• “Bütün haklarına saygı”; iyi de nasıl?

    “Bütün” sözcüğü ile canlı ve cansızların tümü kapsanmak üzere, özellikle pandemi sonrası şöyle bir paradigma sıklıkla dile getirilmeye başlandı: Bütün’ün haklarına saygılı bir yaşam.

    Saygı sözcüğü ile de kastedilense şöyle özetlenebilir: “Saygı en genel anlamıyla “zarar vermemek“tir. Buna kişinin kendisi de dahildir. Başkalarına zarar vermezken kendinin de zarar görmemesini gözetmek, bir başka deyişle tarafların hiçbirisine zarar vermemek demektir. Bu kavram, “zarar vermemek ve de yarar sağlamak” biçiminde genişletilmemelidir. Yarar sağlamak, “yarar sağlanana rağmen”e kolayca dönüşebilir. Bu nedenle, zarar vermeyen bir şeyin varlığını kabul etmek, onunla birlikte yaşamaya razı olup, yaşam koşullarını ona göre ayarlayabilmek, o şeye saygı göstermek olarak algılanabilir”.

    Bu haliyle “bütün haklarına saygı” yeterince kapsayıcı ve net görünüyor.

    Bir dakika, başkalarının haklarını bilmeden saygı nasıl olacak?

    Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma ya da tersine kendine davranılmasını istediğin gibi başkalarına davran ilkesi sanki bu sorunun yanıtını veriyor gibi. Ama her insanı bedeni, zihni ve ruhsal yapısı ile biricik yapan özellikleri “benimkiler” ile aynı olmadığına göre, başkalarına karşı davranışlarım ancak benim hoşlandıklarım olabilir; ama bunların bazıları karşımdakine acı veren davranışlar olabilir. Örneğin, polisiye film seven bir kişi, çocukluğunda tacize uğramış bir kişiye bu tür sahneler içeren bir film önerirken ne denli acıya yol açacağını bilemez. Tok açın halinden anlamaz bu gibi durumları ne güzel anlatıyor.

    Her ne kadar empati becerisi, kendini başkalarının yerine koymak olarak tanımlansa da, bunun pratikte ne denli güç olduğunu hemen herkes deneyimlemiştir.

    Ayrıca mesela sadece insanlarla sınırlı da değil!

    Bir an için Kedi Pamuk’un, Köpek Maron’un, bir şizofrenin, bir dâhinin, Sakarya nehrinin, tarım toprağı ya da Erciyes Dağı’nın haklarını -dolayısıyla ihtiyaçlarını- düşününüz. Bırakınız haklarına saygı göstermeyi, haklarının neler olduklarını tam olarak bilebilen insan sayısı ne kadardır?

    Onların haklarını olsa olsa kendimizle nispet ederek tahmin ediyoruz. “Benim karnım acıktığına göre Pamuk’un da acıkıyordur” veya “ben sıcaklayınca elbisemi inceltiyorum peki ya Maron ya da Sakarya nehri?”

    Kolayca ortaya çıkıyor ki, kolayca söyleniveren “başka varlıklara saygı göstermek” öyle pek kolay gerçekleştirilebilir bir şey değil.

    Bu durumda akıl yürütme zincirine bağlanabilecek düşünce baklası “önce tüm varlıkların, en önemlilerinden -ki en önemlilerinin ne olduğu da ayrı bir anlama süreci- başlayarak ihtiyaçlarını öğrenmeye çalış” olabilir. Yalnız burada bir risk, fıtrat tuzağı olabilir. İhtiyaç öğrenme uzun ve meşakkatli bir süreç olacağına göre, kolaylıkla “…….’nın fıtratı öyle; inanıp teslim olmak yeter” gibi bir kestirme yol bu çabayı gereksiz gösterebilir. Bu ise, her varlığın birbirleriyle etkileşim içindeki ihtiyaçlarının insana yüklediği sorumlulukları üstlenmekten kaçınıp, salt söylemle yetinme gibi yaygın bir duruma yol açabilir.

    Tut ki anladık, sonra?

    Yüzbinlerce insan, canlı ve cansızlar dünyasının yapısını (ihtiyaçlarını) anlamaya çalışıyor; araştırma yapıyor, düşünüyor, yazıyor, söylüyor. Buna göre ihtiyaç anlama sürecinde insan türü yalnız değil, büyük sayılabilecek bir kitleyle birlikte; bu iyi haber.

    Kötü (sayılabilecek) haber ise, bu saygının nasıl gösterileceğindeki belirsizlik. Teknik deyimle öyle bir “amaç fonksiyonu” tanımlamak gerekir ki en az şu üç şey arasında bir eniyileme (optimizasyon) sağlayabilsin: Haklar (ihtiyaçlar), alışkanlıklar ve zorlayıcı ve/ya kolaylaştırıcı çevrel koşullar.

    Ezberlerimiz (ve moda) bu amaç fonksiyonunun ne olduğunu hemencik fısıldıyor: Sürdürülebilirlik!

    Tanrı kelamları dahi sorgulanıyor ama sürdürülebilirlik asla!

    Sürdürülebilirlik için kendini yenileyebilirlik deyip bu açmazdan çıkılabileceği düşünülebilir; ama bu defa da kendini yenileyebilme sürecinin çok değişkenli doğası işin o kadar ucuz olmadığını söylüyor. Örneğin, nüfus artışı bu değişkenlerden birisidir. Uzmanlar 10 milyardan sonra doğanın kendini yenileyemeyeceğini söylüyor; ama “eğer bugünkü tüketim profili korunur ise” diye de ön koşul ekliyorlar. Tüm nüfusun avcı toplayıcılıkla geçindiği, modern tıp imkanlarının kullanılmadığı, tarım toplumu öncesi koşullarda (ortalama ömür 40-50 yıl) birkaç on milyarlık nüfusun da sürdürülebilirliği kolayca tahmin edilebilir.

