bilincin bireydeki yansıması olan akıllarımızı ancak günlük olay akışının küçük bir bölümünün, şahsımızı ilgilendiren bölümünü -o da deforme olarak- algılayabilecek kadar küçülmüştür.

    Tam burada bu yapay daralmayı azaltabilecek -hattâ tamamen yok edebilecek- bir imkân ortaya çıkıyor. Bu imkân bir sihirli sorudur ve dünyayı en küçük insan topluluğundan imparatorluklara kadar her ölçeğini yaşanmaz bir cehennem haline getiren “saklı kibiri”[3] yok edebilecek şu sorudur: Nereden biliyorsun?

    Bir ateist ve aksi uçtaki bir sofuyu düşününüz: Her ikisinin de inanca dayalı belirli bir bilgi tabanı vardır ve o tabanlar da sonunda tek noktadaki bir destek üstünde durmaktadır: “Bütün bunları yaratan bir yaratıcı vardır” / “yoktur kendi kendine olmuştur”. Bu ikisinin de sihirli soruya verebilecekleri sağlam bir cevapları yoktur. Eğer bu iki kişi o ana kadar yazıp çizip savunduklarının temelsiz şeyler olduğunu içtenlikli olarak -yani tut ki öyle olsun kabilinden değil- kabullenebilecek cesaret ve alçak gönüllülüğü gösterebilirler ise, ortaya çıkabilecek akıl, giderek evrensel büyük bilince yaklaşma eğiliminde olabilecektir. 

    Buradan hareketle, YA arayışı içinde yer alacak kişilerin ortak özelliğinin, “içtenlikli bilmiyorum, ama merak ediyorum tavrı” çevresinde oluştuğu söylenebilir. Bunun aksi ise “biliyorum, inanıyorum” tavrı olup, bu tavır merkez olmak üzere 360 katı derecelik bir uzayda, bilmiyorumculara akmaya hazır bilgilerden -kişinin kendisince inşa edilmiş- duvarlar yolu ile mahrum kaldığıdır. Büyük bilim ve sanat insanlarının hep bilmiyorumculardan çıkması tesadüf değildir. Bilim dünyasına derin izler bırakmış Niels Bohr’un “benim tüm cümlelerimi lütfen -mi? İle biten sorular olarak anlayınız” sözü, “bilmiyorum ama merak ediyorum” türü için bir tanıma işaretidir.

    22 Ağustos 2024

    [1] Yetkin Akıl tanımı için bkz: https://kavrammutfagi.com/kavram/yetkin-akil 

    [2] Arapçada ‘akıl’ sözcüğünün kökü olan ‘ikâl’; ‘somut olarak nesneleri birbirine bağlamak’ anlamına geliyor. Bu kökten çıkan bir dal olan ‘akıl’ sözcüğü ise ‘nesneler arasındaki bağlantıyı somut olarak değil de düşünsel olarak kurmak‘ anlamına gelmekte. 

    [3] Saklı Kibir deyimiyle anlatılmak istenenin “kendini başkalarından üstün tutma” (TDK) anlamındaki kibirden farkı, Saklı Kibir’in görünürde diğer kibirin işaretlerinden çoğunu içermemesi; temel göstergesinin ise bağlandığı evren tasavvuruna kuvvetli sadakatı ve bunun bir sonucu olarak da “dinleme yetersizliği”dir.

  • Aptal dost, akıllı düşman!

    Dün (16 Ağustos 2024) çoğu kimse (muvafık ya da muhalif) “TBMM’ne kara leke sürülen gün” olarak niteledi. Doğrudur, ama olup biteni daha iyi anlamaya yarayabilecek daha başka nitelemeler de mümkündür. Bunlardan birisi de, “muhalefetin stratejik düşünce yetmezliği nedeniyle heba ettiği altın fırsat günü” olabilir.

    Çok derin düşünmeden iki sıradan insanın bile “acaba nasıl bir tutum izlersek, bu günün amacını saptırmak isteyebilecek çeşitli melanet planlarını etkisiz kılabiliriz?” sorusunu soramayışlarını açıklamak zordur. Üstelik birleşimden birkaç saat önce, bu sorunun sorulamayacağını bilse de yine de ne olur ne olmaz diye “Anayasa mahkemesi kararı yanlıştır” beyanatı ile gelecek saatleri haber veren bir beyanata rağmen.

