• “Hayvan” bulundu!

    “Hayvan” bulundu!

    Olayı hatırlayalım..

    Bir kadın voleybolcu antrenmandan evine dönerken bindiği otobüste, giymiş olduğu şort nedeniyle bir namus bekçisinin “sen -kıyafetinle- toplumun ahlakını bozuyorsun” gibisinden sözlü ve fiili tacizine uğramış. Bunun gatelere yansıması üzerine, bir sanatçı da Ahlak Bekçileri Kampanyası adıyla bir protesto örgütlemiş. Ve, protestonun sloganı olarak da “Bu Hayvanı Bulun” ifadesi seçilmiş. Gazete haberine göre, tacize uğrayan sporcuya destek protestosu giderek genişliyor.

    Ben olayın, henüz yakalanmamış failine yakıştırılan “hayvan” sıfatı üzerinde durmak istiyorum. İhtimallerden birisi, delil yetersizliği -çünkü kimse şahitlik yapmak istemiyormuş- ya da bir başka nedenden dolayı suçsuz bulunabilecek olan “bekçi”nin, karşı şikayette bulunarak kendisine “hayvan” denilerek hakaret edildiğini iddia etmesidir.

    Bu sıfatı yakıştıranlar da kendilerini savunmak için, “az bile demişiz, sen hayvan değil hayvanoğluhayvansın” diyecekler, hakim de muhtemelen hakaret iddiasını haklı bulup küçük de olsa bir cezaya hükmedecektir.

    İkinci olasılık, tüm canlıların -ve cansızların- bir bütün oluşturdukları bilincinde olanların da suç duyurusunda bulunup, hayvanlara hakaret edildiğini, “bekçi”nin hayvan denilerek yüceltildiğini, hayvanların ise aşağılandığını iddia etmeleridir. Bu iddianın -bugünkü görünüşe göre- pek kazanma şansı yoktur.

    Ben suçluları buldum..

    Kendisinden başka canlılarla ilişkisini anlamaktan aciz, kendi başına varlığını sürdürebileceğini sanabilecek kadar cahil ve aptal olarak “önce insan” sloganıyla insana tapınan bozulmuş tür’ün esas suçlular olduğunu düşünüyorum.

    Bir hayvandan -istemeye istemeye- söz etmesi gerektiğinde “afedersiniz hayvan” diyerek özür(!) dileyen bu alt-tür mensupları içinde “bu hayvanı bulun” sloganının yaratıcısı sanatçılar da(!) dahil olmak üzere kerli-ferli nice -afedersiniz- insan olduğunu düşünebiliyor musunuz?

    Aranan hayvan bulunmuştur..

    İnsana tapınan putperestler, hayvan sözcüğünü aşağılama amacıyla kullanan yaratıklardır ve aranmalarına gerek olmayacak kadar çokturlar. Bekçiler ise beyinleri yıkanmış -afedersiniz- bir alt-türün üyesidirler.

    12 Ağustos 11 Cuma

     

  • RADYO VE TV’DE BİRŞEYLER Mİ OLUYOR?

    RADYO VE TV’DE BİRŞEYLER Mİ OLUYOR?

    Bir ürün varsa mutlaka müşterisi vardır. Daha doğru ifadeyle müşteriler belirli bir kritik kütleye ulaştıklarında talepleri bir ürün haline gelir.

    Pazarlamanın bu altın kuralı radyo ve TV alnında da işlemeye başladı. Vıcık vıcık bayağılık kokan, sapık tercihlerin en yılışık biçimde sergilendiği programlar almış başını giderken, AÇIK RADYO ve NTV adlı iki istasyon ortaya çıkıverdi.

    Bu olgunun, üzerinde durulması gereken yanı, bunları kuranlar değil, hizmet ürünlerini ayakta durabilir kılabilecek kritik düzeye erişen dinleyici ve izleyicilerin varlığıdır.

    Medya sektöründeki olağanüstü düzey düşüklüğünün içinden çıkan bu iki pırıltı acaba, başka alanlardaki bir uyanışın da habercileri sayılabilir mi? Bunu zaman gösterecektir.

    Ama burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: “Pazar ortamı uygun olunca ürün da doğar” kuralının zamanlama açısından duyarlığı, yılın belli gününde ortaya çıkıveren kelebeklerinki kadar kesin değildir. Çünkü, uygun pazar koşulları ancak uygun girişimcilerle birleştiği takdirde ürüne dönüşebilmektedir.

    Bu nedenle, eğer toplumun diğer alanlarındaki girişimciler eğer henüz vaktin gelmediğini, pazar koşullarının henüz oluşmadığını düşünerek bir girişimde bulunmaktan geri duruyorlarsa, toplum o girişimin ürünlerinden mahrum kalıyor demektir.

    Hele, bu farklı alanlardaki ürünlerin oluşturabileceği bileşik iklimin daha başka sinerjik ürünlere yol açabileceği de düşünülürse, bir radyo ve bir TV’nin gerçekte nelerin habercileri olabileceği daha iyi değerlendirilebilecektir.

    Bu, sıradan görünüşlü olgu özellikle gönüllü kuruluşlar için bir proje niteliğindedir. Yalnız bu değil, ne kadar “iyi ürün üreten varsa onlar da gönüllü kuruluşlar için birer proje olmalıdır. Bunun yanısıra, yalnız “iyi” ürün üretenler değil “kötü”ler de birer projedir. İyiler yüreklendirilmeli, kötüler ise ürettiklerinin çirkinliklerinin farkına vardırılmalıdırlar. İyi bir programa rastladığınızda, iyi bir yazı okuduğunuzda, hatta iyi bir espri duyduğunuzda lütfen birkaç satırla kutlayıp, kötü ürün sahiplerini de uyarınız.

    “Marifet iltifata tabidir” eski ama işe yarar bir sözdür. Marifete çok ihtiyacımız olduğu günümüzde elimize üşenmeyelim.

  • Sevgili öğrenciler,

    Sevgili öğrenciler,

    Sizleri, yaşamınızın en önemli parçasını oluşturan eğitiminizin dışında kalan zamanlarınızın küçük de olsa bir bölümünü, toplum sorunlarımıza bütüncül bir yaklaşımla bakma misyonunu edinmiş bir sivil toplum kuruluşundan haberdar etmek istiyorum. Bu kuruluş Beyaz Nokta® Hareketi’dir. www.beyaznokta.org.tr adresinde oldukça zengin bilgi bulabilirsiniz.