    Ya da daha gerçekçi sorular ile, “hangi asgari konfor koşullarında” veya “dünyanın 3/4ünü oluşturan sulardaki sorun çözme kabiliyeti yüksek olan yaşar protokoluna göre” sürdürülebilirlikler belirsizdir. Nüfusun korunmaya değer bir bölümünün diğer gezegenlerde iskân edilip, geri kalanların din ve etnik tabanlı çatışmalarla birbirlerini hallederken bir yandan da birinci gruptakilerin ihtiyaçları olan değerleri üretmek için yeni tip kölelik[1] düzeni gibi öngörüler de yabana atılamaz.

    Tüm bu sorular niçin?

    Çünkü bu sorulara cevap vermeksizin, canlı ve cansızlar bütününün haklarına hangi amaç fonksiyonuna hizmet etmek üzere ve de nasıl saygı gösterileceği sorusuna işlevsel cevaplar verilemez.

    Ama öyle görünüyor ki varlıkların temel ihtiyaçlarını anlamaya çalışma yolunda -kestirme yollara sapmadan- çaba göstermek ve her eylemimizin kendimiz dışındakileri nasıl etkilediğini merak etmek sağlam birer yaşam ilkesidir.

    12 Temmuz 2021


    [1] Bkz. https://tinaztitiz.com/2012/05/25/bulusculuk-demokrasi-ve-yeni-kolelik/

  • Bulamaç Nasıl Pişirilir?

    Biraz ağzımız tatlansın!

    Bulamaç, un, su, şeker, pekmez, tereyağ gibi ana malzemelerin uzun süre ve düzenli karıştırılmasıyla oluşan, Anadolu’da hemen her yörede küçük değişikliklerle yapılan besleyici bir yiyecektir. İçindeki malzemeler öyle karıştırılır ki bileşenler ayırt edilemez. 

    Kısmen akıcı bir kıvama sahip, her şekli almaya uygun bu besin maddesi, anlatmak istediğim bir konu (sorunların yapısı) için iyi bir metafor.

    Önceleri, bir araya gelmiş sorunları adlandırmak için “stok” terimini kullanıyorduk. Uzun süre “sorun stoku” deyimi meramlarımızı anlatmaya yetti. Fakat giderek farkına varıldı ki, stok sözcüğü bir “karışım”ı anlatıyor. Halbuki bir araya gelen sorunlar birbirlerini değiştiriyor ve sonunda hiçbirisine benzemeyen yeni bir hal ortaya çıkıyor. Bu haliyle bu “bileşim” için “bulamaç” deyimi daha iyi bir benzetme. Ayrıca, esnekliği ve akıcılığı nedeniyle bulamaç amaca daha uygun..

    Tabii ki ister karışım ister bileşim olsun, her ikisini de oluşturan temel elementler aynı. Bunlara da Kök-Sorunlar ya da Yapı-Taşları denilebilir.

    Yaşam, ihtiyaçlar ve onları gideren değerlerin toplamıdır!

    Yaşamın ihtiyaçları (yemek, barınmak, öğrenmek, eğlenmek, üremek vd) üretilen “değerler” yoluyla gideriliyor. 

    Bu döngü içinde çok değer üretenler ya biriktiriyor ya da başkalarının ihtiyaçlarını doğrudan ve/ya dolaylı olarak gidermeye katkı sağlayacak şekilde kullanıyor. Üretilen değerin bir bölümü ise, o alanda bir ihtiyaç olmadığı ya da ihtiyaç konusunda yeterli farkındalık olmadığı için “atıl değer” olarak kalıyor, kayboluyor.

    Üretim ve/ya yüksek değer üretenlerden aktarma yoluyla destek alıp yine de ihtiyacından daha az değere sahip olanlar ise kısmen veya büyük ölçüde ihtiyaçlarından vazgeçerek yaşıyor.

    Hiç denilecek kadar az değer üreten ya da çalıp çırpma sınıfına giren türlü yollarla negatif değer üretenler ise ya sürünüyor ya da başkalarını süründürüyor. Kabaca resim böyle.

    Giderilemeyen ihtiyaçlar “sorunlar bulamacı”nı oluşturuyor!

    Toplumun ürettiği toplam değer yoluyla karşılanamayan ihtiyaçlar birleşip bir bulamaca dönüşüyor ve bu bütüne “toplumun sorunları” deniliyor.

    Bulamacın ilginç özelliklerinden birisi, her nerede bir giderilmemiş ihtiyaç varsa, orada bir sorun formunda ortaya çıkmasıdır. İster işsizlik, ister yoksulluk, ister işe yarar bir meslek edinememek ya da Covid19 aşısı bulamamak olsun, orada görünen -o soruna özgü biçim almış- bulamaç parçasıdır ve de bileşenleri aynıdır (un, su, pekmez vs.).

    Bu ne demek?

    Bu benzetme şu iki önemli şeyi söylüyor:

    1. Üretilen toplam değerin paylaşımını iyileştirmeyen ve/ya paylaşıma konu toplam değeri artıramayan sorun çözme çabaları ancak kısa süreli ferahlıklar sağlayabilir; sonuçta durumu daha içinden çıkılmaz hale getirir. Bu basit ilke, sorunların kısa vadeli çözümü için altın anahtar değerindedir. Üretilen toplam değeri orta-uzun vadede arttırmaya çalışırken, negatif üretilen değerin önünü kesmek kısa vadeli bileşendir.
    2. Bulamaç, yüzlerce özgün şekiller alabilir ve çoğu kimse -haklı olarak- o özgün şeklin elle tutulur bir sorun olduğunu ve gerekli önlemlerin alınarak çözülebileceğini sanabilir. Bu, tek ayak üstünde durma cezası alan bir kişinin sık sık ayak değiştirerek sorunu çözmeye(!) çalışmasına benzer; sonuç kaçınılmaz olarak tükenmedir. Buna göre, bulamaç kavramının ve Yapı-Taşları’nın[1] anlaşılması; belirli bir alanda ortaya çıkan ihtiyaçlara yönelmek yerine Yapı-Taşları’na yönelmek gerekir.

    İyi, hemen o taşları bulup parçalayalım.

