• Birşey yapmak isteyenler önce iletişimden başlamalı

    Birkaç gün önce “Telgrafı Atatürk gibi kullanmak” başlıklı bir yazı kaleme aldım[1]. Uzunca süredir kişisel gözlemlere dayalı basit ama (bence) önemli bir mesajı vardı:

    Kurtuluş Savaşı gibi yokluklar içinde de olağanüstü sonuçların alınabileceğini kanıtlayan, bütünüyle sorun çözmekten ibaret[2] bir süreçte (Kurtuluş Savaşı) kullanılan çeşitli sorun çözme araçları içinde en önemlilerinden biri, Mustafa Kemal’in sıradışı yetenekleri yoluyla sağlanan mükemmel iletişim ortamıydı. Yurt çapında neredeyse her noktadaki çoban ateşleri içinde ve arasındaki iletişim, neredeyse biricik araç durumundaki telgraf, daha da doğru bir ifadeyle ‘telgrafın tüm imkanlarının ustaca kullanımı’ sayesinde sağlanmıştı. ‘Muhaberesiz muharebe olmaz’ ilkesiyle de dile getirildiği gibi, bu mükemmel iletişim ortamı olmasaydı, Kurtuluş Savaşı -her şeye rağmen- başarılamayabilirdi.”

    Bu mesaj bir diğer gözlemle birleştiriliyor, bugünün çok daha ileri teknolojilerine rağmen, Türkiye sorunlarına çözüm arayışlarının yine önemli bileşeni olan iletişimin sağlanamayışına vurgu yapılıyordu. Yazının telgraf teknolojisiyle ilgili olduğu, onun ise Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal’in sıradışı yetenekleri yanında pek de önemli olmadığı yolunda birkaç görüş, konunun biraz daha didiklenmesinin yararlı olabileceğini gösteriyor.

    Bir benzetme yapmak gerekirse: Nemli bir ortama bırakılan sağlam bir kâğıt (en iyi kalitede) nasıl ki zaman içinde -dış görünümü pek değişmeden- niteliği bozulur, üzerine yazı yazılamaz olursa, süreçler de benzer biçimde bozulmaya uğrayabiliyor. Mesela medeniyetin yapı taşı “iletişim”, söylenişi, sözlük anlamı değişmeden içten içe çürüyor. Onu çürüten nem ise, o süreci kullanma durumundaki kişilerin bir kültür haline gelmiş yaygınlıktaki çeşitli alışkanlıkları.

    Örneğin bir iletişim sürecine konu olan toplantı başlangıç saatine uymadaki basit ilkeyi (keskin zamanlama) göz ardı edip, o ana kadarki mesajları kaçırma alışkanlığı -ve bunun özürle geçiştirilmesi- gibi.

    Veya sıklıkla karşılaşılan, iletişim için gereken donanımın eksik veya yetersiz oluşunun sıradanlığı gibi.

    Ya da sınırlı bir iletişim süresinin azami verimle kullanımı için uyulması gereken Değer İletişimi ilkesinin göz ardı edilmesi gibi.

    Bunların sayısı artırılabilir. Bütün bunların tolere edilebilmesinin nedeni ise yaygınlığıdır. Yani kimsenin kimseye sitem edebilecek durumu pek yoktur.

    Bunlar bir iletişim ortamının hiçbir işe yaramayan bir vakit kaybına -hiç farkına varmadan- dönüşmesine yol açabilir.

    Şimdi böylesi bozulmuş bir iletişim ortamı yoluyla yaşamsal sorunlar ele alınabilir mi? Ya da yaşamsal olmayan gündelik sorunlar için işe yarar çözümler üretilebilir mi?

    Bir ibadet düşününüz. İnanç sistemleri ibadetlerin nasıl yapılacağını olağanüstü titizlikle belirlerken, birilerinin çıkıp belirlenen normların dışına çıkıp kendi arzusuna göre bir ibadet formatı icat edebilir mi?

    Wimbledon tenis turnuvaları ya da Chatham House kuralları hep benzer nedenlerle sıkı bir disiplin içindedir. İletişim ortamlarının -eğer bir beklenti var ise- bunlardan bir farkı olmamalıdır. O da bir çeşit ibadet kadar ciddiye alınası değerdedir.

    İster toplumlar, ister aileler, isterse bir derneğin oluşturabileceği çalışma grupları olsun, her kültür biriminin kendi sürdürülebilirliği başta olmak üzere başarısının, kendi içindeki ortak kavram tabanı ve o tabana dayalı dilini ne denli ustalıkla kullandığına bağlı olduğunu Yuval Harari şöyle ifade ediyor: “Tarihte her kültürün işletim sistemi her zaman dil olmuştur”.

    Belirli amaçlarla bir araya gelebilecek kişiler arasındaki sözlü ve yazılı iletişim, söz konusu dilin sadece o gruba ait inceliklerinin grup üyelerince öğrenilip pekişmesine yol açacak; aksi halde gündelik kullanımın kapsamadığı alanlarda “konuşup yazışan ama birbirini anlayamayanların anlaşmazlıkları” olarak sürüp gidecektir.

    Bir yabancının bu tür anlaşmazlıklardan nasıl yararlandığını ‘80li yıllarda tanıştığım ve İngilizlerden pek hoşlanmayan bir İrlandalı şöyle dile getirmişti: «Normal olarak biz sizin anlayabileceğiniz düzeyde yazar ve konuşuruz. Çıkarlarımızın tehlikeye düşeceğini sezdiğimizde ise öyle bir dille konuşuruz ve yazarız ki siz anlamaz, fakat anlamadığınızı da anlamaz ya da belli etmezsiniz. İşte bizim size karşı en üstün yanımız dilimizdir.[3]» Bu durum yabancılarla iletişimde şüphesiz çok önemlidir; ama aynı kök dili[4] konuşanlar arasında ise bir ömür törpüsüdür.

    Önceliklerimiz bağlamında hemen hiç gündeme gelmeyen bu konu acaba listenin en başına taşınarak niçin sürekli patinaj halinde olduğumuza bir ışık tutulabilir mi?

    19 Temmuz 2023

    Tınaz Titiz


    [1] https://tinaztitiz.com/telgrafi-ataturk-gibi-kullanmak/

    [2]Tüm Yaşam Sorun Çözmektir” adlı Karl Popper’ın kitabı kast ediliyor.

    [3] Bkz. https://tinaztitiz.com/yabanci-dilkargasasi-2/

    [4] Kök dil şeklinde bir sözcük muhtemelen yoktur; burada özel bir anlam için üretilmiştir: “bir dilin sadece bir gruba ait inceliklerinin grup üyelerince öğrenilip pekişmesi yoluyla özelleştirilmemiş genel amaçlı gündelik dil

  • GECEKONDULAR, HALI SAHALAR, KURAN KURSLARI VE MENZİL BİR ŞEYLER DİYOR !

    Konut sorunu, toplumumuzun en eski meselelerinden birisidir. Nüfus artışı üzerine binen kırdan kente göç olgusu, konut sorununu bir “gecekondu ile mücadele” sorununa çevirmiştir. Her gün bir semtte gecekondu yıkmak isteyenlerle buna direnenlerin çatışma haberlerini okumaktayız.

    Konut sorunu ile ilgili kamu kurumlarının yetkilileri, çeşitli yöntemlerle sorunu çözmeye çalışırlar. Hemen her türlü çare -birisi hariç- uygulanır ve iyi niyetlerle çaba harcanır. Uygulanmak istenen çözümler değişik olmasına karşın bir ortak yanı vardır: vatandaşa hazır konut -hem de her türlü konforu yerinde- anahtarı vermek ! Ancak, mevcut kaynaklar çok az sayıdaki talihli vatandaşa yetebildiği için genel ihtiyaç karşılanamaz.

    Başka bir konu, insanlarımızın spor yapma ihtiyaçlarıdır. Her ne kadar “Dünya’da spor, ahrette sağlık!”  gibi bir atasözümüz yoksa da, sporun ne denli önemli bir gereksinim olduğu çoğumuzca malumdur.

    Bu konuyla da ilgili birçok kurum ve yetkili mevcut olup onlar da vatandaşın bu ihtiyacını karşılayabilmek için samimi çaba harcarlar. Bu alandaki çabalar da aynen konut konusunda olduğu gibi “çeşitli” olmasına karşın ortak yanı, devasa spor salonları, stadyumlar (bilhassa olimpiyat köyleri) inşa etmeye çalışmak gibi, insanların gerçek ihtiyaçlarına cevap veremeyen yaklaşımlar olmasıdır.

    Bir diğer konu, insanımızın hayatını kazanabileceği, diğer gereksinimlerini kazanabileceği bilgi ve becerilerin kazanılması sorunudur.

    Bu konu devletimizin en önemli konusu olup bununla ilgili kurumların (ve yetkililerin) sayısı ise diğer sorunlarla uğraşanlarla karşılaştırılamayacak kadar çoktur. Onlar da çeşitli yollarla samimi çaba harcamaktadırlar.

    Eğitim konusunda uygulanan yöntemler de “çeşitli” olmasına rağmen, onların da bir ortak yanı vardır: insanlarımızın gerçek ihtiyaçlarına cevap verememek!

    Bu, birbiriyle ilgisiz üç konuda idareler genellikle vatandaşın gerçek ihtiyaçlarına cevap veremezken acaba vatandaşlar kendi kendilerine neler yapmaktadırlar?

    Vatandaş, kendi sınırlı bilgisiyle, ama tüm kaynaklarını seferber ederek gecekondu  inşa etmekte;  son derece uygunsuz yerlerde, son derece uygunsuz saatlerde (mesela gece yarısı) ve son derece uygunsuz hava koşullarında (yağmur, kar altında ya da smog içinde) spor yapmak üzere halı sahalar oluşturmakta; bilgi-beceri kazanmaktan ümidini kesmiş durumda hiç olmazsa ölülerinin ardından bir-iki dua edebilsin diye çocuklarını mahalle aralarındaki kuran kursları’na göndermektedir.

    Bu üç örnek, insanlarımızın kendi kendilerine yaşadıklarını, kendilerine yardımcı olsun diye oluşturdukları, vergileriyle finanse ettikleri devletin, bu yolda gereken ortamları hazırlayıcı katkılarının ne denli yetersiz olduğunu göstermektedir.

    Bu işte bir yanlışlık vardır. Konut sorununu çözmek isteyenler, modelleri içine mutlaka gecekondu sisteminin girdilerini katmalıdırlar. Spor konusunun yetkilileri halı sahalarda gece yarıları duman ve yağmur-kar altında top koşturanları daha dikkatle incelemelidirler. Eğitim konusunun sorumluluğunu taşıyanlar, insanlarımızın mahalle aralarında, ceplerinden para vererek oluşturdukları kursları ıska geçmemelidirler.

    Kısacası, kamu yönetiminin herhangi bir noktasında rol almış ve de rol almaya istekli olanlar, sistem kurma konusundaki bu olağanüstü beceriksizliklerini görmek, bunu kabul etmek ve sonra da bunu gidermek zorundadırlar.

    İnsanlarımızın kendi göbeklerini kendilerinin kesmeleri ne yazık ki yalnızca bu üç alana özgü değildir. Adaletlerini kendileri dağıtmakta (kan davası), alacaklarını kendileri tahsil etmekte (çek-senet mafyası), ombudsman sistemlerini kendileri işletmekte (gazetelerin “gelirsem ağzını yırtarım” köşeleri) ve daha da ilginci kendi yasalarını kendileri yapmaktadırlar.