    Topluma hizmet amacı edinmiş binlerce kuruştan birisi ise de, BN’nın farklı olan yanı size çekici gelebilir. Bu farklı yan, hemen her şeyin konuşulduğu günümüzde, Türkiye’nin sorunlarını -karşılaştırılabilir ülkelere göre- niçin daha güçlükle çözebildiği ya da çözemediği ve bu olgunun,  yönetimlerden bağımsız sistemik bir olgu olup olmadığının irdelenmesidir. Kısa ifadeyle Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK).

    1994’ten bu yana yaptığımız çalışmalar, kimsenin ilgisini çekmese de ilginç bir özelliğimiz olduğunu gösteriyor.

    BN gönüllülerinden bir hekim dostumuz, bu olguyu şu cümlelerle özetliyor: “SÇK-immune system benzetmesi hem sorunun anlaşılması hem de çözüm yollarının ortaya çıkarılması açısından mükemmel bir örnek olarak kabul edilebilir. Bağışıklık sisteminin etkinliğini azaltan veya ortadan kaldıran bir yığın etken, sonuçta bu sistemin normal işleyişine bağlı olan tüm diğer sistemlerin savunmasız kalmasına yol açmaktadır. Bu durum da organizmanın işlevini tümüye yitirmesi ile sonuçlanmaktadır. Bağışıklık sisteminde yardımcı T hücreleri dediğimiz bir hücre grubunun tahrip olması (AIDS hastalığında olduğu gibi) tüm diğer bağışıklık sistemi hücrelerinin işlevlerininin büyük ölçüde azalmasına ve ortadan kalkmasına yol açmakta. SÇK yetmezliğinin merkezinde yer alan ezberin de (sorgulanamazlık) SÇK da benzer bir işlevsizliğe yol açtığı düşünülebilir. Kısacası, SÇK yetmezliğinin neden olduğu sonuç tablosunu ortaya koyarken, yapılan benzetme takdir edilmeye değer

    Sizleri, Beyaz Nokta’ya, daha da doğru Sorun Çözme Kabiliyeti olgusuna ilgi göstermeye çağırıyorum. Bu ilginin yöntemini yaratıcılık yeteneğinizle sizler belirleyebilirsiniz. Yeter ki, hemen he şeyin konuşulduğu, ama tüketilerek konuşulduğu toplumumuzda, sizler gibi iyi eğitim almakta olan gençler bu konuyu tartışmaya  başlasınlar ve de toplumun aydınlarının tartışmasına önderlik etsinler.

    İsteğim bundan ibarettir.

    Hepinize teşekkür ederim.

    Kolay gelsin.

    M.Tınaz Titiz

    Beyaz Nokta Gelişim Vakfı Başkanı (tinaztitiz@gmail.com)

  • Düşünsel sıçrama ihtiyacı!

    Düşünsel sıçrama ihtiyacı!

    Her sorunun karmaşıklık düzeyi, o düzeyle uyumlu düşünme araçlarını gerektirir. Şifresi unutulmuş bir çantayı açma sorunu için kullanılabilecek araçlarla, şifresi unutulmuş bir bilgisayarı açma araçlarının sofistikasyon düzeyi aynı olmayacaktır.

    Birisi için “kilidi kırıp yenisiyle değiştirmek“, “sabredip 1000 adet deneme yapmak” vbg basit araçlar yeterli iken, diğeri için örneğin “işletim sistemine hakim olmak“,  “bütünüyle reset etmek” vbg daha karmaşık bilgilere ve o bilgileri kullanabilecek düzeyde düşünsel araçlara ihtiyaç olabilir.

    Fakat bir sorun var..

    Kişi kendini bilmek gibi irfan olamaz” atasözümüz ya da Apollon tapınağının girişindeki “kendini bil” yazısı sıradan bir öğüt gibidir ama, biraz düşünülünce gerçekleştirmenin ne denli güç olduğu hemen anlaşılabilir. Birisini -ya da kendini- “bilmek”, bilinecek olanın çeşitli tutum ve davranışlarını yargılamak demek olduğuna göre, yargı ölçütlerine ihtiyaç vardır.

    Örneğin, lokantada yemek yerken, yemeğine ortak olmak isteyen bir kediyi tekmeyle kovan kişinin bu davranışı, hayvanlardan bahsederken “afedersiniz hayvan” diye başlayan birisi için onaylanacak bir davranış iken, canlıların bütünlüğünü idrak etmiş bir diğeri için affedilemez bir yanlıştır. Bu yargılamadaki ölçüt -görüldüğü üzere- “insanın, canlılar dünyasındaki yeri” bağlamındadır ve birisi insanı putlaştırıp en tepeye koyarken diğeri canlılar ailesinin eşit -ama farklı- bir üyesi olarak değerlendirmektedir.

    Buna göre, her değerlendirmede kullanılan ölçütler kişilerin kendi ölçütleri olacak, sahip olmadığı bir ölçüte göre değerlendirme yapması -imkansız değilse de- epey güç olacaktır.

    Benzer biçimde, kişiler, yaşamlarının her anını dolduran sorunları çözmeye çalışırken de, kendi bireysel sorun çözme araçları dağarcığındaki -kullanmaya alışık olduğu- aletleri kullanacaklardır. Kurumlar ve toplum için de durum benzerdir.

    Gündelik yaşam sorunları ikliminde birlikte yaşarken hemen hemen benzer araçları kullanan insanlar arasında sorun çıkmaz. Fakat, alışılmış karmaşıklık düzeyinin üzerinde sorunlarla karşılaşıldığında da yine alışılmış aletlerle sorunlar çözülmeye çalışılır.

    Yeni -ve daha başa çıkılamaz- sorunların başladığı yer burasıdır..

    Kişilerin -ya da onların oluşturduğu kurum, toplum gibi daha üst yapıların- kullanmaya alışkın oldukları aletlerle, alışkın olmadıkları karmaşıklıktaki sorunları çözmeye çalşmaları, başka hiçbir neden olmasa dahi yeni ve daha da karmaşık sorunların ortaya çıkması için yeterlidir. Üstelik, bu olgunun anlaşılmayıp, sorun çözmedeki başarısızlığın nedenleri olarak farklı etkenlerin aranması -ki bir bölümü doğru da olabilir- ve bulunacak bu etkenlere göre yeniden ve yeniden girişilecek yeni çözüm girişimleri sonunda, yepyeni ve hiç tanışılmamış karmaşıklık düzeyindeki sorunların ortaya çıkması da kaçınılmazdır.