    Adından da anlaşılacağı gibi o taşlar, görünürdeki sorunları oluşturan bulamacın içinde diğerleriyle iyice yapışmış, biri çekildiğinde diğerlerini de peşinden sürükler hale gelmiştir[2]. Bu nedenle görünen sorunda bir iyileşme gözlenebilmesi için bulamacın o bölümündeki hakim yapı-taşlarının çoğunluğuna müdahale edilmesi gerekir.

    Bulamacın özelliklerinden birisi de tüm yaşam alanlarına dağılmış olmasıdır. Bu da sistemli ve sabırlı bir mücadele anlamına gelir.

    Ama bir iyileşme ancak bu şekilde olabilir.

    Dilimin altındaki bakla..

    Çok sayıda sivil toplum örgütü, toplumun özgün sorunlarını çözmeye çalışıyor ya da hayırsever insanlar kendi güçlerinin yettiği ölçüde iyilikler yapıyorlar. Bir toplumda bu gibi çalışmalar altın değerindedir. Bu tür gönüllü çabaları ikiye ayırmak gerekirse, özgün sorun alanlarına yönelik olanlara -ki bu bir tek çocuğun giydirilmesi, okutulmak üzere burs verilmesi dahi olabilir- “servis hareketleri” denilebilir. Bunlar çok iyidir, toplumda dayanışma ruhunu güçlendirir; o hizmetleri yapanlara büyük tatmin sağlar.

    İkinci gruba ise “değişim hareketleri” denilebilir. Bulamaç hacmi büyümüş, tüm yaşam alanlarını sarmış toplumlar bu sarmaldan “servis hareketleri” yoluyla çıkamazlar; nitekim çıkılamadığı da net olarak görünmektedir.

    Peki, o halde servis türü girişimleri bırakıp tüm gönüllülerin değişim hareketlerine yönelmesi gerekmez mi? Hayır hem gerekmez hem de bu mümkün değildir. Herkes neyi yapabiliyor ise onu iyi yapmalıdır.

    Böylelikle sarmaldan çıkış garanti edilebilir mi? Tabii ki edilemez.

    Tınaz Titiz

    4 Mayıs 2021


    [1]  Bkz. Bulamaç Yapı-Taşları hakkında bir öneri: https://bit.ly/3f7vIrV

    [2]  Toplumdaki yaygın güvensizlik konusunun irdelenmesi amacıyla yapılmış bir analiz için https://vimeo.com/536856441  adresindeki 3’30”lık video izlenebilir.

  • Öz’ü Saklamak

    Lütfen şu iki ifadeye dikkat ediniz:

    Birincisi, “Sözlerinizi çoğu politikacı ya da halkla daima iç içe olan ve onların dertlerini dinlemektense kendini dinletmeyi tercih  edenler gibi çok ve de en önemli ve kayda değer mesaj olan düşünce içeriğinin sizi dinleyen ya da okuyana ulaşmasını engelleyecek biçimde uzatmanız, sizin en kıymetli, değerli ve nadide varlığınız olan, hiç bir şekilde yerine konulması mümkün olmayan zamanınızı kaybettireceği gibi karşınızdakini  ve  onunla çeşitli iş ve sosyal faaliyetler yoluyla iştirak halinde olan diğer kişileri ve dolayısıyla da onlarla ilişkide olanları yavaşça  ve hiç bir itiraza neden olamayacak, dolayısıyla da durdurulması mümkün olmayacak şekilde ve güle oynaya öldürür”

    İkincisi ise, “sözlerinizi uzatmanız karşınızdakini yavaşça öldürür“.

    Bu iki ifade bütünüyle aynı şeyi söylüyor; ama birincinin farkı, ifade edilmek istenilen özün, anlamayı kolaylaştırmak amacıyla eklenmiş ama gerçekte tam aksi etkiyi yaparak “özü maskeleyen” sözcüklerce saklanmış olması.

    Bu örneklerle denilmek istenilen, ayrıntılara yer vermeyen, metinleri zenginleştirebilen unsurlardan arındırılmış bilgisayar kodu gibi ifadelerin daha doğru olduğu değildir. Öyle olsaydı, büyük yazarların hiçbirisi insanlığın ortak kültür mirası olan eserlerini üretemezlerdi. (Her ne kadar kimseye pek söylemesem de yapay zeka yoluyla bir uygulama haline getirilmesi mümkün bir  “lüzumsuz söz filtre algoritması” yoluyla, katma değersiz sözlerin ağızdan ve/ya klavyeden çıksa dahi duyulmasına engel olabilecek bir susturucu tasarımı” hayalim de yok değil hani)

    Hem “tam uzunlukta” hem de “zenginleştiricileri kaybolmamış” ifade arzusu bir açmaz gibi görünce de melez bir yaklaşım mümkün görünüyor: Bu, “geleneksel olarak satırlar yoluyla tek boyutlu kullanılan kağıdın, iki veya daha çok sütuna bölünerek çok boyutlu kullanımı“dır.

    Nitekim bu yöntem 2005 yılında patentlenmişti. NUTUK’un başlangıcından birkaç sayfalık bölüm, öz – açıklama – ek bilgi biçiminde üç sütuna ayrılarak yazıldığında, öz bölümü için 1/3 kadar uzunluk yeterli olabiliyordu[1]. (İşareti gereken bir nokta, bu yazım biçiminde orijinal metnin noktası ve virgülüne dokunmadan aynen sütunlara bölündüğüdür. Bir bakıma altının çizilmesi ya da renkli kalemle boyanarak dikkatin çekilmesi gibi.)

    Bu açıklamadan sonra dilimin altındaki baklayı çıkarayım: KURAN, NUTUK ve ortalama bir yurttaşın mutlaka okuması gerekli eserlerin uzunluklarından dolayı özellikle gençler arasında okunamadığını biliyor, nedenlerini de anlayabiliyoruz. Okumak bir yana uzun videoları bile izleyemeyen bir veri akıntısı içinde sürüklenen insanımızdan, vakit bütçelerini değiştirmelerini beklemek pek gerçekçi değil.