    Bu, devletin fiili olarak devre dışı edilmesidir. Devlet güçlüdür gibi sözlere artık kimse inanmamaktadır. 

    Kendini aydın olarak niteleyen, bu toplumun en pahalı yatırımları olan insanlarımıza düşen, bu gidişi seyretmek olamaz. Devleti yeniden yapılandırmak, artık kahvelere kadar girmiş bir laftır, ama şimdilik sadece laftır.

    Aklı ve erdemi kendine tek yol gösterici edinmemiş, siyaseti kendine, yakınlarına ve yandaşlarına  çıkar sağlama yolu olarak gören insanlarla yeniden yapılanma  söz konusu olamaz. 

    Artık, “gelecek seçimde nasıl tekrar seçilirim” düşüncelerinin zamanı geçmiş, bir daha seçilinse de bir işe yaramayabilecek noktalara doğru gidilmektedir.

    Aklın başa toplanması gereken bir zaman var ise o zaman işte bu zamandır.

    Yukardaki yazı (başlıktaki “Menzil” hariç) Eylül 1994’te PARANTEZ adlı dergiye yazılmıştı. 

    Bu defa, 29 yıl sonra, Menzil adlı “örgüt”ün, -Cumhurbaşkanımızın “ülkemizin manevi rehberi olarak nitelediği“ liderinin vefatı nedeniyle, defnedileceği Adıyaman, Kahta ilçesi Menzil köyünde 3 milyon (#yazıylaüçmilyon#) kişinin katıldığı bir “vak’a” meydana geldi. 

    Olay -adet olduğu üzere- kamuoyunda iki ayrı türde yorumlandı: Ülkemizin manevi rehberinin kaybı sonunda “tövbe yetkisinin” üç oğul arasında nasıl paylaşılacağı ve laikliği anayasasına yerleştirmiş bir toplumda tarikatların bu denli güçlenmesinin kabul edilemezliği.

    Geçmişten bir anekdot..

    Yıl 2013. 19 Mayıs’ın yaklaştığı günlerde bayramın nasıl kutlanacağı konuşuluyor. Beyaz Nokta Vakfı[1] içinde bu konu görüşülürken, gençliğe armağan edilen bu bayramın amacına uygun bir eğitim girişimi önerisi geldi: Yüksek öğrenimini tamamlamış ya da tamamlamak üzere son sınıfı okuyan gençlere bazı anahtar beceriler kazandırılması. Örneğin, 

    –        doğru sorular sorma, 

    –        kendi yaşam alanının sınırlarını keşfetme, 

    –        kendine amaç belirleme,

    –        bu alanının ortalama üstü özelliklerinden yararlanma ve/ya ortalama altı olanları geliştirmeye yönelik Kendini Değiştirme Planları yapıp, bunları birer etik güvence yoluyla -kendilerinin seçeceği- taahhütlere bağlama gibi.

    Fakat bir sorun şuydu: Ücretsiz olacağı (zaten gençlerin ücret ödeme imkanları yok) ilan edilecek bu iki tam günlük seminerlere doğacak ilgi sonunda, 30 kişilik kapasitesi olan vakıf merkezinin nasıl yeterli olacağı.

    Kısa süre içinde yaratıcı bir çare -övünmek gibi olmasın ama tarafımdan- bulundu: Şöyle bir duyuru metni: “Bu seminer 31 Aralık yılbaşı gecesi saat 02’de Ankara Dikmen tepelerinde açık havada yapılacak olsa yine katılırım diyenler arasından kura ile seçim yapılacak, aylık 30ar kişilik kontenjanlarla adalet sağlanacaktır”.

    Duyuru, Ankara’daki üniversitelere tek tek erişilip, ilan tahtalarına asılarak ilk seminer ilan edildi. Gençlerin alternatif eğitimler arasındaki boğulmuşluğunun bir sonucu olarak ilk seminer vakıf çalışanlarının lisede okuyan yeğeni, vakıf ofisinin bulunduğu apartman görevlisinin çocukları, ve biraz eksikle başladı.

    Sonraki eğitimlerde biraz caydırıcı olan şartlar gevşetilerek, ama yine benzer güçlüklerle karşılaşılarak KiGeP (Kişisel Gelişim Platformu)[2] adıyla devam edildi. Ama net olan ortak gözlem, zar zor seminere katılanlar içerikten son derece memnundular.

    Daha sonraları, İzmir Beyaz Nokta Derneği[3] aynı seminerleri ayda bir defa olmak üzere Konak Belediyesi desteğinde (duyuru ve katılım sorunu olmadan) Hızlı Dönüşüm Kampı[4] (HDK) adı altında iki yıl kadar sürdürdü.

    Demem o ki:

    Menzil haberlerindeki Tövbe Yetkisi, kişinin kendini değerlendirip, olumsuz yönlerini onaracağına yönelik, aslında (şeyhe bağlılık dışında) somut bir yanı olmayan kuru bir sözden ibaret; ama milyonlarca insan tarafından -bir ihtiyaç olduğu nedenle- kabul görüyor.

    KiGeP / HDK seminerlerinin aynı amaca yönelik somut içeriklerinin yaygınlaşamayışı ise gecekondu, halı saha ve Kuran kurslarıyla aynı kategoriye ait. 

    Üzerinde düşünmeye ve bir özdeğerlendirme yapmaya değmez mi? 

    Tınaz Titiz

    15 Temmuz 2023

    [1] O tarihte, vakfın adına henüz “gelişim” sözcüğü eklenmemiş, Beyaz Nokta adını duyanların çoğu, Beyaz Baston ve Altı Nokta (ikisi de görme özürlülerle ilgili olduğu için) vakfı, görme engellilikle ilgili bir diğer kuruluş sanıyordu.

    [2] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kigep 

    [3] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/derneklerimiz 

    [4] Bkz. https://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_hizli_donusum_kamplari 

  • Telgrafı Atatürk gibi kullanmak!

    Atatürk gibi düşün” uzunca süredir bir deyim olarak dilimize yerleşti; ama kimse, onun “nasıl” düşündüğünü değil, doğan sonuçların ne denli mükemmel olduğunu değişik üsluplarda anlatageldiler. Bütün bu farklı ağız ve kalemlerin anlatılarındaki ortak özellik çok (ama çok) büyük çoğunluğunun “nasıl düşündüğü” hakkında bir ipucu vermemesidir. 

    Bütün bunlardan ister istemez çıkarılabilecek bir sonuç, “düşünme” sözcüğüyle bir zihinsel sürecin değil, yaratıcılık da dahil, anlama, ifade etme, eylemi planlama ve gerçekleştirme adımlarının tümünün kast edilerek bir belirsizlik içinde paketlendiğidir. Böylece Atatürkçü Düşünce, herkesin meşrebince anlamlandırdığı ya da hiçbir anlam yüklemeden gelişigüzel kullandığı bir deyim haline dönüşmüştür.

    2022 yılının başlarında, ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) genel başkanlığına aday olan bir arkadaşıma ne gibi bir destek sağlayabileceğimi düşünürken, ADD’nin web sitesine[1] bakmak aklıma geldi. Öyle ya Atatürk’ün nasıl düşündüğünü öğrenmek için en iyi kaynak burası olmalı.

    Bunun üzerine kısa bir Düşünce Notu[2] hazırlayarak arkadaşımın başkanlık konusundaki küçük de olsa bir avantaj elde edebileceği argümanımı kendisine sundum: Atatürk, gelişmiş bir toplumun vazgeçilmez yapı taşları olan Nedensel ve Eleştirel (rasyonel ve kritik) düşünme ile yaratıcı düşünme’yi, yerine ve zamanına göre diğer seçkin nitelikleri ile birleştirerek sıradışı başarılara imza atmış bir kişidir.

    Gelişkin toplumlar bu düşünme biçimini örgün ve yaygın eğitim sistemleri yoluyla başat kültürleri haline getirmişler; biz ise Atatürk’ün en büyük arzularından birisi olan bu kültürü özümsemek yerine Atatürkçü Düşünme gibi ayrı bir isimlendirmeyle “Atatürk’ü sevenlerin yaşam biçimi” olarak ilan etmişiz. 

    Böylece ideolojik olarak Atatürk’e karşı olanlar aynı zamanda nedensel, eleştirel ve yaratıcı düşünmeyi Atatürk ile özdeşleştirip dışlamış durumdalar. Bugünün dünyasında niçin dışlandığımızı, medeniyetin bir ölçüsü haline gelmiş bulunan rasyonel, kritik ve yaratıcı düşünceyi reddetmiş durumumuzla açıklamak mümkündür.

    Atatürk’ün düşünme araçları 

    Yaşam tercihlerini başkalarına ihale etmemiş “birey”ler[3] düşünmek için birkaç şeye ihtiyaç duyar: Sağlam bir biyolojik organa (beyin), zihne yerleşmiş bazı temel bilgilere, problemler güçleştikçe gerekecek ek bilgileri edinebilme yöntemlerine ve en önemlisi, bu üç kaynağa sahip başkalarıyla kurulabilecek etkileşim ağlarına.

    Bunlardan sonuncusu için Atatürk’ün geliştirdiği araçlar bugün dahi tam anlaşılamamış, anlaşılmak bir yana bir kesim tarafından aşağılama amaçlı kullanılır olmuştur. Ünlü müzakere sofraları etkileşimin en net örneklerindendir.[4]

    Güç sorunlar karşısında daha yetkin akıllar üretebilmenin zorunlu bir aracı olan “mesafelerin engelleyiciliğini aşarak, farklı düşüncelerin etkileşimine ortam yaratmak” için Atatürk’ün kullandığı araçlardan birisi de telgraf olmuştur. Bugün Atatürk’ün çeşitli yönleriyle ilgili zengin bir külliyat varsa da, genelde bilim ve teknoloji, özelde ise “yurt çapında bir iletişim ağı oluşturmasının” aracı olarak beceriyle kullandığı telgrafla ilgili fazla bir bilgi -en azından bu satırların yazarında- yoktur.[5] 

    Kurtuluş Savaşı’nın en karışık ortamlarında en gizli iletişimlerin yapıldığı bu ortamda, Mustafa Kemal’in telgraftan nasıl yararlandığı; gerek kendisinin gerekse iletişimlerin diğer taraflarının ne gibi donanım ve becerilere[6] sahip olduğu günümüz açısından önemlidir. Kısıtlı da olsa bazı kaynaklardan, Mustafa Kemal’in tüm faaliyetlerini yurt çapındaki telgraf ve daha da önemlisi telgrafhane mensupları ağlarından yararlanarak yürüttüğünü okuyabiliyoruz.[7]

    Günümüze gelince!

    Bu uzunca girişin nedeni, 100 yıl öncesinin günümüze kıyasla ilkel denilebilecek teknik imkanlarını sonuna kadar kullanarak, her yerleşim yerinde birer Çoban Ateşi yakıp bağımsızlığımızı savunabilmiş insanımızın, bugün benzer ateşleri yakarak özgürlüklerimizi savunmak için niçin bir araya gelemediklerine bir ışık tutabilmektir.

    Kanımızca bunun nedenlerini anlamak için çok derinlere değil, 100 yıl öncesinin koşullarında, gazeteci Brown’un sözünü ettiği “aynı anda, birbirinden uzaktaki insanları bir aradaymış gibi müzakere ortamına getirebilen” teknolojiyi, bugünün daha eğitimli olduğu düşünülen insanlarımızın bir türlü beceremeyişlerine eğilmek gerekiyor. Bu bir hipotez değil defalarca denenmiş ve her defasında benzer sonuçlar alınarak kanıtlanmıştır.