    Uyaranları kimse dinlemez..

    Giderek karmaşıklık düzeyi artan sorunlar ikliminde, alternatif -ama mevcutla aynı karmaşıklık düzeyindeki- açıklama ve çözüm sahipleri, doğan bu olumsuz iklimin kendi savundukları yaklaşımların benimsenmemesi nedeniyle oluştuğunu iddia edeceklerdir.

    Bu iklim içinde, daha yüksek karmaşıklık düzeyindeki “sorun anlama“, “sorun tanımlama” ve “sorun çözme” yöntemlerini savunanlar da kuşkusuz bulunabilir; ama alışılmış anlama, tanımlama ve çözme araçları öylesine bir ezber ortamı yaratmıştır ki, alışılmışa karşı ses duyurmak mümkün değildir.

    Bir örnek..

    Kürt Sorunu’nun 2011 Ağustos itibariyle geldiği durumda, ana muhalefet partisi lideri -mealen- şöyle diyor:  “Siyasi partilerin görevi sorun çözmektir. Mevcut iktidar partisi ise sorun çözemiyor. Bizim önerilerimiz dinlense siyaset bu sorunu çözer

    Bu yaklaşımın bütünü konusunda çeşitli kurumlar arasında görüş farklılıkları olması doğaldır. Fakat ilk cümle olan “siyasi partilerin görevi sorun çözmektir” parçasına itiraz edecek bir siyasi -hatta akademik- kurumun ortaya çıkması pek olası değildir. Çünkü mevcut paradigmaya göre sorunları çözmek siyasi partilerin görevidir.

    Nitekim seçimler sırasında birbirinden farklı siyasi partilerin temsilcileri tek nokta etrafında birleşegelmişlerdir: Bizi seçerseniz sorunlarınızı çözeriz!

    Bu paradigma, belirli karmaşıklık düzeyine kadar sorunları çözebilir..

    Siyasi partilerin görevi sorun çözmek ise, toplumu oluşturan birey ve kurumların çeşitli ilgi ve çıkarları doğrultusunda oluşturacakları dernek, vakıf, platform, sendika, birlik, üst-birlik vs’nin işlevi nedir.

    ’80li yıllarda bir Arnavutluk seyahatinde, başkent Tiran ile İşkodra arasındaki yolu bir Arnavut bakan ile birlikte alırken, adım başındaki “union” tabelalarını görünce merakla -çünkü o tarihlerde sendikalaşma yasaktı- “bu union’lar neyin nesidir?” gibisinden -kibarca- sormuştum.

    Arnavut bakan büyük bir hayretle yüzüme bakmış ve şöyle demişti: “Ben Türkiye’de de union’lar olduğunu sanıyordum. Bu kuruluşlar hükümetin emirlerini işçilere ileten kuruluşlardır. Siz nasıl iletiyorsunuz?”

    Benzer biçimde, eğer siyasi partilerin görevleri sorunları çözmek ise, onca örgütlenmenin tek işlevi olabilir: Görüşlerini hükümete bildirmek; hükümetin de kendi görüşü yönündekileri destek olarak kullanması!

    Bu paradigma, belirli bir sofistikasyon düzeyine kadarki sorunları çözebilir. Bu yaklaşıma da -eğer örgütlenmelerin fikirlerini yeterince alıyor ise- yarı demokrasi denilebilir. Fakat halk böyle bir demokrasinin fazlaca bir faziletini görmediği için de sık sık otoriter idareleri -mesela askeri idareleri- destekler ya da en azından otokratik sivil idareleri arzular.

    Ama ne yazık ki sorunların karmaşıklık düzeyini kendimiz seçemiyoruz..

    Resmi haritalarda gösterilenlerin dışındaki çeşitli sınırları giderek daha karmaşık süreçler sonunda ortaya çıkan toplumlar arasındaki çıkar çatışmaları, öyle karmaşıklıkta sorunlar üretmektedir ki, bunların oluşumunda çoğu zaman yerel toplumların çok az katkısı vardır. Pişirilip kotarılmış sorunlar toplumların önlerine konulmaktadır. Irak, Afganistan, Pakistan, Libya, Mısır, Türkiye gibi toplumların karşı karşıya bulundukları sorunlar, onların sorun çözebilme kabiliyetleri ile orantılı olarak kendilerince seçilmemiştir.

    Bu sorunların, yarı demokratik paradigmaya göre işleyen toplum yapılarınca bırakınız çözülmesi, anlaşılması bile imkansızdır. Eldeki en güçlü araç, “sorunları siyasi partiler çözer; diğer tüm örgütlenmeler de fikir beyan ederler” şeklindedir.

    Siyasi partilerin görevi sorun çözmek değil, ortam hazırlamaktır..

    Çoğulcu demokrasi, yapacak işi olmadığı için sıkıntıdan bunalan müreffeh insan topluluklarının değişiklik olsun diye ürettikleri bir yaşam biçimi değildir. Tam aksine, bir sorun çözme aracıdır ve karmaşık sorunları çözmek yolunda evrimleşmiştir. Eskilerde derebeylerinin, zalim kralların boyunduruğunda yaşayan ve sorunları o diktatörlerce çözülen o toplumlar, daha sofistike sorun çözme yöntemlerine ihtiyaç duydukça önce çoğunlukçu yarı demokrasileri geliştirmiş, daha sonraları ise sorunların karmaşıklığı arttıkça çoğulcu demokrasilere geçmek zorunda kalmışlardır.

    Tek kişilerin kolayca buyurup sorun çözdüğü düzeyden daha karmaşık sorunlar, ancak o sorunlara taraf (paydaş) olan kesimlerin ortak akıllarının harekete geçirilmesiyle çözülebilir.

    Karmaşık sorunların paydaşları da -sayı ve nitelikleri itibariyle- çok ve karmaşık olduğu için, onları bir salona doldurup çözüm bulmalarını beklemek beyhudedir. Bu nedenle, ortak akıl üretme sürecinin, birilerince oluşturulması gerekmektedir ve bu çok önemli bir işlevdir. Bu işlevi yapacak olan kurum, çözüm geliştirecek ve uzlaşı sağlayacak olan kurumlar değildir.

