• BİLGİ ELİTİ, TOPLUM VE UÇURUM!

    BİLGİ ELİTİ, TOPLUM VE UÇURUM!

    Toplumumuzun bilgi ile ilişkileri açıkça vurgulanır biçimde yorumlanıp dile getirilmedikçe, Bilgi Toplumu’na erişmek bir hayal olarak kalacaktır.

    Bilişim endüstrisi ve biliminin ürünleriyle içli dışlı yaşayan çok küçük bir azınlığın ihtiyaçları karşılandıkça toplumun bilgi çağına yaklaşacağı inancı çok yaygındır.

    Bilgi elitinin ihtiyaçları bıçağın kesen tarafı gibi toplum ihtiyaçlarının önünde gider ve toplum ihtiyaçları karşılandıkça ona yeni hedefler çizer.

    Ama bu, toplum ihtiyaçlarının kendi kendine bu iz sürmeyi gerçekleştireceği anlamına gelmez. Bilgi elitinin ihtiyacı daha hızlı iletişim, daha büyük bilgi işlem gücüdür. Toplum ise daha basit gereksinimlerini gidermek peşindedir ve bilgi, buna hizmet ettiği sürece toplumun gündemindedir.

    Toplum kesimleri de, aynen onun yapı taşları olan bireyler gibi sorun çözme aletlerini içinde bulundurduğu birer çantaya sahiptirler. Bu çantalar içindeki sorun çözme araçlarından en önemlisi, elit kesimlerden know-how aktarımını sağlayabilecek olan ilişki araçlarıdır.

    Örneğin teknoparklar, akademik elitten girişimciye know-how aktaran bir araçtır. Çeşitli üniversite ve araştırma kuruluşlarının ilk öğretim kurumları ile ilişkileri de benzer işlevlere sahiptir. NASA’nın Hubble teleskobundan sınıflara doğrudan görüntü aktaran girişimi yine böyle bir know-how aktarımıdır.

    Ülkemizde çeşitli meslek sahiplerinin oluşturduğu kesimlerin, sorunlarını çözmede kullandıkları çantaları ise neredeyse ya boştur ya da içinde işe yarar alet yoktur denilebilir. Çünkü elit olarak nitelenebilecek kesimlerimizden diğer kesimlere çeşitli teknolojileri aktarabilecek anlayışlar henüz oluşmamıştır. Bir ihtimalle bu eksikliğin bir nedeni de aktarılabilecek teknolojilerin oluşmamışlığı olabilir.

    Meslek kesimlerimizin sorun çözme çantaları içindeki başlıca alet, sorunlarını çözmek için onları bir yolla parlamentoya ihale etmektir. Meslek örgütlerimizin günlük yakınmaları içinde en büyük pay seçimler, liderler ve hükümet oluşumlarıyla ilgilidir. Toplumun, çeşitli sorunları çevresinde örgütlenmesini özendirmek, ona örnekler oluşturmak gibi girişimler ya da bu konulardaki olası sorunlar ise hemen hiç duyulmaz.

    Bireylerin kullandıkları araçlar da hemen hemen benzerdir. Her aileden en az birkaç kişinin canına ya da malına mal olan trafik kazaları için, daima yeni bir trafik yasası temennisinden ve trafik polislerine teslim olmaktan başka bir sivil girişim kaç tanedir ?

    “Yakınmak ve böylece rahatlayıp beklemek”, toplumumuzun önemli bölümünün çantasındaki birkaç yararsız aletten birisidir.

    Sorunlarını çözmede bilgiyi böylesine dışlamış bir toplumla bilgi elitinin ihtiyaçları arasında bir uçurum vardır.

    Toplum, sorunlarını çözmek için kullandığı aletlerin yerine bilgiyi geçirebilmenin yolunu bulmak zorundadır. Bunda hem toplum kesimlerine hem de elite düşen görevler vardır. Her iki kesimin de öncelikli görevi, bu sürecin kendi kendine gerçekleşmeyeceğinin idrak edilmesidir.

    Elit, diğer yandan kendi tatmini ile toplum gereksinimleri arasındaki bağın zayıflığını görebilmeli ve kendisinin gerçek tatmininin toplumun tatmininden geçtiğini anlamalıdır.

    Toplum kesimleri ise, sorunlarının çözümünde bilginin nasıl rol oynayacağını araştırarak işe başlayabilir. Acaba trafik kazaları bilgi yoluyla azaltılabilir mi, depremlerde daha az insanın ölmesi sağlanabilir mi ya da şoför esnafının trafik polislerince aşağılanması önlenebilir mi? Bu, bilgi elitine de gerçekçi görevler verme sürecinin başlangıcı olacaktır.