    Azıcık bir melanet planlama aklına sahip kişi bile, toplantının çok net amacını saptırıp, insani olarak tahrik vesilesi olabilecek bir söz sarfedilmesine çanak tutmayı akıl edebilir. Buna bile ihtiyaç kalmadan gerekli ipucunu “sizin haysiyetiniz yok” sözü ile Ahmet Şık verdi ve gerisi de bu konular için saklanan eski topçu Alpay’dan geldi. 

    Halbuki yapılacak şey, tüm birleşim boyunca ısrarlı biçimde tartışılamayacak bir çıpadan ayrılmamaktı: Anayasa mahkemesi kararları tartışmalı doğrular, hatta yanlışlar içerebilir. Değiştirilmesi hatta AYM’nin kapatılması dahi gündeme getirilebilir (aynen ODTÜ’nün kapatılıp yerine üniversite kurulması(!) önerisi gibi). Bütün bunların -tartışmaya kapalı- basit bir ön koşulu var: AYM kararları -niteliğine bakılmaksızın- tüm kişi ve kurumları bağlar. Önce kararına uyacaksın, her ne şikayetin varsa ondan sonra yapacaksın.

    Bu oturumu sabote etmek isteyenler bu gerçeğin farkındaydılar ama onlar dahi muhtemelen muhalefetten birisinin çıkıp, tartışmayı akıl planından duygu planına taşıyacağına ihtimal vermemiştir.

    Bu olaydan öğrenilecek önemli sonuçlardan birisi, bugüne kadar -söz birliği etmişçesine- tüm muhalif kesimlerin, yapılagelen derin yanlışların kızgınlıklarını, bunların ifade edilmesi işe yararmış zannıyla, duygusal tepkileriyle birleştirerek ifade etmeyi sürdürmeleri; bunun gerekçesi olarak da çağdaş demokrasilerde bu tutumun işe yaradığı gerçeğini benimsemeleri olmuştur.

    İlginç nokta, bu eleştirel yaklaşımların işe yaramadığını bile-göre, reel politik duruma dayalı daha işe yarar bir aklı (Yetkin Akıl[1] ya da Kolektif Akıl diyelim) üretme çabasından ısrarla kaçınılmasıdır. Bu tesadüfi olamaz ya gerçekten bir görünmez el müdahalesi ya da İkili Kalıtım Kuramı’nın[2] acıtıcı bir sonucu söz konusudur. 

    Geçmiş olsun,

    17 Ağustos 2024

    [1] https://tinaztitiz.com/yetkin-akil-ya-tam-olarak-nedir-ve-nicin-olmazsa-olmazdir/ 

    [2] https://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=132 

  • Ancak Birlikte İşe Yarayabilen iki Araç: Akıl ve Sezgi.

    Düşüncelerine çok değer verdiğim bir iş adamı dostumun yazdığı ve derin deneyimlerinin damıtık bir ürünü olan kitabını okurken rastladığım bir cümle, bu konuyu bir yazıya dökmeme vesile oldu. Cümle -mealen- şöyle: “Bizler matematik olasılık hesaplarının ortaya koyduğu gerçeklere bakmak yerine sezgilerimize güvendikçe yanılıyoruz, yanıldıkça da şaşırıyor; çoğu zaman da rastlantıların rastlantı olmadığı sonucuna varıyoruz.”

    Gerçekten de hemen hepimizin sıklıkla düştüğü bu tuzak gayet güzel ifade edilmiş. Sezgilerin yanıltıcılığını ifade eden bir fıkrayı hatırlıyorum: “Sezgilerinin gücüne çok güvenen bir kumarbaz, rulet masasında şansını denemek ister. Önce küçük bir meblağ ile başlar ve her defasında iç sesini dinleyerek sonunda kumarhaneyi batma noktasına getirir. Bunun üzerine kumarhane yönetimi münasip bir dille devam etmemesini rica ederler; kumarbaz da kucağındaki büyük servetle orayı terk eder. Fakat tam kapıdan çıkacakken iç sesi “dur çıkma son bir defa daha oyna ve kırmızı 3e koy” der. Bunun üzerine, kendini zengin eden sezgisini ikiletmeden dönüp tüm servetini kırmızı 3e koyar. Rulet döner döner ve döner, sonunda siyah 3te durur. Tüm servet gitmiştir. Adam şaşkınlıkla dururken iç ses duyulur: “Hay Allah bu defa yanıldım!” Tabii bu bir hayali olaydır ama gerçeğin de tam ifadesidir.