    Bu işleve “ortam yaratma” işlevi denilebilir ve siyasi partilerin başlıca görevi bu ortamın yaratılması bağlamındadır. Yaratılacak ortam içinde, sorunlara çözüm geliştirecek, uzlaşı sağlayacak kurumlar ise, çoğulcu demokrasinin ana yapı taşları olan örgütlenmelerdir.

    Ortam yaratma işlevi, çoğulcu demokratik sürecin şiddetten kesin olarak arındırılması, bir korkusuzluk ortamı oluşturulması, her örgütlenmenin özgürce fikir oluşturup uzlaşı sürecine katkıda bulunması ve toplumda bir uzlaşı kültürü oluşturulmasını içerir.

    İktidar partisinin görevi bu ortamı yaratmak ve bu yolla ortaya çıkacak çözümleri uygulamaktan; muhalefet partilerinin görevleri ise daha verimli ortamların yaratılması için seçenekler üretmekten ibarettir.

    Dernek, vakıf, platform, sendika, birlik, üst-birlik ve benzeri ilgi ve çıkar örgütlenmelerinin rollerinin ne denli farklı olması gerektiği ve siyasi partilerin toplumu oluşturan birey, kurum ve kesimler adına çözüm üretmelerinin çoğulcu demokrasiye ne denli aykırı olduğu görülüyor.

    Şu an için üzerinde durduğumuz düşünsel platform, karşıkarşıya olduğumuz sorunları çözemez. Bu platformun sorun çözme kabiliyeti, sorunlarımızın karmaşıklık düzeyinin altındadır.

    Bunu lütfen bir düşününüz. Sonra da siyasi partilerden sorunlara çözüm bulmasını istemekten vazgeçiniz. Siyasi partilerin görevleri konusunda yeni paradigmaları gündeme getiriniz. Bu düşünsel araçlar, bu sorun çözme kabiliyeti düzeyi ile bu kritik coğrafyada tutunamayız.

    17 Ağustos 11 Çarşamba

     

  • Nereye varmak istediğini bilmek!

    Nereye varmak istediğini bilmek!

    Sağlam iki gözlem

    Uzun zamandır, çeşitli -ticari, siyasi, akademik, gönüllü vd- kuruluşların şu üç konudaki profillerine dikkat ediyorum: (1) Ne için var oldukları (misyon), (2) Nereye varmak istedikleri (vizyon) ve (3) Vizyon yolculuğunda hangi değerlere sadık kalacakları (değerler)[1].

    Bir gözlemim, bu kuruluşların neredeyse tamamı denilebilecek bir çoğunluğunun  -en azından deklare edilmiş, yazılı- misyon, vizyon ve değerlerinin bulunmadığıdır.

    Diğer yandan, danışmanlık hizmeti veren ve alan ticari kuruluşların bu misyon, vizyon, değerler konusuna olan ilgileridir. Danışmanlık hizmeti alanlar için de verenler için de “bizim de bir vizyonumuz olsun” isteği epey yaygındır; bu da ikinci gözlemim.

    Halkın ilgi alanı içinde değil

    Nüfusun entellektüel dağılımında en büyük parçayı oluşturan ve “halk” olarak kısaltılan kesimde ise bu konuda bir merak söz konusu değildir. Sadece, bir şeyler satın alacağı zaman, satıcı kuruluşun diğer satıcılardan farklı bir şeyleri olmasını da arzu ederler.

    Bunun farkında olan satıcılar reklamlarında, halkın -ne olduğunu anlamasa da- yabancı dilden olduğu için iyi “bişi” olduğuna inandığı sözcükleri kullanmaya özen gösterirler. Ama o iyi bir şeylerin sonuçta dönüp de kendilerinden somut bir talebe yol açmamasına da dikkat edecek kadar uyanık olduklarından, o farklı olması arzulanan şeyin var ama yok türünden bir illüzyon olması için danışmanlık kuruluşlarından yardım isterler. İşte vizyon sevdası içindeki vizyonsuzluk böylece ortaya çıkmıştır.

    Üstüne basa basa övünmeye uygun, ama buna dayanılarak bir şey talep edilmesi imkansız. Müthiş bir buluş!

    Aklınızı eşek arası soksun!

    Bir akademik kuruluş gazete ilanı vermiş: “Vizyonumuz: Eğitimde çağdaş kalite.”

    Şimdi hangi öğrenci ya da velisi çıkıp, “size avuç dolusu para veriyor, karşılığında da çağdaş kalitede eğitim alacağını umuyorduk” diye tutturabilir? Tuttursa da alacağı cevabın göğüs yumruklama türünden övünmeler olacağı baştan belli değil mi?

    Vizyon’un ayrılmaz özelliği, hedef kitlece “yanlışlanabilir” olmasıdır

    Vizyon, Meksika kumarı gibi olamaz. Her isteyenin kendi tanım veya kurallarını vazettiği bir ifade, vizyon gibi “geniş bir hedef kitleye ortak bir hedef” göstermeye yarayan bir sorun çözme aracı olamaz. “Eğitimde çağdaş kalite” böylesine sünek, her çekilen yere gidebilen, dolayısıyla hiçbir şey yapmadan dahi iyi şeyler yapıldığını iddia edebilmeye imkan tanıyan bir ifadedir. İşin daha vahimi, işlevi, toplumu aydınlatmak olan bir kurumun böylesi bir ifadeyi topluma vizyon olarak ilan edebilmesidir.

    Burada esas üzerinde düşünülmesi, hem de çok düşünülmesi gereken nokta, nasıl olup da bu denli basit bir ilkenin gözardı edilmiş olduğu, hem de toplumun çeşitli kurumlarının büyük çoğunluğunun gözardı etmiş olduğudur.

    Ancak bir neden bu tür bir yaygın yanlışı açıklayabilir: Hedefsiz yaşamanın bir kültür haline gelmiş olması!

    Hedefsiz yaşama kültürü doğurgandır. Hedefli yaşamın gerektirdiği tüm sorun çözme araçlarını bir anda gereksiz kılar ve bir Kısır Sorun Çözme Kültürü üretir. Toplumumuzun içine düştüğü kısır döngü budur.

    Şimdi bu gözlükle kurumlarımıza tekrar bakınız. Türkiye’nin hedefsizliğinin nedenlerini daha iyi görebiliyor musunuz?

    Haziran 27, 2010

  • “Geri arama” bir ölçü mü, neyin?