  • Bilgi Patlaması !

    Bilgi Patlaması !

    Son yılların bu moda deyimi, mevcut bilgilerin sabit aralıklarla katlandığını, son 20 yılda üretilen bilginin insanlık tarihi boyunca üretilene eşit olduğunu söylüyor. Bu müthiş, hatta korkutucudur. Çünkü, üretilen bütün bu bilgileri onunun üretilme hızıyla öğrenmek mümkün olamayacağına göre, elde iki seçenek kalmaktadır: Ya giderek daha az (veya dar alanlarda) bilmeye razı olmak, ya da giderek daha paketlenmiş, yani ayrıntılarına girmeksizin sadece özetiyle yetinilmiş biçimde bilgi kullanmak.

    Nitekim mevcut eğilimler bu ikinci seçeneğin giderek benimsendiğini gösteriyor. Nasıl ki hesap makineleri yaygınlaştıktan sonra makine kullanmadan örneğin kare kök almayı çok az kimse becerebiliyorsa, üretilmiş birçok bilginin de niçin öyle olduğunu, bu bilgilerin hangi koşullar altında geçerli olduklarını pek az kimse merak etmektedir. Bir anlamda, sorgulan(a)mayan kalıplarla yaşamaya alışıyoruz.

    Bilgi patlaması deyimi de böyle bir “sorgulanmayan kalıp”tır. Biraz sorgulandığında, bilgi patlaması denilen olgunun ilk bakışta anlaşılandan daha farklı olduğu, bilgi üretimini daha doğru biçimde sayısallaştırabilmek için iki tür tarife ihtiyaç olduğu görülecektir.

    Bir adres listesi çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir. Bilgisayarlarımızda hergün yaptığımız sort işlemleri buna en iyi örnektir. Adres listesine yeni bir adres eklenmediği sürece, hangi anahtara göre tasnif edilirse edilsin adres listesindeki bilgi miktarı değişmez. Bu durumda bilgi artışı söz konusu değildir.

    Böyle değil de yeni adres(ler) eklenirse, eklenen bilgi miktarının mevcuda oranı kadar bir bilgi artış’ından söz edilebilir.

    İçinde yaşadığımız çağda her iki tanım açısından da bilgi artışı meydana gelmektedir. Ama “patlama” olarak ifade edilen artış, birinci türden bir artıştır. Mevcut bilgilerin farklı biçimlerde, farklı ortamlarda yer alması, ya da bunların değişik biçimlerde ifade edilmesi veya bunlardan yeni bilgilerin türetilmesi, mevcut bilgi miktarını fazlaca değiştirmez. “Fazlaca” değiştirmez, çünkü bazı hallerde, mevcut bilgilerin uygun biçimde bir araya getirilmesi dahi “yeni” denilebilecek bilgilerin üretilmesi anlamına gelebilir. Ama çoğunlukla olan, eski bilgilerin yeni formlara dönüştürülmesinden ibarettir.

    Diğer yandan “öz-bilgi” (core knowledge) adı verilebilecek bilgi türü, bilinmezlere ilişkin yapılan çalışmaların sonunda ortaya çıkarılan ve evvelce bilinmeyen bilgilere ilişkindir. Araştırmalar ve buluşlar sonucunda ortaya çıkanlar bu öz-bilgiler’in miktarında ise birinci çeşit bilgilere -ki onlara da türev bilgiler denilebilir- oranla çok daha az artış vardır.

    Bu iki bilgi türü arasındaki bu ayrıma dikkat çekilmesinin nedeni, öz-bilgiye verilen önemin azalması, yeni adlandırmalar, yeni sınıflamalar gibi faaliyetler sonunda ortaya çıkanlara daha çok önem verilmesidir.

    Bu olgunun çarpıcı bir örneği yönetim bilimleri alanında yaşanmaktadır. Büyük ölçüde ticari kaygılarla her gün ortaya çıkan guruplar, bir sürü şeyin adını bilen, bunları lafazanca savunan, bundan para kazanan, ama bunların altında yatan öz bilgilerden bihaber ulusal ve uluslararası bir kesimi ortaya çıkarmıştır.

    Bilgili olmayı, yeniden üretilerek adlandırılan eski bilgilerin üst kalıp adlarını bellemek olarak algılama yanlışına düşülmemelidir. Asıl olan, bilinmeyeni bilinir kılabilme yolundaki uğraş ve bu uğraşların küçük damlalar halinde ortaya çıkabilen sonuçlarıdır.

    Bilgi patlaması deyiminin bu duyarlıkla kullanılması, muhtemelen öz-bilgi üretimine verilen önemin de artışına neden olabilecektir.

