• “Korkmama Özgürlüğü”: Ekmekten bile önce!

    Yıllar önce “Kimler Nelerden Korkuyor?” başlıklı bir yazı yazmıştım (tıklayabilirsiniz) Listenin uzunluğu, “herhalde başka korku kalmamıştır” düşüncesi oluşturmuş; aradan zaman geçip de 207 farklı korkunun varlığını keşfedince, doğada  en yaygın olanın karbon (C) değil korku (Ko) elementiJ olduğunu, ayrıca başka ülkelerde bulunmayabilecek endemik korku türlerinin de ülkemizde bulunduğunu anlamıştım (tıklayabilirsiniz). (Rüyasında eşinin kendini aldattığını görüp, önlem olarak karısını öldürerek namusunu korumaya alan yurttaşımızın korkusu böyle bir endemik türdür.)

    TÜİK -Orwell 1984’teki Hakikat Bakanlığı’nın- “gerçekleri rakamlara uyumlandırma” işlevlerinden zaman bulsa, hane halkı anketleri yaparak hangi korku türünün yurdumuzun hangi yörelerinde daha baskın olduğunu saptayıp buna göre önlemler önermeli.

    Bu, işin şaka yüzü. Madalyonun diğer yüzü, ülkenin görünür rotasıyla mutabık olmayan herkesi sarmalayan başat duygunun korku olduğu katı gerçeğidir. Bunun öznel bir değerlendirme mi yoksa gözlenebilir olgulara (facts) dayalı mı olduğunu merak edenler, “rota ile mutabık olmayan” kesimden çalışan, çalıştıran, bankada parası olan, olmayan, öğrenci, mezun, sanatçı, bilim insanı, gazeteci, yargıç, avukat, bürokrat, asker, kadın, erkek vb. kesimlerin her birisinden rastgele birer kişiye şu soruyu sorabilir: Herhangi bir konuda karar alma durumunda olduğunuzda, kararınıza etki yapan faktörler içinde “idarenin hoşuna gidip gitmeme” faktörü kaçıncı sırada yer alıyor? Yer almıyor ya da geri sıralarda yer alıyor şeklindeki cevapların yalan ya da korku eşliğinde verilmiş “ne olur ne olmaz, bir duyan olur” türünden yanıtlar olacağından emin olabilirsiniz.

    Bir diğer tahminimi daha paylaşmak isterim: Bu yaygın korkunun bir nedeni, mevcut idarenin “korkutmayı bir yönetim aracı olarak benimsemiş oluşu” ise de, onun altındaki katman, toplumsal kavram dağarcığında “korkutulmama, korkutulmaktan masun olma” gibi bir kavramın bulunmayışı; yaşam taleplerinin, Maslow’un somut ilk düzey ihtiyaçlarından ibaret oluşudur.

    Uzunca sayılabilecek siyaset yaşamı içinde -oylarını istemek amacıyla- isteklerini sorduğum insanların neredeyse tamamının, maddi ihtiyaçlar dışında, korkulardan arınmış bir ortam talebi hiç söz konusu olmadı.

    Korkmama özgürlüğü insanlarımızın -özellikle de muhalif kişilerin- talep listesinde yer almadığı, seçimle iş başına gelecek yerel ve merkezi idare yöneticilerinin (siyasetçiler) kavram dağarcıklarına da dahil olmadığı için, ekmek  ağırlıklı geleneksel siyaset anlayışı sürdü geldi.

    Şimdilerde giderek ekmeğin korkusuzluk ortamı ile ilişkisini yavaş da olsa yaşayarak keşfediyoruz. Yaşamını -muhalif siyasetçilerin de katkılarıyla- ekmek üzerine inşa etmiş yığınlar, kim olduklarını bile bilmedikleri, ama korkusuzluk (özgürlük) ortamını en üste koymuş, böylece ürettikleri her tür mal ve hizmetin dokuları içine korkusuzca sorgulayabildikleri “her şeyi” birer katma değere dönüştürüp yerleştirebilmeyi becerebilen toplumlar tarafından ezilmeye başladılar.

    Bunu beceremeyenler ise bunun, yaratıcının bir sınavı olduğunu -ki pek yanlış da sayılmaz- düşünüp, sorgulamayı yasakladıkları dinin hikayat kısmına sarılıyorlar. Harari’nin deyimiyle Faydasız Sınıf haline gelen bir toplum her halde kendi kendini böyle yok edebilir.

    Bu ölümcül sarmalın nedeni “korkutmaya dayalı yönetim anlayışı” olup, sarmaldan çıkış formülü ise toplumsal kavram dağarcığımıza “korkmama özgürlüğü” kavramının yerleşip içselleştirilerek gerçek bir toplumsal talep haline gelebilmesidir.

    Bunu fark etmek ya da fark edememek; bütün mesele budur.

    27 Haziran 2020

  • Kamu Alımları Ombudsmanı

    Girişimcileri derinden ve olumsuz biçimde etkilemesine karşın, bireysel yakınmaların ötesinde organize bir şikayete neden olmayan konuların başında “Kamu Alımları” gelmektedir.

    Belediyelerin, KİT’lerin, devlet kuruluşlarının ve bunlar dışında kalan özel yasa ile kurulmuş kuruluşların alımlarına verilen genel ad, “Kamu Alımları” dır.

