• Türkçe Yetkinliği ve “Gürültü”den Arınmış Düşünme

    “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk” olarak tanımlanan Türk Milletine ulus kimliğini kazandıran temel öğe Türkçe’dir. Ancak nüfusun bir bölümü Türkçeyi — yabancı diller için kullanılan benzetmeyle — yalnızca “orta düzeyde” konuşup yazabilmektedir[1].

    Bu eksikliğin, tahmin edilenden çok daha derin olumsuz sonuçları vardır. Beyaz Nokta®’nın “Önce Anla” ilkesine[2] göre, Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK) yetmezliğinin başlıca nedenlerinden biri, ana dil yetkinliğinin düşüklüğüdür. Bu durum, yapılacaklar listesinde mutlaka yer alması gereken bir eğitim ve dil politikası reformu ihtiyacına, bu ise Beyaz Nokta®’nın Kavram Mutfağı® çevresinde “şimdi ve burada” bir girişime işaret etmektedir.

    Türkçe’nin kullanımındaki yetmezlik ile etkileşimli olan bir diğeri Doğru Düşünme[3] becerisi yetmezliğidir[4]. Kendi Kendine içten Konuşma (KKiK) denilebilecek düşünme sürecinin amacı, “istenmeyenden uzaklaşıp istendik’e yaklaşma yolunda, henüz sahip olunmayan bilginin, iç (belleğin taranması, akıl daraltıcıların askıya alınarak tekrar tekrar taranması, sezgiye kulak kabartılması ile) ve/ya dış (başkalarının akılları, makine aklı, AGI/ASI ile) yollardan üretilmesi”dir. İstenmeyen ve/ya istendik şey ne kadar zorlu ise başvurulan yolların çeşitliliği ve gücü de o denli yüksek olacaktır.

    Fakat, bu iç ve dış yollar üzerinden yürüyen düşünme süreci sık sık tahminler yaparken[5] içine karışabilen niyet veya akıl daraltıcılar, üretilen bilginin kalite ve güvenilirliğini zedeler. Bu bozucu etkiler (teknik deyimle gürültü), işe yarar bilginin (teknik deyimle sinyal) birbirlerinden ayırt edilmesini çoğu zaman ya da kişi için imkânsız kılar. Katışıksız (gürültüsüz) bilgiye en çok ihtiyaç duyulan yüksek karmaşıklıktaki bekâ sorunları karşısında Doğru Düşünme böylece kritik hale gelir ki Türkiye’deki durum tam olarak budur.

    Tablo – Gürültü Türlerine Örnekler

     

    Bazı İç Gürültüler Bazı Dış Gürültüler
       
    Eksik / zayıf illiyet halkalarını tamamlamak, süslemek Kirli bilgi kaynağı olarak internet
    Unvan zorlayıcılığı (“ben …….’ım, bilmem lazım” vb) YZ modellerinden alınan doğrulanmamış bilgiler
    Bağlı olunan sorgulamaya kapalı ideolojiler, dinler Paralı veya gönüllü Troller
    Yanlışlanabilirlik kavramının bilinmeyişi Ajanlar
    Sosyal medyadan viral ve doğrulanmamış alıntılar Yankı Odaları
    Psikografik tekniklerle kişiye özel koşullandırıcılar Psikolojik harekât
    Okul öğretileri içine karış(tırıl)mış bilgiden öğrenilmiş Güvenilir olması beklenen kişilerin yalan söylemesi
    Yanlış ebeveyn öğretilerinden öğrenilmiş Yanıltıcı amaçlı kitap makale vd
    Eksik mantık eğitimi Yandaş (herhangi bir yönde) medya araçları
    İkna edici mitlerden (yüzüncü maymun vb) öğrenme Propaganda
    Patolojik yüksek özgüven / unvan destekli bilgi  
    Zayıf kavram dağarcığını tekrar yoluyla onarma  

    Sorun Çözme becerisinin en güçlü aracı olması beklenen düşünme ve anadilini[6] iyi kullanma konusundaki bu iki derin yetersizliğin, hiçbir diğer sorunla karşılaştırılamayacak derecede yüksek tahrip gücüne sahip olduğu değerlendiriliyor. Her bireyin, içinde yaşadığını algıladığı evrenin büyük ölçüde kavram dağarcığı ve onlardan oluşan bilgi zincirleri yoluyla oluşturulduğu göz önüne alındığında, düşük sinyal/gürültü oranlı bir anadili hakimiyetinin nasıl bir “ek akıl daralması”na yol açacağı kolayca tasavvur edilebilir.

    Sinyal/Gürültü Oranı (SGO) nasıl yükseltilebilir?

    Bu sorunun olası cevapları, SGO düşüklüğüne yol açan -yukardaki tabloda örneklenen- nedenlere bağlı olduğuna göre, bir gürültü süzücü filtreye ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. Bu filtre kişinin kendine sormayı otomatikleştirdiği net bir soru olmalı; üstelik kişi yaşamının sadece ilk evrelerinde değil, herhangi bir döneminde de uygulayabilmelidir. Buna göre bazı soru önerileri; “Bu düşünce, büyük bütünün kendini yenileyebilirliğine zarar verir mi?” ya da kısaca “bütüne zararlı mı?”, “Her şey için de doğru mu?” gibi ifadeler olabilir[7].

    Düşüncelerin sürekli olarak filtrelenmesi, özellikle de yöntemin uygulanmaya ilk başlandığı evrelerde, yaş ilerledikçe güçleşebilir. Gürültülerden arındırılmış düşüncelerin yaratabileceği “mutluluk” duygusunun bu güçlüğü aşmada yardımcı bir öğe olması beklenir[8].

    SGO yükseltmek için kişilerin kendi kendilerine önerilen formlardaki sorular sormalarına bir seçenek de, YZ dil modelleri yoluyla üretilen “filtreler” kullanılmasıdır.

    Chat GPT’nin GPT veya Gemini’nin GEM uygulamalarına sinyal ve gürültünün ne olduğu hakkında örneklerle eğitim verildiği takdirde, bir ses kaydı ya da metnindeki SGO hesaplanabilir. Başlangıçta bir ölçüde rahat iletişimi güçleştirse de giderek kişilerin daha az gürültü içeren ifadeler kullanan iletişim biçimlerine, daha da önemlisi düşünme biçimlerine sahip olması beklenir.

    Nitekim GPT yoluyla yapılan Sinyal Gürültü Oranı (SGO) değerlendirmesi[9], metin, ppt sunum veya ses kayıtlarında SGO değerlendirmesi yapılabileceğini gösteriyor. Örneğin, bu metindeki “SGO nasıl yükseltilebilir?” başlıklı paragrafın GPT ile SGO değerlendirmesi şu sonucu vermiştir:

    Kısa Özet

    Metin genel olarak SGO yükseltme yöntemlerini açıklayan, uygulanabilir öneriler sunan ve teknik çözüm olasılıklarını tartışan bir içerik sunuyor. Gürültü öğeleri çoğunlukla muğlak kavramlar (“büyük bütün”, “mutluluk”) ve sezgi/varsayıma dayalı ifadelerden kaynaklanıyor. Yine de cümlelerin çoğu somut öneri ve mantıklı açıklama niteliğinde olduğundan SGO yüksek sayılabilir.

    Hesap: SGO = S / (S + G) = 10 / (10 + 4) = 0.714 (%71.4) ✅

    Yapılan değerlendirme[10] bu paragraftaki ifadelerin %70+ oranında anlamlı (sinyal), %30’unun ise (gürültü) niteliğinde olduğunu gösteriyor. ChatGPT’ye öğretilmiş[11] bu algoritma kolayca Gemini’nin benzer GEM uygulamasına da öğretilebilir.

