• Nereye varmak istediğini bilmek!

    Nereye varmak istediğini bilmek!

    Sağlam iki gözlem

    Uzun zamandır, çeşitli -ticari, siyasi, akademik, gönüllü vd- kuruluşların şu üç konudaki profillerine dikkat ediyorum: (1) Ne için var oldukları (misyon), (2) Nereye varmak istedikleri (vizyon) ve (3) Vizyon yolculuğunda hangi değerlere sadık kalacakları (değerler)[1].

    Bir gözlemim, bu kuruluşların neredeyse tamamı denilebilecek bir çoğunluğunun  -en azından deklare edilmiş, yazılı- misyon, vizyon ve değerlerinin bulunmadığıdır.

    Diğer yandan, danışmanlık hizmeti veren ve alan ticari kuruluşların bu misyon, vizyon, değerler konusuna olan ilgileridir. Danışmanlık hizmeti alanlar için de verenler için de “bizim de bir vizyonumuz olsun” isteği epey yaygındır; bu da ikinci gözlemim.

    Halkın ilgi alanı içinde değil

    Nüfusun entellektüel dağılımında en büyük parçayı oluşturan ve “halk” olarak kısaltılan kesimde ise bu konuda bir merak söz konusu değildir. Sadece, bir şeyler satın alacağı zaman, satıcı kuruluşun diğer satıcılardan farklı bir şeyleri olmasını da arzu ederler.

    Bunun farkında olan satıcılar reklamlarında, halkın -ne olduğunu anlamasa da- yabancı dilden olduğu için iyi “bişi” olduğuna inandığı sözcükleri kullanmaya özen gösterirler. Ama o iyi bir şeylerin sonuçta dönüp de kendilerinden somut bir talebe yol açmamasına da dikkat edecek kadar uyanık olduklarından, o farklı olması arzulanan şeyin var ama yok türünden bir illüzyon olması için danışmanlık kuruluşlarından yardım isterler. İşte vizyon sevdası içindeki vizyonsuzluk böylece ortaya çıkmıştır.

    Üstüne basa basa övünmeye uygun, ama buna dayanılarak bir şey talep edilmesi imkansız. Müthiş bir buluş!

    Aklınızı eşek arası soksun!

    Bir akademik kuruluş gazete ilanı vermiş: “Vizyonumuz: Eğitimde çağdaş kalite.”

    Şimdi hangi öğrenci ya da velisi çıkıp, “size avuç dolusu para veriyor, karşılığında da çağdaş kalitede eğitim alacağını umuyorduk” diye tutturabilir? Tuttursa da alacağı cevabın göğüs yumruklama türünden övünmeler olacağı baştan belli değil mi?

    Vizyon’un ayrılmaz özelliği, hedef kitlece “yanlışlanabilir” olmasıdır

    Vizyon, Meksika kumarı gibi olamaz. Her isteyenin kendi tanım veya kurallarını vazettiği bir ifade, vizyon gibi “geniş bir hedef kitleye ortak bir hedef” göstermeye yarayan bir sorun çözme aracı olamaz. “Eğitimde çağdaş kalite” böylesine sünek, her çekilen yere gidebilen, dolayısıyla hiçbir şey yapmadan dahi iyi şeyler yapıldığını iddia edebilmeye imkan tanıyan bir ifadedir. İşin daha vahimi, işlevi, toplumu aydınlatmak olan bir kurumun böylesi bir ifadeyi topluma vizyon olarak ilan edebilmesidir.

    Burada esas üzerinde düşünülmesi, hem de çok düşünülmesi gereken nokta, nasıl olup da bu denli basit bir ilkenin gözardı edilmiş olduğu, hem de toplumun çeşitli kurumlarının büyük çoğunluğunun gözardı etmiş olduğudur.

    Ancak bir neden bu tür bir yaygın yanlışı açıklayabilir: Hedefsiz yaşamanın bir kültür haline gelmiş olması!

    Hedefsiz yaşama kültürü doğurgandır. Hedefli yaşamın gerektirdiği tüm sorun çözme araçlarını bir anda gereksiz kılar ve bir Kısır Sorun Çözme Kültürü üretir. Toplumumuzun içine düştüğü kısır döngü budur.

    Şimdi bu gözlükle kurumlarımıza tekrar bakınız. Türkiye’nin hedefsizliğinin nedenlerini daha iyi görebiliyor musunuz?

    Haziran 27, 2010

  • “Geri arama” bir ölçü mü, neyin?

    Geri arama” bir ölçü mü, neyin?

    Geri arama iletişim devriminin bir kavramı. Sabit ev telefonları zamanında -mesaj biriktirme özelliği olanlar dışında- geri arama diye bir sorun yoktu. Mobil telefonlar ve internet iletişimi ortaya çıkınca artan iletişim yoğunluğu bu kavramı üretti.

    Kavramın içeriğindeki “arama” sözcüğü akla hemen telefonu getiriyorsa da, e-posta yoluyla iletilen mesajları, skype vb yoluyla gelen çağrıları da (kuşkusuz, posta kutusuna gelen mesajları adres defterindeki kişilere bir değer katmadan, üstelik tüm adresleri de başkalarının göreceği şekilde bırakarak yayan, gönderdiği kişilerin de yayması için neredeyse and veren mesajları kastetmiyorum) içeriyor.

    Milliyet gazetesinde Metin Münir’in, 28 Ocak tarihli yazısından aşağıdaki alıntılar bu konuda tam söylenmesi gerekenleri dile getirmiş:

    Aradığınız kişinin size ne kadar zamanda geri döndüğü size ne kadar değer verdiğinin ölçüsüdür. Bu sıfır ila 100 arasında değişir. Birisini ararsınız, size geç değil hiç dönmezse, size verdiği değer sıfırdır. Aslında kelime kullanmadan: “Beni bir daha arama” diyor size. Aradığınız hemen veya uygun olduğu ilk an geri dönerse, size verdiği değere yüz verebilirsiniz.

