• Yeni BDE (Bilgisayar Destekli Eğitim)

    BDE-Bilgisayar Destekli Eğitim, bundan 10 yıl önce (1986’da), o günün bilgisayar donanım ve yazılım teknolojilerine göre tasarımlanmış bir proje idi. Okulların hemen hepsi, bilgisayarı, öğretilmesi gereken yeni bir ders olarak yorumlayıp buna göre dersler koydular. Bunların içinde ilkokullara Basic programlama dili öğretimini koyanlar bile oldu.

    Okulların çok küçük bir bölümü ise, BDE’nin gerçek anlamını kavradı, fakat onların da büyük çoğunluğu ya mali engellere ya da kalıplaşmış anlayışların engellerine takıldılar.

    Bu sınırlara ilaveten teknoloji de önemli kısıtlar getiriyordu. Zamanın başbakanı Turgut Özal’a, bilgisayarın yabancı dil öğreniminde de kullanılabileceğini kanıtlamak üzere planlanan bir gösteride, bir-iki cümleyi bilgisayara söyletebilmek için yaklaşık 2 ay kadar uğraşılmıştı. O zaman “mikro” denilen bilgisayarların en kabacasının RAM belleği 520 KB, disk belleği de 20MB  civarındaydı. Ses kartı, video kartı, CD-ROM gibi eklerin gelecekte “mümkün olabileceği” konuşulurdu.

    Bütün bu kısıtlar altında BDE, bir “bilgisayar satınalma” sürecine dönüştü. Bilgisayar firmaları, Türkçeleşmiş eğitim yazılımları üretmek, yazın dilleri aracılığıyla özgün programlar üretmek gibi güç uğraşlar yerine, bilgisayarı yarı-Tanrı gibi gören kişilere bol miktarda bilgisayar satmayı yeğlediler. Bu tür uğraşlara girenler ise diğerlerinin yarattığı acımasız rekabet dolayısıyla, doğruluklarının cezasını gördüler.

    Eğitim alanındaki bu olaylara paralel olarak, eğitim alanının dışında da ilginç durumlar meydana geliyordu. Örneğin, Anadolu ilçelerimizden birinin kaymakamı, ilçenin ortaokuluna gönderilen bir bilgisayara ihtiyati tedbir koyduruyor, bu şüpheli mahlukun ancak aklandıktan sonra kullanılabileceği fetvasını veriyordu.

    Bugün geldiğimiz noktada, bütün bu olumsuzluklara karşın bazı olumlu sonuçlar da ortadadır. Artık bilgisayarlar tutuklanmıyor. Hemen her okulda az ya da çok bilgisayar vardır, ya da en azından bilgisayar sahibi olma arzusu vardır. Bazı okullar bilgisayarı oldukça etkin olarak,  eğitim sürecinin bir parçası haline getirme yolundadırlar.

    Donanım ve yazılımda ise, sıçrama denmese de ona yakın gelişmeler olmuş, bellek bir sorun olmaktan neredeyse çıkmış, erişim hızı da eskiye oranla neredeyse 100 kat artmıştır. CD teknolojisi gelişmiş, etkileşimli videodisk pratik olarak katlanılabilir maliyet sınırları içine girmiştir.

    Bu gelişmeler karşısında BDE, daha kolay gerçekleştirilebilir durumdadır. Şimdilerde bir “yeni BDE” ‘yi hayata geçirebiliriz.

    Projenin ilk şeklinde, gerekli finansmanın bütününün devlet tarafından karşılanacağı  öngörülüyordu. Bugün devlet bunu yapabilecek durumda değildir. Buna göre, finansman için de “yeni” bir model bulmak zorundayız.

    Bu yeni modelin içinde finansal kiralama’nın yer alması kaçınılmazdır. Çünkü ne devlet ne de bir özel okul, gereken sayıda bilgisayarın satınalma finansmanını, leasing kullanmadan karşılayamaz. Hele, öğrencinin evde de bir bilgisayara sahip olması gibi bir seçenek, ancak çok az sayıda kişinin başarabileceği bir iştir. Dolayısıyla  kiralama kaçınılmazdır.