    Kamu alımları yurdumuzda olduğu kadar, kapitalizmi bir sistem olarak içine sindirmiş ülkelerde de sanayi ve hizmetler sektörünün itici gücüdür.

    Ülkemizde, “destekleme alımları”  mekanizması nedeniyle (devam edebildiği sürece) tarım da, bu itici güçten yararlanabilecek kesimlerin içinde yer alır.

    Ancak şu bir gerçektir ki, rekabete dayalı serbest pazar sisteminin oluşturulup yerleştirilmesinde çok büyük önemi bulunan bu araç, ülkemizde bir türlü doğru ve dürüst kullanılamamıştır.

    Çirkin siyasetin yakıtı, kamu alımları, daha doğru  deyimle kamu alımlarının kötü kullanımıdır.

    Adam kayırmanın ve rüşvetin yakıtı da yine kamu alımlarıdır.

    Sanayimizin, hizmet sektörümüzün ve tarımımızın, Dünya ölçeklerinde rekabet gücüne erişemeyişinin nedenlerinin başında  yine kamu alımlarının uygunsuz kullanımı gelmektedir.

    Hatta daha ileri gidilerek, terör ile kamu alımlarının kötü kullanımı arasında da bağlantı olduğu söylenebilir. (bazı kamu ihtiyaçlarının mutlaka dış alım yoluyla karşılanması koşulu konulan şartnamelerimiz dolayısıyla Türkiye’deki terörü destekleyen bazı ülkelere yardım (!) yapılmaktadır).

    Girişimciliğin güdük kalması, insanlarımızın kendi işlerini kurmak yerine devlete kapılanmak istemelerinin sebebi de yine kamu alımlarına karşı duyulan güvensizliktir. (Kendi işimi kursam, nasıl olsa devletle iş yapamam anlayışı dolayısıyla).

    Yabancıların, Türkiye’yi padişahlıkla yönetilen ve rüşvetle her kapının açıldığını  sanmalarının altında da yine kamu alımları vardır.

    Kamu alımları kadar, cürmünden  daha büyük olumsuzluklara neden olabilecek bir başka alan zor bulunur.

    Kamu alımlarındaki bozukluklardan ençok ve ilk planda etkilenenler, küçük ve orta  ölçekli girişimcilerdir.

    Büyük kuruluşlar -belki- karşılaştıkları sorunları çözebiliyorlar ya da öyle sanıyorlardır.

    Şundan şüphe edilmemelidir: Orta ve uzun vadede iyi işlemeyen bir kamu alımları düzeninden karlı çıkabilecek kimse (düşmanlarımız hariç) yoktur.

    Kamu alımları, çerçevesi itibariyle tek bütçe kalemi altında toplanmamış, dolayısıyla da tam olarak büyüklüğü belli olmayan bir hacme sahiptir.

    Ama bir tahminle, örneğin 1992 yılında yaklaşık 50 trilyon tutarındadır.

    Kamu personelinin istihdamı da bir kamu alımı olmakla birlikte, o bu rakama dahil değildir.

    Bilinen odur ki, bu miktarın gözardı edilemeyecek bir kısmı, kamu alımlarını kişisel kazanç kapısı haline getirmiş bir kısım kamu görevlilerince, ihtiyaç olmayan ya da ihtiyaçlara uymayan mal ve hizmetlerin alımında kullanılmaktadır.

    Bu pratik olarak şu demektir: Kamu alımlarında sağlanabilecek bir iyileşme, heba olan ve fakat büyüklüğü bilinmeyen bu kaynağın ekonomimize katılması demektir.

    Bu ise, ekonomiye kaynak temin etmeye çalışanların öncelikle dikkat etmeleri gereken işlerin başında kamu alımlarının gelmesi gerekir demektir.

    Bu yazımda kamu alımlarının nasıl yapılması gerektiğini tarifleme niyetim yoktur.  Niyetim bir çağrı yapmaktır.

    Kamuoyunda etkinliği bulunan kuruluşlar başta olmak üzere, özelleştirmeden, sanayileşmeden, rekabet gücümüzün geliştirilmesinden sorumlu ya da bunlarla ilgili hangi kişi ya da kuruluş varsa onlara, bu konuya ilgi göstermeleri çağrısını yapıyorum.

    Bu ve de herhangi bir çağrı somut bir öneriye dayanmadığı sürece fazla bir geçerliği olmayacaktır. Dolayısıyla somut bir öneride de bulunmak istiyorum.

    Diğer yandan kamu alımları konusunda gözle görülür bir iyileşme, ancak gerekli ögelerden oluşan bir “paket” uygulayarak elde edilebilir.

    Ama, bu işin taraflarının (şikayetçi olanlar ile çözmek isteyenler), bu “paket”in bütününün sonuçlarını görmeyi bekleyebilecek kadar sabırlı olmayabilecekleri de bir gerçektir.

    Buna göre, basit ve kısa vadeli bir çözüm önerisi ile çağrımı birleştirmek istiyorum.

    Öneri, bir çeşit “Kamu Alımları Ombudsmanı” oluşturulmasıdır.

    Buna göre, kamu alımlarındaki haksızlıklardan yakınan kuruluşların ortaklaşa finanse ettikleri bir “Kamu Alımları için Şikayet Bülteni” çıkarmak ve bu bültenin giderek bir Ombudsman Kurumu gibi çalışmasına doğru yol alınmasıdır.

    Temmuz 1993