    Geri arama” bir ölçü mü, neyin?

    Geri arama iletişim devriminin bir kavramı. Sabit ev telefonları zamanında -mesaj biriktirme özelliği olanlar dışında- geri arama diye bir sorun yoktu. Mobil telefonlar ve internet iletişimi ortaya çıkınca artan iletişim yoğunluğu bu kavramı üretti.

    Kavramın içeriğindeki “arama” sözcüğü akla hemen telefonu getiriyorsa da, e-posta yoluyla iletilen mesajları, skype vb yoluyla gelen çağrıları da (kuşkusuz, posta kutusuna gelen mesajları adres defterindeki kişilere bir değer katmadan, üstelik tüm adresleri de başkalarının göreceği şekilde bırakarak yayan, gönderdiği kişilerin de yayması için neredeyse and veren mesajları kastetmiyorum) içeriyor.

    Milliyet gazetesinde Metin Münir’in, 28 Ocak tarihli yazısından aşağıdaki alıntılar bu konuda tam söylenmesi gerekenleri dile getirmiş:

    Aradığınız kişinin size ne kadar zamanda geri döndüğü size ne kadar değer verdiğinin ölçüsüdür. Bu sıfır ila 100 arasında değişir. Birisini ararsınız, size geç değil hiç dönmezse, size verdiği değer sıfırdır. Aslında kelime kullanmadan: “Beni bir daha arama” diyor size. Aradığınız hemen veya uygun olduğu ilk an geri dönerse, size verdiği değere yüz verebilirsiniz.

    Tabii, bu kural iki taraflı da geçerlidir. Farkında olmayabilirsiniz. Ama sizi arayan bir kişiye ne kadar çabuk döndüğünüz onun tarafından ona verdiğiniz değerin bir ölçüsü olarak algılanacaktır. Birine kıymet verirseniz hemen ararsınız.

    Kendilerine hiç dönülmeyen veya makulün dışında geç dönülen kişiler genellikle bunu bir terslenme veya küçük görülme olarak algılar. Düşman kazanmanın en kolay yollarından biri budur. Düşman kazanmamak dururken kazanmak çok aptalca bir şeydir. Çünkü kimin, ne zaman, ne kadar zarar vermeye muktedir olacağı bilinmez. Kimin kime güngelir ne kadar ihtiyacı olacağı da. En doğru davranış, mümkünse, arayan herkese, çok kısa bile olsa, geri dönmektir.”…….

    Derim kalındır. Bu gibi olayları hiç umursamam. Bir arkadaşım yapsa kırılabileceğim davranışlar kontaklarımdan geldiğinde hemen unuturum. Değer vermediğiniz bir kişinin size değer vermemesi önemsizdir.”

    Öyle görünüyor ki gün geçtikçe yoğunlaşan iletişim ağları, kişileri giderek daha fazla iletişme zorunluğu ile yüzyüze getiriyor, getirecek. Bir yandan da, geri dönülmesi gereken mesajlarla yukarda açıklanan türde çöp mesajları ayıran -ne yazık ki- kesin bir çizgi olmadığı, bir gri alanın varlığı söz konusu.

    Bunun üzerine, iş yaşamımızın büyük oranda bu kanallardan yürümesi gerçeği ve kişinin kendiyle yalnız kalma hakkı bindiğinde ortaya çıkan sorun, geri ara(ya)mayanlar için çabuk bir yargıya varmayı güçleştiriyor. Teknolojik sorunlar da (bulunulan yerdeki imkanların kısıtlı olması, arızalar vb)geri dönemeyiş nedenlerinden birisi.

    Bütün bunlar, geri dönmeyiş / geç dönüş konusunu sulandırmak, hatta haklı göstermek için değil, herhangi bir sorunun tek ve kesin bir nedene bağlanamayacağının farkında olunduğunu vurgulamak amacını taşıyor.

    Tanımlanan istisnaların dışında kalan büyükçe bir pay ise, yazısı alıntılanan yazarın tanımladığı nedenle, geri dönme konusunu -en azından- önemsemeyenkesime aittir.

    Bu noktada sorulup cevaplanması yararlı olabilecek birinci soru, bu önemsemeyişin ne ölçüde doğurgan bir sorun olduğu; ikinci soru ise üreyen sorunların ne ölçüde önemli olduğudur. 

    Sorular böyle sorulduğunda cevaplanması güç görünüyor. Bir de tersinden sorulabilirse belki bir ipucu verebilir: Toplumun çeşitli sorunlarını oluşturan yapıtaşları içinde acaba, kendini kendi dışındakilerden her konuda alacaklı görmek, ama kendini kimseye hiçbir şekilde borçlu (örneğin geri dönme konusunda) görmemek gibi birisi var mıdır?

    Sizler düşünedurun bir fıkrayla bitireyim: “Yeni genel müdür ilk günün enerjisiyle, sabahları geç kalanlar ile akşamları erken çıkanları esprili bir dille uyarmak için bir duyuru yapar: Duyuru No 1-Sabahları mesaiye geç kalanlar ile akşamları erken çıkanlar koridorda çarpışmakta olduğundan, her iki grubun da koridorun sağ yanını kullanmalarını önemle rica ederim. Ertesi gün Duyuru No 2 gelir: Sabah geç gelenlerle akşam erken çıkanların aynı kişiler olduğu belirlendiği için Duyuru No 1 yürürlükten kaldırılmıştır.”

    28 Ocak 2011 Cuma

     

  •  

    Aşağıda, Çorum’lu bir öğrenci yurttaşımızdan gelen bir mektup var. Benzer düşünceler binlerce yurttaşımızda ortaktır, ama bu genç arkadaşımız az sayıda “yazarak dile getirenler”den..

    Önce mektup:

    Merhaba,

    Ben çorum ilinde yaşamaktayım. Sokak hayvanları için ailemle beraber savaş vermekteyiz. Hayvan haklarıyla ilgili mücadele içinde olduğunuzu bildiğim için dün yaşadığım bir olayı size aktarmak istiyorum.

    Ailemle bağ evimizin bulunduğu çevredeki sokak köpeklerini hertürlü bakım ve beslenme işlerini elimizden geldğince gerçekleştirmeye çalısıyoruz. Diğer bağ sahiplerinden bazıları bu köpeklerden çok şikayetçi, sürekli belediyeyi arayacağız diye tehdit ediyorlar (Çorum belediyesi önceki yaptığımızı mücadelelerle tam olmasada belli bir bilince ulaştı ama yeterli değil).