    Bilgisayar edinme modelinin ikinci parametresi, bilgisayar yatırımının ne kadarının okul (devlet ya da özel okul sahibi), ne kadarının da öğrenci tarafından karşılanacağıdır.

    Bugün bilgisayar piyasasında bir durgunluk yaşanıyor. Devlet, bütçe kısıtları nedeniyle alım yapmıyor ve bu gidişle yapmayacak da.. Özel kesim ise sınırlı bir talep yaratıyor.

    Eskiden beri potansiyeli en büyük pazar kesimi eğitimdir. Oradaki engel ise firmaların dışında değil bizzat kendileriyle ilgili. Bilgisayarın eğitimde kullanımının ortaya atıldığı 1986’dan bu yana, eğitim konusunda (özellikle Türkçeleştirilmiş veya Türkçe üretilmiş olanlar) kayda değer bir gelişme yaratamamış durumdadırlar.

    1960’ların başlıca pazarlama stratejisi olan “bir düğmeye bastın mı istediğine cevap verir” yaklaşımı [bkz.1], bugün henüz değişmemiştir. Küçükler bir yana, hiç bir büyük bilgisayar firmasının ya eğitim bölümü yoktur ya da varsa pazarlama organizasyonunun bir parçası olarak vardır. Temsil ettiği ana firmanın inanılmaz zenginlikteki eğitim yazılımlarının Türkiye’ye getirilmesi, bir zamanlar Sovyet Rusya’ya satışı yasak olan yazılımları hatırlatacak gibidir [bkz.2].

    “Yeni BDE”, bunların aşılması anlamına gelmektedir. Bilgisayar yazılım ve donanım firmaları, yanlarına eğitim konusunda uzmanlaşmış yerli ve yabancı kişileri, finansal kiralama kuruluşlarını ve belki bankaları da alarak konsorsiyomlar oluşturmalı ve ilk iş olarak, ana firmalarının eğitim bölümlerini Türkiye’ye irtibatlamalıdırlar.

    İnsanların karşısına makul seçenekler oluşturulabildiği takdirde, eski BDE’nin saplandığı “bilgisayar laboratuvarı” çıkmazından kurtulunması ve büyük bir pazarın açılması mümkündür.

    BDE projesinin ortaya atıldığı 1986’dan bu yana  meydana gelen büyük değişiklik, İNTERNET oldu.

    İletişim tekelini, bilgilenme özgürlüğünü güçleştirmek olarak anlayan kuruluş ve onlara bu cesareti veren “tepkisizlik ortamı” böyle sürmez de bir değişiklik olursa, İNTERNET’den en büyük yararı okullarımız sağlayabilecektir. Ancak bunun için bazı değişiklerin gerçekleşmesine ihtiyaç vardır. İNTERNET erişiminin hızlandırılması ve düşük gelir kesiminin yoğun olduğu yörelerin – ki çoğunluktur- , katlanabileceği kullanım ücretlerinin gerçekleştirilmesi, bu değişikliklere dahil değildir.

    İnsanlarımızın ortalama gelirleri, gelirini dolar ölçüleriyle kazanan ülke insanlarına oranla 80,000 kat daha düşüktür. Bu nedenle İNTERNET ücretlerinin büyük oranda  sübvansiyone edilme zorunluğu vardır.

    Bütün bunların dışında gereken birinci  değişiklik, İNTERNET kanalıyla, istenilen aramaların yapılabilmesi için İngilizce dilinin iyi düzeyde bilinmesi zorunluğudur. Bu, bugün için önemli bir handikaptır ve geri kalmış yöreleri geri kalmış olarak bıraktıracak ve BDE’den  yararlandırmayacak olan bir handikaptır.