    Mart 1998

  • BATI İÇİN ÖNEMLİ, BİZİM İÇİN YAŞAMSAL !

    BATI İÇİN ÖNEMLİ, BİZİM İÇİN YAŞAMSAL !

    Dilimizde karşılığı “girişimcilik” (entrepreneurship) olarak bulunan bir sözcüğe karşılık, dilimize henüz yerleşmemiş olan bir deyim daha var: Intrapreneurship ! Buna da iç-girişimcilik diyebiliriz.

    İç-girişimci (İG diye kısaltacağım), bir kuruluşta ücretle çalışırken, o kuruluşun yardımıyla kendi işini kuran kimsedir. Bu operasyona da iç-girişimcilik denilmektedir.

    Niçin İç-girişimcilik?

    • Kuruluşların, iş hacmini küçültmeden personel kadrosunu küçültmek,

    • Kamu kuruluşlarını özelleştirebilmek için rasyonalize etmek,

    • İnsanların, kendi işlerinin sahibi olduklarında daha verimli çalışmaları,

    • İG’nin, kendisine yardımcı olan kuruluşun yanısıra başka kuruluşlara da üretim yapması dolayısıyla;

    1. Maliyetlerinin düşmesi,

    2. Kalitenin yükselmesi,

    3. Bir kuruluş yerine daha çok kuruluşa üretim yaptığı için işini kaybetme riskinin azalması

    • Çalışanların bu yolla kendini daha özgür hissetmeleri

    • gibi nedenler, “çalışanlar”ı ve “kuruluşlar”ı, İG’ye iten başlıca nedenlerdir.

      Her çalışan İG olabilir mi?

      Hayır. Bunun için bazı özelliklere sahip olmak gerekir. Eğer bir kişi:

      • Kendi işinin sahibi olursa daha özgür, daha verimli çalışacağına inanıyorsa,

      • Yapacağı işi iyi biliyorsa,

      • İşinin tekniğinin yanısıra, bir işi yönetebilmek için gereken çeşitli becerilere sahipse ya da sahip olmak için çalışıp bunu başarabilecek güçteyse,

      • Risk almaya hazırsa,

      • Sabit gelirin çekiciliğinden kendisini kurtarmaya ailesiyle birlikte hazırsa,

      • Çalıştığı kuruluş kendisine güveniyorsa,

      • Kendisi çalışmakta olduğu kuruluşa güveniyorsa,

      • Yapacağı üretimi, kuruluşundan başkalarına da satabileceğine inanıyorsa ve

      • Daha çok para kazanmayı istiyor, ama “gerçekten” istiyorsa o kişi İG olmaya iyi bir adaydır.

      Kuruluşlar İG’lik için ne yapmalı?

      • İlk yapması gereken, kuruluşun, bir İG’lik yöneticisi atamasıdır. Bu iş ne kadar büyük ele alınacaksa ona uygun yardımcı sayısıyla desteklenir.

      • İkinci yapılacak olan, hangi konularda İG’liğin mümkün olduğunun listelenmesidir.

      • Diğer yandan, kuruluş içinde İG olabilecek kişilerin (İG adayı) saptanmasıdır.

      • Bunlara paralel olarak, bir İG’lik prosedürü hazırlanır. Bu prosedürde, operasyon her yönüyle açıklanır.

      • Ayrıca, bir İG’ye hangi desteklerin sağlanması gerektiği, bunları hangi yollarla sağlayabileceği yine bu prosedürde açıklanır. Bu, İG ve kuruluş arasında bir İG’lik Anlaşması ile yapılır. (İG’nin firma kurma işlemleri, iş yeri, haberleşme, sekreterya, muhasebe, hukuki konular, kredilendirmede teminat gibi konularda desteklerin nasıl sağlanacağı bu anlaşmada açıklanır)

      • Küçük de olsa bir fon tahsis edilir,

      • Bir eğitim düzenleyerek bir işin nasıl kurulacağı, başarısızlık kaynakları gibi konularda İG adayları eğitilir.

      • İG’lerin çeşitli konularda danışabilecekleri bir “network” (ağ) oluşturulur.

      İG’liğin yararları bundan mı ibarettir?

      Hayır. Görüldüğü gibi, oluşturulan bu sistem yalnız İG’leri değil aynı zamanda kuruluş dışı girişimcileri de desteklemeye yeterlidir.

      Yüksek kalite anlayışının giderek önem kazandığı günümüzde, kuruluşlar belli konularda girişimci yaratmak zorundadırlar. Özellikle, yeterli fiyat-kalite-termin güvenilirliğinin sağlanamadığı hallerde yeni girişimcilerin yaratılması kaçınılmaz bir gerekliktir.