    1994 yılında kurulan Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı[8], 23 yıl sonra 2017’de “mesafeleri ve zaman farklılıklarını aşarak[9] kişileri internet üzerinden müzakere yaparak daha yetkin akıllar oluşturma amacıyla[10]” bir dijital çoban ateşi yakmıştı. Daha sonra bu teknolojiyi kullanarak  -ama daima az sayıda ve hep zorlamayla- yapılan Birleşik Akıl Ağı® çalışmaları[11] bugünlere geldi. Ama 100 yıl önceki Cumhuriyetimizin kurucu babalarının oluşturabildiği telgraf ağının bugünkü teknolojik benzerini hakkıyla kullanabilecek beceri yaygınlığına bir türlü erişemedik. Nüfusumuzun ortalamasına göre daha iyice gelirli, ortalamaya göre daha uzun eğitim görmüş, ortalamaya göre dünya ile daha çok temasta, ortalamaya göre sorunlardan daha çok şikayetçiyiz; ama Brown’un hayranlıkla bahsettiği ağı oluşturup işletebilecek becerilere sahip yeterli insan sayısına sahip değiliz; yüzleşilmesi gereken acı gerçek böyledir. 

    Sosyal medyada sık sık Çoban Ateşleri oluşturmanın gereğinden söz edilir. Ama en azından bir telgraf şebekesine de artık sahip olmadığımız, günün teknolojisinin de ancak WAp mesajlaşma dersini bitirebildiğimiz için, bu ateşlerin yüzyüze olmasından başka çare yoktur ama ona da imkan yoktur.

    Bu yazının ne genişlikte bir çevreye yayılacağını bilmiyorum. Ama olur da yayılabilir ve BAA Manifestosunda hayal edilenler gibi kişilerin ellerine geçerse, niçin bir The Vienna Circle[12] benzeri “Anadolu Çoban Ateşi Ağı” oluşmasın.

    11 Temmuz 2023

    Tınaz Titiz

    [1] Bkz. https://www.add.org.tr/ 

    [2] Bkz. Düşünce Notu. https://bit.ly/2YfjLvb 

    [3] Bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/birey 

    [4] Harbiyeden strateji hocası ve zamanın (1931) Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet beyi eleştirdiği için sofradan kalkması istenilen Dr. Reşit Galip’in “burası milletin sofrasıdır, milletin işlerini konuşuyoruz; burada oturmak sizin kadar benim de hakkımdır” itirazı üzerine Atatürk’ün sofrayı terk etmesi tam bir etkileşim örneği değil midir.

    [5] ChatGPT ile yapılan bir sorgulamada elde edilen bilgiler için bkz. https://bit.ly/3rhBfWh 

    [6] Savaşın ortasında, bir mesajın orada ve hemen iletimi için bazı donanım ve becerilere ihtiyaç olduğu belli olduğuna göre, geniş bir kitlenin bu donanım ve becerileri edinmiş olması tahmin edilebilir. 

    [7] E.Tümgnl, Ahmet Yavuz’dan alınan şu kaynakta, Amerikalı istihbaratçı gazeteci Brown, Chicago Daily News gazetesine gönderdiği bir telgrafta şu bilgileri aktarıyor: ““Bu geceki kadar iyi işleyen bir telgraf şebekesi ömrümde görmedim. Yarım saat içinde Erzurum, Musul, Diyarbakır, Samsun, Trabzon, Ankara, Malatya, Harput, Konya ve Bursa hepsi birbiriyle haberleşme halindeydiler. Bütün bu yerlere ulaşan telin bir ucunda Mustafa Kemal oturuyor, öbür ucunda da bu şehir ve kasabaların askeri kumandanlarıyla mülki idare amirleri bulunuyordu.

    Durum olduğu gibi kendilerine anlatıldı. Ve bir tek istisnayla bütün Anadolu, Mustafa Kemal’e kendi dilediği gibi hareket etmesi ve işin sonuna kadar gitmesini emretti. Yalnız Konya, şehirde İtalyan birlikleri bulunduğundan tarafsız kalmak zorunda olduğu cevabını verdi.*” (*) Lord Kinross, Atatürk, Sh.234”

    [8] Bkz. www.BeyazNokta.org.tr 

    [9] Coğrafya ve zamandan bağımsız müzakere ortamı için bkz. https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2012/05/Networked_SK.ppsx 

    [10] Birleşik Akıl Ağı’nın manifestosu için bkz. https://bit.ly/3HoYMZE 

    [11] Bkz. www.BirlesikAkilAgi.com 

    [12] “Aklın Askıya Alındığı Zamanlarda Doğru Düşünme” (The Vienna Circle) bkz. Exact Thinking in Demented Times- https://bit.ly/3BmdQ7d 

  • SANAL DUYULAR

    Görme, işitme, dokunma, tat ve koku almadan ibaret beş duyu, insanların çevrelerini algılamadaki sınırları sayılır. Bunlara bir ad takıp, bunlardan bir veya birkaçının, zihinsel yorumlamayla birleşerek oluşturdukları “sanal duyular”dan ayırmak gerekir. 

    Örneğin, bir yiyeceği tat alma duyu organıyla algılayan kişide uyanan iki türlü duygu vardır: birisi tamamen fiziksel ve kimyasal uyarı, diğeri ise lezzet duygusu! 

    Lezzet duygusu, yalnız tat alma duyusu ile değil, kişinin belleğinde yerleşmiş bulunan kimi örneklerle yeni algılanan fiziki ve kimyasal olgunun karşılaştırılmasından doğar. Dolayısıyla, eğer bellekteki eski bilgi olmasaydı, lezzet denilen duygudan söz etmek de mümkün olmayacaktı. 

    Buradan yola çıkarak, adına “temel duyular” denilebilecek beş duyudan başka, belki binlerce “sanal duyu”nun varlığı sonucuna varılabilir. 

    Önünden bir günde yüzlerce kişi geçen bir güvenlik görevlisinde zamanla oluşan kuşkulu kişileri ayırabilme duyusu; hergün sabahtan akşama kadar fabrikada üretilen şarapları tadan degustatörde oluşan şarabın karakteristik özelliklerini bir tadışta söyleyebilme duyusu; dükkanına giren çok sayıda müşteriden hangisinin alıcı hangisinin bakıcı olduğunu anlayan dükkan sahibinde oluşan duyu ve daha binlercesi, hep “sanal duyular” sınıfına girmektedir. 

    Doğaldır ki, sanal duyular her zaman sağlıklı biçimde oluşmaz, zaman zaman yanlış bilgiler, yanlış yorumlar gibi nedenlerle yanlış, hatta tehlikeli biçimlerde de oluşabilir. 

    Eğitim denilen sürece bir anlamda, “sanal duyu geliştirme süreci” demek doğru olur. 

    A.N. Whitehead’in , “eğitim, edinilecek bilgilerin yaşam içinde kullanılması sanatının kazanılmasıdır” tanımını, “eğitim, ek duyular geliştirme ve onlar yoluyla çevremizi daha çok boyutla algılıyabilme becerisinin kazanılmasıdır” şeklinde yorumlamak mümkündür. 

    Ezbere dayalı “öğretme” sistemi, temel duyulara ek sanal duyular geliştirebilmenin karşısındaki en önemli engellerden birisidir. 

    Bir sanal duyu geliştirmenin başlıca yolu, çok gözlem yapmak, bunları karşılaştırarak, bellek içinde gözlemlerin yeraldığı bir veri-tabanı oluşmasına fırsat yaratmaktır.

    Ezbere dayalı öğretme sistemi, gözleme kapalı olduğu için, sanal duyu üretebilmenin ana malzemesi bulunamaz duruma gelmektedir. 

    İnsan ömrünü, hastalıklara çareler geliştirerek uzatmanın dışında bir yol henüz bulunamamıştır. Bu yolla da uzayan ömür, bir yüzyıl içinde yaklaşık iki katına çıkmıştır. Önümüzdeki yüzyıl içinde bu artışın hızı azalacak ve sonuçta belli bir sınırda kalacaktır. 

    Sanal duyular ise aynı mekanik zaman süresi içinde algılanabilecek boyut sayısını artırır, ya da bir başka deyişle zaman akış hızını azaltır. Yani ömrü uzatmış olur. Bu yolla elde edilecek zamanın sınırını ise ilaçlar ve doktorlar değil, ne kadar sanal duyu geliştirilebildiği belirleyecektir. 

    Cuma, 06 Eylül 1996

  • Gelir artışı değil alım gücü vaat edin!

    28 Mayıs’ta kim CB seçilirse seçilsin, onu bekleyen en önemli sorunlar listesinin ilk sıralarındakiler belli; onun başında da iki bileşenli ekonomik sorunlar geliyor. Birincisi gelir gider ve borç dengeleri bozulmuş ekonominin sürdürülebilirliğinin sağlanması; diğeri de düşük gelirli çoğunluğun durumlarının iyileştirilmesi.

    Bu iki sorun birbirinden çok da bağımsız değil; yurttaşın ekonomik sıkıntıları ekonomik tablodaki olumsuzluklarla yakın bağlantılı. CB adaylarının ekonomik tablonun düzeltilmesiyle ilgili yaklaşımları ise dış kaynaklardan gelebilecek desteklere bağlı. Birisi Körfez zenginliğinin -varlıklarımızın satış ya da kullanım haklarının devri karşılığında- yeni tavizlerle ikna edilmesi ve Rusya’nın büyük vizyonu -Türkiye üzerinden sıcak denizlere erişim- doğrultusunda bir daha çıkmamak üzere -nükleer santral gibi yollarla- topraklarımıza tedricen yerleşmesi anlamına geliyor.

    Diğeri ise artacak güven nedeniyle para kaynaklarının -tabii ki farklı da olsa yine tavizler karşılığında- kredi imkanları sağlaması.

    Her iki aday, seçmen tercihini kendi lehine çevirebilmek için birbirine karşıt söylemlere sahiplerse de bazı noktalarda aynı ikna aracını kullanıyorlar: Daha yüksek gelir vaadi. (Siyasi tarihimizde bu bağlamdaki en yaratıcı(!) yaklaşım, “rakibim ne veriyorsa beş fazlası” şeklindeki başa çıkılamaz vaattir. Yine de ilahi bir kaynağın koruması altında olduğundan katiyetle şüphe edilmemesi gereken toplumumuz açısından iyi bir şans, bu meydan okumanın diğer tarafının “ben de seninkinin bir fazlası” gibi bir şeyi düşünememiş ya da düşünmüş ama ahlakı elvermemiştir)

    Özellikle de dar gelirli yurttaşların ekonomik sıkıntılarını azaltma amacı ne kadar tartışmasız sa, o amaca hizmet için “kısa vadede rahatlama sağlayıp ertesinde başlangıçtan da fazla sıkıntıya düşmesine yol açan” gelir vaatleri o denli yanlıştır. Aynen, susuzluktan ölmek üzere olan bir kişinin deniz suyu içmesi gibi.

    Ekonomik sıkıntı içindeki kişileri rahatlatmak için “sağladığından daha çok geri alan” gelir vaatleri yerine, “mal ve hizmet maliyetlerini sıçratıcı etkileri olan kritik mal ve hizmetlerde birbirini azdırıcı artışları engelleme” ilkesinin kullanımı doğru olan yoldur. Çığ Etkisi[1] denilebilecek bu ilkeyi halka anlatmanın, “bizim halkımız karışık şeyleri anlamaz” kolaycılığını kendilerine motto edinmiş siyaset reklamcılarının işine gelmediği bellidir; ama bunun bedelinin ne denli ağır olacağı da bellidir.