    İkinci değişiklik gereği, eğitimizin temel öğretme yöntemi olan ezberden vazgeçilmesidir. Meraklı insanlar, ezberle yetiştirilemez. Ezber merak ve yaratıcılığı öldürür.

    BDE’nin amaçlarına ulaşabilmesini engelleyebilecek bir unsur da, bilgisayarın eğitimde ne amaçlarla kullanılabileceği konusundaki bulanıklıktır. Bu bulanıklık, bu aletleri “bilgisayar laboratuvarı” denilen odalara hapsetmiş, böylece “bizde de var” gösterişi altında öğrencilere, öğretmenlere ve velilere  şu mesaj ulaştırılmıştır: “Bilgisayar oyuncak değildir. Ciddi laboratuvarlarda ancak  haftada bir defa, o da fazla kurcalamadan dersi yapılır”..

    Öğrencilere, bilgisayar konusunda  yol gösterebilecek bilgi düzeyindeki öğretmen sayısını dikkate alırsak, BDE’nin bu boyutunun diğer boyutlarından daha önemli olduğu anlaşılacaktır.

    Bu bulanıklığın nedenlerinden birisi kuşkusuz, halen dünya eğitim piyasalarında dolaşan yazılımların çok büyük bir bölümünün, dil farklılığı, bilgiye erişme konusundaki isteksizliğimiz, fiyat pahalılığı ve özellikle de “kültür farkı nedeniyle bunları reddedişimiz” gibi nedenlerle Türkiye piyasasına girmemiş oluşudur.

    Sık sık ve de ağırlıkla dile getirilen, “yabancı yazılımlar bizim kültürümüze uymaz, bu nedenle biz yazılımlarımızı kendimiz üretmeliyiz”  gerekçesi, fazla üzerinde durulmaması gereken bir noktadır. Çünkü, yabancı kültürleri tanımak ve düşünce biçimimizi değiştirmek için bundan daha iyi fırsat olamaz.

    Hele hele, fen yazılımları bakımından dile getirilen, “birim farklılıkları”, tam tersine bir avantajdır. Kullanageldiğimiz birimlerden başkaca birim bulunmadığı gibisinden bir yanlışa yönlendirilen çocuklarımızı bu kalıptan kurtarmanın yolu, farklı birim sistemlerine sahip toplumların yazılımlarını kullanmaktır.

    Bilgisayarın eğitimde nasıl kullanılacağı konusundaki bir diğer bulanıklık nedeni, tüm okullarda tek müfredatın uygulanması, bu nedenle de mevcut dış kaynaklı bilgisayar yazılımlarının işe yaramaz hale gelişidir. Ama çok daha önemli bir neden, bu müfredatın, çevrel koşullara uygun işlenebileceği konusundaki genel ilkenin göz ardı edilmesidir. Ezber yalnız verilen bilgilerde değil, onların verilme yöntemlerinde de kalıplaşmaya, yaratıcılığın kaybolmasına yol açmıştır.

    Bilgisayarın eğitimde kullanım yolları olarak düşünülebilecek olanlar şunlardır:

    • İNTERNET  aracılığıyla belli bir konuda araştırma yapmak, surf yapmak, özel ilgi grupları  ile akademik ya da hobi amaçlarıyla ilişki kurmalarında,
    • Kelime-işlemci (word processor) olarak, öğrencilerin ödevlerini yapmalarında,
    • Eğitsel yazılımları (educational software) kullanarak;
      1. Öğretmenin işini kolaylaştırmak için,
      2. Öğrencinin kendi kendine deneyler ve/ya ekzersiz yapması için,
      3. Yabancı dil öğrenmek ya da pekiştirmek için,
      4. Eğitlence (edutainment) yoluyla okul öncesi dönemde temel yetenekler kazandırılmasında,
    • Sınırlı ölçüde programlama öğrenmede (özel merak ve/ya yetenek sahibi olanlar için)
    • Otomatik sınav makinesi olarak,
    • Öğretmenlerin, öğrencileriyle ilgili kayıtları tutmasında,
    • Çok az sayıdaki öğretmenin, yazarlık dili (authoring language) kullanarak eğitsel yazılım hazırlamasında,
    • Diğer tasarımlanabilecek eğitsel ve idari amaçlar için..