    Önemli eserlerin kısa versiyonlarının hazırlanması da içeriğin yarım yamalak hale gelmesi açısından doğru değil. En iyi çözüm, tam metinleri iki veya üç sütuna bölerek “yeni bir yazım biçimiyle” yayınlamak.

    Şimdi soru şu: Eğer kısaca açıklanan bu yaklaşımda esasa yönelik bir hata yok ise, onlarca basımevi içinden bir (1) tanesi ya da binlerce kişiden bir (1) kişi bu eserlerin herkesçe okunması konusunda dişe dokunur bir arzu niçin göstermez?

    Atatürk konusunda ciltlerce kitap yazıp, her iki sözün birisinde Atatürk’ten örnekler veren kişiler, dernekler; İslam dinini tebliğ amacıyla mizah örneklerini dahi dini konulardan veren kişiler böylesi bir ihtiyacı duymazlar. Hayır bu mümkün değil.

    Bu takdirde bir (1) olasılık var görünüyor: Örnek olarak verilen Kuran ve Nutuk’taki özler açıkça bellidir ve çoğunluk bunları bilmektedir. Yani Müslüman çoğunluk İslam dininin temel ilkeleri konusunda ortak anlayışa sahiptirler ve Nutuk’taki temel mesajlar konusunda da benzer anlayışlar oluşmuştur.

    Bu sonuca varmaktan son derece mutluyum; aksi halde farklı şeyler düşünmeye başlayacaktım. 13 Mart 2021


    [1] Bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/Cesitli_konular/hyperwrite_aciklama.doc

  • İki Düşünce Sistemi Kümesi

    (-dir) ve (-mi?) Temelli Düşünceler hayatlarımızın içinde hep yer almıştır. Sadece birisine sıkıca bağlı olanlarımız olduğu gibi her birine zaman zaman girip çıkanlarımız da herhalde çoktur. Bunlardan birincisi yaşam kolaylaştırıcılığı nedeniyle çok yaygınlaşmış, ama o derecede de insanlığın başına dert kaynağı olagelmiştir. 

    Bir şeyi etkileri yoluyla uzun uzun tanımlamaya çalışmak yerine çerçevesini belirleyen ilkelerini (maksimler1) belirtmek daha doğru olabilir. Buna göre (-dir) Temelli Düşünce’nin belirleyici ilkesi şöyle ifade edilebilir: “Tüm olası sorularımızın temelinde bulunan ve hepsine birden cevap verebilecek tek doğru vardır.”

    Bu ilke gerçekten de zihinsel konfor sağlama açısından eşsizdir. Tek yapılması gereken, (-dir) temelli bir (veya her alanda bir veya birkaç) düşünce benimseyip ona uygun hareket etmekten ibarettir. Harcanması gereken zihinsel çaba sadece, benimsenen düşüncenin öngördüğü kuralların somut yaşam koşullarına uygulanması sırasındaki basit “nasıl” sorularına cevap aramak ya da o cevapları bulmuş kişilerden öğrenmekten ibarettir. 

    Örneğin, çakraların sayısı, yerleri, işlevleri vs, o konudaki (-dir) temelli düşünce sistemince zaten verilmiş olup, o düşünme sistemini benimsemiş kişilerce ayrıca keşfedilmesi için düşünmeye ihtiyaç yoktur; ama örneğin tıkanmış çakraların “nasıl” açılacağı gibi ayrıntı sayılabilecek konular ise bu konudaki uzmanlardan öğrenilebilir.

    Öğrenmiş kişiler bunları başkalarına öğretmek konusunda çok istekli (hatta zorla öğretici) oldukları için zihinsel çaba ihtiyacı hem yoktur hem de istenmez. Bu düşünce sisteminin en belirgin dışavurumu meraksızlıktır. Merak, (-dir) temelli düşünceyi tahrip edeceği için o sistemin ustalarınca (masters) hoşgörülmez.

    Bu düşünce sisteminin yaygınlığının esas nedeni, milyarlarca insanın akıllarına üşüşebilecek soruları tek tek merak edip zihinsel çaba harcamalarının önüne geçilmesidir. Bedende harcanan enerjinin önemli bir bölümünün, düşünme sürecinin gerektirdiği O2 ihtiyacını karşılamak için kullanıldığı; merak ve düşüncenin bedava olmadığı, avcı atalarımızın yaşamlarını sürdürebilmeleri için gelişmiş bulunan beyinlerimizin bugünün okul ve sosyal medyasınca tamamen gereksiz hale geldiği de dikkate alındığında, merak ve ikiz kardeşi soru sormanın yararlı değil zararlı bir eylem olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

    (Her şeye karşın yine de kalıtsal izleri nedeniyle içten içe merak eden insanların günün birinde uyanıp aptal yerine koyulduklarını anlayıp arıza çıkarmalarını önlemek için merak, soru, sorgulama, bilim gibi sözlerin her fırsatta bol bol tekrarlanıp içlerinin boşaltılması gibi dahiyane bir çözüm bulunmuştur.)

    (-dir) temelli düşünce’nin tarih boyunca bu yaygınlığı gerçekten de hayret uyandırıcı bir olgu ve aynı zamanda trajedidir.

    (-mi) temelli düşüncenin ne olduğunu ise uzunca açıklamaya ihtiyaç yoktur. Sadece hiçbir şey bilmediğini, ama merak ettiğini samimi olarak bilmekten ibarettir. 

    25 Ocak 2021

     (1) Maksim kavramı için bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/maksim

  • Olgu ve Yargı

    Bir köpeğin insanı ısırması değil insanın köpeği ısırması haberdir” derler. Benzer şekilde, olumlu haberler yerine olumsuzların ya da mesela idarelerin olası olumlu icraatını övenler yerine, yerenlerin ilgi toplaması da galiba aynı “sıra dışılık” ilkesine dayanıyor.

    Teknik deyimle “bilgi” (sokak kavgası, sel baskını ya da güzellik yarışması) taşıyabilecek kanalların (TV, gazete, internet ve diğer tüm) toplam kapasitesi, taşınabilecek toplam bilgi miktarına göre kat be kat fazla olduğu için, bu atıl kapasite ya asılsız ya da haber değeri küçük olumsuz haberlerle doldurulur. O da yetmezse “tarzım bu“, “yaşam sürdürme” filan gibi akla ziyan afyonlarla doldurulur. Buraya kadar anlaşılır bir durum.