    Bu imkânın, yüksek SGO’lu yazılı ve sözel iletişime olumlu etkilerde bulunurken, daha da çok düşünme süreçlerindeki iç ve dış gürültüleri azaltıcı etkilerde bulunması; bunun ise çeşitli durum iyileştirici eylem girişimlerinin “düşünülmesi süreçleri”nde, hatalardan koruyucu ve amaçlara hizmet edici işlevler yapması beklenir.

    Beyhan T. Maybach, L. Başar Titiz, M. Tınaz Titiz

    5 Eylül 2025, Rev 0

    [1] Bkz. https://chatgpt.com/share/68b2a443-b714-800c-a500-9588e39f0ce3 

    [2] Bkz. “Önce Anla”, https://bit.ly/4lrjTxr No 95

    [3] Doğru düşünme; olgulara, kanıtlara ve mantık kurallarına dayanarak, bilişsel çarpıtmalardan ve duygusal önyargılardan mümkün olduğunca arınmış, amacına uygun, tutarlı ve geçerli sonuçlara ulaşma sürecidir. Doğru düşünme mutlak kesinliğe ulaşmak değil, yanılma ihtimalini en aza indirgemek için sürekli ve disiplinli bir çaba göstermektir. Bir varış noktası değil, bir yolculuktur. “Yolculuk” kavramı aslında içinde çeşitli doğruluk tonlarını da barındırdığı için, Etkili Düşünme deyimi de kullanılabilir.

    [4] Bkz. https://www.perplexity.ai/search/f0cec6fe-03a6-4cb7-937b-ed43e2807889 

    [5] İhtiyaca uygun bilgi üretme süreci olan düşünme sırasında beyin sık sık tahminlerde bulunur. Beynin bir Tahmin Makinesi (prediction machine) olduğu ile ilgili bir TEDx konuşması için: https://go.ted.com/eU5WZ  

    [6] Anneden öğrenilen dil (anadili) ile resmi dil anlamındaki (ana dil) sıklıkla karıştırılıyor. Bu metinde ayrık ve bitişik yazılarak ayırdediş, başka dillerde iki ayrı karşılıkla sağlanmıştır. Bkz. https://bit.ly/4lS6vSu ve https://bit.ly/3VqEZk8 

    [7] Soru’nun bu hali ister istemez “bütüne yararlı mı?” formunun daha pozitif olması nedeniyle daha doğru olabileceğini akla getirecektir. Yarar ve zarar kavramları hakkındaki şu yazı (www.tinaztitiz.com/15504) bağımsız olarak bir yarar’dan söz edilemeyeceğini, yarar denilen kavramın “zarar vermemek”ten başka bir şey olamayacağı açıklanmaktadır.

    [8] Tam olarak doğrulanmasa da “Mutluluk Anlamaktır” sözünün Stephan Hawking’e ait olduğu söylenir ve hemen herkesin bu tür mutluluklara şahit olduğu da bir gerçektir.

    [9] Öznel öğelerin ağırlıklı olduğu durumlar için “ölçme” yerine “değerlendirme” terimi; ayrımın belirsiz olduğu durumlarda ise “ölçme ve değerlendirme” ifadesi kullanılmıştır.

    [10] SGO değerlendirme metnin her cümlesi için ayrı ayrı yapılıp sonra genel ortalaması kullanıcıya sunuluyor. Cümleler itibariyle değerlendirmeler için bkz. https://chatgpt.com/share/68ba7843-82f0-800c-b32b-8d0c7b48263b 

    [11] YZ modellerine “öğretme” örnekler yoluyla yapılmakta olup, SGO kavramı da bu metindeki SGO tanımı ve örnekler tablosu yoluyla eğitilmiştir. Bu yolda örnekler arttıkça değerlendirmelerin daha da işlevsel olacağı beklenir.

     

  • Toprağımız, dilimiz, dinimiz ve Atatürk

    İnsan kendini beğenmezse çatlarmış” ya da “Kişi kendini över, işi meydana çıkar” gibi deyimler, övünmenin insan -dolayısıyla insan topluluklarına- özgü genel bir nitelik olduğunu söylese de bunun herkes ya da her toplumda eşit olduğu anlamına gelmeyeceği de bellidir.

    Ulusal övünç bazı toplumlarda daha fazla açıkça ifade edilir ve teşvik edilirken, bazı kültürlerde kolektif tevazu ve bireysel övgüye mesafe yerleşmiş bir normdur. Örneğin, ABD, Hindistan, Türkiye, Çin gibi ülkelerde “ülkemle gurur duyuyorum” diyenlerin oranı genellikle çok yüksek iken, Almanya, Japonya, Birleşik Krallık gibi ülkelerde toplumsal gurur oranı görece daha düşüktür ve bu, kolektif tevazu kültüründen kaynaklanmaktadır

    Bu konuda uluslar ölçeğinde bir sıralama olup olmadığını biraz araştırınca ilginç bazı bilgilere eriştim. Bunlardan birisi de “Janteloven”[1] (ya da Jante Yasası).

    Janteloven, toplumsal uyumu, eşitliği ve alçakgönüllülüğü vurgulayan; bireysel sivrilmeyi, gösterişi ve övünmeyi hoş karşılamayan bir yaşam ve düşünce biçimini ifade eder. İskandinav toplumlarında mütevazı, sade yaşamın, düşük gösteriş ve yüksek eşitlik idealinin temelinde bu normların etkisinin olduğu kabul edilir. Janteloven (veya Jante Yasası), İskandinav ülkelerinde (özellikle Danimarka, Norveç ve İsveç’te) kişisel başarı ve bireysel öne çıkmanın hoş görülmediği, alçakgönüllülük ve toplumsal eşitliğin yüceltildiği sosyal bir normlar bütünüdür. 1933’te Aksel Sandemose’nin bir romanında on kural olarak formüle edilen Janteloven özetle şunu der: 

    • Özel olduğunu sanma.

    • Bizden iyi, zeki, önemli veya üstün olduğunu düşünme.

    • Bir konuda iyi olduğunu ya da başkalarına bir şey öğretebileceğini varsayma.

    Bu kültürel yaklaşım, İskandinav ülkelerinde övünçten uzak, mütevazı ve eşitlikçi bir toplumsal düzenin temel öğelerindendir.

    Toplumumuzun en çok övündüğü özelliklerimizin başında ise, bu yazının başlığındaki -bir önceliklendirme îmâ etmeksizin- dörtlü sayılabilir.

    Bu açıklamadan sonra, demek istediğimi paylaşayım: Oluşumunda katkınız olmayan üstünlüklerinizle övünmeyiniz ya da aksine neden olmadığınız eksiklerinizden yüksünmeyiniz. Üstünlüklerinize lâyık olmaya, eksiklerinizi ise gidermeye çalışınız.

    Gerçekten dört mevsimi bir anda yaşayabilen, nadir elementler dahil doğal zenginliklerle dolu, stratejik konumu nedeniyle herkesin ele geçirmek istediği topraklarımıza lâyık tutum ve davranışlar içinde miyiz, yoksa aksi mi?

    Matematiksel yapısı nedeniyle tek sözcük içinde çeşitli anlamlarda farklı sözcükler üretebilme yeteneğine sahip Türkçeyi -ancak bir kursun başlangıç düzeyindeki kadar yetkinlikle kullanabildiğimiz için- PISA testlerinde çocuklarımız okuduklarını anlayamayıp hep son sıralarda yer alıyorlar.

    Tüm âleme benimsetmek için uğraşılan İslâm dininin evrensel yol gösterici olabilecek “Kul Hakkı” ilkesindeki “kul” sözcüğünün anlamını dahi merak etmemiş olup, insan dışındaki tüm varlıkları “insana hizmet için yaratılmış” zannetmek acaba ne anlama geliyor?