    Bağ yolunda yürüyüşe çıkan bir grup kadın evin önündeki köpeklerin yanından geçerken köpeğin biri SADECE havladı; kadın korkusundan kendini dikenli tellerin üstüne attı. Yardım etmeye çalıştık ancak kadın “siz insan mısınız? köpeklerinizi bağlasaydınız” gibi kelimeler kullandı. Karşılıklı bağırmalar sonucunda kadın belediyeyi arayıp köpekleri öldürtceğim diye bağırdı.

    Daha sonra annem, kadının nasıl oldğunu sormaya yanına gitti; kadın polisi aramış; evimizin önüne jandarma+polis ekibi evi basar gibi geldiler, suçlu gibi kortej eşliğinde karakola gittik, köpekleri beslediğimiz için suçlandık.

    İşin can alıcı noktası bu suçlamaları yapan uzman doktor xxxx ve eşidir. Güç gösterisinde bulunarak aileme ve bana hiç görmediğim karakolu göstermiş oldular. Bunu sizinle paylasmak istedim çünkü bu gelinen son nokta beni şaşkınlık içinde bıraktı artık.

    Sizden özellikle rica ediyoruz Çorum’daki az sayıda bulunan hayvansever olduğumuz sesimizi duyurmamızda bize yardım edin.

    (adı soyadı)

    Önce insan“, öyle mi al sana!

    Çok sayıda siyasetçi -ister slogan, ister lafın gelişi- sık sık “önce insan” diye bir övüntü tutturmuştur. Düz Türkçe’ye çevirince bu şu demek olur: “İnsanı hayvanı, bitkisi ile canlıları ve taşı toprağı, suyu, havası ile aralarındaki -birlikte yaşamayı zorunlu kılan- muhteşem denge bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren sadece insan -hatta doğrusu sadece “ben”im.”

    Yukarıdaki mektupta anılan kadın ve milyonlarca benzeri, “köpeğin mekruh olduğu“, “kedi köpek giren eve melek girmeyeceği“, “insanın tüm canlılar içinde en üstünü olduğu” gibi propaganda ile yetişmiş, şimdilerde de “önce insan”  safsatasıyla yaşamaktadır.

    Bu insanlara, insanın en üstün olduğu, o üstünlük varsayımının ona kendi dışındakilere her türlü işkenceyi yapma hakkını verdiği yargılarını nereden bildiğini hiç soran olmuş mudur? Ben çok sordum. Aldığım cevaplar hemen hemen aynıdır ve bu konudaki ezbere bellediklerini hiç mi hiç sorgulamamışlardır.

    https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’Yunuslar.wmv‘  

    Bu nedenle onlara ve onların başkanlarına kızmak yersizdir. Onlar da en az hayvan dostlarımız kadar “kurban”dırlar. Canlı dostlarına düşen görevlerden birisi de “insanı, hayvanı, bitkisi, taşı toprağı, havası suyuyla tümünün birlikte yaşayabilecek bir ebedi programa sahip oldukları“na onları ikna etmektir.

    Bir yandan da hayvanseverlerin ilk seçimlerde hayvan düşmanı kişileri seçmemek için bir inisyatif geliştirmeleri de gerekiyor. Bu amaçla şu 2 belgenin incelenmesini öneririm:

    https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Hayvan_Haklari_Politika_Belgesi/HHPB_taahhut.pdf

    https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Hayvan_Haklari_Politika_Belgesi/HHPB_rev2.2.pdf

    Temmuz 25, 2010

  • MEDİAKRASİ VE MEDİOKRASİ !

    MEDİAKRASİ VE MEDİOKRASİ !

    Bütün Dünya’da medyanın giderek güçlenmesi ve toplum yaşamını yönlendirmesi, “medya demokrasisi (mediakrasi)” deyiminin doğmasına yol açtı. Bu eğilimin önümüzdeki yıllarda daha da güçleneceği ve özellikle TV’nin etkileşimli (interactive) hale gelmesiyle, doğrudan demokrasi yöntemlerinin gündeme geleceği bellidir. Örneğin, çıkarılması öngörülen bir yasa hakkında vatandaşların neler düşündüğü, çok büyük bir doğruluk ve hızla saptanabilecektir. Daha şimdiden buna ilişkin uygulamalar Dünya’da başlamıştır (Fransa’daki Mini-Tel uygulaması gibi).

    Bunun sayısız faydalarının yanısıra temsili demokrasiye yeni boyutlar getireceği, parlamenterlerin geleneksel ‘arabuluculuk’ rollerini zayıflatacağı beklenmektedir.

    Bu ümit verici gelişmelerin tam aksine bir gelişme ise halen ülkemizde yaşanmaktadır. Medyanın bilgilendirdiği vatandaşlar ve onların temsilcilerinin yararlı etkileşimi yerine, medyanın manipüle ettiği bir demokrasi türü giderek etkin hale gelmektedir. Buna, manipülatif demokrasi de denilebilir.

    Ticari kuruluşların sahip oldukları ve doğal olarak ana amaçları, ticari çıkarlarını kollamak olan medya organları, çeşitli bilgileri ticari çıkarları doğrultusunda süzmekte, yani toplumu manipüle etmektedirler. Bu yolla örneğin Dünyanın aslında düz olduğu dahi propaganda edilebilir ve epeyce insan da inandırılabilir.

    Demokrasi açısından son derece kaygı verici olan bu gidişin temelinde, “birbiriyle bağdaşmayan” işlerin aynı kişi ve kuruluşlar eliyle yapılması yatmaktadır. Bunların birleştirilmesi, ayrıca bunun toplum tarafından da bilinmeyişi, demokrasimizin bir ortaçağ demokrasisine (mediokrasi) dönüşmesine yol açabilir.

    Bunu önlemenin yollarından en etkini, bu tür bağdaşmayan işlerin yasalarla caydırılmasıdır. Ya da her medya organı, doğrudan veya dolaylı olarak kontrol ettiği kuruluşların bir listesini görünür biçimde ilan edip gözönünde bulundurmalıdır. Böylece vatandaşlar, çeşitli haberlerle bu ticari ilişkiler arasındaki bağlantıları hiç olmazsa karine yoluyla çıkarabilirler ve doğru bilgilenmeyi önleyen bu sakınca kısmen de olsa giderilmiş olur.