    Tabii, bu kural iki taraflı da geçerlidir. Farkında olmayabilirsiniz. Ama sizi arayan bir kişiye ne kadar çabuk döndüğünüz onun tarafından ona verdiğiniz değerin bir ölçüsü olarak algılanacaktır. Birine kıymet verirseniz hemen ararsınız.

    Kendilerine hiç dönülmeyen veya makulün dışında geç dönülen kişiler genellikle bunu bir terslenme veya küçük görülme olarak algılar. Düşman kazanmanın en kolay yollarından biri budur. Düşman kazanmamak dururken kazanmak çok aptalca bir şeydir. Çünkü kimin, ne zaman, ne kadar zarar vermeye muktedir olacağı bilinmez. Kimin kime güngelir ne kadar ihtiyacı olacağı da. En doğru davranış, mümkünse, arayan herkese, çok kısa bile olsa, geri dönmektir.”…….

    Derim kalındır. Bu gibi olayları hiç umursamam. Bir arkadaşım yapsa kırılabileceğim davranışlar kontaklarımdan geldiğinde hemen unuturum. Değer vermediğiniz bir kişinin size değer vermemesi önemsizdir.”

    Öyle görünüyor ki gün geçtikçe yoğunlaşan iletişim ağları, kişileri giderek daha fazla iletişme zorunluğu ile yüzyüze getiriyor, getirecek. Bir yandan da, geri dönülmesi gereken mesajlarla yukarda açıklanan türde çöp mesajları ayıran -ne yazık ki- kesin bir çizgi olmadığı, bir gri alanın varlığı söz konusu.

    Bunun üzerine, iş yaşamımızın büyük oranda bu kanallardan yürümesi gerçeği ve kişinin kendiyle yalnız kalma hakkı bindiğinde ortaya çıkan sorun, geri ara(ya)mayanlar için çabuk bir yargıya varmayı güçleştiriyor. Teknolojik sorunlar da (bulunulan yerdeki imkanların kısıtlı olması, arızalar vb)geri dönemeyiş nedenlerinden birisi.

    Bütün bunlar, geri dönmeyiş / geç dönüş konusunu sulandırmak, hatta haklı göstermek için değil, herhangi bir sorunun tek ve kesin bir nedene bağlanamayacağının farkında olunduğunu vurgulamak amacını taşıyor.

    Tanımlanan istisnaların dışında kalan büyükçe bir pay ise, yazısı alıntılanan yazarın tanımladığı nedenle, geri dönme konusunu -en azından- önemsemeyenkesime aittir.

    Bu noktada sorulup cevaplanması yararlı olabilecek birinci soru, bu önemsemeyişin ne ölçüde doğurgan bir sorun olduğu; ikinci soru ise üreyen sorunların ne ölçüde önemli olduğudur. 

    Sorular böyle sorulduğunda cevaplanması güç görünüyor. Bir de tersinden sorulabilirse belki bir ipucu verebilir: Toplumun çeşitli sorunlarını oluşturan yapıtaşları içinde acaba, kendini kendi dışındakilerden her konuda alacaklı görmek, ama kendini kimseye hiçbir şekilde borçlu (örneğin geri dönme konusunda) görmemek gibi birisi var mıdır?

    Sizler düşünedurun bir fıkrayla bitireyim: “Yeni genel müdür ilk günün enerjisiyle, sabahları geç kalanlar ile akşamları erken çıkanları esprili bir dille uyarmak için bir duyuru yapar: Duyuru No 1-Sabahları mesaiye geç kalanlar ile akşamları erken çıkanlar koridorda çarpışmakta olduğundan, her iki grubun da koridorun sağ yanını kullanmalarını önemle rica ederim. Ertesi gün Duyuru No 2 gelir: Sabah geç gelenlerle akşam erken çıkanların aynı kişiler olduğu belirlendiği için Duyuru No 1 yürürlükten kaldırılmıştır.”

    28 Ocak 2011 Cuma

     

  • BU İĞRENÇ TV ROGRAMLARI KİMİN İÇİN?

    BU İĞRENÇ TV ROGRAMLARI KİMİN İÇİN?

    Transseksüel taklidi yapan, programa davetli olarak çağrılan kişilere inanılmaz terbiyesizlikte ve adilikte el ve ağız şakaları yapan kişilerin sunduğu birkaç TV programı var.

    Bu programları, bunları tasarımlayan, sunan, izleyip zevk alan kişilerin zihinsel kurgularını anlayabilmek için defalarca seyrettim. Ve sonunda şu yargılara vardım:

    1. Evet, bunları izleyenler vardır ve de reyting denilen o anlamsız ölçüye göre sayıları çok fazladır.

    2. Bu programları tasarımlayanlar -eğer o sunan kişilerle aynı değilse-, para için herhangi bir başka şeyi de yapabilecek yapıdadırlar. Bu programların, çocuk ve gençler üzerinde ne gibi olumsuz etkiler yaratacağını bilmekteler ve bunu bile bile yapmaktadırlar.

    3. Hanımefendi, beyefendi görünüşüyle o programlara katılan kişilerden, programın ortasında terkedip ayrılmayanlar varsa, onlar da bu aşağılayıcı muamelelere -kendilerine yapılmasa bile- müstahak kişilerdir.

    4. RTÜK denilen kuruluşun, görevini nasıl yapacağını bilmediği kesindir. Programları sansür etmek yerine, toplumun duyarlı kişilerinin olumlu ve olumsuz tepkilerini gösterebilmeleri için uygun ortam yaratmak gibi medeni bir görevleri olduğunu akıl edemeyen bir kuruluştur. Örneğin, her programın yayımlanması sırasında, ekranın bir köşesinde bir faks numarası gösterilmesini telkin etmek, bunu yapabilecek birkaç TV ile işbirliği yaparak yaygınlaşmasını sağlamak, vatandaşları, beğendiği ve beğenmediği programlar hakkında görüş bildirmesinin bir yurttaşlık görevi olduğu bilincini yayabilecek kampanyalar düzenlemek gibi önlemler, yayın durdurmaktan çok daha etkindir.