    Bu akış içinde kuşkusuz her şey işe yaramaz olamaz; birlikte yaşamın önemli kurumlarından birisi olan siyaset (Arapça seyislik, at bakımı, yönetim anlamında ) ve onun da ayrılmaz iki parçası yöneten güç (iktidar) ve yönetenin tuttuğu yolun aksini (Arapça hilaf) gösteren (muhalefet) bilgi kaynakları içinde ağırlıklı bir yer tutar.

    İktidar neyi niçin yaptığını doğru bilgilere dayanarak anlatıp elindeki gücün sürdürülme iznini uzatmak için çaba gösterirken, muhalefet de yapılanların yol açtığı ve açabileceği yanlışları yine doğru bilgilere dayanarak ortaya koyarak, halkın doğru bilgilenmesini; dolayısıyla da doğru seçimler yapabilmesini sağlar. Bu mükemmel bir işleyiştir.

    Gerçekte ise durum tam böyle olmayabilir, çünkü tanımlanan bu yol sürekli bilgi edinmeyi, araştırmayı, gerektiğinde savunduğunun yanlış olduğunu kabul edip çark etmeyi gerektirir.

    Üzerinde durmak istediğim nokta tam burası; yani bu zor ama çıkar yol yerine, ayrılmaz ikilinin sapabilecekleri “kestirme ama çıkmaz yol“a işaret etmek  ve nasıl olup da bunun anlaşılamadığını paylaşmak.

    Çıkmaz yolun nasıl bir yol olduğunu daha açıklıkla ortaya koymak gerekirse şöyle: Doğru olduğu düşünülerek yürünmesine karar verilen yola ait “olgu ve tahminleri” ortaya koyup “bu olgu ve tahminlerin öznesi olanlara (iktidar ve/ya muhalefet) ait yargıları muhataplarına -saygı gereği- bırakmak yerine; doğrudan yargıların iletişimini yapmak!

    Bu tutumun kaçınılmaz sonucu, yargılar -doğru olsa dahi- aklı başında muhataplarca kendilerine saygısızlık olarak algılanması ve de yargıların ciddiye alınmaması.

    Mesele burada da bitmiyor; yargılara dayalı üslup olası yanlışları perdeleyerek amacı yanlışların ortaya çıkmasını önlemek olanların da işlerini kolaylaştırıyor. Böylece iktidar ya da muhalefet böyle bir sonucu planlamamalarına rağmen, tam aksi sonuca niçin yönelirler? Nedenini bilen var mı?

    Doğrusu, herhangi bir siyasetçi olgu ve tahminleri yargılarıyla birleştirmeye başladığı ilk anda dinlemeyi bırakıyorum. İktidar ya da muhalefet fark etmez!

    Bu tutum hele bir uzman tarafından sergileniyorsa tüm söylediklerinin değeri bir anda sıfıra iniyor.

    1 Ocak 2021 (rev. 2.1.2021)

  • Zincirdeki eksik baklalar ve sonuçları

    Çoğu kimsede çoğu zaman var olabilecek ‘düşünme alışkanlıkları’na oldum olası merakım var. Bu nedenle de gazete köşe yazılarına, TV tartışmalarına, hatta internet ortamındaki yazışmalara daha bir dikkatle bakarım.

    Genellemek istemem ama, gözlemlediğim böyle bir alışkanlığı ve ona yol açtığını düşündüğüm neden(ler)i paylaşmak; gelebilecek yorumlar yoluyla da zenginleştirmek isterim.

    Zihnimize çeşitli yollarla üşüşen sorular var. Belki de en yaygın olanlardan birisi, HUMAN The Movie adlı filmin son sahnelerinin birindeki çocuğun[1] -bu veya benzer ifadelerle- sorduğu şu sorudur: “Kendime sordum, niçin bu Dünya’dayım? Buradayım çünkü Tanrı’nın benim için bir planı var. Çünkü bu Dünya’da olan herkesin bir misyonu var; o halde benim de var, ama ben onu henüz bilmiyorum?”

    Filmdeki çocuğun, sorduğu sorunun cevabını henüz bilmediğini açıklıkla söylemesinden sıra dışı bir zihinsel yeteneğe sahip olduğunu düşünüyorum. Ama yine de sorusunun bir cevabı olduğundan emin. Belki yaşadıkça bu soruyu sora sora ya bir misyonu olduğu ya da bir avuç enerjiden başka bir şey olmayabileceği gibi bir sonuca varacaktır. Ne sonuca varacağı bu yazının konusu açısından önemli değil; önemli olan zihnindeki bu soruya ve daha yüzlercesine cevap bulmak için duyduğu büyük arzudur.

    Sorularına cevap bulmak” dürtüsünün tüm canlılarda ortak olduğu görülüyor. Bu nedenle de dünyaya yeni gelenlerin bebeklik dönemlerindeki sevimli ve komik hallerinin birer “cevap arama” eylemi olduğunu, büyüdükçe bu meraklarını yavaş yavaş -eğitim yoluyla- kaybedip birer çok bilmiş meraksız haline dönüştüğünü söyleyebiliriz.

    Cevabını aradığımız “zihinsel alışkanlıklarımız” bağlamındaki soru açısından burada önemli olan, cevabını bildikleri ile bilmedikleri arasındaki eksik baklaları tamamlama ve o baklaların eksikliğinin yarattığı rahatsızlığı giderme arzusunun ne denli güçlü olduğudur.

    Türümüzün kültürel alışkanlıkları bu eksik baklaları giderme konusunda o derece hızlıdır ki, boşluğu kapatacak açıklamaların, düşünme zincirinin bütünü ile tutarlı olmasına, referans alınabilecek tek yol gösterici olan “akıl-sezgi etkileşimi yoluyla evrimleşmiş bilim”in bu konuda bir cevabı olup olmadığını doğrulamaya zaman harcamadan, doğrudan doğruya kendine makul gelen bir açıklama bulup boşluğu kapatır (Dini inançlar bu bağlamda ilk başvurulan -boşlukları dolduran silikon macunlar kadar pratik- araçlardır).