    Ve yabancıların “yüzyılda bir gelen bir dahinin Türklere nasip olduğu” şikayetlerine konu olan M.K.Atatürk’ü sürekli birbirimize övüp, ama onun, zamanının imkânlarını nasıl kullandığından[2] hiç mi hiç ders almadan salt övmeyi yeter sanmak.

    Türkçemiz bugünkü kullanım düzeyimiz açısından, üzerine nasıl katma değer ekleyeceğimizi bilemeyip ancak ham olarak satabildiğimiz; üstüne üstlük bir de bu kaynaklara sahip olmak isteyenlerin düşmanlıklarına sebep olan yeraltındaki toryum ya da bor cevherleri[3] kadar değerlidir. 

    Türkçenin korunması, her yabancı sözcüğe bir Türkçe karşılık üretilmesinden ibaret değildir; hattâ karşılık üretmek sorunun en küçük parçasıdır. Sorun, dilimizin bir sorun çözme aracı olan “yetkin akıl” ile bağlantısını[4] fark edip etmemektir.

    Çocuklarımızın ve erişkinlerimizin kalem ve ağızlarından çıkanların kökenlerini bilmeleri[5]; sırf anlamlı görünmesi için ifadelerini süsleyip bir “gürültü”[6] haline getirmeden düşünüp ifade edebilmeleri, dilimize karşı birincil görevimizdir. 

    28 Eylül 2025

    Tınaz Titiz

    [1] Janteloven kelimesi Norveççe ve Danca kökenli olup, “Jante Yasası” anlamına gelir. Etimolojik olarak iki öğeden oluşur: “Jante” ve “loven.” “Jante”, Danimarkalı-Norveçli yazar Aksel Sandemose’nin 1933’teki romanında hayali bir kasaba adı olarak geçer ve toplumun kurallarını temsil eder. “Loven” ise bu dillerde “yasa” veya “kanun” anlamındadır.

    [2] Bkz. Telgrafı Atatürk gibi kullanmak, https://tinaztitiz.com/15268 

    [3] Bkz. Trilyon dolarlık kaynaklar, eyvah! https://tinaztitiz.com/3724 

    [4] Bkz. https://tinaztitiz.com/yetkin-akil-ve-bilesenleri/ 

    [5] Bkz. Ağzından, kaleminden çıkanın kökenini bilmek konulu eBeyin Fırtınası: https://bit.ly/3pesyIJ 

    [6] Bkz. “Türkçe Yetkinliği ve “Gürültü”den Arınmış Düşünme”. https://bit.ly/46aKad8 

  • Otobiyografi kesiti-16: İki Trajedi, iki Kavram

    Yazının başlığında geçen iki olaydan birisi 1965 yılında, Ereğli Kömürleri İşletmesi (EKİ) Zonguldak-Karadon Bölgesinde bir genç elektrik mühendisi ve bir teknikerin, bir devre kesicinin patlaması sonucu, içindeki kızgın yağla yanarak ölmesidir. İkinci olay ise geçen hafta Bolu Kartalkaya’da çıkan otel yangınında 78 kişinin yanarak ölmesi.

    Birbirinden zaman ve mekân açısından uzak iki olayı bağlayan ve somut ders çıkarılması gereken ise, her iki olayın da dilimizde bulunmayan kavramlar nedeniyle meydana gelmiş, ama bambaşka nedenlerle açıklanıyor oluşudur. Alınacak dersi ise yazımın sonunda söyleyeceğim.

    Birinci olay: Karadon Bölgesindeki olaya sebep olan 3300 Volt’luk devre kesicisine yakından kumanda ederek enerjiyi kesmek üzere işlem yapan iki kişinin, kesicinin içindeki yağın tutuşup patlaması nedeniyle feci şekilde yanıp can vermeleridir.

    Maden ocaklarında kullanılan her donanım kendi marka ve modeliyle isimlendirilir. Patlayan bu kesicilere de BP31 deniliyor. Bu kesiciler ocak ağızlarında bazen de ocak içlerinde kullanılıyor ve tüm elektrik donanımı gibi güçlü bir mekanik muhafaza içinde. Ama patlama o kadar şiddetli ki muhafaza işe yaramıyor.

    Aslında bu tür yani devre kesme sırasında patlama olayları zaman zaman oluyor ama her zaman ölümle sonuçlanacak kadar şiddetli olmuyor. Uzun yıllardır kullanılan bu cihazların içinde rutubet biriktiği, onun da patlamalara yol açtığı şeklinde bir tanı var ve bu tanı bilirkişiler tarafından da doğrulanmış. Dolayısıyla kusur tespitinde insanlara yüklenebilecek bir kusur yok. Yani -o zamanlar henüz bilinmeyen tabirle- BP31’in fıtratı böyle.

    Ben de bu genel Kabul görmüş tanıyı kabullenmiş durumdayım: BP31’ler rutubet yapar, o halde sık sık içlerindeki yağlar değiştirilmeli, rutubetten arındırılmalıdır.

    O zamanlar, şimdiki gibi internet vbg bilgi kaynakları yok, genelde bilgi kaynakları o aletlerin broşürleri; ama onlar da yabancı dille yazıldığı için az sayıda kişi erişip okuyabiliyor.

    Bir tesadüf eseri bu cihazlara ait broşürü incelerken, devre kesiciyi tanımlayan iki önemli karakteristik olan kesicinin güvenli olarak kesebileceği akım şiddeti ve gerilim (Volt) yanı sıra üçüncü bir değer daha bulunduğunu gördüm: Kesme kapasitesi (interrupting capacity). O da neyi nesi?

    Bu kavramı ben bilmiyorum ama bilirkişi raporlarında da hiç rastlamamışım; birlikte görev yaptığımız mühendis arkadaşlarımdan da hiç duymadım. O zamanlar bilgi kaynaklarının en iyisi durumunda bulunan yabancı dildeki el kitaplarından birine bakınca bu kavramın o kitaplarda var olduğunu, ama henüz bizim oralara erişmediğini fark ettik. Ve biraz daha arayınca ortaya çıktı ki, patlayan BP31’ler rutubet nedeniyle değil Kesme Kapasitelerine uygun yerlerde kullanılmadığı için devreyi güvenli şekilde kesemiyormuş.

    Patlamayanlar ise ana güç kaynağı durumundaki 15,000/3,300 Voltluk trafolardan nispeten uzak -dolayısıyla da arada bir akım sınırlayıcı kablo uzunluğu bulunan- kesicilermiş.

    Bunun üzerine Akım Sınırlayıcı Reaktör denilen bir cihaz türünün bulunduğu ve bunların pekalâ işletme imkânlarıyla üretilebileceği ortaya çıktı. Bu trajik olayı anlatma nedenim, bir kavramın -ki bu olayda Kesme Kapasitesi- dilimizde bulunmayışı halinde, aynen büyücülerin olayları açıklamalarına benzer biçimde[1] o kavramla ilgili sorunları da anlamayıp yanlış tanımlanacağı ve sonucundaki trajedilere akıl dışı açıklamalar getirileceğidir.

    İkinci olay ise Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Otel yangını. Bu olayın ilgili olduğu eksik kavram ise Çıkar Çatışması şeklinde yanlış adlandırılan kavramdır. Çıkar Çatışması (competing Interests) dürüst ticari çatışmaları anlatırken, Kirli Çıkar Çatışması[2] (Conflict of Interest), bir hakkı korumak durumunda olan kişinin aynı zamanda bir çıkarın tarafı olmasıdır ve ahlâki açıdan sorunludur.

