• ESAS MESELE

    Wilfredo Pareto, 19. asırda yaşamış bir İtalyan ekonomistidir. 80-20 kuralı diye bilinen, “sonuçların %80i sebeplerin %20since oluşturulur” kuralını ilk ortaya koyan odur. Pareto kuralının ilk söylediği, bir sorunun çok sayıda sebebi olduğu, ikincisi ise bu sebeplerin %20 kadarının, sorunun %80ine yol açacak kadar önemli olduğudur.

    Diğer yandan, görevi herhangi bir önem düzeyinde sorun çözmek olan kişilerin (belediye görevlisi, imar plancısı, vali, müsteşar ve ilh..) sorunlarla ilgili yaklaşımları gözlendiğinde hemen hepsinin bir “esas mesele” arayışı (ve buluşu) içinde olduğu görülecektir. Hemen hepsidir, Çünkü dış görünüşü ile gerçek yapısı arasında fark bulunmayan basit sorunlarla uğraşan görevliler herhangi bir “esas mesele” aramaksızın sorun çözerler. Sokaklarımızdaki çöpleri süpürenler, çöpler arasında bir ayrım yapmadan, yani “esas çöpler” aramadan temizlik yaparlar.

    “Esas mesele”, daha üst düzeyde sorun çözümüyle yükümlü görevlilerin bir yaklaşımıdır. Enflasyon konusunda esas mesele….. diye başlayan, belki her biri gerçeğin bir parçasını tanımlayan ama hiçbiri tek başına gerçek olmayan sözleri her gün duymuyor muyuz ?

    Buradaki gariplik, çok boyutlu bir olguyu daha az boyutla (hatta tek) ifade edebilmek isteğinden kaynaklanıyor. Sorunların çoğunluğu çok boyutludur. Çünkü ya birden fazla kök sorunun kendi aralarında birleşerek oluşturduğu sorunlardır ya da tek kök sorunun zaman içinde dallanıp yeni sorunlar yaratması biçiminde oluşmuşlardır. Her iki halde de içlerinde, yaradılışlarındaki kök farklarını yani farklı boyutları taşımaktadırlar.

    İster enflasyon, ister işsizlik, ister milli bütünlük sorunları olsun, hepsinin sosyal, kültürel, teknolojik, hatta psikolojik boyutları yok mudur ? Sorunu bütün bu boyutlarıyla kavrayıp, çözüm araçları geliştirip, mevcut kaynakları bu araçlara tahsis edebilecek duruma gelmeden bu boyutlardan hangilerinin önemli, hangilerinin daha az önemli olduğu gibi bir arayış anlamsızdır. Çünkü her biri kendi arasında da etkileşmesine rağmen bağımsız olarak vardır ve bütün üzerine etki yapmaktadır.

    Çok boyutlu bir sorunu, bir “esas mesele”ye indirgemeye çalışmayı, iç içe iki daireyi gösterip bu nedir? diye sormaya benzetiyorum. Şakaya göre, uyuklayan Meksikalının tepeden görünüşü imiş!

    Acaba insanlarımız sorunlarını tüm sebepleriyle tanımlamak yerine niçin onları birer “esas mesele”ye indirgemeye bu kadar meraklıdırlar? Bunun dar görüşlülükten kaynaklandığına inanmıyorum. Mutlaka başka sebepler olmalıdır.

    Pareto’nun kuralı biraz deforme edilip yanlış anlaşılırsa bu tek boyutluluğa yol açabilir mi ? Pek sanmam. Kural tam aksine sorunların çok sebepli olduğunu, ancak onların içinde %20 kadarının daha önemli olduğunu söylüyor. Esas mesele arayın demiyor. Üstelik de bu kuralın, sorun çözenlerce ne kadar yaygın kullanıldığı da ayrı bir konudur.

    Peki acaba tembellik bir sebep midir ? Olabilir. Uzun uzun uğraşıp birçok sebep keşfetmek yerine önemli gibi görünen birisi, esas mesele olarak ilan ediliyor olabilir. Gibi görünendir, çünkü esas meselelerin gerçekten esas mesele olduğuna pek rastlanmamaktadır. Bu da doğaldır. Bir meselenin gerçekten esas mesele olup olmadığı ancak duyarlık analizi   ile anlaşılabilir. Yani, o esas mesele denilen sebepte 1 birimlik bir değişim tanımlanıp, bunun sorunun bütününde kaç birimlik değişime neden olduğu ölçülür.

    Her soruna ait esas meseleyi hemen biliverenlerin böyle bir analize ihtiyaç duymuş olması olasılığı biraz düşük görünmektedir. Dolayısıyla esas meseleler genellikle kişilerin beğenilerine göre şekillenmektedir. Nasıl ki renkler ve zevkler tartışılmaz ise sorunlara yol açan esas meseleler de böylece tartışılmaz olmaktadır.