    Gelirlere, siyasi rekabet amacıyla birbirini azdıran[2] rastgele zamlar yapılmasının, fiyat artışlarını daha büyük oranda ve de kontrolsüz biçimde enflasyonu artırması gerçeğinin yanı sıra bir diğer olumsuz etkisi de şudur: Gerçek bir sorun haline gelen “ideolojik ve siyasal amaçlarla yurda sokulup, adına da mazlumlaştırıcı bir ifadeyle “sığınması” denilenlerin -ki bunlar aslında gerçek mazlum sığınmacıların trajik durumlarını kötüleştiriyor- kayıt dışı çalıştırılarak, gelir zamlarıyla rahatladığını sanan kişileri sonsuza kadar  işsiz bırakması”. İşgücü piyasası, bu hesapsız gelir zamlarını kendi mantığı içinde çözmekte, bir yanda -bir bölümü gerçek mazlum- sığınmacıların insanlık dışı koşullarda sömürülmelerine yol açarken, bir yandan da -gelirinin arttığını sanan- yurttaşları işsiz bırakmaktadır. 

    Doğruların söylenmesi bazen güç olabilir; ama kesin olan bir şey varsa daha güvenli bir yol olduğudur. Hem söyleyen hem de söylenenler için.

    Tınaz Titiz

    27 Mayıs 2023

    [1] Bkz. https://tinaztitiz.com/zamlar-ve-cig-etkisi/ ve  https://tinaztitiz.com/3847/ 

    [2] Bkz. https://tinaztitiz.com/rizelilere-cagri/ 

  • Bir ortak ahlak kuralı (Zarar Verme) Önerisi Üzerine

    Primum Non Necere, (önce zarar verme) özdeyişi, sağlık alanında eğitim gören tüm öğrencilere okullarda öğretilen biyoetiğin temel ilkelerinden biridir ve tüm dünyada temel bir ilkedir. Bunu ifade etmenin bir başka yolu da şudur: “Mevcut bir sorun söz konusu olduğunda, yarardan çok zarar verme riskine girmektense bir şey yapmamak, hatta hiçbir şey yapmamak daha iyi olabilir.” Sağlık personeline herhangi bir müdahalenin verebileceği olası zararı göz önünde bulundurmalarını hatırlatır. Bariz bir zarar riski taşıyan ancak daha az kesin bir fayda şansı olan bir müdahalenin kullanımı tartışılırken başvurulur. Kötülük yapmama genellikle bunun bir sonucu olan iyilikseverlik ile karşılaştırılır.”1

    “Zarar ilkesi”2 ise şöyle tanımlanıyor: “Zarar ilkesi, bireylerin eylemlerinin yalnızca diğer bireylere zarar gelmesini önlemek amacıyla sınırlandırılması gerektiğini savunur. John Stuart Mill bu ilkeyi Özgürlük Üzerine adlı eserinde şöyle ifade etmiştir: “Medeni bir topluluğun herhangi bir üyesi üzerinde, onun iradesi dışında, haklı olarak kullanılabilecek tek güç, başkalarına zarar verilmesini önlemektir.”Bunun bir benzeri daha önce Fransa’nın 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinde şu şekilde ifade edilmiştir: “Özgürlük, başka hiç kimseye zarar vermeyen her şeyi yapma özgürlüğünden ibarettir; dolayısıyla her insanın doğal haklarını kullanmasının, toplumun diğer üyelerinin de aynı haklardan yararlanmasını sağlayan sınırlar dışında hiçbir sınırı yoktur. Bu sınırlar ancak yasalarla belirlenebilir.” Daha önceki ifadesini Thomas Jefferson’ın 1785 tarihli “Virginia Eyaleti Üzerine Notlar” adlı eserinin 17. sorgusunda (Din) bulmaktadır: Hükümetin meşru yetkileri sadece başkalarına zarar veren eylemleri kapsar.”

    Bu iki açıklamanın yazının hemen başında verilmesinin nedeni, genel bir ahlak ilkesi olarak önerilen Zarar Verme’nin bu iki kuralla ilişkili, ama onlarla sınırlı olmadığına işaret etmektir.

    Zarar Verme, herhangi bir varlığa (canlı ve cansız) zarar vermemek; bu bağlamda kişinin kendisinin de zarar görmesine izin vermemesi anlamındadır.

    Zarar vermek ve yarar sağlamak fiilleri genellikle birbirinden kopuk olarak kullanılabiliyor. Yani kişinin bir diğer varlığa hem zarar vermeyip, üstüne de iyilik yapabileceği ileri sürülebilir. Halbuki, Zarar Verme ilkesiyle vurgulanan özellik, zarar vermeme ve yarar sağlama fiillerinin kopuk değil “birbirini içerleyen içeren” (mutually inclusive) olmalarıdır. Daha açık deyişle, zarar vermeyen bir fiilin aynı anda zaten yarar sağladığı; yarar sağlamanın, zarar vermeme dışında bir yolunun bulunmadığı demektir.

    Peki bunun nedeni nedir? Niçin zarar verip vermediğine bakılmaksızın bir iyilik yapılamasın? Örneğin bir kişinin, sırf öyle zevk aldığı için, hiç bir karşılık beklemeden başka insan veya hayvanlara yardımcı olmasında ne gibi bir yanlışlık olabilir?

    Bu soruyu cevaplamak için yarar ve zarar terimlerinin tanımlanmasına ihtiyaç var. Fakat bir tanım önerilebilmesi için önce yarar ve/ya zarar’ın “hangi büyük-amaç doğrultusunda” olacağı belirtilmeli. Örneğin, “bir toplum bireylerinin refah düzeylerinin artırılması” ya da “toplumdaki refah dağılımı eşitsizliklerinin giderilmesi” gibi iki farklı amaç doğrultusundaki yarar veya zarar yaratıcı fiiller farklı olacaktır. Hatta, iki amacı birden (refahı ve dağılımını iyileştirmek gibi) gerçekleştirmek de bir başka büyük-amaç da olabilir. Bu amaçların her birine  ya da birden fazlasına  yarar sağlayabilecek (ya da aksine zarar verecek) fiiller mümkündür. Ama üzerinde karar kılınacak büyük-amaç ve onu doğuran “ilk-neden3” öyle olmalıdır ki herkesin, üzerinde uzlaşması mümkün olabilsin. Kısacası “neye” zarar verilmemesi gerekiyor ve de “niçin”?

    Kendimiz de dahil varlıkların “niçin”, “hangi amaca hizmet için” var oldukları / edildiklerini bilmiyoruz, belki de hiç bilemeyeceğiz. Michio Kaku4 bütün yaşamın, beynin bir yanılsaması olabileceğini ileri sürse de, bütün bu sonsuz büyük algısı yaratan evrenin,  gri beyin hücreleri arasındaki pico-amper5 mertebesinde elektrik akımlarından ibaret olduğu dışında pek bir şey bilmiyoruz. Bu nedenle de neye ve niçin zarar verilmeyeceği konusunda mutlak bir yargı mümkün görünmüyor. Tek bilebildiğimiz, “canlılık” denilen sihirli mekanizmanın, mutasyon6 denilen muhteşem olgu ile birleşerek sonsuz sayıda canlıyı döngüsel bir bütünlük içinde üretmekte olduğu ya da öyle göründüğüdür. Bu döngüsel süreç ise kendini Tazmin Yasası denilebilecek bir kural uyarınca sürdürüyor: 

    “Bildiğimiz ve henüz varlığından haberdar olmadığımız tüm canlı ve cansızlar, bir bağlantılı bütün olarak, o bütüne uyum göster(e)meyenleri içinden atıp yenilerini üreterek yeni dengeler oluşturur. Bu süreçte, bütünün herhangi bir öğesinin görmezden gelinebilecek her hakkı, o varlıkla etkileşim halindeki diğerlerince yeni bir denge kurulana kadar diğer varlıklardan -orantısız da olabilecek ölçülerde- tazmin edilir.”

    Neye ve de niçin zarar verilmemesi gereken nokta, Tazmin Yasası uyarınca işleyen bu döngüsel sürecin işleyişinin kesintiye uğratılmamasında, insan türünün oldukça yüksek beyin-kitle indeksi nedeniyle daha yüksek sorumluluk sahibi olduğu düşünülse de, bilişsel yeti açısından daha önemli olduğu görülen “beyin zarındaki sinir sayısı” açısından insandan daha zeki görünen hayvanlar da mevcuttur7. Ama onların sorumlulukları kendilerine ait olacağı için, insan türü açısından zarar verme öğesi üzerinde durmak daha anlamlı görünüyor.

    Zarar verme ölçütü..

    Üzerinde geniş bir uzlaşı kurma peşinde olduğumuz büyük-amaç, varlıklar bütününün sürdürülebilirliğine zarar vermemek olduğuna göre, bunun ölçüsü “her şeyin sürdürülebilirliğini etkileyen entropi kavramı” olabilir..  

    Yaşam bir “negatif entropi=ödünç enerji”, yaşam faaliyetleri ise “pozitif entropi=harcanan enerjiler8” olarak tanımlandıklarında, yaşam boyu faaliyetlerimizin giderek yaşam enerjisini azalttığı söylenebilir9. Buna göre, enerji eşdeğeri olan her eylemin yaşamdan küçük birer parça kopardığı; en büyük “yarar=iyilik”in, yaşam enerjisini en az harcayacak -böylece de sürdürülebilirliği uzatacak- eylemler olduğu görülecektir.

    Bir şey entropiyi artırıyorsa, geri dönülmez biçimde en geniş anlamda doğaya zarar vermektedir. Yarar kavramı da yine bu kavramla tanımlanabilir ve “bir şey entropiyi artırmıyor ise yararlıdır” şeklinde tanımlanabilir. Dikkat edilirse yarar kavramı, inclusive olarak yine “zarara yol açmama” yoluyla tanımlanmaktadır.

    Yarar ve Zarar’ın yaşamdaki karşılıkları

    Yaşam pratiğinde yarar kavramı karşılığında (iyilik), zarar karşılığında ise (kötülük) terimleri daha çok kullanılıyor. Peki, bu kavramların yerli yerinde uygulanması ve böylece iyilik zannederken kötülük (ya da aksi) yapmak tuzaklarından korunmak nasıl olacak? Her defasında entropi kavramlarına mı başvurulacak?

    Dahası, hiçbir şey yapmadan durmak dahi insanın iç sistemlerinin -yaşamını sürdürebilmek için- enerji ihtiyacı olduğuna göre yine de entropiyi artıracaktır. Ayrıca, tüm türlerin -görünürdeki- amacı türlerinin sürdürülebilirliğini sağlamak, ama bunu başka türlerin benzer amaçlarını kesintiye uğratmadan yerine getirmek olduğuna (yani öyle göründüğüne) göre, beslenmek, seçilimde geri düşmemek için rekabet etmek gibi zorunlu işlevler nedeniyle sürekli olarak entropiyi artıracaktır. Dolayısıyla entropi artırıcı eylemlerden kaçınmak değil, gerekli işlevlerini minimum entropi artışıyla gerçekleştirmek zorundadır.

    Bu noktada birkaç bileşenli bir kişisel bir sorumluluk ortaya çıkıyor. Birinci bileşen, doğal işleyişi anlama yolunda çaba harcaması; bu karmaşık süreçten istifade ederek vesayet oluşturma ya da en azından insanları zapt-ü rapta almak isteyenlerin emellerine râm olmadan anlayışını geliştirebilmesi; bu yolda ucuz açıklamalardan (siyasal ve dini ideolojiler gibi) kendini koruyabilmesidir.