    Bu bağlamda yanıtlanması gereken iki soru şunlardır:

    (1)          Zaten ağır ders yükü altında bulunan öğrenciler, bunları ne zaman yapacaklardır?

    (2)          Derslerin geleneksel yöntemlerle işlenmesi sırasında bilgisayar (daha doğrusu yazılımlar), nasıl kullanılacaktır?

     Bugüne kadarki uygulama, bilgisayar laboratuvarı yoluyla bir ek ders biçiminde olmuştur. Bu aynen, çamaşırları elle yıkamaktan bunalmış bir ev kadınının, eve getirilen çamaşır makinesi için söylediği, “bu kadar işin yanında bir de bununla mı uğraşacağım?”  yakınmasına benzemektedir.

    Bilgisayar, öğrenci ve öğretmenin işlerini kolaylaştırıcı bir araç olarak anlaşılıp kullanılmalıdır. Buna göre, mevcut ağır ders yüküne eklenmesi gereken değil, o yükün bir bölümünü ortadan kaldıran, bir “eğitim süreci yeniden yapılandırma” yöntemi olarak algılanmalıdır. Aynen, (BPR-business process re-engineering) yöntemi gibi, (yani EPR-education process re-engineering) !

    Bilgisayar, böylesine bir yaklaşımın içine oturtulunca, yukarıdaki iki soru birleşmekte ve tek soruya inmektedir: Bilgisayar, ders işleme sürecinde nasıl kullanılmalıdır?

    Bu soru ise, “dersin amacı ne olmalıdır?”   sorusunun yanıtına bağlıdır:  Bilgi-Beceri-Tutum-Davranış (BBTD) konisinde yer alması arzu edilen bir BBTD’ın, kişide var olan BBTD örgüsüne eklenmesi, bir dersi işlemenin amacı olmalıdır

     Bu amacın ışığı altında:

    ilke 1- Her öğrenci, kendi “öğrenme profili”ne göre öğrenir

    Her öğrencinin fiziki ve akli yetenekleri, belirli biçimlerde öğrenmeye uygundur. Bu bilinmeksizin öğrenme süreci başarıya ulaşamaz. Bu profilin öğretmen ve öğrencinin kendisince keşfedilmesi, zaman içinde dersler işlendikçe olabilir. Bir dersi işlemenin vazgeçilemeyecek ögesi budur.

    ilke 2- Ortalama tempoda toplu öğretme yerine, herkesin kendi hızında bireysel öğrenmesi

    Bu ilkenin pratik sınıf ortamında uygulanması, ön-bilgileri ve öğrenme profilleri birbirine yakın öğrencilerin gruplandırılması  anlamına gelecektir. Evvelce değinilmiş bulunan  “Bilgisayar sınıfı” kavramı da bu uygulamayı kolaylaştıracak bir ögedir.

    ilke 3- “Oyun” yoluyla öğrenme

    “Oyun”, tüm canlıların en etkin öğrenme yöntemidir. Kişiye kazandırılması arzulanan tüm BBTD, tüm canlıların kısa süre içinde yaşam becerilerini kazanmasında en önemli genetik araç olan “oyun” aracılığıyla verilmelidir. Fen bilimleri alanında yaptırılmak istenilen tüm deneyler, fiilen oynanacak olan ya da bilgisayar benzetimi (computer simulation)  oyunları haline getirilmelidir.

    ilke 4- “Gözlem”, öğrenmenin bir başka etkin yoludur

    Kişilere kazandırılması arzulanan tüm BBTD, çevredeki doğal ve toplumsal ortamlarda mevcuttur. Bunları gözlemeye yönlendirilen bir kişi, buralardan kaynaklanacak BBTD’ı, kendinde var olan BBTD örgüsüne eklemekte güçlük çekmeyecektir.