  • Bir mezuniyet töreni için konuşma metni

    Bir mezuniyet töreni için konuşma metni

    Saygıdeğer bayanlar ve baylar, hepinizi bu sevinçli gecenizde selamlıyor ve gençlerimizin başarılı mezuniyetleri adına kutluyorum.

    Size bu akşam, iki iyi bir de kötü haber içeren bir konuşma hazırladım. Ama kötü haberi duyunca aslında onun da “iyiliklere yol açabilecek” (moda deyimle hayırlara vesile olabilecek) bir haber olduğunu göreceksiniz.

    Önce birinci iyi haberim:

    Bu bir buluşile ilgili. Öğrenme konusunda yapılan çalışmalar sonunda bir mikroçip ve ona yüklenen bir yazılım geliştirildi. Bu buluşun heyecan verici yanı, insan beyni ile organik bağlantısının sağlanmış olması. Biliyorsunuz ki bu henüz yapılamamıştı.

    Bu çip ve üzerine yüklenmiş yazılımın bir işlevi, çip yerleştirilmiş bir kişinin -yaş, cinsiyet, zeka düzeyi, bilgi düzeyi ne olursa olsun- ihtiyacı olan bilgileri tam bir doğrulukla belirlemek.

    Bunun ardından daha da önemlisi, bu bilgilerin edinilebileceği tüm imkanlar arasından en uygun erişilebilir olanları buluyor ve onları kullanarak kalıcı biçimde öğrenilmesini sağlıyor.

    Tahmin edebileceğiniz gibi bütün bu süreç, kişinin herhangi bir çaba harcamasına gerek kalmaksızın  gerçekleşiyor. Aynen, soluma, sindirme, boşalma, üreme vd doğal işlevlerimiz gibi.

    Yapılan açıklamalar, bu buluşta anahtar rolün bir kavramda saklı olduğunu gösteriyor. Bu, demin değindiğim “ihtiyacı olan bilgiler” kavramı.

    Bu kavramın üzerinde bir miktar durmakta yarar var; çünkü eğer bugün olduğu gibi, kişi tarafından ihtiyaç olarak algılanmayan, ama kişi adına karar verenlerce -aile, çevre, okul, devlet gibi- ihtiyaç olarak ileri sürülen bilgiler söz konusu olduğunda bu çip ve yazılım işlevsiz kalıyor.

    İhtiyacın, gerçekten, varoluş amacına, yani varlığını ve türünün devamını sürdürmek amacına yönelik olması halinde ise çip ve yazılım, birkaç milyon yıllık evrim birikiminin hemen hemen aynı tepkiyi göstermekte ve bilgi ihtiyacı öğrenilebilmektedir. Sevgili konuklar,

    Bu gelişmenin ne gibi somut ve önemli sonuçları olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Bununla beraber kısaca özetlemek gerekirse kısa bir süre içinde şunları bekleyebiliriz:

    ü       İlk öğretimden yüksek öğrenime kadarki tüm seviyelerde halen, “varsayılan öğrenme ihtiyaçları” kavramına dayalı içerik mimarisi tamamen değişecektir. Bunun yerine, çip ve yazılım, kişinin gerçek öğrenme ihtiyaçlarını belirleyecek ve kişi -neredeyse- farkında olmadan bunları öğrenecektir.

    ü       Öğrenme konusundaki bu kolaylık en büyük etkisini işgücü piyasasında gösterecektir. Halen kendini “yanlış karşılaşma” olarak gösteren bir olgu var. Belirli bir bilgi-beceri kazanmış olmasına rağmen iş bulamayan insanlar bir yanda, farklı beceriye sahip insanlar arayıp da onları bulamayanlar diğer yandadır. Adına öğrenme devrimi  denilebilecek bu değişim, yanlış karşılışma olgusunu sıfıra indirebilecektir.

    ü       Bir ümitle yüksek öğrenim diploması peşinde koşanlar ve bunun için de dersanelere koşan çocuk ve gençlerimiz buna ihtiyaç duymayacaklardır. Çünkü artık iş = ihtiyaç altın kuralı gereğince, ihtiyaçların yol açtığı öğrenme ihtiyaçlarını kendileri kolayca edinebileceklerdir.

    ü       Öğrenme devriminin diğer beklenebilir sonuçlarını saymayacağım; ama şu kadarını söyleyebilirim ki insanlık tarihine endüstri ve enformasyon devrimlerinden daha derin izler bırakacaktır. Bunların neler olabileceklerini sizler kolayca tahmin edebilirsiniz.

    Gelelim ikinci iyi haberime: Yapılan sürpriz bir açıklamaya göre, bilim insanları, geliştirilen çipe gerek olmadığını, çünkü bundan daha gelişkin bir sistemin dünyaya gelirken yanımızda beraber getirdiğimizi, hatta bunu ilk okul ilk sınıflarına kadar kullanımda olup, ondan sonra birdenbire kapatılıp devreden çıkarıldığını bildiriyorlar.

    Birkaç milyon yıllık evrim sürecinin her bir saniyesinde insanoğlunun çevresinde oluşan ve onu tehdit edebilen etkenlere karşı  sürekli öğrenerek bugünlere gelen insan türü bu sürecin muhteşem bir yan ürününü bedeninde taşıyor.

    Şimdi yapılması gereken, herkesin bu doğuştan gelen öğrenme sistemini tekrar ON konumuna getirmesinden ibarettir. Bunun öğrenilmesi ise -öğretme’nin yasak olduğu- birer günlük kurslarla yapılabilecekmiş.

    Ve bu iki iyi haberden sonra sıra kötü haberde:

    Bu büyük imkanın farkına varan kimi toplumlar, büyük bir hızla çalışıp gelecek yüzyılların insanına bu doğuştan gelen hediyesini geri verme sürecini başlatmışlar. Öğrenme Devrimi adını verdikleri bu büyük devrime kayıtsız kalan toplumlar ise, eski öğretme paradigması’nın orasına burasına yamalar yapmakla meşguller.

    Yarının dünyasında öğrenme paradigmasınış anlamamış ya da anlayıp da direnmiş olanlara da yeni roller biçiliyor. Bu roller, tahmin edebileceğiniz gibi yeni üstün insanın yapmaktan hoşlanmayacağı işleri boğaz tokluğuna yapan bir alt-türe görev olarak verilecek. Bunu da reddedenler ise iç karışıklıklar, iç savaşlar vs yoluyla yok edilecek.