    İkinci bileşen ise, en kolay görünüşlü yol olan “bir şey yapmamak”tan kendini koruyarak, “başka varlıkların haklarını gözeterek kendi türünün sürdürülebilirliğini sağlamak”tır. Bunun mutlak doğru olmayabileceğini, ama şimdilik de olsa bilebildiklerimizin ancak bu sağlamlıkta bir başlangıcı benimseyip, giderek “daha çok anlama” yolunda entropi artırmaya (=çaba harcamak) yeteceğini söyleyebiliriz.

    Zarar verme” tamam, peki “yarar sağla” ne olacak?

    Buraya kadarki akıl yürütme (çabası) zarar verme ilkesinin aynı zamanda yarar da sağladığını gösteriyor. Her eylemin “işleyişi daha iyi anlama” ve “türlerin sürdürülmesini sağlama” gibi iki bileşen açısından denetim altında tutulması sağlam bir yol olarak görünüyor.

    Peki, bu amaçların biri veya ikisine birden “yarar sağlama” yoluyla katkıda bulunmak mümkün olamaz mı? Yani illa ki hareket noktası bir “zarar olasılığından kaçınmak” mı olmalıdır?

    Anahtar 1: “Anlamadığın şeyi yapma

    Gerçek yaşantılarımızda birçok şeyi, yukarıdaki iki amaç filtresinden geçirip “geçer” oluru aldığımız için değil, öyle alıştığımız için, doğrunun öyle olduğunu düşündüğümüz için, güvendiğimiz birisi öyle yaptığı için (taklit) ya da öylesine yaparız.

    Doğanın işleyişini anlamak temel varoluş amaçlarından birisi olarak göründüğüne göre, eylemlerimizi henüz gerçekleştirmeden önce şu süzgeçten geçirip, “girişmek üzere olduğum bu eylemim, doğal işleyişi anlama amacına hizmet ediyor mu; yoksa alışkanlık, ezber, koşullanmışlık, çıkar beklentisi gibi bir amaçla mı yapmayı düşünüyorum?” şeklinde bir sorgulamadan geçirmek, niçin yaptığımızı anlamadığımız alışkanlıkların tuzağına düşmekten koruyabilir.

    Anahtar 2: “Entropi artışı kaçınılmaz, o halde amaca en çok hizmet edecek eylemi seç”

    Kendini açıklayan bu anahtar kullanımı açısından oldukça kolaydır. İnsanlar genellikle çabuk sonuç verecek, buna karşılık da sınırlı bir yarar sağlayabilecek eylemleri seçmek eğiliminde olabilirler. Bu anahtar bu tür bir yanılgıdan koruyabilir. Bu bağlamda unutulmaması gereken bir motto şu olabilir: “Eğer iki mümkün seçenekten birisi, amaçlara diğerinden daha çok hizmet ediyorsa diğerini seçmek sadece az yararlı değil, aynı zamanda yanlıştır”.

    Sonuç

    Dünya düzenini etkileyen -çoğu da bütünü değil parçalarını önceleyen- onlarca etken var. Böylece, her insan topluluğu -kabile ya da devlet- kendi içinde de ayrıca alt gruplara bölünerek, daralan dünyaları için “yaşam amaçları” ve o amaçlara göre de “ahlak ölçüleri” oluşturuyorlar; ve çatışmaların başladığı yer, farklı ahlakların birbirine değdiği bu ara kesitlerde ortaya çıkıyor10. Çatışmaların soğuyup barışık yaşayabilme ise farklı ahlakların birbirini değiştirip yeni ahlakların ortaya çıkmasıyla mümkün olabiliyor.

    Bu bölünme ve çatışmalar, farklı toplumlar arasında olabileceği gibi, çoğu zaman aynı bir toplumdaki farklı ahlak ölçülerine (ve kültürlere) sahip kesimler arasında da olabilir.

    Türk toplumu, kendi içinde entellektüel düzeyde tartışarak, başlangıçta değinilen bir büyük-amaç tanımlayamadığı için, çeşitli alt grupların kendi “dava”ları doğrultusunda daha sınırlı büyük-amaçlar tanımlamışlar ve böylece çok parçalı bir toplum yapısı ortaya çıkmış; buna paralel olarak da bu parçalılıktan yararlanmak amacına sahip iç ve dış aktörler türemiştir.

    14 Mayıs 2023 seçimlerine, bu aktörler arasındaki mücadele olarak bakılması ve meselenin salt bir oy mücadelesi olmadığı, ahlaki bölünmenin (ve ona iştirak eden kültürel bölünmenin) karşılaştığı ve birbirini yok etme mücadelesi olduğu görülmelidir.

    Çözüm, taraflardan birisinin diğerine galebe çalması ile değil, iki ahlaki ölçünün daha yalın bir ahlak kodunda birleşmesi; onun dışındaki farklılıklarını kısmen koruyup kısmen değişerek yeni bir toplum düzeni oluşmasındadır. “Zarar Verme” şeklinde önerilen ahlak ilkesinin amacı, bu yeni toplum düzenine bir ilmek oluşturmaktan ibarettir.

    Tınaz Titiz

    25 Mayıs 2023


    [1] https://en.wikipedia.org/wiki/Primum_non_nocere bağlantısından alınmıştır.

    [2] https://en.wikipedia.org/wiki/Harm_principle bağlantısından alınmıştır.

    [3] https://en.wikipedia.org/wiki/Unmoved_mover#First_cause

    [4] https://bityl.co/Irmh 

    [5] 1 pico-amper = 10-12 amper 

    [6] https://en.wikipedia.org/wiki/Mutation 

    [7] Örneğin Afrika Fili’nin beyin zarındaki 256 milyar sinir hücresine karşılık insanın beyin zarındaki sinir hücresi sayısı 16.3 milyardır (bkz. Evrim Ağacı’nın ilgili makalesi)

    [8] Burada enerji olarak ifade edilen şey aslında “herşey” (para, çaba, zaman, beceri, kabiliyet vd) olarak anlaşılmalıdır. Bkz. https://tinaztitiz.com/her-sey-enerjidir/ ve https://tinaztitiz.com/if-gte-vml-1/ 

    [9] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Entropy_and_life 

    [10] Bkz. https://tinaztitiz.com/uc-parcali-toplum-surdurulebilirlik-beka-ve-bir-model-onerisi/

  • “Yaygın Bilinirlik” (aleniyet): Etkili bir Sorun Çözme Aracı

    Bir kadın veya çocuğun ebeveyni tarafından dövülmesi, bir hayvan yavrusunun aracın camından yola atılması, bir ağacın inşaata yer açmak için kesilmesi, bir çocuk ya da hayvana tecavüz, rüşvet alış-verişi, yakınını işe alma, ihale verme, kendi çıkarı için karşısındakinin duyarlıklarını istismar etme ve benzeri onlarca yasa ve/ya ahlak dışı eylem;  genellenecek olursa “kendi çıkarı icin başka canlılara zarar verme”.  

    Bunların ortak yanları bulunabilse, pekala caydırılmaları amacıyla kullanılabilecek bazı araçlar geliştirilebilir.

    Mesela ki!

    Evde tek başına” adlı bir film hatırlıyorum. Sayısı unutulabilecek kadar çok çocuklu bir aile tatile çıkarken, yola çıkış hazırlıklarının heyecanı içinde 7-8 yaşlarında afacan birisini evde unutur ve giderler. Senaryo bu ya, uçaktan inene kadar da yokluğunu farketmezler.

    Sonrasında afacanın başına gelenlerin anlatıldığı filmde, evin hizmetçisi ev sahiplerinin yokluğunu fısat bilerek erkek arkadaşını eve alır ve “özgürce” eğlenmeye başlarlar. Evde kendilerinden başkasının olmadığı inancıyla eğlenirken, çok da becerikli olan küçük oğlan, bir kamera ve evin tüm cephesine yansıtabilen bir projeksiyon cihazıyla, evdeki eğlence sahnelerini tüm mahalleye (sonra giderek artan kalabalığa) seyrettirir.

    Şimdi benzer ve daha olası bir sahne (eşine şiddet uygulayan koca) hayal edilebilir: Akıllı bir telefona sahip herkes YouTube üzerinden canlı yayın yapabildiğine göre -hatta belediyenin sunduğu bir uygulama yoluyla tek tuş yardımıyla-, şiddete uğrayan kişi, evdeki şiddeti sesli ve görüntülü olarak tüm bir şehre seyrettirebilir; üstelik adres de belli olacağı için binlerce kişi evin önünde toplanabilir.

    Böyle bir girişime cesaret edilemeyeceği bir yana, durumun farkında olan komşular bile bu yayını başlatarak mağduru olası tepkilerden koruyabilirler.

    Bu ve benzeri örnekleri çoğaltabilmek için, işin özünü kısaca ifade etmek gerekirse, buna “aleniyet kazandırma yoluyla caydırma” denilebilir.

    Bu ilkenin temeli!

    Yukarıda küçük bir bölümü sayılan eğriklerin neredeyse tamamında, o eğrilikleri tasarlayan ve/ya uygulayanların -ki eylemin melanet düzeyi arttıkça, tasarlayan ve uygulayanları arasındaki yardımcı katmanlar artar ve böylece en üsttekiler daima beyaz kalır (yani öyle görünür)- hazırlıklarını sessizce yaptıkları, sonrasında da ortalığı velveleye vermeden uyguladıkları bir gerçektir. 

    Bu sessizliğin muhtemel nedeni, girişimin çok kişi tarafından bilinmesi halinde, tahmin edilemeyecek çeşitli caydırıcıların ortaya çıkabileceği sezgisi olsa gerekir.

    Buna göre, bilinç altına saklanmış bu “melaneti gizleme kodu”nu açığa çıkarıp, alenen herkesin haberdar olmasını sağlamak, o planların uygulanmasını caydırabilecektir.

    Bazı niyetler ise tasarlayanların bilinç altlarında saklı olmayıp, kendilerince makul amaçlara dayalı olabilir. Aleniyet bu durumda da işe yarar bir araçtır. Kişilerin saklamaya ihtiyaç duymasa da, herkesin ya duymadığı ya da duyup da melanet yüklü olduğunu bilmediği durumların bilinir kılınması, yine tepki cephesinin büyümesine yol açar ve niyetin gerçekleşmesinde caydırıcı etki sağlayabilir.

    Bu durumda umulan, büyüyen cephe içinde melanet niyetlisinin tahmin edemeyebileceği -daha yetkin akıllar gibi-  “çarşıdaki hesaplar”ın ortaya çıkması nedeniyle yaratabileceği başarısızlık korkusu ve bunun sonucunda doğabilecek caymadır. 

    Cephe büyüdüğünde (Japon bal arılarının mücadelesi misali), küçük cephelerde mümkün olmayabilen yaratıcı ve yine de barışçıl tepki türleri doğabiliyor1

    Ancak, burada işaret edilmesi gereken bir nokta daha var: Toplum çoğunluğunun kavram dağarcığında yer almamış (ya da eksik anlamda yer almış) kavramlar içeren melanet girişimlerine salt aleniyet kazandırmak yetmez; o girişimin dayalı olduğu eksik kavramın da açıklanması gerekir.

    Bu karmaşık görünüşlü olguya örnek!