    Bu tür iğrenç programları izleyenlerin genellikle ot kökenli olmalarının, bilinçli insanlar için bir avantaj olduğu, birincilerin pasif, koşullanmaya teşne, nereye itilirse oraya giden kişiler olduğu bir gerçektir. RTÜK bu avantajı kullanarak bir yurttaş inisiyatifi geliştirmeyi düşünememektedir.

    Demokrasinin, yıllar boyunca ne olduğu konusunda söylenmeyen kalmadı. Ama yalın olarak, “vatandaşların, çeşitli sorunlar karşısında bir başkasından beklemeden üzerine düşenleri yapmak olduğu” bilinci yerleşmedi.

    Şiddetin, cinsellik sömürüsünün, bayağılığın, terbiyesizliğin adının “program” olamayacağını, bunları pazarlamanın adının “ticaret” değil bir “başka şey” olduğunu, bunları ses çıkarmadan izlemenin bunları onaylamak anlamına geldiğini bir kere daha düşünmeliyiz.

    Şimdi lütfen elinize kalem ve kağıdı alarak ya da bilgisayarınızın başına geçerek bu konudaki tepkilerinizi dile getiriniz ve böylece, ot kökenli insanlarımızla aynı geleceği paylaşmak istemediğinizi gösteriniz.

    Şimdiden elinize sağlık olsun.

  • Zihin Yeleği yani can yeleği gibi!

    Zihin Yeleği yani can yeleği gibi!

    Önce bir soru!

    Eğitimle herhangi bir düzeyde ilgilenen hemen herkes ezber konusu açıldığında görüşünü derhal söylüyor: “ben ezbere karşıyım; eğitim sorgulamaya dayalı olmalı!”.

    Hatta, eğitimciler arasında daha da ileri gidip, öğrencilerine hiç ezber yaptırmadığını, öğrencilerinden soru soranları katiyetle paylayıp susturmadığını, cevabını bilemeyeceği sorular karşısında bile soğukkanlılığını kaybetmediğini -gözünüzün içine baka baka-, ama ezbersiz eğitimin de olamayacağını, eğitimin zaten bir koşullandırma olduğunu -hemen birincisinin ardından- savunanlar çoğunlukta.

    Ben zaman zaman, rastladığım eğitimcilerle -yani herkesle- bu konuları konuşmaktan çok hoşlanıyorum. En sevdiğim konu ise, konuşması, tavrı, simgeleri vs yoluyla başkalarına dini, siyasi, ideolojik tebliğde bulunmayı bir görev sayanlara karşı -hem de iyice karşı- olanların, kendi doğrularını benimsetme konusundaki tutumlarının nasıl bağdaşabildiğini sormak.

    Sanki bütün bu kişiler tek merkezden eğitilmişler gibi benzer cevabı verirler: “ama akıl var mantık var, doğru tektir!”

    Eskiden, tebligat görevlilerine direnebilmenin hiç de zor olmadığını düşünürdüm, şimdi ise bunun göründüğü kadar kolay olmadığını düşünüyorum. Eğer, bir tebliğ grubuna aitseniz mesele kolaydır; ama eğer “ben zihinsel bekaretimi korumaya kararlıyım; kimsenin köklerini bilmediği ve bilemeyeceği doğrularıyla aklımı koşullandırmasına izin vermeyeceğim” derseniz o zaman işiniz zordur.

    İşte bu nedenle bir süredir, bir çeşit can yeleği gibi zihin yeleği düşlüyorum. Zihinsel taciz veya tecavüz girişimlerine karşı zihinsel duruluğumuzu koruyacak, hatta mümkünse zaman zaman salgılayacağı bir çeşit durulayıcı ile belleğimize -koruyucuyu aşarak- bulaştırılmış dogmaları silecek.

    Bu fikrimi açtığım, çeşitli konularda icatları bulunan bir arkadaşım, kendisinin de dahil olduğu bir grubun düşüncelerinin bu koruyuculuğu sağlayabileceğini, tek koşulun grubun doğrularını sorgulamamak olduğunu söyledi. Güvendiği dağlara kar yağmak demek ki bu demekmiş!

    Ama ben henüz yılmadım, zihin yeleği konusunda aklına fikrine güvendiklerime danışmaya devam edeceğim. Eskilerin bekaret kemerine benzer bir zihinsel bekanet kemeri buluncaya kadar devam edeceğim.

    Ne dersiniz, bulabilir miyim?

    Aralık 13, 2008

  • Hasta Toplum-1

    Hasta Toplum!

    “Tüm yaşam sorun çözmektir”

    Karl Popper’in bu isimdeki kitabı dört sözcükle tüm canlıların yaşamlarının anlamlı bir özetini veriyor. Gerçekten de yaşanılan her an, nereden çıktığı bile belli olmayan bir sürü sorunla boğuşuyor, çözmeye çalışıyoruz; uzak durmak ya da sorunlardan kaçmak da yine çözümler içinde yer alıyor.

    İşin ilginç bir yanı var: Günlük yaşamımızda genellikle çabalarımız birer süre ile sınırlı ve de sonlarında genellikle ödüller var. Eğitim yaşamımız sürelerle sınırlı ve bu bağlamdaki sorun çözme çabalarımızın sonunda not, diploma vs gibi bir ödül var.

    Çalışma yaşamımız da -hem günlük hem de emekliliğe kadarki zaman açısından- sürelerle sınırlı ve bu bağlamdaki sorun çözme çabalarımızın da maaş ve emekli ikramiyesi gibi ödülleri var.

    Hal böyle iken tüm yaşamımızı saniye saniye dolduran sorun çözme çabalarının büyük çoğunluğunun bir sınırı yok, bir mezuniyet, bir emeklilik söz konusu değil.

    Software: Microsoft OfficeMaddeler kimyası olur da sorunlar kimyası olmaz mı?