     Kazanılması arzulanan bir BBTD’a ilişkin dersin işlenmesi, yukarıda  sıralanan ilkelerin ışığı altında, şu formlardan birisi altında “tasarım”lanmalıdır:

    (A)          Konu hakkında merak uyandırmak

    Öğrenme sürecinin bu en önemli evresine öğretmenlik mesleğinin sırı olarak bakılabilir. Meraksız öğrenme ancak ezberle mümkündür. Dolayısıyla, EE’in ‘olmazsa olmaz’ koşulu merak uyandırmaktır.  Merak uyandırma, öğrenci grubunun  ilgi alanlarına göre değişir. Öğretmen buna göre özgün tasarımlarla konu hakkında merak uyandırmalıdır. Bunun için:

    (a)   Günlük yaşam içinde dikkat çekmeyen bir gerçeği sergilemek

    (örn. hava basıncının büyük bir yüzey  -mesela insan bedeni- üzerine büyük bir kuvvet uyguladığını göstermek için, yarısı bir gazete kağıdı altına sokulmuş  bir uzun tahta cetvel üzerine vurulduğunda cetvelin kırılması hayret uyandıracak bir gerçektir. Böyle basit bir deney, hava basıncı konusunu sıkıcı olmaktan çıkarabilir.

     (b)  Basılı – görsel – işitsel araçlardan yararlanmak

     Merak uyandırmak için, video film veya CD, çizgi roman, çevrede yapılacak bir gözlem yoluyla dikkat edilmemiş bir gerçeği göstermek gibi yollar kullanılabilir. Merak uyandırma, yaratıcılığın sonuna kadar zorlanmasını gerektiren bir adımdır. Bundan sonraki adımda, öğrencilerden şunlar istenilebilir:

    (B)          Gerçekleri ortaya koymak için oyun tasarımı

    Bu konu hakkındaki “gerçekler”i (facts) ortaya getirebileceğiniz bir oyun “tasarım” ı yapınız. Bu tasarıma göre rol paylaşımı yapıp, ilgili gerçekleri (relevant facts) toparlayacak şekilde oyunu oynayınız.xx

    (C)          Gerçeklerin gözlenebileceği bir gözlem süreci tasarımı

    Bu gerçekleri gözlemleyebileceğiniz bir gözlem süreci tasarımlayınız. Tasarladığınız gözlem süreci için rol paylaşıp gözlem yapınız.

    (D)          Bu olayı bir bilgisayar benzetimi haline getiriniz ya da hazırlanmış böyle bir yazılım varsa onu kullanarak olayı bilgisayar ortamında oynayınız.

     (E)          Şunları düşleyiniz:

    –      Bu olmasaydı ne olurdu?

    –      Bu olduğu için neler olmuştur?

    –      Bunun yerine şu olsaydı ne(ler) olurdu? (What if analysis)

    (F)           Kazandırılmak istenilen BBTD’ı kazanabileceğiniz ve gerçekleşmesi mümkün olan bir senaryo tasarlayınız ve rol bölüşümü yaparak senaryoyu oynayınız.

    Amacı ve ilkeleri bu olması gereken derslerin bir bölümü de sınavlardır. Sınavlar açısından kritik soru ise, “soru nasıl sorulmalıdır?” biçimindedir. Bu, şu iki alt-soru biçiminde anlaşılmalıdır.

    (a)     Nasıl soru sorulmamalı ?

    Soru, kişinin sınava hazırlanma sürecine yansıyıp, sınanacak bilginin, ilişkili diğer bilgilerle ilişkilerini kuramayarak, kalıp halinde bellemeye ve bunları sınavda geri vererek başarılı sayılmasına yol açacak biçimde olamaz.

    (b)    Nasıl soru sorulmalı ?