    Sezginin bu doğasının farkında olanlar bu nedenle kendilerini rasyonel aklın katı gerçekçiliğine teslim olurlar. Farkında olmayanlar ise bazen kazanıp bazen kaybetme yolunu seçerler. Toplumların yapısına göre bir kesim diğerinden daha kalabalık olabileceği gibi, kesimler  eşite yakın da olabilirler. Bu durum toplum kültürüne, seçecekleri yöneticilerin bu kesimlerdeki ağırlıklarına etki yapacaktır. Sezgi ağırlıklı toplumlar bu eğilimlerini dini alana da taşıyacakları için bu tür toplumlar aynen Ortadoğu toplumları gibi, çatışmalarla hem kendilerini hem başkalarını tüketirler.

    Akıl ağırlıklı toplumların bu tür çatışmalara uğramayacağı düşünülse de pratikte iki nedenle öyle olmaz: Bir neden aklın tüm durumlara rasyonel bir cevabının olamayışıdır. O bölgeler gri alanlardır ve her türlü anlaşmazlığın nüvesini içinde barındırır. Akılcılık görüntüsü (ve söylemleri) içinde ne akıl ne de sezgiyle bağlantısı olan saçmalıklar[1]  ürer ve hepsi de birbirinin kafasını yararak kendinin daha akılcı olduğunu iddia eder (tanıdık geldi mi?).

    İkinci neden toplumun sezgi ağırlıklı -aynen birinciye benzer biçimde- sezgiyle ilgisi olmayan hurafeleri yönetime empoze etmeye başlar. Sandık rejimleri (demokrasi demeye dilim varmadı) bu tür hibrit saçmalıklar için çok uygundur. Çünkü bu sistemde oy en yüce değerdir.

    Akıl ve sezgi ağırlıklı toplum kültürleri dışında üçüncü bir kesim, akıl ve sezgi “döngüsü”nü koparmadan[2], her ikisinin üstünlüklerini kullanabilmeyi akıl etmişlerdir.

    Tüm keşif ve icatların -ister akıl ister sezgi dürtüsüyle olsun- “…..mi acaba?” sorusuyla başladığı tahmin edilebilir. Bu soruya cevap “sezgi eşliğindeki akıl” yoluyla, ya deney ya da gözlem, ama mutlaka rasyonel mantıkla verilmekte, ya “evet sezgi veya akıl dürtüsündeki önerme doğrudur” ya da “hayır bu önerme doğru değildir” sonucuna varılmaktadır.

    Akıl-sezgi döngüsünün (yani sezgi eşliğindeki akıl) refah üretme süreci bu noktada başlamakta, evet cevabı alınan her önerme değişim değeri olan bir “değer” anlamına geldiği için, ikinci, üçüncü, ….defa tekrar, “…..mi acaba?” sorusu sorularak o değere bir katkı (yani katma değer) peşine düşülmektedir. Daha açıkçası toplumdaki yapıcı rekabet ortamı kamu kaynaklarının tırtıklanma ümitleri dürtüsüyle değil, bu ardışık katma değer üretimlerine akıllı devletlerin tanıdıkları “belli süre için patent koruması” hakkı nedeniyledir[3].

    Akıl eşliğindeki sezgi zincirinin kopmazlığının ardışık sonuçları salt ekonomik değildir. Zincir koptuğunda ne gibi yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini görsel bir yolla açıklayan 2:30  dakikalık videonun mutlaka izlenmesi önerilir.[4]

    Bu kopuk zincir onarılabilir mi?