    Ödülü yok ama cezası var. Eğer önünüze çıkan sorunları çözemiyorsanız, bir süre sonra sorun stokunuz giderek kabarmaya başlıyor. Yaşam başka kaynaklardan önünüze sorun çıkarmasa dahi, kendi çözemediğiniz sorunlar, yeni sorunların yapı taşlarını oluşturmaya başlıyor. Aynen maddeler kimyasında olduğu gibi bir “sorunlar kimyası” oluşmaya başlıyor.

    Bu bir çeşit “belirli bir sıcaklığa erişen alevin -tutuşturucu kaynak ortadan kaybolsa dahi- kendini idame ettirmesi” olgusuna benziyor.

    Medyayı izledikçe bu benzetmenin ne denli geçerli olduğunu görebilirsiniz.

    Ama bu durum dahi “en kötü durum” değildir!

    Çözemediğimiz sorunların kendi kendini beslemesi bir Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliğidir ve biyolojik organizmaların hastalanmasına benzer biçimde toplumsal organizma hastalığıdır.

    Ama yine de her hastalıkta olduğu gibi olabilecek en kötü durum değildir. Eğer farkına varılırsa, SÇK’nin niçin arızalı olduğu anlaşılabilir ve gereken önlemler alınabilir.

    Şimdi bir de “5nci Kanun” gerektiğini anlıyorum.

    Olabilecek en kötü durum, hastalığın farkına varılmayışı, sorunlu durumların “normal” olarak görülmeye başlanmasıdır.

    Bu konuda esaslı bir uyarıcı işaret almama karşın uyanamadığım için ancak şimdi anlayabiliyorum ki, toplumsal organizmamızdaki SÇK yetmezliği hastalığı 5nci kanun uyarınca kendini unutturmuştur. Aklına fikrine, eğitimine, deneyimine, dünyayı bilirliğine güvendiğim bir arkadaşım, SÇK konusunda “başkaları sorunlarını ne kadar çözebiliyorsa biz de o kadar çözüyoruz” diyerek durumun hiç de bir hastalık gibi görülmemesi gerektiğine işaret etmişti.

    Sokaktaki insan niteliğindeki milyonlar için ise -bu durumda- hiç ümit yoktur. Onlar için sorunların sebepleri bellidir. Ya “bizi yönetenler”dir, ya “dış güçler”dir ya “şanssızlık”tır ya da öyle bir şeylerdir.

    Bu toplum hastadır!

    Lütfen herhangi bir ön-yargıya kapılmadan boğuştuğumuz sorunlara ve onlara karşı geliştirdiğimiz çözümlere bir bakınız. Ama en basit bireysel sorun ve çözümlerden en karmaşık toplumsal olanlarına kadar. Bu toplumun SÇK’nin kronik düzeyde sorunlu olduğunu göreceksiniz.

    Şaka ile karışık birer “kanun” olarak adlandırdığım “genellenmiş gözlemler”den 5ncisine açıklayıcı eklentiler yapmak gerekirse, sorunların kendini unutturması sonunda doğan boşlukların bir takım “sanal sağlık ürünleri” ile doldurulduğu görülecektir. Sürekli şikayet, silkinip ayağa kalkma rüyaları, olmayacak dualar gibi sanal ürünler..

    Bence bu hastalık onulmaz görünüyor. Nasıl olup da hasta olduğumuzu kabul edeceğiz? Cevap aranılması gereken sorun budur.

    22 Temmuz 2009

  • Küçüklerin tasfiyesi işsizlik demektir

    Küçüklerin tasfiyesi işsizlik demektir

    (Bu metin Değişken Derinlikli Yazım yöntemi (Patent No: TR 2005 03764 A2) ile yazılmıştır. Sadece anaf fikri okumak için kalın siyah yazıları okumanız yeterlidir. Ayrıntılar için Bkz. www.tinaztitiz.com/dosyalar/hyperwrite_aciklama.doc)

    Öz


    Ayrıntı Düzeyi

    1.düzey

    2.düzey

     

    Bir yandan otomasyon, insanın yaptığı kimi işleri elinden alırken, bir yandan da şirket birleşmeleri ve diğer ölçek büyütme yöntemleri küçük işletmeleri tasfiye ederek daha yüksek rekabet güçleri yaratıyor; ama bir yandan da istihdam edilenlerin sayısı azalıyor.

    Bu iki olgunun bileşik etkisi altında, dünyada edilen tüm insani sözlere rağmen son tahlilde kuruluşlar giderek çalışan sayısını azaltma eğilimi içindeler ve bu eğilim giderek de güçleniyor.

    Bir an için, tüm mal ve hizmetlerin tam-otomasyon yardımıyla ve hepsi birleşmiş tek kuruluşça yapıldığı varsayılsa, herhalde insanların büyük bölümünün işsiz kalacağı kolayca tahmin edilebilir. Halen işi olan insanlar varsa, bunun nedeninin şu 3 kısıt olduğu söylenebilir: Enerji kaynaklarının sınırlı oluşu, otomasyon teknolojilerinin eksikleri ve firmaların yerel ve/ya küresel ölçekte birleşmelerini sınırlayan çeşitli öğeler.

    Yarınlarda, yeni ve çok ucuz enerji kaynakları geliştirilip bir yandan da otomasyon teknolojileri iyice geliştiğinde, bugün insan çalıştırarak yapılan çoğu işlerin -hatta çoğu beyaz yaka işlerin- neredeyse sıfır maliyetle yapılabileceğini, bu eğilimin önünde de kolay kolay kimsenin duramayacağını tahmin etmek güç değildir.

    Eğer bir de bunun üzerine, küreselleşme önündeki engellerin tamamen kaldırılması bindirilirse, istihdam edilecek sıradan insanların sayısının neredeyse sıfıra düşmesi kaçınılmaz olacaktır.

    Bu sorun kimler içindir?

    Çizilen bu gelecek resmi genel olsa da her toplum ve o toplumlardaki her kesim için etkileri aynı olmayacaktır. Mal ve hizmet ihtiyaçlarını bol ve ucuz enerji + yüksek otomasyon + yüksek birleşmişlik düzeyindeki kuruluşlar eliyle karşılayan ülkelerde bu sorun daha büyük ölçeklerde ortaya çıkacaktır.