    Olayın özü, en üst idari makam olan ve daha alt idari kurumların (il özel idaresi, belediye, itfai müdürlüğü, özel denetim şirketleri vd) denetimlerini birleştirerek (ve eksiklerinin de müteselsil sorumluluklarını taşıyarak) bir sistem bütünlüğü içinde Denetim Otoritesi işlevi yapması beklenen Turizm Bakanlığının yöneticisinin (bakan), aynı zamanda otel üzerinden çıkar sağlamasıdır ve bu tam olarak bir Kirli Çıkar Çatışması’dır.

    Dilimizdeki kavram eksikleri sorununu kamuoyu gündemine taşımak amacıyla oluşturulan Kavram Mutfağının[3] amacı böylelikle daha iyi anlaşılabilecektir.

    Özet olarak denilebilir ki, “bir sorunla -enflasyon, Cumhuriyetin aşındırılması ya da dış güçlerin yıkıcı etkileri- karşılaşıldığında, ilk bakılması gereken yer hangi kavramların eksik olduğudur.” Bu yapılmadığı sürece bakanlar kendi kurumlarına mal satmaya ya da otel pazarlamaya devam edecekler; ölen insanların ölüm raporlarında ise (rutubet veya ışıklı yön göstergesi eksiği gibi) yanlış tanılar yer alacaktır.

    27 Ocak 2025


    [1] “Büyücüler ve Sistem Tıkanması” için bkz. https://tinaztitiz.com/3303

    [2] Kirli Çıkar Çatışması için bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/kirli-cikar-catismasi–conflict-of-interest–cikar-celiskisi

    [3] Kavram Mutfağı’nın misyonu için bkz. https://kavrammutfagi.com/hakkimizda

  • Yarınlarda meselâ..

    Gelecekte -olmaz ya- dış ve iç odakların elbirliğiyle mesela Cumhuriyet rejimi ve/ya nüfusun çoğunluğunun bağlı olduğu dini inanç ortadan kaldırılıp, yerine o odakların amaçladıkları bir sömürü düzeni getirilmeye kalkışılsa ne olur?

    Böylesi bir melânet tasavvuru karşısında muhtemelen akla gelebilecek caydırıcılar siyasi partiler, Anayasa Mahkemesi, TSK gibi varlığını “milletin değerlerini ve yaşadığı toprakların bütünlüğünü korumaya adamış kurumlar” ve/ya kişiler olacaktır.

    Toplumun en güçlü kurumlarının bunlar değil “toplumsal kavram dağarcığı” olduğunu hatırlayınca, “eğer …. İse … dir” kavramı[1] uyarınca, caydırıcıların şu hale dönüştüğü anlaşılacaktır: Eğer korunması istenilen bir ideolojinin özünü[2] oluşturan çerçeve çizgileri: (a) net olarak belirlenmiş, (b) bu çizgilerin korunmasını üstlenmiş muhafızları (koruyucular)[3] var ise, milletin değerlerini ve yaşadığı toprakların bütünlüğünü korumaya adamış kurumlar gerekli caydırıcılığı sağlayacaktır.

    Eğer ortadan kaldırılması tasavvur edilen Cumhuriyet ve/ya din’in özünü oluşturan çerçeve çizgileri belirlenmemiş; ayrıca da bu kurumları koruyacak muhafızlar kuvvettten düşmüş, bilimden uzaklaşmış ve seciyesi (ahlâkı) bozulmuş iseler bu durumda Cumhuriyet ve din konularında ne denli övücü sözler söylense, ne denli “kozsuz meydan okumalar[4] yapılsa yıkımlar önlenemez. Ölen bir bedenin çevresinde (hatta hemen içinde) hazır bekleyen bakterilerin derhal harekete geçip bedeni asli unsurlarına (toprak) dönüştürmesine benzer biçimde hangi kurum olursa olsun yokluğa dönüşecektir.

    (Eğer ..ise.. dir) koşullu yargı’sına konu olan çerçeve çizgileri bağlamında şu iki soru akla gelecektir: 

    (1) Çerçeve çizgilerinin belirlenmesi ifadesiyle kast edilen nedir? 

    İdeolojinin özünü ayrıntılardan ayıracak 3 soru çerçeveyi belirler: Soru 1. İdeolojinin (Cumhuriyet ve/ya din) temel varlık nedeni, yani misyonu. Soru 2. O ideoloji yoluyla nereye (hangi ülküye, vizyona) erişilmek istendiği. Soru 3. Bu vizyon yönünde ilerlerken hangi kurallara (öz-değerler) sadık kalınmak zorunda olunduğu.

    (2) Çizgilerin korunmasını sağlayacak muhafızlar kimlerdir?

    İdeolojiler süngere benzetilebilir. Çerçeve çizgilerinin korunmasına hiçbir yararı olmadığı gibi, tam aksine “koruyacakmış” duygusu ve yersiz bir güven yaratarak zarar da veren boş söylemleri, kof övünmeleri, kozsuz meydan okumaları[4] emerek sünger gibi şişer. İdeolojilere en çok zararı veren de bu şişirilmiş kofluk, korunmasızlık olup, bu aldatıcı şişkinliğe bir yandan da “yanlış yarıştırma” ya da “o da bir şey mi etkisi[5] denilebilecek etki eklenir.

    Ben ….. ideolojisinin muhafızlarından biriyim” diyecek çok sayıda kişi ve kurumu duyar gibiyim. Onlara şu iki soruyu sormak isterim: Tam (spesifik olarak)[6] hangi çerçeve çizgilerini koruyorsunuz? Ve Koruma görevini ne pahasına (hangi kozlar ile) yapıyorsunuz?

    Bu iki soru aynı zamanda gerçekten arayış içinde olanları ya da en azından o yola girmeyi içtenlikli arzu edenleri ayırt etmek için işe yarayabilecek bir zihin aracıdır.

    28 Eylül 2024 – Alanya

    [1] http://bit.ly/3ME15vc Sıra No 30

    [2] https://tinaztitiz.com/oz-anlasilmadan-icerik-anlasilamaz/  

    [3]Cumhuriyet fikren, ilmen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister”. M.K.Atatürk, 1933 Öğretmenler Kongresi konuşmasında söylenmiştir. 

    [4] https://kavrammutfagi.com/kavram/kozsuz-meydan-okuma 

    [5] https://tinaztitiz.com/o-da-bir-sey-mi-etkisi/ 

    [6] http://bit.ly/3ME15vc Sıra No 180

  • Şiddet bir dildir

    İlk insanlar arasında dilin nasıl ortaya çıktığı konusunda iki büyük iddia var ve halen de kıyasıya sürüyor: N.Chomsky ve taraftarları, bir mutasyon sonunda birdenbire ortaya çıktığını savunurken, geri kalan ve kendi içlerinde de bölünmüş dilciler evrimleşerek zaman içinde ortaya çıktığını iddia ediyorlar.

    Bunlardan hangisinin ne kadar doğru olduğu bir yana, esas merak çeken taraf, ister birdenbire ister evrim olsun onlardan da önce varoluşunun ilk anlarından itibaren arzularını gerçekleştirmek (meselâ beslenmek, karşı cinsten birini seçip üremek vb amaçlar) için insanların nasıl iletişim kurduklarıydı.

    Stanley Kubrick’in 1968 yapımı Space Odyssey (Uzay Serüveni) filminde[1] bu sorunun cevabına ışık tutan ipuçları var. Her ne kadar mizah da olsa Taş Devri’ni konu alan gülmecelerde bu eş seçme sorununun çözümünü ilk keşfeden kişilere ait yöntemi de herkes hatırlar.