    Bu soru aslında “Kültürel DNA onarılabilir mi?”anlamına geliyor. Bu konuda çeşitli düşünceler ayrı bir yazıda incelenmeye çalışılmıştır.[5]

    A.Einstein’a izafe edilen bir deyiş: “Sezgisel Akıl kutsal bir hediye, rasyonel akıl ise sadık bir hizmetkârdır. Biz ise hediyeyi unutup hizmetçiyi onurlandıran bir toplum yarattık[6]

    Bu kopukluğun nasıl onarılabileceği, aydın kesimin gündemine girmedikçe, onarım sürecinin motoru olan ve mevcut olandan daha yetkin düzeydeki bir “akıl eşliğindeki sezgi”nin üretimi, daima “yoktan var edilmeye çalışılan refah” masalına ait sorunların çok arka sıralarında kalmaya mahkûmdur.

    2 Ağustos 2024

    [1] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/anlamkiran-sozcuk–gibberish

    [2] Bkz. https://tinaztitiz.com/3812

    [3] Tarihçi Niall Ferguson’un “Batı’nın üstünlüğünü sağlayan 6 önemli uygulama”dan birincisi olan “rekabet” motoru böyle tahrik ediliyor. Bkz. https://youtu.be/LQfmv9fIfu0?list=PLXoujgzuzBV68V2Jg-UbWgkhOrZaC4XBi

    [4] Bkz. https://vimeo.com/712701295

    [5] Bkz. Kültürel DNA Onarılabilir mi? https://tinaztitiz.com/15080

    [6] “The intuitive mind is a sacred gift and the rational mind is a faithful servant. We have created a society that honors the servant and has forgotten the gift”

  • “Yetkin Akıl” (YA) tam olarak nedir ve niçin olmazsa olmazdır?  

    YA şöyle tanımlanabilir: “Bir durumu kavramak, sonra da o durumun içerdiği sorunlara çözüm(ler) üretmek üzere, birden fazla ve akıllarını (kavrama güçlerini) sınırlayan daraltıcılarını askıya alabilen kişi içindeki en yaratıcı ve bilgili akıllardan ve Yapay Zekadan da yararlanarak oluşturulacak akıl düzeyi. Yetkin Aklı karakterize eden iki özellik, YA oluşturma kümesindeki bireylerin bilgi ve zekâ düzeylerini aşabilen sıradışı kavrama gücü ve yine sıradışı çözüm üretme gücüdür.

    İyi, güzel; bundan bize ne ki?

    Bu omuz silkmenin ardındaki kabûlleri tahmin edebiliriz. “Sokaktaki insan için mesele sorunu kavramak ya da çözüm üretmek değil ki, biz sorunları da çözümlerini de biliyoruz. YA’ın yaptırım gücü var mı sen onu söyle.”

    Entelektüel ve/ya belli konularda uzman olanlar ise, uzmanlık alanları içindeki konularda neler yapılması gerektiğini iyi biliyor ve o alandaki yetkinliklerinin, uzmanlık dışı alanlardaki sorunlar için de bir çözüm olacağını varsayıyor olabilirler. 

    Sokaktaki insanın arka plandaki kabûlü, “aslolanın icra edebilme (yaptırım) gücü olduğu; buna sahip olan bir kişi ya da grubun sorunları çözebileceği”dir. Yani düz Türkçe ile “yaptırım gücü yüksek bir kişi” (tanıdık geldi mi?).

    İşte bu nedenle herkes bir şeylerin başı olmaya soyunuyor. Daha açıkçası ülkemizde tek adam rejimi değil tek adamlar rejimi ve de tek adamlık için yanıp tutuşan binler var. Her kurumun (çoğunun) başındakilere ve oralar için sıra bekleyenlere, makam odalarına, saraycıklarına, çevrelerine davranışlarına, kibirlerine bakınız. Hepsinin ortak yanı sorunları kavradıklarına ve çözebileceklerine duydukları güçlü inançtır. Bu denli büyük bir sorun stoku karşısında Yetkin Akıl ihtiyacının hiç duyulmamış olmasının ardında bu gerçek olmalı.

    Mevcut durumda ihtiyaç nedir?