    Bunun doğal sonucu olarak işsiz kalacak insanların tepkilerini dindirmek için, bir yandan bu insanların dünya hakkındaki algılarını sınırlarken, başka ülkelerin mal ve hizmet ihtiyaçlarının, kendilerince üretilecek düşük maliyetli ürünlerle karşılanması yoluna gidilecektir. Bu mücadele sürecinde yerel ölçekli-küresel yaygınlıklı çatışma-savaşlar ise yine bu tablonun kaçınılmaz yan ürünleri olacak gibi görünüyor.

    Türkiye’deki istihdam ve işsizlik rakamlarına bakıldığında tam olarak görünen de budur.

    Korunulabilir mi, nasıl?

    En az üç cepheden korunabilmek gerekiyor: (1) Yukarda açıklanan otomasyon / ölçek büyütme nedeniyle ucuzlayan ürünlere, yüksek gümrük duvarları nedeniyle kaçakçılığı özendirmeyecek bir korunma yönetimi yapabilmek cephesi, (2) İç pazardaki oyuncuların otomasyon / ölçek büyütme girişimlerini yönetebime cephesi ve (3) Ucuz ürün istilasının çatışma boyutundan korunabilme cephesi.

    Bunlardan ilki ve ikincisinin birlikte yönetilmesi gerekiyor; çünkü birbiri ile etkileşim halindeler. İç pazardaki oyuncuları dış pazar oyuncularından ayırdedebilmek neredeyse imkansız olduğuna göre tek çare, bazı sağlam ilkelerin koruyuculuğundan yararlanmak.

    Cephelerden üçüncüsü için ise bir sorun çözme aracı koz yönetimi olmak zorunda.

    Bu ilke(ler) ne olabilir? Ticari Soykırım yasağı.

    Buna göre, “kendini istihdam eden bireyler (tek kişilik firmalar) ve benzeri çok küçük ölçekli kuruluşları bütünüyle ortadan kaldırıcı ticari kuruluşlara izin verilmez” şeklindeki bir kural gerekiyor.

    Bakkaları, eczaneleri, seyyar satıcıları, küçük dükkan sahiplerini ve benzeri küçük esnafı ortadan kaldıran, AVM’ler ve süper/hiper marketlerin, çalışma alanları, süreleri, yerleri ve diğer koşulları bir yasa ile düzenlenmeli, çok küçük istihdam odaklarını yoketmeleri tamamen önlenmelidir.

    Bir başka ilke: Büyük firmalara küçük işleri kapatın!

    Pahalı bir otomobil edinip sonra da onu sadece semt pazarına gidip gelmek için kullanmak akıldışıdır. Akıldışılık bir yana, toplumsal hasılanın kötü kullanımı dolayısıyla -yasal engel olmasa da- ahlaki de değildir.

    Benzer biçimde, büyük sermaye birikimini biraraya getirebilmiş, bu haliyle toplumun ihtiyacı olabilecek yüksek karmaşıklık düzeyli mal ve hizmet üretimi, teknoloji geliştirme, araştırma gibi işlerle uğraşabilecek kabiliyete sahipken, bunları bir yana bırakıp seyyar satıcıların ailelerini geçindirmek için yapabildikleri -ayrıca da başka bir iş yapamadıkları- işlere girerek ticari soykırıma yol açılması -yasaklayarak olmaz ama- en azından ayıp ilan edilmeli ve bu yolla caydırılmalıdır.

    Bir diğer ilke: İl bakanı peşinde koşmayı bırakın!

    Aşağıda, büyük kentlerimizin birisinin belediye başkanının, kentteki işsizlikle ilgili yakınlamaları görülüyor. Aynen şöyle:

    “X Büyükşehir Belediye Başkanı XXX, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) ilk kez açıkladığı illere göre işsizlik oranları sıralamasında X’nın Şırnak’tan sonra ikinci sırada yer almasının hiç de sürpriz olmadığını belirtti. XX, yaptığı açıklamada, Büyükşehir Belediye Başkanı olarak yıllardan bu yana X’nın en büyük sorunu işsizliktir vurgusu yaptığını hatırlatarak, Türkiye genelinde yüzde 11 olan işsizlik oranı X’da yüzde 20’yi aştıysa, bu vahimin de ötesinde sosyal bir felakettir dedi.

    “XX’NIN 30 YILDIR YATIRIMCI BAKANI YOK” XX’nın 30 yıldır hükümette yatırımcı bir bakanı olmadığını kaydeden Başkan X şunları söyledi: Komşu kentler XX ve YY değişik hükümetler döneminde yatırımcı bakanlıklar aldı ve sonuçları ortada. Maalesef Türkiye’de işler böyle yürüyor; yatırımcı bakanınız varsa devletin imkanları kentinize akıyor, eğer yoksa Ankara’nın vicdanına kalıyorsunuz.”

    Buna göre ikinci ilke, işsizlikle mücadelede bu çok yaygın, acayip ve o derecede de etik dışı yaklaşımı milletçe bırakıp, il bakanı[1]anlayışına son vermektir.

    Bİr başka ilke: Seyyar satıcılara dokunun, ama kaldırmayın.

    Özellikle büyük kentlerde belediyeler oldum olası seyyar satıcılarla mücadele eder. Bu mücadele, kovalama, tezgah kırma, geceyarısı han basma gibi soft sayılabilecek yöntemlerden, at arabasını (atı ile birlikte) denize atma gibi ölümcül yöntemlere kadar uzanır.

    Bundan kesinlikle vazgeçilmeli, bu insanların gelir sağlayıp yaşamlarını sürdürdükleri araçlar tahrip olunca, ya gasp, hırsızlık vb ya da herhangi amaçlı bir suç örgütü üyeliğine sapacakları idrak edilmelidir.

    Seyyar satıcılar açısından yapılacak olan, onların sağlık kurallarına uygunluk başta olmak üzere bir dizi (ve az sayıda) kuralla düzene sokulmasıdır.