    Buna yanıt verebilmek için, “sınav ne için yapılmalıdır?” ın yanıtını vermek gerekir. Sınav, şunları anlamak için yapılmalıdır:

    1)   Bir bilgi, beceri, tutum ya da davranışın (BBTD), kişinin var olan BBTD’ları ile ilişkisinin ne ölçüde kurulduğunu,

    2)   “Ezber Tabanı”nda* bulunması gereken bir BBTD’ın ne ölçüde kazanıldığını,

    3)   Öğrencinin, belirli bir konudaki bilgilere erişme becerisini ne ölçüde kazandığını,

    anlamak ve buna göre öğretmen ve öğrencinin, gerekli önlemleri alıp eğitim ve öğretim hedeflerine yaklaşmasını temin için sınav yapılmalıdır. Bunlara göre, soru sorma ilkesi şöyle özetlenebilir:

    Soru, dersin işlenmesi sırasında verilmiş ya da ders kitaplarında bulunan bir bilginin hatırlanmasını istemek biçiminde olmamalıdır. Soru’nun, üzerine yapılandırılacağı “ön-bilgiler”, ya soru metni içinde verilmeli, ya da belirli bir kaynak (ders kitabı, notlar vbg) belirtilerek oradan edinilmesi önerilmelidir.

     Sorular, onların yanıtlanması için bilinmesi gereken  “ön-bilgiler”in ışığı altında, şu formlardan birisi ya da benzeri içinde “tasarım”lanmalıdır:

    –      Siz olsanız ne yapardınız?

    –      Bu olay karşısında başka neler olabilirdi?

    –      Bu olayın ardışık sonuçları ne oldu, niçin?

    –      Bu olay olmasaydı ne(ler) olurdu?

    –      Bu, niçin oluyor?

    –      Bu, nasıl oluyor?

    –      Bu olay, açıklayamayıp öylece kabul ettiğimiz (ez-ber) hangi varsayımlara dayalıdır?

    –      Bu varsayımlar değişirse, bu olay nasıl olur?

     Bilgisayar kullanılarak bir dersin nasıl işleneceği, görüldüğü gibi, mevcut “öğretme” geleneğimizden epey farklı bir yaklaşımı gerektirmektedir. Geleneksel ders işleme yöntemimiz ise, kitaptaki (veya öğretmenin notlarındaki) kalıp bilgilerin öğrencilere belletilmesi, sınavlarda da bunların (ya da benzerlerinin) geriye istenilmesidir.

    Bu yeni yaklaşımın her bir evresine egemen olan anlayış ise, “öğretme” yerine “öğrenme”nin geçmiş oluşu; öğretmen, bilgisayar, tüm ders araç ve gereçlerinin, “öğrenme” sürecine yardımcı olacak biçimde konumlandırılmalarıdır.

    Bu yeni yaklaşımda, dersin işlenmesi ve  sınav sorularının hazırlanması evrelerinde daima öğrenciden “tasarım”lar yapması istenmekte, ondan birşeylerin adlarının ezberlemesi istenmemektedir. Bugünkü metodumuz ise neredeyse bütünüyle “ad öğretme”ye dayalıdır.

    Öğrencilerin ezber tabanlarında bulunması gereken bilgilerin bellenmesi ise burada üzerinde durulan noktadan çok farklıdır.

    İşte, bilgisayarın derslerde en çok kullanılacağı nokta budur. Öğrenci, sık sık karşılacağı, “….konusunda bir tasarım yapın”   ya da “….konusunda bir fikir üretin”  istekleri için bilgisayarını kullanacak, öğretmen, merak uyandırmak için vermek istediği örnekleri, bilgisayarındaki veri-tabanına zaman zaman yüklediği örnekler içinden seçebilecektir. Ayrıca, her dersin öğretmenleri, aralarındaki örnek  ya da soru alışverişini yine bilgisayar aracılığıyla yapabileceklerdir.

    Bütün bunların yapılabilmesi, öğretmen ve öğrencilerin ellerinin altında zengin birer yazılım stokunun bulunmasına ve internet erişiminin kolaylığına bağlıdır.