    ‘Mevcut durum’ belirsiz bir terim. Daha belirli olabilmek için mevcut durumun başat özelliğini belirten bir kavram gerek. O da ‘asimetri’dir. Başa çıkılması gereken sorunlar, yaptırım gücü daha yüksek bir dizi aktör tarafından yaratılmış ve sürdürülmekte olup, bunlarla baş etme durumunda olanlar ise her açıdan asimetriktir. Ayrıca da -biraz dağınık olsa da-, asimetrik taraflardan birisinin kullandığı akıllar içinde oldukça gelişkin akıllar olması ihtimali de yüksektir. O halde bütün bu asimetriyi dengeleyip tersine çevirebilecek bir Yetkin Akıl’a ihtiyaç vardır’ 

    Bu durumda -mevcut durumdan yakınmalar- veya meli/malı türü ihaleci tutumlar ya da soruna yol açanlara yönelik caydırma amaçlı -ileride yaptırım gücü elde edilince yapılabilecek hesap sormalar- hariç tutulursa, sorunları çözme yolunda ciddi bir çaba yoktur denilebilir. Bunun nedeninin, ileri sürülebilecek çözüm önerilerinin çok büyük çoğunluğunun, ortak akıl, istişare vb terimlerle süslenmeye çalışılsa da ‘tek akılların eseri’ olduğu tahmin edilebilir. (Bunun iki basit nedeni ise: Çok sayıda fikir toplansa dahi, bunların hepsinden daha değerli bir bileşik fikir elde edebilecek (içinde dağınık olarak altın bulunan taş toprak yığınından altınları ayırmak gibi) bir ‘teknoloji’ geliştirilememiştir.. En ileri teknik, anket ve/ya moderatör aklı ile süzmektir. İkincisi ise, bir turda toplanan fikirlerin, çeşitli turlar boyunca zenginleşmesine imkân verecek bir algoritma kullanılmayışıdır.) Buna göre herhangi -basit görünüşlü- bir soruna dahi sürdürülebilir bir çözüm aramanın ilk ve olmazsa olmaz adımı, daha yetkin bir sorun anlama ve çözme aklı oluşturmaya çalışmaktır. Bunun göz ardı eden girişimler ancak sorun kaynaklarına zaman kazandırır ve de kazandırıyor.

    Peki o halde hemen YA oluşturalım!

    Genelde ‘akıl’ sözcüğü insanla, daha özelde ise ‘kişinin kendi aklı’ ile özdeşleşmiştir. YA ise bu bireysel akıllara zımnen bir tehdit, en azından aşağılama olarak algılanıyor. Bu nedenle ilk adım bu saklı kibirden kurtulmak olmalıdır. Bu yapılmadan YA geliştirme çabalarına yapılacak davetler hep aynı şekilde cevap alacaktır: “Tamam o zaman aklımıza gelenlerden daha farklı ne yapılabilir söyle”. Bu cümle kişinin kendi aklına olan derin bağımlılığının net ifadesidir.

    Eğer bu iç tuzakları aşabilen kişilerden oluşan bir küme oluşturulabilir ise, öncelikle bireysel akılların aldatıcılığından emin olabilmeleri için bazı örneklerle (bkz. https://bit.ly/3WA9Olb, sayfa 1)  karşılaştırılmalıdırlar.

    Sonrasında gerçek ve kümedekilerin çözümü yolunda ileri düzeyde motive olabilecekleri bir sorun seçilir. Bu nokta önemli olup, genel eğilim olabilecek “önce basit bir örnekte deneyelim” eğilimine kapılmamak gerekir. Çünkü, küme üyelerinin potansiyellerini harekete geçirme motivasyonları, sorunun karmaşıklığı ile doğru orantılıdır.

    Her küme katılımcısı, sorunu ‘tüm katmanlarıyla’ anlayıp bir yandan da çözüm ipuçları geliştirebilmek için, genellikle fikirlerine değer verdiği kişilerden oluşan ayrı birer ağ oluştururlar.

    Her katılımcı bilgi edinebilmek için çeşitli YZ araçlarından yararlanır. 

    Bütün bu süreçte istisnasız olarak her an küme üyeleri arasında çok yönlü bir etkileşim sürer.

    Küme üyelerinin herhangi bir nedenle düşüncelerini -açık veya örtülü olarak- dayatması, “sürekli arayış içinde olma tutumunundan uzaklaşması” halinde, moderatör ya da diğer üyelerce uyarılır.