    Nüfus artıp kıtalan kaynaklar için rekabet kızıştıkça bu basit şiddet dilinin  incelmeye başlayıp -özünü kaybetmeden-içine daha çok akıl katıldığını tahmin etmek güç değil. Ancak buradaki “incelmek” deyimi yanlış anlaşılıp, daha az zarar verici sanılmamalı. Aynen yüksek voltajlı kabloları saran yalıtkan kılıfın amacının, içindeki özün şiddeti azaltmak olmayıp, sadece hedefe yönelik kullanımını garanti ederek çevredekilerin elbirliği ile müdahale olasılığını azaltmak gibi.

    Basit şiddet böylece giderek daha çok akılla kaplanarak retorik (belâgat) halini aldı. Bu süreç boyunca bir yandan da çeşitlenen sosyal ilişkiler, kişilerin çeşitli haller için çeşitli akıl kılıfları içine saklanmış şiddet özlü diller geliştirmelerine yol açtı. Akıl kılıflarının üst katmanlarına uygulanan boyalar -aynen tırnaklara uygulanan ojelerin tırnağın yaralama gücünü azaltmayışı gibi- şiddetin kanıksanmasına yol açtı. Artık şiddet sadece üzerindeki kılıfların genel kabul görmüşlüğü ile değerlendirmeye başlandı.

    Manikür ustaları -hattâ sanatçıları- gibi kişiler, etkisi zaman içinde -düşünerek- anlaşılabilecek tahripkârlıkta diller kullanmayı öğrendiler.

    Bu ortam içinde basit şiddet üzerine kaplama yapmayı öğrenmemiş kişiler girdikleri çeşitli rollerde –sağlık çalışanı, hasta, öğretmen, öğrenci, veli, çocuk, ebeveyn gibi- sorun kaynağı olmaya başladılar. Çeşitli sektörel şiddet türleri (çocuğa, kadına, hayvana, ağaca, toprağa ve daha onlarca) böylece ortaya çıktı. Aslında çeşitli türler yerine, özdeki şiddetin üstünü kaplayan akıl yani dil yetersizliği gibi tek sorun olduğunun kabulü, olup bitenleri kavramayı kolaylaştırabilir.

    Şöyle bir sav ileri sürülebilir: İlk insanın ihtiyaçlarının çoğu günümüzde kolay temin edilebilir oldu. Bu ihtiyaçları karşılamak için artık şiddet kullanma gereği yok ise halâ niçin şiddet var?

    Şöyle bir zihinsel deney, şiddete yol açan şeyin ihtiyaçlar değil, o ihtiyaçları giderebilme imkânlarını sağlayacak “rıza” olduğunu gösterecektir. Elindeki avı karşısındakine teslim eden kişinin şiddet görmeyeceği tahmin edilir. İsteğin karşılanmasına rıza göstermemek şiddetin sebebi olmaktadır.

    Bu örnek günümüzdeki şiddetin nedenini de açıklıyor. Şiddetin çeşitlenmesinin nedenlerinin başında ise başka bir faktör daha yer alıyor: Düşünce ve inançlarının doğruluğuna duyulan güven arttıkça, buna başkalarının da rıza göstermesi bekleniyor. Gösterilmeyen her rıza bir şiddet türü olarak ortaya çıkıyor.

    Sonuç

    Bu kadar sözden çıkarılabilecek iki pratik sonuç var:

    1. Dillerimize ne kadar akıl katarsak basit şiddet o denli azalacaktır. Bunun nasıl yapılabileceği ayrı bir yazıda[2] konu edilmiştir.

    Basit şiddetin akıl ile inceltilip daha tahripkâr hale gelmesini de istemiyor isek bu daha çetin ve uzun erimli bir çabayı gerektirecek. Yaşamlarımızı sarmalayan yarışma ve rekabet kültürü yerine Adil Yaşam olarak adlandırılan bir yaklaşımı[3] benimseyeceğiz. 

    1. Düşünce ve inançlarımızı sorgulayacağız[4].

    5 Temmuz 2024 (Rev. 6 Tem.)

     

    [1] 1968 yapımı film 2002 yılında tekrar gösterime girmişti. https://youtu.be/nrZxt9HNLWo?si=2hRZY6HL-9zgYKIi adresinde filmle ilgili bir yorum yer almaktadır.

    [2] Bkz. Yetkin Akıl ve Bileşenleri, https://tinaztitiz.com/yetkin-akil-ve-bilesenleri/ 

    [3] Bkz. https://bit.ly/3NjAsgu 

    [4] Bkz. https://drive.google.com/file/d/16-pKl5bWAUu5oZ8P4ufOLJbLSPVhFYnH/view?usp=sharing 

  • Gerçek devrim “salata söze son” ile olacaktır!

    Eskiden devrim tehlikeli bir sözdü. şimdi artık o korku bittiği için bol bol kullanılıyor. TV ekranında başbakan adayı, “değişim yanlısı” olduğunu vurgulamak için ” ben devrimciyim” diyebiliyor.

    Gerçekten de, ekonomiden sosyal yaşamamıza varıncaya kadar hemen her alanda “devrim” denilebilecek köklülükte değişimlere ihtiyacımız var.

    Ancak bu kadar çok alanda değişebilmek için açılması gereken bazı kapılar var. Onların kilitleri açılmadığı sürece, öbür tarafa geçmek mümkün değil. Ben buna Türkiye’nin “Kök Sorunlar”ı diyorum.

    Bu kök sorunlardan birisi, çeşitli kavramların ortak anlamlarının oluşmamışlığıdır. İnsanlarımız, çeşitli kavramlara büyük bir özgürlük(!) içinde istedikleri, daha doğrusu işlerine gelen anlamları yükleyebilmektedirler. Böyle esnek bir anlamlandırma insanlarımıza rahat bir yaşam sağlamaktadır. Bugün bir kavrama yüklediği anlam yarın işine gelmediğinde, yeni bir anlam yüklemesi yapmakta, karşısındaki de sık sık aynı şeyi yaptığı için herhangi bir sorun çıkmadan(!) ortak yaşamımız sürüp gitmektedir.

    Bu “anlam yükleme özgürlüğü ” en çok politikacıların işine yaramakta, hiç bir taahhüte girmeden, hatta hiçbir anlamlı mesaj ortaya koymadan saatlerce (veya sayfalar dolusu) laf edebilmektedirler.

    Halk da buna bir karşılık bulmuş, “laf salatası” demektedir.

    “Salata” sözcüğünün sözlük karşılığı; “birbirine benzemeyen çeşitli elemanların düzensiz bir karışımı” şeklindedir. Gerçekten de “laf salatası” deyimiyle anlatılmak istenen tam budur.

    Benim, devrim yapmak isteyen ama nereden başlanacağı konusunda tereddütü bulunanlara tavsiyem, operasyonlarına “laf salatasına son” sloganıyla başlamalarıdır.

    Ancak bunun olumlu olduğu kadar olumsuz sonuçları olduğuna da dikkat etmelidirler. TV, radyo, gazete, dergi gibi büyük çoğunluğu politikacı “laf”larının iletiminden oluşan medya bir anda bomboş kalabilir. Örneğin, “enflasyonu nasıl düşüreceksiniz?” gibi bir soruya verilen şu geleneksel yanıt artık kullanılamayacaktır: “Enflasyon, halkımızın kanını emen yedi başlı bir canavar olup, milli birlik ve beraberlik içinde yenilemeyecek hiç bir sorun yoktur

    Şaka bir yana, toplumumuza musallat bu hastalığı yenebildiğimiz gün gerçek bir devrim olacaktır.

    Devrim yapmak isteyenlere duyurulur.

    Pazartesi, 28 Haziran 1993

  • Diller üzerine..