    Bir sebep ise sorun çözme kültürümüz denilebilecek alışkanlıklarımızdan gelmektedir. Sorunları teşhis etmek ve çözmek durumunda olanların ortaya koydukları teşhisler, içerik zafiyetini gizleyebilmek için o kadar süslenmektedir ki bunları dinleyenler bütününü okuyup dinleyerek vakit kaybetmemek için bir esas mesele testi yapmaktadırlar. Bu testler genellikle “menfi” çıktığı için testin geçerliği de artmaktadır. Esas mesele arayışı böyle bir içerik zafiyetinden de doğmuş olabilir.

    Bunlardan hangi(ler)inin geçerli olduğuna varın siz karar verin.

    1996 Eylül

  • Otobiyografi kesiti-5: Bir Plaj Nasıl Kumlanmalı?

    EKIYıl 1972, yer Zonguldak. O günkü adı Ereğli Kömürleri İşletmesi (şimdi T.Taşkömürü Kurumu). Etüd-Tesis şubesinde mühendis olarak çalışıyorum.

    Bu şube, işletmenin ihtiyacı olan yatırımları yapmak üzere etütler yapıp, sonra da onların bir bölümünün uygulamalarını bizzat yapmakla yükümlü. Kısacası hem büro hem de şantiye işlerinden ibaret. Bu bağlamda çeşitli projeler için sıkça yabancı uzmanlar gelip gidiyor; bir bölümüne ben de katılıyorum.

    Bu arada -bilenler bilir- Zonguldak kıyıları tüm Karadenizde olduğu gibi denize dik bir yapıda; denize girebilecek plaj alanı neredeyse yok gibi. Bunlardan bir tanesi de -biraz zorlama ile plaja dönüştürülmüş Deniz Klübü. 1800’lü yılların ilk çeyreğinde Zonguldak kömürlerini işletmek üzere kiralayan Yahudi girişimcilerin getirdiği çeşitli şirketlerin (büyük bölümü Fransız ve İngiliz, bir kısmı da Yahudi ve Ermeni küçük işletmeciler) ailelerinin ihtiyaçları amacıyla birazı doğal, çoğu da kayalıklar düzeltilerek kazanılmış bir plaj ve yanında da bir klüp binası.

    Fakat bir sorun Karadenizin haşin yapısı. Şu kadarını söylersem bu konuda bir fikir vermiş olurum. Denize kuş uçuşu uzaklığı en az 400 metre kadar olan bir evde oturuyoruz. Hemen deniz kısısında bir fener var ve mahalle de adını (Fener Mahallesi) bu fenerden alıyor. Denize dik inen sahilden 40-50 metre kadar yükseğe kurulmuş fenerin camlarının fırtına sırasında dalgalar tarafından kırıldığı söylenirdi; doğru mudur bilemem ama evimizin camlarına deniz sepkeninin geldiğini hatırlarım.

    İşte böyle bir denizde plaj yapmanın, kumdan oluşan bir sahili kış mevsiminde korumanın güçlüğü belli. Bu nedenle her yıl deniz mevsiminden önce mavnalarla kum getirilir ve sahile dökülerek yapay bir plaj oluşturulur ama daha mevsim bitmeden dalgalar kumları alır götürürdü. Bu nedenle de her sene daha çok kum dökülürdü.

    Zonguldak limanındaki kömür ve maden direği yükleme boşaltmasını sağlayan tesisler bir Hollanda şirketi tarafından yapılmıştır. Bu nedenle de zaman zaman oradan uzmanlar gelirdi. İşte sözünü ettiğim bu Hollandalı uzman da o münasebetle gelmiş bir liman uzmanıydı.

    Kendisini ağırlamak için Deniz Kulübünde bir öğle yemeği sırasında bu sürekli kumlama meselesini sorunca adam gülmüş ve bu şekilde kum dökmekten vazgeçmemizi öğütlemiş; “e peki ne yapalım?” diye sorunca da şu cevabı vermişti: “Kum dökmek doğru ama sahilde dik bir engel şeklinde kum yığınları oluşturduğunuzda dalgaların kinetik enerjisini boşaltacağı bir yer yapmış olursunuz ve o enerji sadece kumları almakla kalmaz, alttaki sağlam zemini de alır ve böylece her yıl daha çok kum döker ve kendi kendinize sahili kazmış olursunuz. Bu nedenle rüzgar ve akıntı durumuna göre belirlenecek sahilden uzak bir yere kum dökülür; dip dalgaları çok yavaş biçimde kumu sahile taşır ama doğa sizin yaptığınız gibi değil, bir kum duvarı oluşturmayacak eğimde sahili kumlar”.

    Gerçekten de sorunlarla baş etmenin en kötü yolunun “önüne doğrudan engel koyarak doğrudan çözmeye kalkışmak” olduğunu böylece anlamıştım. Acaba “plaj yapıyoruz derken sağlam sahili derinleştirme işini -birçok sorun alanında- kendimiz mi yaptık?”

    Sağlam sahil derinleştirme uzmanları”mız acaba tohum[1] konusuna bir de böyle bakarlar mı acaba?

    7 Şubat 2019

     

     

    [1] Bkz. http://bit.ly/2FumYIw