    Bu ilkeler şimdilik Türkiye ve benzeri ülkeler için geçerli zannedilebilir. Fakat son derece kısa sayılabilecek -mesela birkaç yıl- içinde başta A.B.D. olmak üzere, kapitalizmi ehlileştirememiş tüm ülkelerde gündeme gelecek ve küçük güzeldir tekrar ve bu defa esaslı olarak bir ilke haline gelecektir.

    Mart 10, 2010

  • Tarih kırımlarla doludur ama?.

    Tarih kırımlarla doludur ama?.

    İster bir ırkı yoketme, ister etnik arındırma, ister savaşlardaki kırımlar olsun, binlerce yıldır çeştli kılıklar altında süregelen -hatta giderek artan- bir vahşet türü, öldürmek olsa gerek.

    En büyük çok taraflı kırımlardan birisi sayılan II Dünya Svaşı’nda 50 milyon asker ve 47 milyon sivil öldü.

    Günümüzde ise son 20 yılda, 1nci Körfez Savaşı’nda sadece Irak’ta ölen insan sayısının 1 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Eski Yugoslavya’nın parçalanması sırasında etnik temizlik nedeniyle öldürülen insan sayısı 312,000, Darfur’da ise 300,000. Şimdilerde daha ekonomik olduğu için yerel savaşlar tercih ediliyor.

    Kısacası insanlar öldürüyor, öldürüyor ve her birine de uygun gerekçeleri ya icedediyor ya da oluşturuyorlar.

    Bu resim için bir soru akla gelebilir: Acaba ölenler ve öldürenler arasında bir haklı-haksız ayrımı yapılamaz mı; örneğin çatışmalara herhangi bir şekilde katıl(a)mamış sivillerin durumlarında bir belirsizlik var mıdır? Kuşkusuz onlar tartışma dışıdır ve deyim yerindeyse kimvurduya gitmişlerdir.

    Eğer yeterince geçmişe gidilirse -mesela birkaç bin yıl-, bu mazlum kesimlerin dışında kalanların birbirlerinden alacak veya borçları olmadığı görülür.

    Rockefeller’e ait olduğu söylenen, “ilk milyonumun hesabını sormazsanız geri kalanlaı kuruşuna kadar açıklayabilirim” sözü, günümüzde hesap soran ve sorulan tüm toplumlar için geçerlidir. Yunus’un “mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” sözü, aslında herkesin (toplumsal ölçekte) sahip olduklarının başlangıcının öyle ya da böyle bir zora, onun da öldürmeye dayalı olduğuna işaret ediyor.

    Bunu herkes bildiğine göre, nasıl oluyor da dünya yüzünde daima birileri diğerlerine hesap soruyor?

    Birkaç yıl önce, kurban bayramlarında hayvanlara uygulanan vahşet sahnelerini eleştirdiğim  bir yazıma bir arkadaşımdan, Danimarka’da -yine tamamen dinsel bir gerekçeyle- balinalara uygulanan daha vahşi bir tören örneği gelmişti. Belki aradaki fark oralarda o vahşete karşı çıkabilen insanların varlığıdır.

    Her toplumun benzer “uzun geçmiş sicilleri“ne rağmen, kimi toplumların hesap sorabilir konumda olmalarının nedeni, hesap soranların daha temiz olmları değildir. İddia edilen “tarihiyle yüzleşmek” gibi öneriler geçmişi yıkayan bir temizleyici değil, sadece kendisinden hesap sorulmaya kalkışıldığında kullanılablecek basit bir akıl karıştırıcıdır.

    Hesap soran ve sorulanları ayıran en önemli özelliği T.Roosevelt ünlü büyük sopa[1] ilkesiyle -çok veciz biçimde ifade etmiştir. Hesap sorabilenler daima haklı oldukları için değil, sorun çözme yetenekleri daha yüksek olduğu için sormakta, sorulanlar ise mazlum oldukları için değil sorun çözme kabiliyetleri düşük olduğu için sorulmaktadırlar.

    1915 olaylarının -adına ne denilirse denilsin- bu denli sistemli biçimde üstüne gidilmesi yerine pekala iki toplum bir şekilde üzgün olduklarını ifade edip, enerjilerini gelecek nesillerinin nefretten uzak yerişmeleri için kullanabilirlerdi.

    Bu yoğun ve sistemli eylemler, Ermenistan’ın elinde bulunan büyük sopa nedeniyle değil, Türkiye’nin elinin boş olması, daha da doğru deyimle koz yönetimi ilkesini sorun çözme araçları dağarcığına sokamamış olması nedeniyle, bunun farkında olan ticari, siyasi, ideolojik vd “rakiplerinin” -düşman deyimi yanlış deyimdir- kendi işlerine yarayabilir koz üretme eylemlerinden başka bir şey değildir.

    Tarih birbirini rahatça dengeleyebilecek kırımlarla doludur. Mesele, bunları “işe yarar”(!) birer suçlama haline dönüştürebilecek koz yönetimi anlayışına sahip olmak ya da olamamaktır.

    21 Mart 2010

     

     

  • ELİNE SAĞLIK KOÇUM!

    ELİNE SAĞLIK KOÇUM!

    Hiçbir kazanım bedelsiz değildir. Pazılarını, içinde yumurta varmış gibi şişirenler onları yalnız arzularıyla değil, çile çeker gibi çalışmalarıyla yapabilmişlerdir. Tüm sporcular böyledir. Onların göz kamaştıran başarılarının altında ter, sıkıntı, mahrumiyet hatta zaman zaman gözyaşı vardır.

    Bireysel kazanımların bu bedelleri gibi toplumlar da çeşitli faturalar ödeyerek bir şeyleri elde ederler. Örneğin bağımsızlık böyledir. Binlerce evladını kaybetmeden bağımsızlığını kazanabilmiş toplum var mıdır?