      Yurdumuzda, İG’liği uygulayan çok az sayıda kuruluş vardır. Çalışanların kendi işlerini kurmalarının her zamankinden daha önemli hale geldiği günümüzde, başta büyük sanayi kuruluşları ve KİT’ler olmak üzere hepsine yarayışlı bir “alet”, İç-Girişimcilik’tir. Denemeye değmez mi?

  • “NASIL” YERİNE “NE” LERİ BELİRTEN ŞARTNAMELER !

    “NASIL” YERİNE “NE” LERİ BELİRTEN ŞARTNAMELER !

    Bir mal veya hizmeti tanımlayacak şartnameler, belirli bir temin kaynağını özendirerek veya ima ederek, “nasıl” sorularına cevap verir biçimde değil, temini öngörülen mal veya hizmetin “ne” olduğunu belirtecek şekilde hazırlanmalıdır.

    Kamu alımlarında şartnameler bazı hallerde belirli bir mal ve/ya hizmet ürününü tanımlayacak şekilde, yani “nasıl” sorularına cevap verecek şekilde hazırlanmaktadır. Yerine getirilmesi gereken işlev(ler)in nasıl yerine getirileceği belirtildiği takdirde, sadece bir veya birkaç firma tarafından teklif verilebilmekte, aynı işlevi başka türlü ve muhtemelen daha iyi ve/ya daha ucuz yerine getirebilen firmalar işin dışına itilmektedirler.

    Ne yerine nasılları cevaplayan şartname hazırlama eğilimi yalnızca kötü niyet eseri olmayabilir. Elde mevcut şartnamelerin örnek alınması ya da “ne”lerin istendiğini belirten şartnamelere verilebilecek farklı tekliflerin karşılaştırılmasındaki olası güçlükler nedeniyle “nasıl” türü şartnameler tercih edilmektedir.

    Bunun yerine, satın alınmak istenilen mal ve/ya hizmetlerin “ne” olduğu tanımlandığı takdirde doğan şaibeler ortadan kalkacak ve ayrıca yerine getirilmesi istenilen işlev(ler) hakkında alternatif tekliflerin edinilmesi mümkün olabilecektir.

    Ayrıca, “ne”lerin belirtimi “nasıl”ların belirtiminden çok daha kolaydır. Örneğin, bir su arıtma tesisine ait şartnamenin “nasıl” yöntemiyle hazırlanması halinde sayfalar dolusu şartname yazmak gerekirken, “ne” yönteminde sadece arıtılacak suyun kirlilik derecesi, debisi ve çıkış suyunun arınmışlık düzeyinin belirtimi yeterli olacaktır. (Ancak bu, ilk yatırım ve işletme safhası giderleriyle ilgili çok sayıda bilginin istenmeyeceği demek değildir. Bunlar her iki yöntemde de istenecektir)..

    Ayrıca, standart dışı özellikler talep edildiğinde, bunun belirli bir firmayı korumak için olmadığından emin olunması ve gerekirse uygun alternatiflerin önerilebilmesi ya da alıcının uyarılarak alımın daha sağlıklı yapılmasının temin edilebilmesi için, standart dışı özelliklerin gerekçesi şartname ekine konulmalıdır.

    Bazı durumlarda ise çeşitli nedenlerle belirli bir ürünün (hatta markası ve firması dahi belirtilerek) satın alınması için şartname hazırlanması gerekebilir. Bu gibi durumlarda marka ve firma adı belirtmekten kaçınmak için “nasıl” türü şartname hazırlayarak üstü örtülü biçimde hareket etmek yerine gerekçesini ilan ederek marka ve firma belirterek alıma gidilmelidir.

  • NİHAYET BİLİM DÜNYASINI SARSACAK KEŞFİ YAPTIK!

    NİHAYET BİLİM DÜNYASINI SARSACAK KEŞFİ YAPTIK!

    Antoine-Laurent Lavoisier (1743-94), yaklaşık 200 yıl önce, kendi adıyla anılacak olan ünlü yasasını ortaya koyuyordu: “Her operasyon veya tepkimede, önceki ve sonraki madde miktarı eşittir. Sadece, değişim ya da dönüşüm vardır.”..

    Gerçekte ise bu yeni bir keşif değildi. En az 2000 yıl önce tek Tanrılı dinler tarafından da , bir şeyin yoktan var edilemeyeceği, bunun ancak Tanrıya mahsus olduğu kesin bir dille belirtiliyordu. Lavoisier, bunu deneysel olarak göstermiş, böylece bilim de bu dogmayı kendi ilkelerine göre sınayıp kabul etmişti.