    Önce Aristotle’nin (MÖ 384-322) hitabet (retorik) konusundaki sistematiğinden bir alıntı[1]:

    Hatip dinleyicileri ikna etmek amacıyla üç ana tür çağrı kullanır: Ethos (hatibin karakterini yansıtan çağrı); pathos (dinleyicilerin duygularına hitap eden çağrı) ve logos (mantıksal muhakemelere hitap eden çağrı).

    Aynı zamanda hitabeti üç üslup kategorisine ayırır: Gösterişli, açıklayıcı (kutsayıcı ya da suçlayıcı törensel konuşmalarda); Hukuki, adli (masumiyet ya da suçluluk hakkındaki konuşmalarda); Müzakereye yönelik (dinleyicileri bir konu hakkında karar vermeye çağıran konuşmalarda).

    Üçüncü bir boyut olarak da iki cins hitabet kanıtı kullanır: Örtük (kıyaslama yoluyla kanıtlama) ve paradigmal (örnekleme yoluyla kanıtlama)”

    Aristotle, bu eserinde[2] söz konusu kombinasyonları çeşitli örneklerle veriyor. Buna göre şiir dili, övme dili, sevgi ifadesi dili, öfke dili, teknik dil, sohbet dili, tartışma dili gibi “ayrı dil”lerden söz edilebilir.

    Bu alıntının nedeni, hangi lisanda olursa olsun, amaca uygun dillerin[3] kullanılması üzerinde yaklaşık 2500 yıldır bir uzlaşı oluşup neredeyse evrensel bir norm haline geldiğini; medeni toplumların nerede hangi “dil”in kullanılacağını artık tartışmadıklarıdır.

    Toplumumuzun çeşitli sorunlarının kaynakları olarak ileri sürülen ekonomik güçlükler, dış mihraklar gibi unsurlarla hiç ilgisi olmasa da, “nerede nasıl dil kullanılacağı” konusunda ısrarlı bir biçimde bu Dünya normuna ayak diremek gibi -basit görünüşlü ama hemen her alanı olumsuz etkileyen- bir sorun üzerinde durmak istiyorum.

    2001 yılında bir güneş tutulması sırasında biri yerli diğeri yabancı TV kanalındaki iki kişinin, bu son derece somut konuyu anlatım biçimlerini bir yazıya konu etmiştim[4].

    Daha sonraları, “Cumhuriyet’in doğru dürüst anlaşılmadığı, bu yüzden de değerinin bilinmediğinden” yakınan bir yazarımızdan internete düşen Cumhuriyet tanımları başka bir yazının konusu olmuştu[5].

    Hitabet konusu ile ilgi ve birikimi sadece yukardaki antik eseri okumaktan ibaret olan birisi olarak, burada işaret etmek istediğim konu sadece, sorun çözme amacıyla kullanılan dili, diğer çeşitli dillerden ayıran birkaç özelliğe değinmekle sınırlıdır.

    Güneş tutulmasını iki sevgilinin öpüşmesine benzeterek anlatan TV editörünün kullandığı amaca uygun olmayan dil nasıl ki dinleyenlere hiçbir işe yarar bilgi sağlamadıysa, herhangi bir sorunun çözümü amacıyla kullanılacak dil de doğru seçilmez ise benzer sonuç doğacaktır.

    Ele alınan bir sorun’un çözüm sürecinin değişik aşamalarında değişik diller kullanılabilir. Örneğin:

    • Sorun hakkında sadece genel bilgi vermek amacıyla “halka açık” dil,
    • Sorun ile ilgili uzmanları muhatap alan dil,
    • O sorun alanı ile ilgili olarak muhalefet veya iktidar partilerinin dile getirebilecekleri argümanları içeren dil,
    • O sorunu çözmek amacıyla çalışan bir grubun, akıl yürütmek amacıyla kullanacakları dil.

    Bu sonuncu dil:

    • Ne “güneş tutulmasını iki sevgilinin öpüşmesine benzeten editörünki”, ne “golün ofsayt mı değil mi olduğunu kabadayı üslubuyla anlatan yorumcununki” ve ne de “bir siyasi partiyi eleştirmek için ancak biplenerek dinlenebilecek” üslupta olabilir.
    • Her bir kelimesi önceden ve/ya bağlam içinde tanımlanmış olmalı.
    • İçindeki dolgu kelimeleri (şiirsel betimlemeler, her anlama çekilebilecek sözcükler gibi) çıkarıldıktan sonra geriye bir “öz” kalmalı,
    • Hayal kırıklıkları, inançları ifadeye yönelik değil, tüm övme ve övünmelerden arındırılmış olarak,
    • Mümkün olan kısalık ve mümkün olabilecek azami anlaşılabilir içerikte (efradını cami….),
    • Aynen bir kimya formülüne katılacak her bir harf veya rakamın tüm formülü geçersiz kılacağı duyarlığı içinde,
    • Sadece ve sadece bir değer (grubun diğer üyelerinin gerçekten işlerine yarayabilecek) sunmak amaçlı

    sözcüklerden ibaret olmalıdır. Bu tamamen “duruma özgü” bir dildir[6].

    Çağdaş uygarlık trenine binmek istiyor isek, önce dillerimizi gözden geçireceğiz.

    3 Kasım 2018

    [1] Bkz. https://www.wikiwand.com/en/Aristotle

    [2] Aristotle On Rhetoric, Çeviri: George A. Kennedy, Oxford University Press, 1991

    [3] Lisan ve dil eş anlamlı olmasına karşın, dil içinde dil gibi akıl karıştırıcı bir terim kullanmamak için, Türkçe, Fransızca vb diller için “lisan”, o lisandaki hitabet kategorilerine ise “dil” sözcüğü kullanılmıştır.

    [4] “Güneş ve Ay Tanık İstemedi”, http://wp.me/p2t6mi-Zo , 2001

    [5] “Cumhuriyet Nedir?”, http://wp.me/p2t6mi-1xx, 2012

    [6] Bkz. “Yeni bir dil lazım, hemen”, http://wp.me/p2t6mi-1Zt

  • KAVRAM EVLENDİRME ya da KAVRAMLAR AKADEMİSİ

    (Dec 15, 2013), (Apr 19, 2014), (11 Sept, 2014), (Dec 1, 2014), (Apr7, 2018), (May 15, 2018)