    Kümenin arayış süreci boyunca bulunabilecek çözüm ipuçlarının ‘yapılabilirliği’ konusundaki olası güçlük / imkansızlıklara takılmamak gerekir. Bir durumda imkânsız görünen bir ipucunun bir değişiklikle imkânlı hale geldiği yukarıda verilen örnekte gösterilmişti (https://bit.ly/3WA9Olb).

    Kümenin çalışmalarının verimli olabilmesi ve başka kümelerce de tekrarlanabilmesini teminen bir yönerge hazırlanır.

    27 Temmuz 2024

  • Neyin Nasıl Yapılacağı ya da “çözüm araçları” fukaralığı / zenginliği 

    Bununla ne kast ettiğimden hemen önce ne kast etmediğimi açıklayayım: Kesinlikle bir şeylerin adlarını bilip, bunun bilgiçlik amacıyla kullanımını değil, o şeyleri yaşam pratiği içinde kullanmayı amaçlıyorum. (https://tinaztitiz.com/bir-seyin-adi-kendi-degildir/)

    Bu hafta içinde “geçim zorluklarına karşı ücretlere zam yapılması doğrultusunda bir toplu irade beyanı” niyetiyle (hhalde) bir toplu ışık yakıp söndürme çağrısı yapıldı. 

    Kendi görüş alanım içindeki konut ışıklarından, bizimki de dahil en fazla yüzde birkaç ışık yanıp söndü. Ve TVlerde bu durum alay konusu edildi. 

    Bu fikrin altındaki felsefe alaya alınabilir değildir. Kitleleri -türü ne olursa olsun- toplu harekete geçmeye yönlendiren ufak girişimler ateş yakan kavlar gibidir. 

    Ama her eylem gibi bu tür çağrılar da iki yüzü keskin bıçak gibidir. Yeterli katılım olmadığında mesajı açıktır: “Bunlar beceriksiz, bir eylemi ince planlayamayacak kadar sığ düşünceli, sadece ağzı işleyip her şey için bir şeyler söylemeye mecbur, ama çözüm araçları dağarcığı boş insanlardır; bunlar derde çare olamaz”. 

    Nedenleri çok ve de haklı olabilir, ama olgu nettir ve epeyce de genelleştirilebilir: Toplumumuzda yaygın şekilde bir beceriksizlik vardır ve tumturaklı söz yaygınlığı bundan kaynaklanmaktadır; üstelik farkına varıp onarma yolunda bir çaba da görünmüyor. 

    Çocuklarımıza dikkat! Yeni dünyada bu türe yer yok. 

    10 Temmuz 2024

  • Şiddet bir dildir

    İlk insanlar arasında dilin nasıl ortaya çıktığı konusunda iki büyük iddia var ve halen de kıyasıya sürüyor: N.Chomsky ve taraftarları, bir mutasyon sonunda birdenbire ortaya çıktığını savunurken, geri kalan ve kendi içlerinde de bölünmüş dilciler evrimleşerek zaman içinde ortaya çıktığını iddia ediyorlar.

    Bunlardan hangisinin ne kadar doğru olduğu bir yana, esas merak çeken taraf, ister birdenbire ister evrim olsun onlardan da önce varoluşunun ilk anlarından itibaren arzularını gerçekleştirmek (meselâ beslenmek, karşı cinsten birini seçip üremek vb amaçlar) için insanların nasıl iletişim kurduklarıydı.

    Stanley Kubrick’in 1968 yapımı Space Odyssey (Uzay Serüveni) filminde[1] bu sorunun cevabına ışık tutan ipuçları var. Her ne kadar mizah da olsa Taş Devri’ni konu alan gülmecelerde bu eş seçme sorununun çözümünü ilk keşfeden kişilere ait yöntemi de herkes hatırlar.

    Nüfus artıp kıtalan kaynaklar için rekabet kızıştıkça bu basit şiddet dilinin  incelmeye başlayıp -özünü kaybetmeden-içine daha çok akıl katıldığını tahmin etmek güç değil. Ancak buradaki “incelmek” deyimi yanlış anlaşılıp, daha az zarar verici sanılmamalı. Aynen yüksek voltajlı kabloları saran yalıtkan kılıfın amacının, içindeki özün şiddeti azaltmak olmayıp, sadece hedefe yönelik kullanımını garanti ederek çevredekilerin elbirliği ile müdahale olasılığını azaltmak gibi.