    Bir kamu görevlisi, kan bağı bulunan bir yakınının firmasından mesela, -kalite ve fiyat açısından da makul koşullarda- bir mal (mesela dezenfektan) alımına karar verdiğinde, eğer toplumun kavram dağarcığında “kirli çıkar çatışması2 kavramı yoksa, toplum çoğunluğu bunu bir ahlaksızlık olarak görmez; aleniyet bu durumda işe yaramayacağı gibi, suçlanan kamu görevlisinin mağdur olarak ilanına dahi yol açabilir. Bu durumda aleniyet, kirli çıkar çatışması kavramının açıklığa kavuşturulmasını da içermelidir.

    Tek kişilerin rol oynadığı durumlarda kolay anlaşılabilecek “aleniyet yoluyla suç caydırımı” aracının daha iyi anlaşılması için daha kalabalık grupların söz konusu olacağı bir örnek daha yararlı olabilir.

    Bir örnek daha!

    Siyasal partiler, STK ve de bireyler açısından “seçim güvenliği” kapsamında alınabilecek onlarca önlem arasında bir tanesi, tüm önlemlerden daha öncelikli görünüyor: Seçim sonuçlarının, zorbalık, şiddet ve/ya yasadışı yollarla belirlenmesine yönelik girişimlerin, “geniş aleniyet kazandırma” yoluyla caydırılması.

    Bu tür girişimlere karşı yasal kurumların görevlerini yapacakları umudu dışında, barışçıl az sayıda yol var: Doğası gereği gizli-saklı yapıldığı ya da aksine çok açık şekilde yapılıp toplumun “herhalde yasaldır zannı” nedeniyle gerekli yasal ve/ya barışçıl tepkilerini göstermediği “seçim sonuçlarını yasadışı yollarla etkileme girişimleri”ne karşı, elindeki şu üç aracı en geniş şekilde kullanarak aleniyet (açıklık) kazandırmak: 

    1. Cumhurbaşkanından mahalle muhtarına kadar her düzeydeki kamu görevlisinin en temeldeki varlık sebebinin, yurttaşların “korkmama özgürlüklerini3 sağlamak” olduğu bilincinin ısrarla uyarılması,
    2. Ülke düzeyinde herkesin açıkça anlayabileceği sadelikte kısa ifadelerle, “seçim sonuçlarını yasadışı yollarla etkileme girişimleri”ne karşı “Adil Seçim”in vazgeçilemez bir yurttaş talebi olduğunun yaygın ilanı,
    3. Girişimlere meydan vermeme ve gerektiğinde önleme görev ve yetkisine sahip yetkililerin, herhangi bir yolla geri dönmelerine imkan bırakmayacak açıklıkta yazılı taahhütlerde bulunmaları yolunda siyasi partiler, STK’lar ve bireylerin “Adil Seçim Taahhüdü”nde4 bulunmaya zorlamaları ve bu taahhüt taleplerinin herkesçe bilinir kılınması için, başta siyasi partiler, yerel yönetimler, STK’lar ve meslek örgütlerinin tüm iletişim imkanlarını seferber edip geniş çaplı bir aleniyet yaratarak caydırıcılık sağlamaları.

    Tınaz Titiz

    26 Ocak 2023

     (1) Bkz. https://youtu.be/k2-fWhkGQl0

    (2) Kirli Çıkar Çatşması (Conflict of Interest) (bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/kirli-cikar-catismasi-conflict-of-interest-cikar-celiskisi) anlamında olup, halk arasında en yakın ifade çıkar çatışması olup, diğerinden (KÇÇ) tamamen farklıdır ve ahlaki bir yetersizlik değildir. KÇÇ ise doğrudan bir ahlaki sorundur.

    (3) Bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/korkmama-ozgurlugu

    (4) Adil Seçim Taahhüdü önerisi: “Seçim sonuçlarını yasadışı yollarla olası etkileme girişimlerine meydan vermeme ve gerektiğinde her yolla önleme görev ve yetkisine sahip kişi ve kurumların, kendilerine milletçe duyulan güvenin üstünde ve ötesinde olarak, bu tür kuşkuları bütünüyle yok edebilecek açıklıkta bir teyitte bulunarak, milletimizin en temel hak ve özgürlüklerinden birisi olan “Korkusuzluk Hakkı”nı (korkmama özgürlüğü) sağlaması ve bunu da en yaygın şekilde bilinir kılması ihtiyacı açıktır.Sayın Cumhurbaşkanımızın, T.C. Devleti’nin başı olarak bu teyit ihtiyacını, tüm resmi ve yarı resmi kurumlar adına ve Cumhuriyetimizin bekası bağlamında gidermesi beklenmektedir.”

  • “Seferberliklerin Yasaklanması” Üzerine

    Değerli okurlarım, öncelikle T24’de yayımlanan değerli dost Prof. Talat Çiftçi’nin1 mükemmel bir yazısını ilgilerinize sunmak; sonrasında da Türkiye’nin önemli sorunlarını 17 başlık altında topladığı yazısını ve sonunu bağladığı akılda tutulması gereken “Akıl tutulmalarına son vermenin zamanı geldi” önerisinin çağrıştırdığı bir önerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

    Sıralanan sorunlar gerçekten de toplumumuzu sarmalayan ve her geçen gün yeni sorun bileşikleri üreten meseleler. Bunları daha ayrıntılandırmak, yol açan nedenleri ve/ya yol açtığı ikincil, üçüncül ilh. sorunları ortaya koymak mümkünse de, yazarın vurguladığı gibi bütün bunları bir akıl tutulması olarak vurgulamak kanımca da doğrudur.

    Yine belirtildiği gibi bu sorunların yapısı içinde kasıt öğesi olabilirse de meseleye bir “akıl yetmezliği” olarak bakmak daha gerçekçidir.
    Nitekim, bu yaklaşımın doğruluğuna inanmış bir kişi olarak 2021 yılında iki üniversitemize başvurmuş idim2. (Bu yazımı okuyabilecek yeni üniversitelerimiz olursa işbirliği önerim el’an geçerlidir. )😀

    Şimdi önerime geleyim: 14 Mayıs 2023 seçimlerinin kazanan ve kaybeden tarafları kimler olursa olsun, garanti edilebilecek bir gerçek, bir dizi seferberlik çağrısında bulunulacağıdır. Depreme hazırlık, israfa son, eğitim, yüksek ahlak, bunlardan ilk akla gelebilecek geleneksel seferberlik konularımızdır. Bir diğer tahmin de beyaz sayfayla işe girişecek hükümetlerin (yine hangisi olursa olsun) halkın ortak aklına ihtiyacı olduğu, zaten bunun demokrasinin de bir gereği olduğu çağrısıdır. İşte ben de bunun doğruluğuna güvenerek bir öneride bulunmayı planlıyor; ne denli kabul göreceğini test etmek için de siz değerli okurlarımın görüşlerine sunmak istiyorum.

    Yasakların aslında çoğunlukla işe yaramaz araçlar olduğu yolunda görüşümü saklı tutarak, bazı hallerde yine de sorun çözme araçları dağarcığında bulundurulması gereken bir alet olduğunu düşünenlerdenim; aynen yangın söndürme tüpleri gibi! Önerimi, anayasamızın ilk dört maddesinden hemen sonrasına eklenecek şöyle bir madde olarak düşündüm:

    “T.C. devletine vatandaşlık bağı ile bağlı hiçbir kimse ve onların, içinde yer alabilecekleri hiçbir kurum veya kuruluş, her ne nam altında olursa olsun, toplum birey ve kurumlarına, seferberlik veya o anlama gelebilecek bir çağrıda bulunamaz, ilan edemez. Buna tevessül edenler, toplumun bekası ile eş anlama gelen sorun çözme kabiliyetini zaafa uğratmaya; ümit vererek sorunların bu yolla çözülebileceğine inandırarak istirahate çekilip seferberlik ilanını beklemeyi özendireceğine ve bu yolla millet bütünlüğünü ve varlığını tehlikeye atmaya teşebbüsten dolayı TCK 170 nci madde uyarınca ömürboyu ağır hapse çarptırılır ve aflardan yararlardırılamaz (bu arada idam cezası getirilirse ondan da yararlandırılır). Her yurttaş bu yolda bir çağrı aldığında derhal ve bizzat harekete geçerek seferberlik tehlikesini bertaraf etmekten şahsen sorumludur.”

    Okurlarım haklı olarak, yazılarımda sıkça dile getirdiğim “bir eleştiride bulunan önerisini de birlikte getirmelidir” ilkesini hatırlatıp, seferberlik gibi tüm sorunları kökünden çözebilecek bir sorun çözme aracından niçin bu denli huylandığımı sorgulayacaklardır. Cevabım Sir Alex Ferguson’a sorulan, “Sir, niçin yenildik?” sorusuna verdiği enfes cevap kadar basit ve o derecede de doyurucudur: “Çünkü karşı takım 2, biz ise 1 gol attık!”.
    Benim cevabım da benzerdir: “Çünkü işe yaramazlar!”
    Yaramazlar çünkü: Seferberliğe konu olacak kadar tehlikeli sorunlar, demin vuku bulmuş bir nedenin geri alınmasıyla değil, ancak çok uzun süreler boyunca tekrarlanarak ve aralarında  bileşikler3  yapıp anlaşılması bile güçleşerek bir sorunlar bulamacı4 haline gelmiş sorun yapı-taşlarına5 kadar inebilecek yetkin akılları6 oluşturabilecek küçük mükemmeliyet merkezleri teşkil edecek kişilerin iş birlikleriyle -o da kısmen- çözülebilir; çözülemeyen bölümü de Tazmin Yasası7 uyarınca, bunu anlamamış ve anlamamakta direnenlere zorla ödetilir.
    Ne dersiniz, önerim kabul görür mü?
     
    Tınaz Titiz
    9 Nisan 2023


    Akıl tutulmalarına son vermek
    Okurların katkıları ile zenginleşen sorunlar listesini, aşağıda sizlerle paylaşıyorum Geçen hafta yayımlanan, yapay zekâ ve akıl tutulması ile ilgili yazımdan sonra, bazı okurlar gözlemledikleri önemli sorunları benimle paylaştılar. 
    Bütün bilimsel ve teknolojik gelişmelere rağmen, medeniyetin karanlık yüzü dimdik karşımızda duruyor. Okurların katkıları ile zenginleşen sorunlar listesini, aşağıda sizlerle paylaşıyorum. Akıl tutulmaları saymakla bitmiyor İçinde bulunduğumuz çağın sorunlarını doğru tespit etmek elbette gerekiyor. Daha da önemlisi, bir adım öteye giderek, onları çözüm yollarıyla birlikte irdelemek. Özellikle de bireyler olarak bu konularda neler yapılabileceğini tartışmak. Bizler bu konulara ilgi gösterdiğimiz takdirde, ulusal ölçekte çözümleri, seçim dönemine hazırlanan politikacılardan bekleyebiliriz. 
    1. ÇEVRE KİRLİLİĞİ: …..
    2. İKLİM KRİZİ: ……
    3. KADINA ŞİDDET: ……
    4. KIZ ÇOCUKLARININ EVLENDİRİLMESİ: …….
    5. HAVAİ FİŞEKLER: …… 
    6. SİLAHLANMA: …….
    7. ABARTILI PAZARLAMA YÖNTEMLERİ: ……. 
    8. TELEFONLA DOLANDIRICILIK: …….
    9. TEHLİKELİ ESTETİK OPERASYONLAR: ……. 
    10. EĞİTİMDE KALİTE DÜŞÜŞÜ: …….
    11. SAHTE DİPLOMALAR: …….
    12. EKONOMİK SORUNLAR: ……
    13. AYASOFYA’NIN KAPISINI YEMEK:……
    14. KRİPTO PARALAR: …….
    15. SAHTE İLAÇLAR: ……
    16. UYUŞTURUCU: ……
    17. KOMPLO TEORİLERİ: ……
    18. VESAİR…

    Akıl tutulmalarına son vermek
    Çağımızın karanlık yüzünü yansıtan bu listeyi uzatmak mümkün. Bazı sorunların akıl tutulması olmadığını aksine bilinçli olarak işlenen adi suçlar olduğunu da söyleyebiliriz. Sonuç değişmiyor, bu listedeki konular içimizi karartıyor. 