    Bu alışkanlık ilk bakışta yanlış gibi görünse de muhtemelen evrim açısından türe bir avantaj kazandırmakta olabilir. Öyle ya, her açıklama boşluğu bir belirsizlik, her belirsizlik bir düşünme zorunluğu, o zorunluk bir zaman sarfı, o ise avcılık-toplayıcılık açısından rakiplerinden geri kalmak anlamına geleceği için, bir risk alarak o boşluğu bir varsayımla kapatmaktadır. Eğer tesadüfen de olsa o varsayım işe yararsa, artık düşünme zincirinin o bölümüne yapılan yama tuttuğu gibi, belki başkaca boşluklar için de kullanışlı bir silikon dolgu malzemesi bulunmuş olmaktadır. Varsayım işe yaramaz ise, muhtemelen niçin işe yaramadığını sadece kendisi bilecek, belki de işe yaramazlığı yeni bir dolgu ile kapatmaya kalkacak; her defasında gözünün (yani aklının) oraya takılmasına engel olmak için de orayı biraz zor görülebilir bir boya ile boyayıp kendini kandıracak -ama rahata da ermiş olacak-tır.

    Eksik düşünme baklalarının bu gibi üç kağıtçılıkla dolgulamayı engelleyebilecek tek malzeme “kuşku”dur. Eğer kuşku bilinçli bir düşünsel alışkanlık haline gel(e)memişse, eksik bakla yukarıda değinilen yanıltıcı dolgu malzemeleri yoluyla derhal kapatılacaktır.  Eğitimdeki ezber[2], tekrar[3] ve koşullandırma[4] gelenekleri yeni dolgu malzemeleri üretimine son derece elverişli malzemeler olup, ulusça elbirliği halinde imal edilmektedir.

    Eksiksiz zincir olması gereken düşünmenin boşlukları hangi malzemeyle doldurulmuş olursa olsun, bunların gerek kişinin kendisi gerekse başkalarınca fark edilmemesi için “tumturaklı söz söyleme”, “yabancı sözcük kullanımı”, “bağırma”, “inanç ve diğer ideolojileri sorgulamaya kapatmak” gibi boyalarla dikkat çekmez hale getirilir.

    29 Aralık 2020


    [1] Bkz. https://youtu.be/fC5qucSk18w dakika:02.56.30

    [2] Bkz. Ezberin Türevleri, https://tinaztitiz.com/ezberin-turevleri/

    [3] Bkz. Tekrarsız Öğrenme, https://tinaztitiz.com/tekrarsizogrenme/

    [4] Bkz. Koşullandırma, https://tinaztitiz.com/yeni-dusunme-bicimi-kosullandirmamaya-dayali-olmalidir/

  • “Kör kör parmağım gözüne”

    Bir anektod: Yaklaşık 15 belki 20 yıl önce, o zamanki SABAH Gazetesi’nin İstanbul Basın Ekspres yolundaki binasında bir randevum var. Havaalanına giderken sık sık önünden geçtiğim için binayı biliyorum. Arabamla binanın neredeyse birkaç on metre yakınına kadar geldim; ama otoyol ile bina arasında aşılamaz bir bariyer var, yani yoldan binaya erişilemiyor; demek ki binaya erişim için daha önce ya da daha sonra bir sapak var. Ya öncekini kaçırdım ya da daha ileride.

    Böyle düşünerek daha ileri gittim ve herhangi bir giriş bulamayınca, sapağı kaçırdığımı düşünüp bir yerlerden U dönüşü yapıp bu defa kaçırmamak üzere gözlerimi dört açtım. Fakat önce de bir sapak, bir giriş yok. 

    Nihayet arabayı bariyer kenarına park edip indim, binanın önünde sigara içenlere, (ses mesafesindeler) binaya araçla nasıl erişeceğimi sordum. İleriden otoyoldan çıkılıp arkalardan bir yerden sapılarak ulaşılması gerektiğini tarif ettiler ve böylece -B.Pascal’ın da ünlü “tecrübe zor ve pahalı bir okuldur; ama aklını kullanmasını bilmeyenlerin gidebilecekleri tek okuldur” sözünü de bir kere daha hatırlayarak- binaya erişebildim.

    Çıkardığım ve paylaşmak istediğim sonuç şudur: “Kör kör parmağım gözüne” gibi çok açık (gibi) durumlar çoğu zaman yanıltıcı olabilir. O gözünüzün önünde (gibi) görünen şeye daha uzun bir yoldan erişmek zorundasınızdır. 

    Hepimizin üzerlerine bir yağmur gibi yağan enformasyon bombardımanı altında sürekli “sorunlar” ile temastayız. Bir bölümü bireysel olarak bizi de ilgilendiriyor; bir bölümünden ise ancak dolaylı olarak etkilendiğimiz için sadece haber almakla yetiniyoruz.

    Bunlardan doğrudan etkileyenler için -çoğumuz açısından- çözüm çok açıktır (aynen gözümüzün önündeki gazete binasına erişmek gibi). Mesela herkesin 1 numaralı sorunu ‘işsizlik’. Hemen gözümüzün önünde onlarca çözümü var: Herkes, çalıştırdığı kişi sayısının %10 u kadar işsizi işe alsa ya da işe alamıyorsa verdikleri vergiye bir yüzde eklense!

    Fakat bu ikisi de çözdüğünden daha çok sorun üretir: Adalet ilkesi gereğince benzer uygulamayı tüm sorun alanlarına yaygınlaştırılması talep edilecek; bu yapılamayacak ama bir de üstüne milletin birbirine girip aralarında zaten mevcut olan kutuplaşmaları da artıracak; üstüne üstlük rüşvet olayları patlama yapacak.

    Gerçek çare (aynen bina girişinin bulunması gibi), tüm sorunlara yol açan daha az sayıdaki, ama olumlu etkileri gecikmeyle ortaya çıkabilecek ve muhtemelen sorunun yol açtığı kalıcı hasarların da bir bölümüne razı olmayı gerektiren derindeki ‘yapı taşları’na yönelmek.