    Genelleştirerek denilebilir ki her beceri, onun bedelini mutlaka ödemeyi gerektirir. Bu tartışılmaz doğrulukta bir yargıdır. Ama bu bedelin ne kadar olması gerektiği kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Eğer söz konusu olan kişiyse bu onun “bireysel aklı”na, böyle değil de bir toplum söz konusu ise onun “kollektif aklı”na bağlıdır.

    Bireysel aklı çok gelişkin kişilerden oluşan bir toplumun kollektif aklı da gelişmiş olabileceği gibi, hiç gelişmemiş de olabilir. Bunları bir kenara yazalım.

    Diğer yandan, bir gazetemiz tüm okurlarına bedava TV vereceğini vaadetmişti. Aradan bir süre geçtikten sonra veremeyeceği anlaşılınca da diğer gazetelerde büyük bir gürültü koptu. Vatandaşın kandırıldığı, baştan gazete fiyatının artmayacağı söylenip arkasından kırkbin liraya çıkarmanın ahlaksızlık olduğu filan yazılıp söylendi.

    Birçok vatandaşımızın bu olaydan üzüntü duyduğu, devletin bu işe el koyması gerektiğini düşündüğü, özellikle de bedava TV bekleyen uyanık vatandaşlarımızın daha da bir kızgın oldukları gibi haberler basına yansıdı. Hatta savcıları göreve çağırıp bu gazetenin cezalandırılmasını isteyenler oldu.

    Önce şu iyi bilinmelidir ki, bu işi kim düşündüyse o kişiye ulusça minnettar olunmalıdır. Ancak, 60 milyon nüfusa sahip kalabalık bir ülke için böyle bir kişiler yetmez. Her ne kadar diğer alanlarda da bazı bireysel girişimler varsa da, ülkemizde böyle toplu bir eğitim ikinci defa yapılmaktadır. Daha önceleri bankerlerimiz aracılığıyla benzer bir eğitimden geçmiş olan toplumumuz, eğitimin sürekli olması ilkesi gözardı edildiği için kazandığı beceriyi sürdürememiştir.

    Evet, bu bedava TV işini düşünen vatan evladına minnet duyulmalıdır. Nitekim, büyük bir olasılıkla bir süre sonra kendisi de kamuoyuna bu vicdan borcunu hatırlatacak ve yaptığının bir sahtekarlık değil bir “toplumu üçkağıtçılara karşı uyandırma eğitimi” olduğunu açıklayarak belki de bir ücret talep edecektir

    Günde onbin liradan bir yılda yaklaşık üçbuçuk milyon liralık bir ödemenin, gazete basımı ve dağıtımı için gereken masraflar çıktıktan sonra geriye kalabilecek yaklaşık iki milyon lirasıyla bedava TV alabileceğini düşünen yaklaşık 1 milyon vatandaşımızın bulunduğu bilinmektedir.

    Ülkemizdeki okur-yazarlık oranının her ne kadar %90’lar dolayında olduğu söylenirse de bunun doğru olmadığı bu olaydan anlaşılmaktadır.

    Buna göre, 1 milyon vatandaşımızın üstelik de parasını kendileri vererek bir eğitimden geçirilmeleri, geleceğimizin ne kadar aydınlık olduğunu göstermektedir. Her fırsatta her şeyi devletten beklediğini gösteren toplumumuzun artık yavaş yavaş bedava yemek olmadığını anlaması ve kendi eğitiminin parasını kendisinin vermesi ve üstelik bunu gönüllü olarak yapması fevkalade sevindirici bir olaydır.

    Artık hiç kimse bu 1 milyon vatandaşımızı bedava TV yoluyla kandıramaz. Ama geriye 59 milyon vatandaşımız daha kalmaktadır. Onların da aşılanarak bağışıklık kazanmaları iyi olur. İşte bunun için de karalanmayı, sahtekar damgası yemeyi göze alabilecek fedakar vatan çocuklarına ihtiyaç vardır.

    Ama merak edilmesin, bu toplum daha nice eğitmenleri içinden çıkarabilecektir. Yeter ki biz eğitime hazır olalım.

    Bu hızda ve bu azimle devam edilirse, mesela 2500 yılındaki Türkiye’yi göz önüne getiriniz. Bedava TV yoluyla toplum eğitimi yapanlardan daha kimbilir kaç yüzlercesi Dünya’nın dört bir yanına dağılacaklar ve ülkemizin şöhretini nasıl yayacaklardır. Daha şimdiden gurur duymamak mümkün mü?

    Pazartesi, 13 Kasım 1995

  • ABİ N’OLUR BİRAZ İPUCU VER !

    ABİ N’OLUR BİRAZ İPUCU VER !

    Televizyonlarımızın zeka geliştirici yarışma programlarından birisinde, telefonla erişilen hanıma bir soru(!) soruluyor: “3’ü mü açayım 6’yı mı?”.

    Öbür taraftaki ses, ağlamaklı yanıt veriyor: “Abi n’olur biraz ipucu ver!”. Arkasından da, bu yakarışının gerekçesini açıklıyor: “Bilsen ne güç durumdayız. Bu paraya mutlaka ihtiyacımız var!”.

    Yaklaşık 15 saniye kadar süren bu konuşma, tüm utançları sırtınıza yüklemeye yeterlidir.

    Bu program nedir? Seyirciye ne vermeyi amaçlamaktadır? Adi bir barbut oyunundan farkı var mıdır? Bu kadını milyonların önünde böylesine aşağılanmış bir duruma düşürmekten utanılmamakta mıdır? Fakir ama onurlu olmayı unutup onursuz para sahibi olmayı bir toplumsal histeri haline getirmek eğlence midir?

    Bir topluma uzun vade içinde kurulabilecek en melun tuzak, onun bireylerini aptallaştırmak, zevklerini adileştirmek, kainatın bir parçası olan insanı, o sisteme aykırı olan yaltaklanma, yalvarma gibi davranışlara alıştırmaktır.

    Bunun adı özgürlük, iletişim devrimi, demokrasi ya da medya egemenliği olamaz. Bu, başka birşeydir. Ve yalnız insan değil hiçbir canlı böyle bir muameleye muhatap olamaz, olmamalıdır.