    Asırlar önce Rumi’nin söylediği gibi, şimdi bize yeni bir söz lazım. Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılına girerken bu sorunlar karşısında eli kolu bağlı durmak bize yakışmıyor. Ulusal ve bireysel ölçekte bu sorunlarla nasıl mücadele edilebileceğini tartışmak gerekiyor. Yapay zekâ ve robot teknolojilerinin kullanıldığı bir dünyada artık yaratıcı ve etkin çözümler bulmamız gerek. 

    Aslında örnek olarak elimizde, Atatürk’ün bir asır önce ortaya koyduğu, başarılı bir eğitim ve kalkınma seferberliği var. Şimdi güncel imkanları kullanarak yeni bir seferberlik yaratabiliriz. Yakın geçmişi “Bilgi Çağı” olarak tanımlıyorduk. Günümüzün dijitalleşen dünyasında bilgiye ulaşmak kolaylaştı. Artık bu bilgileri kullanabilmek için beceriye sahip olmak daha önemli. Başka bir deyişle, “Malumat Devri” bitti “Marifet Devri” başladı. 

    Şimdi marifet, yukarıdaki sorunları çözmek için çağımızın bilim ve teknolojisini kullanmaktır. Akıl tutulmalarına son vermek seferberlik başlatmanın zamanı geldi. Son söz: Akıl tutulmalarına son vermenin zamanı geldi 2023 yılında yukarıdaki sorunların çözümlerine odaklandığımız takdirde aklı tutulmalarına veda edebiliriz. Bu düşüncelerle, ikinci yüzyılın huzur ve refah getirmesini dilerim.
    1 Prof. Çiftçi (eski Altınbaş Üniv. rektörü), araştırmacı, yazar
    2 Bkz. https://bit.ly/3wl0NPx
    3 Bkz. Sorun Kimyası: https://tinaztitiz.com/3360
    4 Bkz. Sorunlar Bulamacı: https://ggle.io/3cYM
    5 Bkz. Soru Yapı-Taşları: https://bit.ly/3pPzSuX
    6 Bkz. Yetkin Akıl: https://www.kavrammutfagi.com/kavram/birlesik-akil–yetkin-akil-
    7 Tazmin Yasası: “Bildiğimiz ve henüz varlığından haberdar olmadığımız tüm canlı, cansız ve kültürel varlıklar (yani her şey) bir bağlantılı bütün olarak, o bütüne uyum göster(e)meyenleri içinden atıp, yenilerini üreterek, dengeleri koruyan yeni bütünlükler oluşturuyorlar. Bu bütünlüğün herhangi bir öğesinin görmezden gelinebilecek her hakkı, o varlıkla denge halindeki diğerlerince yeni bir denge kurulana kadar, bütünü oluşturan diğer varlıklardan orantısız da olabilecek biçimlerde tazmin edilir
  • Otobiyografi kesiti-11: İtibar ve araç niteliği ilişkisi deneyimim

    Yıl 1986, İstanbul  1nci bölge (Üsküdar, Şile, Kartal, Beykoz) milletvekili olarak parlamentodayım ve zamanın hükümetinde de görev yapıyorum. 

    1980 darbesinden sonra zamanın partileri kapatılıp üyelerine de siyaset yasağı getirilince, 1983 Kasım seçimlerine aktif siyasetle (benim gibi) ilişkisi olmayan kişiler katılmış; bir bölümü parlamento seçimlerine aday olmuş, bir bölümü de il ve ilçe örgütlerinde görev almışlar; yani hep yeni isimler.

    Meclis çalışmaları olmadığı günler İstanbul’a geliyor ve sık sık da seçim bölgelerini ziyaret ediyorum; tabii bu ziyaretlere ilgili ilçenin yönetim kurulundan da katılıyorlar. İlçe yönetim kurullarının hepsi meslek sahibi, içlerinde şirketlerde genel müdürlük yapanlar bile var. Bunlardan birisi de -izninizle ilçe ve kişi adı vermeyeyim- x ilçemizin başkanı; bir firmanın genel müdürü. Genellikle yakıştırılan siyasetçi tipine hiç benzemiyor. Kendisine gelen -bir bölümü usulsüz- talepleri geri çeviriyor; yapılabilecek olanları yapıp, milletvekili müdahalesi gerekenleri de bana aktarıyor. Bu üslubunu bugün halâ saygıyla hatırlıyorum. 

    İstanbula her gelişimde, görevim nedeniyle bağlı kuruluşlardan -bakanlık sekretaryasının ayarladığı- bir araç beni alıyor; gideceğim yerlere götürüp getiriyor. Plakasını da değiştirip kırmızı plaka takıyorlar (bu kırmızı plaka ve fırfırlı mavi lamba konusunu ayrı bir yazıya konu yapmıştım1). Temin edilen araç manda kasa tabir edilen marka ve cinsten (adet öyleymiş).

    Onbir yıllık parlamento yaşamımda kendi kendime “aferin iyi yaptın” dediğim şeyler olduğu gibi, “yapmasam iyi olurdu” dediklerim de olmuştur. Utanç deyimi değil ama mahcubiyet duyduklarımın başında bu araç konusu gelir. İstanbul trafiğinde nereye gidersem gideyim önde eskort aracı, her halinden “savulun bir Türk büyüğü geliyor” havası, görenlerin bir bölümünün iftihar (niyeyse), bir bölümünün de @!*? (siz anladınız) ifadeleri yüzlerinden okunuyor.

    Ve karar verip (aferin dediklerimden) talimat veriyorum: İstanbula her gelişimde -o sıralarda araçların büyükçe bir yüzdesini oluşturan- Murat 131 tipi bir araç temin edin ve emniyetle de görüşün, eskort vs olmasın. Hemen yükselen itirazlardan -şimdi- anlıyorum ki itirazların nedeni o aracın bana yakışıp yakışmadığı değil, benim aracın bir referans oluşturması ve tüm makam sahiplerinin de “eh bizimki de bakanınkiyle uyumlu olmalı” diyerek manda kasalanması imiş.

    Neyse mecburen talimat dinlenince büyük bir rahatlık içinde daha fazla yere gidip gelmeye başladım ve önceki araçların bana özgürlük değil kısıt getirdiğini farkettim; çok memnunum, içten içe keşke başkaları da yapsa da diyorum.

    O da ne?

    X ilçemize gidip geliyorum; ama hem ilçe başkanında hem de yönetimdeki diğer kişilerde belli belirsiz bir memnuniyetsizlik hali var. Nedenini, bazı isteklerinin yerine gelmemiş olabileceğini tahmin ederek; onlar konuyu açmadan ben açıyor ve o yerine getirmediğim isteklerini niçin yapmadığımı açıklıyorum. İlginç olan, onların alınganlığına neden olan konu bu değilmiş. Bu defa tavırlarının nedenini sorunca birbirlerine ve sonra ilçe başkanına bakışarak sözü ona bırakıyorlar.

    İlçe başkanımız -nasıl söyleyeceğim- tavrı içinde şöyle diyor: “Efendim bizi sık sık ziyaret ediyor, taleplerimizi dinliyor ve yapılabilecekleri yapıyorsunuz, teşekkür ederiz. Fakat bizim sorunumuz bunlarla ilgili değil. Biliyorsunuz diğer partilerle çok yakın yerlerde yaşıyoruz. Siz o aracınızla gelip gittikçe bizimle dalga geçmeye başladılar: “Biz muhalefet olmamıza rağmen milletvekillerimiz filan marka araçla geliyor; sizinki neredeyse dolmuşla gelecek, isterseniz biz araç temin edelim” diyorlar. Lütfen bizim onurumuzla oynamalarına izin vermeyin, eskisi gibi eskortlu, hoparlöründen polislerin “çekil kenara ulan bakan geliyor” filan dedikleri sesleri duymak istiyoruz!.

    Bunu niçin anlatmak istedim?

    Birleşik Akıl Ağı2 paydaşlarından bir arkadaşımız, Millet İttifakı’nın kendini iyi anlatabilmesi için büyük projeler, iddialı hedefler yerine, bir samimiyet testi olabilecek -ve belki bu yolla büyük projelerinin de gerçekçiliği konusunda ikna edecek- bir öneride bulundu: “Araç saltanatına son” sloganıyla, ittifaka dahil parti liderlerinin, makam aracı olarak, sıradan, halkın kullandığı araçları (kırmızı plakasız ve mavi fırfırsız) kullanacaklarını ilan edip hemen de uygulamaya başlasınlar.

    Bence bu fikir mükemmel bir sosyal tohumlama3 fikri. Bu amaçla, Birleşik Akıl Ağı içinden ya da bu yazıyı okuyanlardan oluşan, bu amaçla zamanının ve de enerjisinin bir bölümünü ayırmayı taahhüt eden kişiler arasından bir çalışma grubu oluşturmayı önermek amacıyla bu anektodu anlattım.

    Gelebilecek itirazlar bellidir. Güvenlik, hızlı erişim zorunluğu vs. Bunların ikisi de çözülemez değildir. Özellikle de ikincisi4. Otomobil yapmak için babayiğit olmaya gerek yoktur. Ama bu işi başlatacak babayiğit (ve/ya anayiğit(ler)e) ihtiyaç vardır.

    Tınaz Titiz

    12 Mart 2023

    (1)  Bkz. https://tinaztitiz.com/kirmizi-plaka-ve-firfirli-mavi-lamba/

    (2) Bkz. https://www.BirlesikAkilAgi.com

    (3)  Bkz. https://www.SosyalTohumlama.com

    (4)  Bkz. https://tinaztitiz.com/caliskan-insanlardan-korkarim/

  • Otobiyografi kesiti-1*: Öğrenmenin heyecan verici dünyasını nasıl keşfettim?

    Yıl 1953. Ortaokula yeni başlamış bir öğrenciyim. İlkokul yıllarım -hemen bütün çocuklar gibi- hep pekiyi notlarla dolu karnelerle geçtikten sonra daha ciddi bir dünyaya ayak basıyorum. Gelenbevi orta okulu, adı az duyulmakla birlikte ilginç özellikleri olan bir okul (idi). O günlerde okul sayılarındaki sıkıntı nedeniyle ikili öğretim uygulanmaya başlanmış, ama her nedense Gelenbevi bu uygulamanın dışında kalmıştı. Sabahtan öğleye kadar sınıflarda ders yapılır, öğleden sonra da çeşitli el veya beden becerilerine ilişkin eğitsel kol çalışmaları olurdu.

    Ortaokul bitmiş Vefa Lisesi’ne başlamıştım. Lise’nin diğer iki okuldan çok farklı olduğunu, kimya hocamız Vicdani beyin yaptığı bir düzey anlama sınavcığı yolu ile daha ilk günden anlayacaktım. Kolay cevap verilebilecek -bilenlere göre kolay- on onbeş soruluk bir mini yazılı yaptı ve yirmi dakika kadar süre verdi. Ben soruları cevapladım ve kâğıdımı verdim. O güne kadar biraz şans, biraz da öğretmenlerin müsamahası ile gelmiş bulunan benim aklımda, sorulara yeterli cevaplar verdiğim kanısı vardı.