    Toplumun -ister yerelden ister küreselden yansımış olsun- sorunlarına ilgi duyanlar, şu zihinsel beceriyi geliştirmek zorundalar: Giriş (çözüm) kapısı ne kadar yakın görünürse görünsün, sorunlara yol açan derindeki yapı taşlarını[1] ve onların kalıcı hasar verebilirlik ve de doğurganlıklarını görerek, ona göre çözüm araçları tasarlayabilme becerisi.

    19 Aralık 2020


    [1]  Yapı Taşları için bir örnek çalışma için bkz. https://bit.ly/3pPzSuX

  • “Doğrunun yanında, eğrinin karşısında” ve de çıtanın yeri?

    Dindar ve/ya seküler insanlarımızın kendilerini bağlı hissettikleri ahlak ilkeleri içinde herhalde birisi de başlıkta yer alandır[1].

    Toplum sorunlarına duyarlı insanlarımızın ne denli çok olduğunun göstergelerinden birisi sosyal medyadır. Çeşitli dernek, vakıf ya da platformlar halinde örgütlenmiş olanların sayısı, ileri ülkelere göre hala geride ise de, birkaç on yıl geçmişle karşılaştırıldığında -internetin de yardımıyla- olağanüstü artmıştır. Bu, inançlardan bağımsız olarak önemli bir ahlak ilkesine bağlı insan sayımızın çokluğunu gösteriyor; çok iyi.

    Bir de madalyonun öteki yüzü var: Bu örgütlenmelerin -benim görüş alanım içindekilerin- bir çoğu, adına yakınma ayini diyebileceğim bir tutum içindeler. Son derece birikimli insanlar çeşitli yollarla -şimdilerde çevrimiçi ağırlıklı- bir araya geliyor; nelerin yanlış olduğunu ve bunların düzeltilmesinin şart olduğunu birbirlerine anlatıp sonra da, bu düzeltme işlerini yapmaları gerektiği düşünülenlere saydırıp gönül ferahlığı ile ayrılıyorlar. Ben bunu bir ayine benzetiyorum; ritüelleri var, duaları var, belirli bir terminolojisi var.

    İlginç bir olgu daha dikkatimi çekiyor: Kutuplaşma, ötekileştirme toplumumuzun en yaygın eğilimlerinden birisi. Kanımca bu üç ayrı nedenden kaynaklanıyor. Birincisine kasıtsız bölücülük adını taktım; taraftar fanatizmi, yörecilik, din, mezhep, etnik köken bunlardan nispeten masum olanlar, ama yine de birer ötekileştirme aracı.

    İkincisi ise kasıtlı bölücülük; belirli bir amaçla yapılıyor, nedenleri muhtelif.

    Dikkat çekmek istediğim ise üçüncüsü; sorunları “anlama“, “çözümleme (analiz)” ve “çözme” görevi olup da bunları gerçekleştirme kapasitesi düşük olanlar, bir “karşı” yaratarak, tüm olumsuzlukları ona yüklüyor; böylece görevini yapmış olmanın(!) huzuru ile kendi yandaşlarının desteğini hak ediyor.

    Toplum sorunlarından yakınan örgütlenmeler ile, anlama-çözümleme-çözme kapasiteleri düşük olanlar arasında görünmez bir dayanışma var ve birbirlerinden habersiz birbirleri için uygun ortam yaratıyorlar. Bu sürecin bu yolla devam edip olumlu bir sonuç vermesi pek mümkün görünmüyor.

    Buna karşı bir çare önerim var: Salt yakınmacı ayin yaklaşımını bir ahlak sorunu olarak ilan edip, çıtayı yukarı bir yere koymak. Ağlaşma, suçlaşma, istirahatleşme üçgenini kırıp, adına holakrasi[2] denilen örgütlenme modelini benimsemek. Doğrudan, önce anlama, ardından analiz ve çözümleme adımlarını atmak. 

    Her holakratik örgütlenme bir diğerinden deneyimlerini öğrenip, onun eriştiği düzeyin üzerindeki bir noktaya çıtasını koyarak, yeni bir birlikte var olma paradigması kuralım; tüm kasıtlı bölücüleri safdışı bırakalım.

    Ağlaşma, suçlaşma, istirahatleşme oturumlarının yerini Yetkin Akıl Üretim çalışmaları alsın. Peki bu bir ütopya mı? Hayır değil. Bir sonraki yazımda bunun nasıl gerçekleşmekte olduğu üzerinde durmak üzere hoşça kalınız.

    16 Aralık 2020


    [1]  Dini terminolojideki karşılığı “maslahat” olan sözcüğün karşılığı:  “doğru, düzgün ve kusursuz olma; iyilik, uygunluk, yarayışlılık” gibi mânalar içeren salâh kelimesinden türetilmiş olup “bir şeyin maksada uygun özellikte olması, fesadın zıddı, iyi, uygun, elverişli, yararlı, iyi olana ulaştıran” anlamlarına gelir. bkz. https://islamansiklopedisi.org.tr/maslahat

    [2] Holakrasi 21.yüzyılın yönetim modeli olarak görülüyor. Holakrasi hiyerarşinin olmadığı, merkeziyetsiz ve ekiplerin özerklik içinde hareket ettiği bir sistemdir. Her örgütlenme hem özerk bir parça, ama aynı zamanda bir bütünün de parçasıdır. Holakraside kadınlara daha fazla sorumluluk yükleniyor. Holakrasinin ana sütunlarını şeffaflık, ölçülebilirlik ve organizasyonel çeviklik oluşturuyor. https://en.wikipedia.org/wiki/Holacracy

  • Otobiyografi kesiti-8: Kumarhanelerle ilgil birkaç anektod…

    • Aralık 1987 – Şubat 1989 tarihleri arasında 14 ay bulunduğum Kültür ve Turizm Bakanlığı görevim sırasındaki ilginç bir konu kumarhaneler sorunu olmuştur. Kumar sorunu neredeyse başlangıcı belli olmayan bir sorun ise de, benim burada söz ettiğim bu geniş alanın özel bir dalı olmuştur.