    Yeri devrimi kabullendiğini, onun gereklerini yerine getirdiğini sürekli olarak söyleyip de gereklerini yerine getirmeyenler için uzay hapishane kolonileri geliştiriliyormuş. Ama bu sadece bir söylenti. Şimdilik.. J

    16 Haziran 2010

     

  • Doğrusal Mantık

    Doğrusal Mantık

    Uzun süredir medyada -konuşma veya yazı olarak- gözlemlediğim iki alışkanlığa dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunlardan birisi, yazının başlığındaki doğrusal mantık alışkanlığıdır. Önce bir örnek verip ardından diyeceğimi açıklayayım.

    Kadın ve çocuklara yönelik olarak artan şiddet olaylarını önlemek için özel bir yasa çıkarılarak cezaların artırılması gerekir / düşünülüyor. Böylece, karısını, sevgilisini ya da şekerle kandırdığı çocukları parçalara ayırarak buzdolabında saklayıp, sonra uygun bir zamanda farklı illere götürerek parça parça gömen caniler cezaların ağırlığını düşünerek vazgeçeceklerdir.”

    Bu örnekteki akıl yürütme biçimi bir doğrusal mantık örneğidir; sebep (cezaların azlığı), sonucu (şiddet) üretmektedir. O halde cezalar artırılırsa şiddet azalacaktır.

    Gerçekte de, sonuçları caydırmak için -nedenlerine bakılmaksızın- cezalar artırıldıkça sonuçlarda bir miktar -o da bazen- azalma olabilmektedir. Örneğin alkollü araç kullanımı ile cezalar arasındaki ilinti epey yüksektir. Üstelik işlenen suçu ölçmek çok da kolaydır; bir alete üflemek ve nesnel olarak cezayı hakedip etmediğini anlamak mümkündür.

    Bu mantığın doğruluğunu kaybettiği sınır çizgisinin bir tarafında, vazgeçilebilecek çıkarlar  (örneğin kafa çekip zevklenmek) varken, çizginin diğer yanında vazgeçilemeyecek çıkarlar (yakınını gece yarısı hastaneye yetiştirmek veya banka soygunu yapmadan önce kafa çekip rahatlamak gibi) yer alıyor.

    Polisin bir miktar rica ile vazgeçebileceği ya da kesesinin gücü vereceği cezadan etkilenmeyecek durumda olan kişiler, “parayı bastrır içerim” diyebilir; ama eğer katlanılamayacak kadar ağır ceza varsa araç kullanmaktan vazgeçip taksi veya kiralık şoför kullanır. Bu durumda ceza ağırlaştırmasının sonuçlarını ortadan kaldırmaya yeter.

    Ama eğer kişi, evinde kafayı çekerken bir anda bir yakınını hastaneye yetiştirmek zorunda kaldığındaysa ağır ceza vs onu durduramaz; üstelik de bu insani bir davranış olur.

    Gerçek yaşam olayları farklı bir mantığa göre işliyor. Sonuca yol açan nedenler iyi saptanamadığı takdirde, sonucun engellenmesi bir yana, başka istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Örneğin;

    ·       Cezaların giderek şiddetlendirilmesi, hatta kısas uygulanmasına (hırsızlık yapanın elinin kesilmesi gibi) doğru bir kamuoyu isteği ortaya çıkar ve bu giderek toplu faşizan bir tutum haline gelebilir,

    ·       Cezaların ağırlığından ürken ama onu suç işlemeye iten güçlü nedenleri aşamadığı için suç işlemeye devam eden insanlar daha sofistike metotlarla işe devam ederler (eminim ki bundan sonra tecavüz ve şiddet olayları daha zor ortaya çıkacak, çoğu kişi de bunu artan cezaların suçları azaltmasına bağlayacaktır),

    ·       Ve en önemlisi, aslında bir çeşit mağdur olan kişiler -ki bu kesip biçen kişilerin çoğu daha büyük ama yaygın suçların kurbanlarıdırlar- tedavi edilmek hakkından mahrum olacaklardır. Böylece, toplumsal histeri daha  ağır bir şiddet uygulamış olacaktır.

    Kadın ve çocuklara uygulanan caniyane görünüşlü şiddet olaylarını önlemenin yolu, çabucak önlemeyi bir kenara bırakıp anlamaya çalışmaktan geçiyor. Bir şey yapmak isteyenler önce bir şey yapmamayı öğrenmelidirler!

    Gözlemlediğim ikinci bir alışkanlık, döngüsel mantığın dikkate alınmayışıyla ilgilidir. Bunu da -yine şiddet konusu ile- örnekledikten sonra açıklamaya çalışayım:

    Önemli bir bölümü cinsel istismara uğramışlık kaynaklı ve kronik hale gelmiş ruhsal sorunları bulunan kişilerin uyguladığı şiddet olayları halinde doğan toplumsal histeri, bu tür hasta kişilerdeki kurban psikolojisini (Psychology of Victimhood) muhtemelen daha da azdırıp toplumdan intikam almaya yönlendiriyor.

    Bu örnekteki mantık doğrusal mantıkla açıklanamaz; burada döngüsel mantık yürürlüktedir. Yani bir neden (istismara uğramışlık) bir sonuca (başkalarına şiddet uygulamak) yol açmakta, bu caniyane -ki değildir- olaya toplumun gösterdiği tepki, kurban tarafından yeni bir istismar / haksızlığa uğramışlık duygusu üretmekte ve bunun öcünü almak için tekrar şiddete yönelmektedir. Yani (sebep) > (sonuç) > (tepki) > (sebep) > ………..> (sonuç) > …. şeklinde bir  döngü (pozitif geri besleme).

    Toplum, aklısıra sorunu ceza veya nefret yoluyla çözmeye(!) çalışırken farkında olmadan neden-sonuç döngüsüne yakıt taşımaktadır.

    Çözüm, tahmin edilebileceği gibi yine ne olup bittiğini anlamaya çalışıp kök-nedenleri gidermeye çalışmaktan, bir yandan da döngüsel mantık mekaniğinin nasıl işlediğini unutmaksızın cezai uygulamalardan geçiyor.

    Şöyle bir sloganı her yere asmak ne iyi olurdu: Önce anla!

    2 Nisan 2011