    • Çeşitli kanallarla “satmak” için uğraştığımız kavramlarvar ve bunda güçlükler yaşıyoruz. (Örneğin, Sorun Çözme Kabiliyeti kavramı)
    • İnsanlar kendilerine benzeyen kişilerle dost olmak, iletişim kurmak eğiliminde oluyor. Ve bu eğilim bir “filtre gibi” çalışarak, farkına varmadan tanımladığınız filtre şartnamelerine uymayan kişileri süzüp ilişki sistemi dışına taşıyor.
    • İçeride kalanlar ise, yeni kavramların, yeni yaklaşımların yaygınlaştırılmasına yetmiyor. (bakınız, aydın sorumluluğu konusundaki çağrıya birkaç kişinin dışında cevap dahi veren olmadı.)
    • Halbuki yeni yaklaşımlar, çok sayıda kişinin bu yaklaşımları “satın alması”, bunları kendi diline çevirmesi, sonra da çevresindeki etki alanının dillerine çevirmesi ve bunda ısrarlı olarak çaba harcaması gerekiyor. Belli ki bu sadece birkaç kişiyle olamaz. (kritik kütle meselesi)
    • Web sitelerimizi daha çekici kılmak, söylemlerimizi daha iyi anlatacak yöntemler bulmak kuşkusuz yapılması yararlı ve gerekli işler. Fakat, halen erişimimiz bulunmayan milyonlarca insan içinde, aynen bizlerle benzer isteklere sahip olanlar var. Biz onlardan habersiz, onlar bizden habersiz, elekle su taşımaya çalışıyoruz.
    • Acaba, yeni kavramların satışını yapmak üzere web tabanlı bir Kavramlar Akademisi (adını boş verin) tanımlasak ve bunu duyursak!
    • Ümidim şurada: İnsanlara erişmede pek de sıkıntımız yok, bugüne kadar bunu gördük. Fakat onlardan cevap alamayışımızın esas nedeni, duyuramayışımızdan çok, sattığımız kavramların o insanlarca kabul görmeyişi.
    • Kabul görmüyor, çünkü –büyük çoğunlukla- benzer kavramları herkes kendi hoşuna gider biçimde adlandırıyor ve o adlandırmalar hemen, kimliklerimizin “taciz edilmemesi gereken” birer parçası haline dönüşüyor.
    • Kısacası, ne anlatmak istediğimizden çok onu nasıl adlandırdığımız önemli oluyor.
    • Zaten, bu da bizim aradığımız bir cevap. Halbuki biz, o insanlara bir şeyler satmak istiyoruz ve onlar da sürekli ret ediyorlar. O halde cevap alamadığımızdan yakınırken görüyoruz ki aslında net cevaplar alıyormuşuz.
    • Buna göre bu defa doğrudan kavram satmaya çalışmayalım; insanları kavramlarını satabilecekleri bir “Pazar yeri”ne davet edelim. Gelsinler kendi kavramlarını satsınlar. Biz sadece satış formatı koyalım. Kısa, net, değer iletişimine uygun bir format gibi.
    • Peki bu bizim işimize yarar mı? Yarayabilir. Çünkü, şu görülebilir ki, bu insanların satışa çıkardıkları kavramlar belki bizimkilerin farklı adlandırılmış olanları. Buna bir örnek vereyim: Bir dostum var düzgün bir aydın. Bilgili, cesur, enerjik. Geçmiş yıllarda bir toplantıda dinledim. Konuşmasında şöyle bir ifadesi oldu: “…..sorun demiyorlar mı ifrit oluyorum, gerisini de dinlemiyorum. Mesele deyin, problem deyin bir sürü terim var. Sorun deyince “kime sorayım?” diyorum…
    • Şimdi düşününüz. Biz kendisine sorunlara yaklaşımımızla ilgili bir şeyler anlatmaya kalksak, mesela Sorunların İntikamını, Seçme İfadeleri vs okumasını istesek bam teline basmış olacağız. Bunu çok düşündüm. Sadece kullandığımız sözcükler değil, belki ifadelerimiz dahi o aradığımız insanların filtrelerine takılıp geçmiyor
    • Halbuki, Kavramlar Akademisi (ya da her ne ise) mensubu, sözünü ettiğim dostuma ve de benzer kişilere SÇK kavramını belki tercüme edip Türkiye Meseleleri şeklinde anlatır ve mükemmel bir yol arkadaşı daha bulmuş oluruz.
    • Peki bütün bu yaklaşım çoğu kimseye naif görünmez mi? Görünebilir.

    Daha uzatmadan… Ne dersiniz?

    Tınaz

  • Sözcükler tüm çatışmaların nedenidir

    Bu ara bir kitap okuyorum: “İcadedilmiş Dillerin Topraklarında”[1]. Her an –belki birçok kişinin- kendi yüklediği ve gerek anlamı gerekse yerindeliği hakkında bir kuşkusu olmadan rastgele kullandığı sözcüklerin döne dolaşa ne anlamlar kazanıp nelere yol açtığını konu eden bir kitap.

    Yazar, sözcüklerin ve kullanımlarının rastgeleleğinin farkında olan mucit ruhlu kimi insanların tarih boyunca ne akıl almaz çalışmalar yaptığını ele almış. Bu kişiler farklı yer ve zamanlarda yaşamış da olsalar, hemen hepsinin ortak hareket noktası “anlatılmak istenen anlama pek dolaylı ve de keyfi olarak işaret edebilen sözcüklere dayalı diller yerine, evrensel olarak herkesçe aynı anlamlara gelecek –matematik gibi- bir sistematik icat etmek” olmuş[2].

    Bu alıntıları iletmemin nedeni, kitapta adı geçen mucitlerden birisine ait “Sözcükler tüm çatışmaların nedenidir” ifadesinin, gözlemlediğim bir konuya nasıl yansıdığını paylaşmak.

    Allah’ın emirleri

    Dindarlık (sofu – Ateist) skalasının neresinde olunursa olunsun “Allah emri” ifadesi çok sık kullanılır. Özellikle dini tartışmalarda sıkça, “Allah filan ayette şöyle emrediyor” ifadesi bir kalıptır.  Daha kızışmış tartışmalarda Allah neredeyse üçüncü bir şahıs olarak tartışmaya katılır ve çoğunlukla da o’nun adına “isteseydi öyle değil böyle emrederdi” biçiminde ahkam kesilir.

    Burada mesele neyin doğru neyin yanlış olduğu değil, saklı içerik[3] yöntemiyle verilen “Allah, emirler veren; bunlara uyulmadığı zaman da cezalandıran çok çok yetkili birisidir” mesajıdır. Nitekim halk aklı bu tanıma uygun bir sıfat da bulmuş ve “Allah baba” deyimini dolaşıma sokmuştur. Halkın çoğunluğunun –özellikle de geçmiş çağlarda- en yakınındaki biraz da olsa benzer yetkilere sahip kişi olarak “baba”yı bilmesinin bu deyimde payı büyük olsa gerekir.

    Ne zararı var?

    Bu masum benzetmenin sonuçları tahmin edilebileceklerden daha ciddi olmuş olabilir. Birisi, duyularımızın boyutları ve onlardan gelen bilgileri işleyebilen zihinsel yetilerimizle sınırlı algılama kapasitelerimizi aşabilen boyutlara sahip Allah kavramının birkaç boyuta indirgenmesidir.

    Böylece algı alanımız içine indirilen Allah, kızdırılmamaya çalışılan, ara sıra yapılacak yaramazlıkları bir baba sevecenliği ile görmezden gelen, kendisiyle kıyasıya pazarlık edilebilen, rüşvete (adak gibi) açık, çok tekrarlanan isteklerden (dua) sıkılıp istekleri yerine getiren ve daha kurnazların kötülükleri fatura edebildikleri, bulunduğu yeri (gökyüzü) bile belli hale gelmiş oluyor.

    Neler istediği, nelere kızdığı, ne cezalar vereceği de listelenmiş ve insanlara gönderilmiştir. Böylece merakın önü kapanmış, neyin niçin olduğu yolundaki yaşam sevinci kaynağı, emirler listesinin ezberlenmesine indirgenmiştir.

    Olası ciddi sonuçların bir diğeri, insanlar arasında yaratılan büyük uçurumdur. Bir bölüm insan, böyle bir benzetmenin saçma olduğunun farkında, algı sınırlarının farkında ve onu sürekli genişletme çabası içinde. Diğeri ise işine geldiği gibi pazarlıklar girişebildiği “birisini” bulmuş.

    Varoluşunu düzenleyen, görünür hale gelmiş (giderek gelişen bilim) ve henüz görünmez durumdaki (giderek bilimin aydınlattığı dinin kurucu ilkelerinin) tanımladığı büyük sistemin, etrafa emirler yağdıran bir varlık olmadığını; o sistemin sadece, insanların tutum ve davranışlarına karşı, bir bölümünü keşfettiğimiz, bir bölümünü de keşfetme çabası içinde olduğumuz kurallara –ki bunların hepsinin algı kapasitemiz içinde olmaması da mümkündür- göre “sistem cevapları” olduğunun bilincinde olanlarla, sistemle pazarlık ilişkisi içinde olanların oluşturduğu iki kesim.