    Buna karşı tek yapılabilecek olan, bu programları seyretmemek, bunları hazırlayanları, sunanları tek başlarına bu çirkinliklerle başbaşa bırakarak onları cezalandırmaktır.

  • İşte kanıt!

    İşte kanıt!

    Birkaç örnek..

    Bir TV programında genç bir kişi elinde Piri Reis adlı kitabı tutuyor ve -mealen- şöyle diyor: “Piri Reis haritalarının insan işi olmadığını şimdi size kanıtlayacağım. Bu kanıt öyle ‘şu söyledi, bu söyledi, şurada burada yazıyor gibisinden değil, tam olarak kaynağından kanıttır’. Bakınız xx sayfasında bizzat Piri Reis ne diyor: Bu haritalar ermiş işidir!.

    Ayrıca, haritalara bakınız, dünyanın çeşitli bölgelerine hayvan figürleri serpiştirilmiş. Süleyman peygamberin hayvanlarla konuşabildiğini bildiğimize göre, Süleyman peygamberle de bir ilişki kurulmuş demektir. Bütün bunlar, haritanın doğrudan ermişler tarafından yaptırılmış olduğunun kanıtıdır“.

    Bir gazete köşe yazısında ünlü bir sanatçı -aynen- şöyle diyor: “?..Türkiye, dünyada ırkçılık yapılabilecek en son ülkedir.Ben, değişik kimlikler tanındıkça, onlara saygı gösterildikçe, demokrasi arttıkça bölünme tehlikesinin azalacağına inanan bir insanım. Kanıtım da var.

    Bir zamanlar cephede kan dökerek bu ülkeyi birlikte kuran insanlar şimdi niye bölmek istesin ki! Otuz yıldır her türlü tahrikin, her türlü provokasyonun denendiği Türkiye’de bir Türk-Kürt iç savaşı çıkmamış olması bunun delili değil mi?Milyonlarca Türk-Kürt evliliği, bir arada yaşama iradesine örnek oluşturmuyor mu?

    Bırakın insanlar nefes alsın, kimliğiyle, soyu sopuyla, kültürüyle ve demokratik ülkesiyle, hukuk devletiyle onur duysun. Haksızlığa uğramayacağına, eşit olduğuna inansın. Korkmayalım: Bunca uğraşa rağmen, Türk’le Kürt’ü emperyalizm bile bölememiş, bundan sonra da bölünmeyiz.”

    Bir TV oturumunda iki hekim ve bir moderatör evrim kuramını (yanlışlığını) tartışıyorlar ve doktor olduğu söylenen kişi -mealen- şöyle diyor: “Big-bang Darwinizm denilen allahsızlığın çöktüğünün kanıtıdır. Madem ki, tüm evren büyük bir patlamayla bir hiçten yaratıldı, bu yaratılışın en güçlü kanıtıdır. Şu bardak kendiliğinden olamayacağına, bir yapan gerektiğine göre evrenin de bir yaratıcısı olması gerekir.”

    Bu “kanıt sayılamayacak şeyleri kanıt olarak göstermek” hastalığının bu üç olaya özgü olduğu sanılmamalıdır. Kendinde güç, bilgi, para vb gören veya vehmeden insanların önemli bir bölümünün görüşlerini ifade ederken gösterdikleri kanıtlara bakınız:

    –          Korkmayın enflasyon yükselmez,

    –          Korkmayın cari açıktan bir şey olmaz,

    –          Korkmayın radyasyon bir şey yapmaz,

    –          Korkmayın böcek ilacı bir şey yapmaz,

    –          Korkmayın deprem olmaz,

    –          Korkmayın Kürtler bölünmek istemez,

    –          Korkmayın Türkiye’de ırkçılık olmaz vs vs.

    Niyetin aldatmak olmadığı belli.

    İdeolojileri açısından birbirlerinden farklı olan bu üç kişinin, savundukları görüşlerle okurları aldatmak gibi bir niyetleri olmadığı kesindir. Büyük olasılıkla kendi inançlarını başkalarına kanıt olarak göstererek onları da ikna etmeye çalışmaktadırlar.

    Üçünün ortak noktası ise “kanıt”ın ne anlama geldiğini bilmedikleridir. Şöyle ki:

    v      Piri Reis haritasının kendisine ermişlerce yaptırıldığının kanıtı bizzat haritayı yapan kişinin sözleri -o da tam öyle mi belli değil- olamaz.

    v      Bir kişinin bir ülkenin bölünüp bölünmeyeceği konusundaki -hiç olmazsa istatistiki kanıtı- evvelce bölünen veya bölünmeyen ülkeler konusunda yaptığı tahminlerin tutmuş olmasıdır. Bunun dışındaki güvenceleri kendinden menkuldür ve kanıt değildir.

    v      Big-bang öncesi hakkında bilim hiçbir şey söylememekte, bir şey söyleyebilecek bir kanıtın olmadığı ifade etmekle yetinmektedir. Dolayısıyla big-bang’in yoktan mı meydana geldiği, yoksa var olan bir şeylerin bir evresi mi olduğu bilinmemektedir. Tek bilinen -ya da şu an için bilindiği zannedilen- patlama anından sonrasıdır. Böyle bir süreç olsa olsa “bilinemezliğin kanıtı” olabilir.

    TV’de program yapan, köşe yazılarında fikirlerini duyurmak isteyen kişilerin hepsinin bilim insanı olması kuşkusuz beklenmez. Ama bu insanların bir asgari “bilim kültürü“ne, o da olmazsa en azından bir “eleştirel düşünme becerisi“ne sahip olmalarını beklemek çok şey istemek midir?

    Bu insanlar yüzbinlerce kişiye hitap ediyor, onların düşüncelerini şekillendiriyorlar. Bu büyük bir sorumluluk değil mi?

    Bu farklı gibi görünen kişiler aslında aynı -ve çok geniş- bir familyanın, farklı elbiseli üyeleri değil midir? Ben de kanıt olarak bunu göstereyim bari J.

    Ağustos 20, 2009