    Basit şiddet böylece giderek daha çok akılla kaplanarak retorik (belâgat) halini aldı. Bu süreç boyunca bir yandan da çeşitlenen sosyal ilişkiler, kişilerin çeşitli haller için çeşitli akıl kılıfları içine saklanmış şiddet özlü diller geliştirmelerine yol açtı. Akıl kılıflarının üst katmanlarına uygulanan boyalar -aynen tırnaklara uygulanan ojelerin tırnağın yaralama gücünü azaltmayışı gibi- şiddetin kanıksanmasına yol açtı. Artık şiddet sadece üzerindeki kılıfların genel kabul görmüşlüğü ile değerlendirmeye başlandı.

    Manikür ustaları -hattâ sanatçıları- gibi kişiler, etkisi zaman içinde -düşünerek- anlaşılabilecek tahripkârlıkta diller kullanmayı öğrendiler.

    Bu ortam içinde basit şiddet üzerine kaplama yapmayı öğrenmemiş kişiler girdikleri çeşitli rollerde –sağlık çalışanı, hasta, öğretmen, öğrenci, veli, çocuk, ebeveyn gibi- sorun kaynağı olmaya başladılar. Çeşitli sektörel şiddet türleri (çocuğa, kadına, hayvana, ağaca, toprağa ve daha onlarca) böylece ortaya çıktı. Aslında çeşitli türler yerine, özdeki şiddetin üstünü kaplayan akıl yani dil yetersizliği gibi tek sorun olduğunun kabulü, olup bitenleri kavramayı kolaylaştırabilir.

    Şöyle bir sav ileri sürülebilir: İlk insanın ihtiyaçlarının çoğu günümüzde kolay temin edilebilir oldu. Bu ihtiyaçları karşılamak için artık şiddet kullanma gereği yok ise halâ niçin şiddet var?

    Şöyle bir zihinsel deney, şiddete yol açan şeyin ihtiyaçlar değil, o ihtiyaçları giderebilme imkânlarını sağlayacak “rıza” olduğunu gösterecektir. Elindeki avı karşısındakine teslim eden kişinin şiddet görmeyeceği tahmin edilir. İsteğin karşılanmasına rıza göstermemek şiddetin sebebi olmaktadır.

    Bu örnek günümüzdeki şiddetin nedenini de açıklıyor. Şiddetin çeşitlenmesinin nedenlerinin başında ise başka bir faktör daha yer alıyor: Düşünce ve inançlarının doğruluğuna duyulan güven arttıkça, buna başkalarının da rıza göstermesi bekleniyor. Gösterilmeyen her rıza bir şiddet türü olarak ortaya çıkıyor.

    Sonuç

    Bu kadar sözden çıkarılabilecek iki pratik sonuç var:

    1. Dillerimize ne kadar akıl katarsak basit şiddet o denli azalacaktır. Bunun nasıl yapılabileceği ayrı bir yazıda[2] konu edilmiştir.

    Basit şiddetin akıl ile inceltilip daha tahripkâr hale gelmesini de istemiyor isek bu daha çetin ve uzun erimli bir çabayı gerektirecek. Yaşamlarımızı sarmalayan yarışma ve rekabet kültürü yerine Adil Yaşam olarak adlandırılan bir yaklaşımı[3] benimseyeceğiz. 

    1. Düşünce ve inançlarımızı sorgulayacağız[4].

    5 Temmuz 2024 (Rev. 6 Tem.)

     

    [1] 1968 yapımı film 2002 yılında tekrar gösterime girmişti. https://youtu.be/nrZxt9HNLWo?si=2hRZY6HL-9zgYKIi adresinde filmle ilgili bir yorum yer almaktadır.

    [2] Bkz. Yetkin Akıl ve Bileşenleri, https://tinaztitiz.com/yetkin-akil-ve-bilesenleri/ 

    [3] Bkz. https://bit.ly/3NjAsgu 

    [4] Bkz. https://drive.google.com/file/d/16-pKl5bWAUu5oZ8P4ufOLJbLSPVhFYnH/view?usp=sharing