    Halk arasında “kollu canavar” olarak anılan ve makineye karşı oynanan kumar dallarından birisi olan slot machines, sosyal dokuya en çok zarar veren öğelerden birisi olmuştur.

    Küçük paralarla,  üstelik de büyük kazançlar sağlanabileceği gibi inançla oynanabilmesi ve her kayıptan sonra yine küçük paralarla tekrarlanabilme özelliği,  bu makinelerin gerçek bir canavara dönüşmesine yol açmıştır.

    Yeraltı kumarhanelerine erişimin –özellikle de kadınlar için- güç, dönen paraların çoğu kişinin mali gücünün üzerinde olması; kollu makinelere ise her turistik otelde kolayca erişilebilir olması, bunların yaygınlaşmasının başlıca nedeni olmuştur.

    • “Yasaklama” genellikle sevimsiz ve uygun yer, zaman ve kapsamda kullanılmadığı sürece yarardan çok zarar getiren bir araç olsa da, sorun çözme araçlarının oluşturduğu bütün içinde bulunması gerekli bir enstrümandır.

    Bu ilkeyi unutmaksızın,  turistlerin eğlence seçeneklerinden birisi olarak turistik belgeli otellerde izin verilen kollu kumar makineleri, Türkiye’de yaşayan T.C. vatandaşlarına tarafımdan yasaklandı.

    • Yasaklama kararına etki yapan epey faktör olmuştur. Diğer ülkelerdeki uygulamalar, yasaklamanın sonunda yeraltı kumarhanelerinin artması olasılığı vb faktörler yanında, bir gün İstanbul’da bir turistik oteldeki birebir gözlemim gözlerimin iyice açılmasına neden oldu.

    Tezgahtarlık yaparak, hasta kocası ve küçük oğluna bakan bir kadın, komşularının anlattıklarından etkilenerek, çektiği mali sıkıntılara bir çözüm olması için –ve bir kumar tutkusu olmaksızın- kollu makinelerde oynamaya başlamış.

    O güne kadar küçük birkaç meblağ hariç derdine deva olabilecek bir para da kazanamamış. Fakat bu arada umulmayan başka  bir şey olmuş. Bunu ben birkaç kişiden daha dinlemiştim; makinenin kolu çekildiği anda duyduğu sese bir tutkuyla bağlanmak!

    İlk bakışta anlaşılmaz –ve saçma- görünen bu tutku tüm haftalığını alıp götürmeye başlayınca, kadın bir çözüm(!) buluyor: O güne kadar o taraklarda bezi yok iken, bu defa o otelde –parası bitince- erkeklerle yatıyor ve kazandığı parayla alt kata inip tekrar o tutkulandığı sese para yatırıyor.

    Kumar, kuşkusuz herkes için riskli bir alışkanlık olsa da özellikle dar gelirli sosyal kesim için gerçek bir canavara nasıl dönüştüğünü göstermesi açısından bu örneği hiç unutmadım.

    • Yasaklama kararından hemen sonra, kollu canavarların ne büyük –ve güçlü- bir sektör olduğunu anlamam çok vakit almadı. Başlangıçta basının küçük bir bölümü hariç çoğunluğu yasaklamanın lehinde tutum alırken, kısa süre içinde tek tek tüm sesler kesildi. İki kişi hariç: Uğur Dündar ve Bekir Coşkun.

    Bu iki kişi tehdide pabuç bırakmadan sonuna kadar desteklediler. Özellikle sevgili Uğur Dündar’ın, şahsıma yönelik eleştirilere karşı takındığı tutumu hiç unutmayacağım.

    Görevden ayrıldıktan yıllar sonra bir TV programında kendisini izlemiştim. Orada da bu vefalı tavrını göstermiş ve o zamanki mücadele bağlamındaki rolümüzü belirtmeden geçmemişti.

    • Yeşilköy hava alanı VİP salonunda, İstanbul’dan Ankara’ya gitmek üzere bekliyorum. VİP salonu biraz yol geçen hanı gibidir. O salonu kullanabileceklerle hiç ilgisi olmayan kişiler de sık sık oralarda bulunur.

    Kürk mantolu bir hanım; kim olduğunu bilmiyorum. Kürk manto giymesi hariç saygın bir hanım da olabilir. Yanıma yaklaştı ve o çok bilinen yağdanlık bir tavırla beni çok takdir ettiklerini vs anlatmaya başladı. Fakat konuşmasında sürekli vurguladığı “biz” deyimini merak ettim ve sordum: Affedersiniz “biz” kimdir?

    Kadın biraz şaşırarak –bilmekliğim gerektiği halde bilmediğim için-, “biz ‘Talih Oyunları Salonları Mahalleri İşletenleri Derneği’yiz”; sizi çok seviyoruz ama sektörümüze de zarar veriyorsunuz, büyük vergi kaybına neden oluyorsunuz” deyince dayanamayıp, “merak etmeyin, sizlere diğer yasa ve ahlâk dışı alanlarda çalışma imkanı tanıyacağız” deyivermiştim.

    • Rahmetli Özal bakanlarına rahat bir çalışma ortamı yaratır, ancak önemli kararlar konusunda telkinde bulunurdu. Benim kendisiyle çalıştığım –Devlet Bakanlığı da dahil- 4 yıl içinde hatırlayabildiğim tek telkini –o da bir arkadaşım yoluyla- kumarhanelerin Kıbrıs’ta açılmasına izin verilmesiydi. Uygun dille reddedince konu bir daha –benim zamanımda- gündeme gelmedi ve bunu ima eden hiçbir şey de söylemedi.

    Bu kadar geniş ve doğrudan rant içeren ve uğrunda cinayetler işlenen bir konuda kuşkusuz hatırlanabilecek birçok şey vardır. Ama aradan geçen yirmi yılı aşkın sürenin aşındırıcılığını bir anda aşabilenler bunlardır..

    30 Ocak 2012 Pazartesi