    Keşke mesele burada bitse..

    Tanımlanan bu iki kesimden ikincisi yalnız Allah ile değil, her şeyle pazarlık halinde ve her birisi tarafından orantısız biçimde cezalandırılmaktadır.

    Sürekli atan sigortaya giderek daha kalın tel saran elektrikçi, demir tozunun bile patlayabileceğinin bilincinde olmayan işletme müdürü, ancak yüksek katma değer üreterek ayakta kalınabileceğini bilmeden ihracat hedefi koyan, bununla da övünen ihracatçı, T-shirt üretip cep telefonu tüketmek isteyen yurttaş ve daha binlercesi, çeşitli sistemlerle –sistem kurallarının dışına çıkma konusunda- sürekli tek yanlı bir pazarlık halindedir. Halbuki o sistemlerin hangi tutum ve davranışlara hangi “cevapları” üreteceği bellidir. Yani aslında kişiler kendi kendileriyle pazarlık etmekte ve her defasında kendilerini cezalandırmaktadırlar.

    Allah adı verilen büyük sistemin hangi durum karşısında ne cevap üreteceği de milyarlarca yıldır bellidir. Allah cisimleştirilip emirler veren, bazı hallerde beklendik emirleri vermeyen, bunun da nedeninin önerilen rüşvetler olduğu gibi bir anlayışa, bu konularda kendi kendini görevlendirmiş kişilerce itilen milyonlarca insan, o büyük sistemin işleyişinin temel ilkelerini anlamaya değil, ayrıntının ayrıntısı konularda çekişmeye tutuşmuş durumdadırlar, hem de bu konularda okumuş yazmış insanların gözetiminde.

    Anlamaya çalışmak en büyük ibadet olabilir..

    Tanrı, Allah, büyük sistem her ne ad konulursa konulsun, –hangi tutum ve davranışlarımıza karşı ne cevaplar ürettiğini- anlamaya çalışmak, bilime de dine de en büyük saygı ve ibadettir denilebilir. Bir masum görünüşlü Tanrı “emirleri” sözcük yanlışının, toplumların ayrışmasına ve onların en değerli nitelikleri olan meraklarını öldürmek ve paralel olarak da Tanrı’nın “emirlerini yorumlamakla kendini görevlendirmiş” insanların türemelerine ve de istismarına destek olmak anlamına geldiğini artık idrak zamanı gelmedi mi?

    10 Kasım 2017

    [1] Arika Okrent, “In the Land of Invented Languages”, Spiegel&Grau, New York, 2009

    [2] Bazı özel amaçla dillere örnekler: Emoji, Heterogram (linguistics), Icon (computing), Lexigram, List of symbols, List of writing systems, Logotype, Therblig, Traffic sign

    [3]bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/SMUH_Profesyonel_Hizmetleri/Ortak_Kavram_Tabani.doc Sayfa 34
  • Yeni bir dil lazım, hemen-2

    2005 yılında yazılan bu yazının birinci bölümüne ek olarak, aradan geçen süre içindeki birikimlerle oluşan eklentileri başlıktaki gibi bir numaralandırmayla sizlerle paylaşmak istedim (bkz. http://bit.ly/2gwWF9o).

    İçinde bulunduğumuz durumu karakterize edebilecek bir tanımın, “tek tek aklı başında, çeşitli görüşlere (dini, etnik, siyasal vd.) sahip kişilerin, aralarında uzlaşılar kuramadıkları için, aralarında kolay uzlaşı kuranların oyun kuruculuğunda sürüklenmeleri ve teker teker şikayet etmenin dışında bir şey yapamamaları” olabileceğini düşünüyorum.

    Buna göre, ülkenin en büyük zenginliği olan bu çeşitliliği kullanamadan akıl dışılık selindeki gidişe karşı bir “dil”e ihtiyacımız var. “Dil” sözcüğü̈ ile kastım, yukarıda adresini verdiğim birinci yazımda açıklanıyordu.

    Böylesi bir dil talimat, yasa, telkin vs. ile oluşturulamayacağına göre şöyle bir yaklaşım olabilir (mi?):

    • Biri erkek biri kadın ikişer kişilik ve kendilerinin birincil niteliklerini Sünni dindar, Alevi dindar, seküler, Türk, Kurt, dinsiz, ateist, agnostik, sağcı, solcu vd. olarak tanımlayan kişilerden oluşan yakl 20 kişilik (+moderatör) bir tartışma grubu,
    • Aranan “yeni dilin sembol ve kuralları” konusunda aşağıda önerilen kuralları tartışıp, sonra da üzerinde uzlaştıkları dil yoluyla ve ortak akılla herhangi çetrefil bir konuyu tartışırlar,
    • Bu tartışma birkaç deneme yapıldıktan sonra, ana akım medyada bir TV kanalında canlı olarak yayımlanır,
    • Böylece ortaya “uzlaşıya dayalı bir dil” çıkarken, bir yandan da uzlaşma konusunda bir örnek verilmiş olunur.
    • Bu yaklaşım beğeni toplarsa, rekabet nedeniyle yaygınlaşabileceği beklenebilir.

    Birbirlerinden farklı kültür, ideoloji, inanç, paradigma vb.ne sahip kişilerin, aralarında ortak bir dil oluşturmak ve bu yolla hem kendilerini daha iyi anlatmak hem de diğerlerini daha iyi anlayabilmek amaçlarıyla uymayı taahhüt edebilecekleri –ve her toplantıda biraz daha rafine edilebilecek- kurallar şunlar olabilir (mi?)

    1. Her yargı’nın en az bir ön koşulu olduğunun farkında olarak,
    2. Hiç kimsenin, kendi doğru – iyi –güzel’leri[1] yerine, bir başkasınınkileri benimsemek istemeyeceğinin bilincinde olarak,
    3. Ortak akılların bireysel akıllardan daha güçlü olduğunu bilerek,
    4. Düşüncelerin zayıf nedensellik (rasyonellik) halkalarının ortak akılla güçlendirilmeye çalışılmasının, uzlaşı süreçlerinin temelini oluşturduğunu bilerek,
    5. İnançların özlerinin nedensellik yoluyla tartışılamayacağını; özlerinin  güçlenmesine yardımcı olabilecek şekilde daima sorgulanmasının (tahkik-i iman)[2],[3] sağlam inançlara varmanın yolu olduğunu bilerek

    her türlü düşünceyi tartışmayı ve bu yolla uzlaşılar oluşturmayı benimsiyorum.

    Uzlaşı Çemberleri adı verilebilecek bu yaklaşım, kalite devriminin simgesi haline gelmiş bulunan Kalite Çemberleri gibi bir yaygınlığa ulaşabilir mi?

    Bu yaklaşıma çeşitli olumsuz görüşler ileri sürülebilir. Örneğin tartışmanın ortasında dövüş çıkacağı ve/ya tartışan kimliklerden birinin fanatiklerinin stüdyoyu basacağı ve/ya suç duyurusunda bulunup haklarında dava açılacağı ya da hepsinin ötesinde bizim insanların böyle bir şeyi beceremeyeceği gibi tahminler üretilebilir.

    Ama ya, böylesi bir uzlaşıyı viral bir yaygınlaşmayla çoğaltmayı başaramayışımız halinde nerelere varacağımız düşünülürse!

    Okurlarımızın fikirleri nelerdir? Yorum olarak yazabilirsiniz.

    26 Kasım 2016

    [1]Bkz. http://bit.ly/2gwQVN5

    [2]Bkz.  https://www.kavrammutfagi.com/kavram/tahkiki–istidlali–iman

    [3]Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1WK