    Okul içinde bir intranet kurulması, çocukların birer NC (network computer) ile okul ve evlerinden bu ağa erişmeleri gibi uygulamalar da bilgisayarın eğitimde kullanılabilme alanı içine girmektedir.

    Ama önce, bilgisayarı bir “laboratuvar aracı”, onun kullanımını ise matematik öğretmenlerine özgü bir görev olmaktan çıkarabilmemiz gerekiyor.

    Pazar, 11 Ağustos 1996

    [1]2014 yılında eklenen not: Bu olay gerçektir. Bu satırların yazarı bir zamanlar bilgisayar pazarladığı bir firmaya sattığı bilgisayar  nedeniyle, arayan firma sahibinin “size teessüf ederim; bu bilgisayarın tüm düğmelerine bastık geleceğe ait hiçbir şey söylemedi “ sözlerine muhatap olmuştu. Bugün ülkemizin büyükçe firmalarından birisidir.

    [2]Apple firmasının eğitim departlmanı, ülkemizin üniversitelerinden geniş bir eğitim birimine sahip;ti.

  • Çalışkan insanlardan korkarım..

    Çoğu kavram gibi “çalışkanlık” da iyi tanımlanmış değildir. Sebebi de, eskilerin izahtan vareste dedikleri gibi bir kavram sayılmasıdır (herhalde).

    Türk Dil Kurumu’na göre, “çok çalışan, çalışmayı seven, faal” şeklinde tanımlanan çalışkanlık, bu haliyle çok acayip örnekleri de içerebilir.

    Mesela, sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar kalp para basan bir şebeke bu tanıma göre çalışkan sayılmalıdır. Ya da öldürülecekler listeleri hazırlayıp, bunları gerçekleştirebilmek için  sürekli hareket halinde olan bir örgütün üyeleri de, “faal” statüleri dolayısıyla çalışkan sayılmalıdırlar.

    Keza kollu kumar makinesi başında evinin geçim parasını büyük bir istek içinde harcayan kumarbazlaştırılmış bir baba da çok çalışkan sayılmalıdır.

    Ama çalışkanlığın bu üç örnekte olduğu gibi illaki yasa ve/ya ahlak dışı işlerle ilgili olması gerekmez. Sabahtan akşama kadar, gelen gideni karşılayıp uğurlayan bir vali de “faal” dir ve de çalışkandır.

    Sekiz çocuğunun muzırlık yapmasına engel olabilmek için koşturan bir anne de yine TDK’na göre çalışkan dır.

    Sekreterini eğitmediğinden dolayı onun yanlışlarını düzeltmek için sürekli çalışan bir yönetici, doğru bir sistem kuramadığı için boyuna, doğan sorunlarla uğraşan bir bakan ya da öğrenmesini öğrenmediği için derslerini ezberleyen ve bunun için de uyku uyumayan öğrenci, mesai saatleri içinde işini bitirebilecek yöntemleri  geliştiremediği için eve dosya götüren memur ya da sürat ve telaş arasındaki farkı bilmediği için sürekli koşturan bir kişi, TDK tanımına göre hep “çalışkan” dırlar.

    Evet, bunların hepsinden korkuyorum. Korkuyorum ve bunlar keşki çalışkan olmasalardı  diye düşünüyorum. Çünkü o takdirde işlerini nasıl yapabileceklerini düşünürler ve mutlaka da bir yol bulurlardı.

    “Çalışkanlık” a benzer ve onunla çok ilgili bir deyim de “elinden geleni yapmak” tır. “Gece gündüz çalıştım ve elimden geleni yaptım” deyimi bir sihirli tabirdir. Böyle söylenince akan sular durur.

    Karşısındaki de “kardeşim, senin çok çalışmandan ve de ellerinin küçüklüğünden bana ne, ben senden elinden geleni değil işin yapılmasını istiyorum” demez. Daha doğrusu çoğu kişi demez.

    Demez, çünkü ne yapılması gerektiği konusunda hedefler konulmamıştır da onun için diyemez. Burada doğru deyim “çalışmak” ya da “elinden geleni yapmak” değil, “işin gereğini yapmak” tır.