    Vicdani bey kâğıtlara göz atıp üzerlerine notlar attı ve geriye verdi. Kâğıdıma atılan not 10 üzerinden 2 idi ve bu bence kabul edilebilir bir not değildi. Tepkimi dile getirmek için duyulacak bir sesle sınav kâğıdını yırtıp yere attım. Vicdani bey sükunetle yanıma geldi. Kâğıdını yırtanın ben olup olmadığımı sordu. Ben de yırttığımı ve de haklı olarak yırttığımı, bir daha verse yine yırtacağımı söyledim ve kendimle de pek gurur duydum. Öyle ya bana karşı bir haksızlık yapılmıştı ve ben altında kalmamıştım.

    Vicdani bey kendinden umulmayan bir çeviklikle kroşe-tokat arası yüzüme yapıştırdığında, eğitim yaşamına yeni adım attığımı şimdi anlamıştım. Hayatın gerçek yüzü buydu.

    Vicdani bey de herhalde yaptığından vicdan azabı çekmiş olsa gerek, 3 yıl boyunca beni hiç derse kaldırmadı ve yazılı sınavlarda da hep iyiye yakın notlar verdi. Kimbilir belki, o tepkiyi gösteren bir çocuğun gerçekten çalışkan, bilgili ve zayıf notu içine sindiremeyen birisi olduğunu ve o olaydan sonra deli gibi kimya çalıştığını düşünmüştür. Ama gerçek öyle değildi ve ben hiç kimya çalışmıyor, bu hoşgörüyü -herhalde- kullanıyordum. Bu da, lise son sınıfa kadar sürdü ve hayatımda ilk defa kimyadan ikmale kaldım.

    Lise ikinci sınıfa geçtiğimizde yönetmelikler değişmiş, o zamana kadar 3.sınıfta ayrılan fen ve edebiyat, artık 2.sınıfta ayrılmaya başlamıştı.

    Yönetmeliğin açıklanmasını ve herkesin fen ya da edebiyat şubelerinden birisini seçmesi gerektiğini fizik hocamız Azade hanım şu sözlerle açıkladı: “Çocuklar fen sınıfı zordur. Fen dersleri zayıf olanlar hiç düşünmesinler doğru yan sınıfa geçsinler, orada daha başarılı olurlar, burada başarılı olabilmeleri imkânı yok, en azından benim dersimde imkânsız”.

    Bu sözler sanki doğrudan bana söyleniyordu. Azade hanımın tam olarak tarif ettiği kişi bendim. Öyle ki, lise birinci sınıta, üç kenarı belli olan bir üçgenin çizilmesinin “ne demek” olduğu hakkında bir fikrim yoktu.

    Derhal ve hiç tereddüt etmeden kararımı verdim, edebiyat şubesine gidecektim. Fakat sınıf içinde oturduğum yer kapıya uzaktı ve sınıftan çıkabilmem için tüm sınıfın önünden geçmem gerekiyordu. Her ne kadar birçok kişi Azade hanımın bu sözleri üzerine kalkıp yan sınıfa -edebiyat şubesi- geçtilerse de ben utandım ve yerimden kalkamadım ve böylece fen şubesini tercih etmiş oldum. Geri kalan çok az sayıda öğrenci olağanüstü zeki ve çalışkan çocuklardı.

    Azade hanım durumdan memnun, toplam 70-80 kişilik sınıftan geri kalan 20 kadar seçkin -ben de dahil(!)- öğrenci ile derslere başladı.

    Diyebilirim ki lise 2.sınıf ve özellikle de bu olay benim için her bakımdan bir “gerçeklik anı” olmuştur. Durumunun farkına varmak gibi çok önemli bir tetikleyici ile karşılaşmıştım. Bu bende büyük bir değişime neden oldu.

    Fizik konusunda sıfır sayılabilecek düzeyim, Azade hanımın da olağanüstü becerisiyle kısa sürede yükseldi. Başka okullarda okunan ne kadar kitap varsa hepsi temin edilmiş, içindeki konular çalışılmış, öğrenilmiş, tüm problemler çözülmüştü.

    Üniversite giriş sınavlarında fizik ve matematikten yapılan sınavda fizik sorularının tamamını doğru cevaplayarak bunun sonucunu görmüştüm.

    Öğrenme arzusunu ateşleyen bu “başarı kazanma” deneyimi, başka bir alanda daha kendini göstermiş, mektupla öğrenim yoluyla İngilizce öğrenmeye merak salmıştım. Çok basit bir yöntem olmasına rağmen kısa sürede olumlu sonuçlar vermeye başlayan bu metodun da yine “başarı kazanma”ya dayandığını belirtmeliyim.

    Üniversite yaşamı bitip meslek hayatı başlayınca bir dizi tesadüf -artık rastlantılara inanmıyorum- “kendi kendine öğrenme” konusunda önüme yollar çizmeye başladı. Bunlardan birisi, çalıştığım kamu kuruluşuna danışmanlık yapan bir Amerikan firması ile birlikte çalışma zorunluğu idi. Türk müdürümüz koluma girip firmanın Amerikalı mühendisinin odasına götürüp, “işte bizim adımıza sizinle birlikte çalışacak kişi” diye beni takdim edince yeni bir dönem başlıyordu. Çünkü, İngilizce konusunda çat-pat okuduğunu anlamaya çalışma düzeyinden, birdenbire okuyan-konuşan-anlayan-espri yapan-yapılanı da anlayan düzeyine gelmek gibi bir zorunluk ile karşılaşmış bulunuyordum. Bu da üçüncü önemli “gerçeklik anı” olmuştur. Birlikte çalıştığım elektrik mühendisi, benim yaşımda iyi bir çocuktu. Yardımcı olarak, NewYork Üniversitesi mektupla öğrenim bölümünden bilgisayarların tasarımı ile ilgili bir kurs almamı sağladı. Yine kısmet mektupla öğrenimden açılmıştı.

    Dokuz ay boyunca belki günde onyedi-onsekiz saat çalışarak bir yandan İngilizcemi ilerletmeye, bir yandan aldığım kursun -ki belli bir ücret de ödemiştim- gereklerini yerine getirmeye uğraşıyordum. Bu arada işimin icabı olarak da yapmak zorunda olduğum çeviriler de İngilizce öğrenmeme yardımcı oluyordu.

    Aynı odayı paylaştığımız bir mühendis vardı. Türkiye’de üniversiteyi bitirdikten sonra Amerikaya gitmiş ve master derecesini oradan almıştı. O zaman bana İngilizcesi çok iyi görünürdü. Bir gün, “Tınaz bey bu yollarla dil öğrenilmez” dediğinde, bunun bir kamçı etkisi yapabileceğini doğrusu düşünmemiştim. İnsan gerçekten -ama gerçekten- isterse, yani isteği temelsiz bir arzuya değil de elle tutulur bir amacı gerçekleştirmeye dayanıyorsa, itici bir öğrenme gücünün ortaya çıktığını o zamanlar bizzat görmüştüm. “Zorunlu kılan neden” (compelling reason) işte bu nedenle öğrenme konusunda çok önemli bir ön-koşuldur.

    Dokuz aylık kurs bittikten sonra, üniversitede alamadığım ve içime dert olan bir dersi aynı yöntemle -ama bu defa para ödemeden- öğrenmeye karar vermiştim. Servomekanizma adlı bu ders için İngilizce bir kitap bulup, aynen Amerikadan aldığım kursun yöntemlerini uygulayarak 5-6 ay içinde tamamladım. Bu deneyim, baştan ne denli güç görünürse görünsün eğer ihtiyaç duyuluyor ise -gerçekten duyulan ihtiyaç ile üstünkörü, gelip-geçici hevese dayanan arzuyu tekrar ayırıyorum- istenilen her şeyin öğrenilebileceğini bana öğretmiştir.

    Geçmişimde yaptığım bu kısa gezintiyle “kendi kendine öğrenme” dürtülerinin nerelerden kaynaklandığını göstermeye çalıştım. Şimdi ortaokul ve lise-2′ye kadarki başarısızlıklarımın nedenlerini daha iyi anlıyorum. Meğer, öğretilmek istenilenlere ihtiyaç duymuyormuşum!

    Şimdi milyonlarca çocuğumuzun niçin okullarda başarısız olduklarını daha iyi anlıyorum: kendilerine öğretilmek istenilenler, onların öğrenmek istedikleriyle aynı şeyler değil.

    Bunu kendimde de başkalarında da defalarca gözledim. Eğer insanların öğrenme yetenekleri, çok arzu ettikleri bir amacı gerçekleştirme yolunda tekrar harekete geçirilebilirse olağanüstü başarılar kazanabilirler.

    Beyaz nokta’nın Öğrenme Evi düşüncesinin temeli budur. İnsanların körelmiş fakat yok olmamış öğrenme yeteneklerini tekrar harekete geçirmek. Bunun için de, bir koruyucu-uyuşturucu gibi sarıldıkları “olumsuzluk-yakınma” sarmalından kurtulmalarına -eğer kendileri isterler ve de gerçekten çok isterlerse- yardımcı olmak.

    Şimdi en çok cevabını merak ettiğim soru, gençlerin bu rüyadan nasıl uyandırılabilecekleridir. Yalnızca “söylemeye” dayalı yaklaşımların yeterli olmadığını, eğitim alışkanlıklarımızın bir devamı niteliğindeki bu yaklaşımın başarılı olmayacağını biliyorum.

    Gençler eğer, dünyanın, içinde yaşadıkları bu dar alanlardan ibaret olmadığını, evrenin en güçlü aracını (yani öğrenmek) içlerinde taşıdıklarının bilincine varırlar ise ne kadar çok seçenek içinde yüzdüklerini anlayabileceklerdir. O halde öncelikle -belki de tek- yapılması gereken, sınırlarının farkına varmalarına, yani kendilerinin yeterlik ve yetmezliklerini tanımaya çalışmalarına ve her bakımdan -fiziksel, zihinsel ve ruhsal olarak- sınırlara doğru harekete geçmelerine yardımcı olunmasıdır. İşte bulunması gereken, bu bilinç açıcı yaklaşım(lar)ın ne(ler) olduğudur.

    Bu becerilebilirse, nüfusunun %40′ı 25 yaş altındaki bir toplumda nasıl bir potansiyel harekete geçmiş olur? Müthiş, bunu düşünmek bile heyecan verici. TV’deki bir belgeselde, 300 metre derinliğindeki bir mağara gölüne dalıp orada 12 saat kalmayı planlayan bir genç ve onunla beraber bu maceranın içinde yer alanlara bakınca, medeniyetin hep sınırlardaki uğraşlara bağlı olduğunu bir kere daha anladım. Bu tür gençlerin çoğunlukta olduğu bir toplum dünya için de ne büyük bir zenginliktir!

    Bütün bu girişimin mottosu olarak kabul edilebilecek bir söz şöyle olabilir: Kendi dar alanlarınızın duvarları dışına çıkmadıkça yaşam çok güçtür!

    Tınaz Titiz (2008)

    (*) 2008 yılında yazılan bu yazı, “Otobiyografi kesitleri-…” başlıklı dizinin ilkidir. Daha sonra yayımlananlar ise 9 tanedir. On yazı içindeki bu ilk yazı web sitesindeki revizyonlar sırasında yok olmuş, fakat BN web sitesinde bir kopyası kalmıştır. Bu defa sırayı bozmamak adına No 1 olarak yayımlıyorum. TT