    Gece bekçilerinden beklenen ellerinden geleni yapmaları değil, korudukları yerlere hırsız ve uğursuzları sokmamalarıdır.

    Yüksek atlama sporcularına hiç bir zaman ellerinden geleni yaptıkları zaman değil, çıtayı aşabildikleri takdirde madalya takılmaktadır.

    O halde çalışkanlık, faal olmak, çalışma eylemini sevmek (ki onlara işkolik deniyor) değil, işin gereğini yapmak tır.

    Bekçi, hırsız, uğursuz vs yi sokmadığı zaman işinin gereğini  yapmıştır ve de çalışkandır.

    Memur, işini zamanında bitirebiliyorsa işinin gereğini yapmıştır ve o da çalışkandır.

    Sorun üreten durumları teşhis edip, onlar için sistem kurabilen yönetici de işinin gereğini yapmıştır ve çalışkan sayılmalıdır.

    Konuya böyle bakılınca çalışkanlık özel bir önem kazanmaktadır.

    Çok çalışan (veya öyle söyleyen) kişilere dikkatli bakınız. Şu sebeplerden birisi veya birkaçı yoksa o kişi gerçekten çalışkandır ve madalyayı hak etmiştir:

    • Yetki devri yapmamakta her işi kendi yapmaktadır,
    • Acele ve önemli işleri birbirinden ayıramamakta, önüne gelen işleri yapmaya mahkum olmaktadır,
    • Zaman kullanımının etkinliğini artırıcı, iyi iletişim, planlama vb teknikleri kullanmadığı için sürekli meşgul durumdadır,
    • Astlarını eğitmediği için onların yanlışlarını temizlemekte, belki de onların işlerini yapmaktadır,
    • Sorunların kaynaklarını teşhis edememekte, onun yerine sorunların sonuçlarıyla boğuşmaktadır,
    • Düşünmekten korkmakta (ki çok yaygındır), düşünce zamanını faaliyetlerle doldurmakta ve kendisini de düşünmeye zamanı olmadığına inandırmaktadır,
    • Herhangi bir işi tam yapmak, gereğini yapmak konusunda bir deneyimi yoktur. İşin yapım süresi ilegereklerin yapılmışlığı arasında bir ilişki olduğunu sanmaktadır,
    • Başkalarının hoşuna giden işleri yapmaktan işini yapmaya vakit kalmamaktadır,
    • veya daha büyük bir facia olarak kendi hoşuna giden işleri yapmakta ve hoşuna giden iş üretmektedir.

    Bunların ister tek tek isterse çoklu olarak tek olası sonucu vardır: İşinin gereğini yapmamak!

    Lütfen kimse kimseden çok çalışmasını ya da elinden geleni yapmasını istemesin veya kimse çok çalıştığını ve elinden geleni yaptığını söyleyip övünmesin. Sadece işinin gereğini yapmasını istesin. Kişiler de sadece işlerinin gereğini yaptıkları zaman övünsünler.

    Ama o gerek, bazen yeteneklerimizi aşabilir, bazen korkularımıza gelir dayanır, bazen de çıkarlarımızı zedeleyebilir.

    Bunların hepsinin çareleri vardır. Gerçekten çare olmadığı durumlar varsa bu takdirde işin gereği o işi bırakmak, kim gereğini yapabilecekse yerini ona terketmektir.

    İşte, çalışkan insanlardan korkumun sebepleri bunlardır. Bir çalışkanlık görüldüğünde orada gereği yapılmayan bir işin kokusu alınmalıdır.

    Profesyonellik, çoğu zaman yanlış kullanılmakta, Türkçeyi bozuk konuşmak, Türkçe kelimeleri unutmuş taklidi yapmak olarak yutturulmaya çalışılmaktadır.

    Gerçek profesyonellik işinin gereğini yapmak tır.

    Ocak 20, 1992