    Ama, bunun böyle olmadığını savunanlar da vardı. Simya denilen dal, tam olarak “yoktan var etmek” ile değil ama benzer bir işle uğraşıyordu. Herhangi bir maddenin altına dönüştürülebileceğini savunan simyacılar, modern kimyaya belki de zemin hazırlıyorlardı. Ama ne yazık ki modern bilimin çarkları, bu gayretli insanların büyük bir bölümünü ezip geçti.

    Simyacılar tamamen yok oldu sanıladursun, onlardan bir avuç idealisti değişik toplumlar içinde, değişik meslekler altında çabalarını sürdürüyor, bir gün gelip “yoktan var etmenin sırrı”na ereceklerini düşünüyorlardı.

    Acımasız bilim, onların hiç bir şekilde kendilerini afişe etmelerine, çalışmalarını toplumla paylaşmalarına izin vermiyordu. Bu yüzden de simyacılar, kimsenin aklına gelmeyecek meslekler edinerek yaşamlarını ve bu kutsal çabalarını sürdürmek zorundaydılar.

    Her yerden kovalanan, hiç bir yerde kendilerine yaşam fırsatı verilmeyen bu kişiler, nihayet kendilerine kucak açan, sevecen ve “temiz” insanlardan oluşan bir vatana bizim sayemizde kavuşmuşlar, burada ekonomist, bankacı, mühendis gibi saygın mesleklerin kisvesi altında icra-ı sanat etmişlerdir.

    Şimdi, 2000 yılın rüyaları yavaş yavaş gerçekleşmekte, “yoktan var olmaz, var olan ise yok olmaz” diyenler utanmaktadırlar.

    Yakın bir geçmişte, “biz hiç bir vatandaşımızı enflasyona ezdirmeyeceğiz” derken, bu müthiş keşfin ilk sinyalleri veriliyordu. Enflasyon var oldukça, bunu birilerinin taşıması gerekeceği dogması yıkılıyor, kimsenin taşımasına ihtiyaç olmayan bir enflasyon tanımlanmış oluyordu.

    Günler geçip, bu vatanın “temiz” insanlarından herhangi bir itiraz gelmeyince, bu defa “yeni simya” denilebilecek bu dalın daha somut ürünlerinin pazara sürülebilmesine sıra gelmiş oluyordu.

    Geçtiğimiz günlerde, “esnek limitli kredi kartı” adıyla pazara çıkan bu “yeni simya” ürünü, ay sonunu getiremeyen milyonlarca insana bir müjde olarak patlatılıyordu: “Artık özgürsünüz, ay sonu param bitti diye üzülmeyin, kredi kartınızın limiti dolduysa esnetiriz, böylece sorun da çözülmüş olur

    Her toplumda bozguncu insanlar çıkacak, toplumun önünü tıkamaya çalışacaklardır. Esnek limitli kredi kartı buluşunu, halkımızın, açlığını yüzlerce yıldır duyumsadığı “bilime katkı” olarak değerlendirmek yerine, “peki bunu gelecek ay kim ödeyecek” gibisinden sevimsiz sorular sorarak değersizleştirmeye çalışanlar da çıkabilecektir.

    Ama üzülmeyiniz, bizim “temiz” insanlarımız böyle sorulara aldırmayacak kadar temizdir.

    16 Nisan 2012

  • SÖYLEŞİ

    SÖYLEŞİ

    Soru: Elektronik son günlerde herkes tarafından geleceğin en önemli sektörlerinden biri, hatta geleceğin sektörü olarak niteleniyor. Sizce bu doğru mu? Elektroniğe gösterilen bu ilgi kadar elektronik sektörünün ne olduğu biliniyor mu?

    Cevap: Elektroniğin, geleceğin en önemli sektörlerinden “birisi” olacağı doğrudur, ama yalnız bu eğilime bakarak genel gidişi kaçırmamak lazımdır.

    Genel gidiş, mikro (hatta nano) teknolojilerin ağırlık kazanmasıdır. Bu yalnız elektronikte değil, tüm sektörlerde gelişen bir eğilimdir. Hatta düne kadar aralarında kesin çizgiler bulunan sektörler açısından da durum böyledir.

    Örneğin tarım ve sanayi arasındaki ayrım çizgisi yokolmuş, onun yerine geniş bir bant şeklinde “tarımın, sanayi teknolojileriyle yapımı” almıştır. Dikkat ediniz ki bu bant “tarımsal sanayi” (agro -industry) değildir.

    Bu eğilimi açıklamak oldukça kolay gözükmektedir.

    Maddenin sırları çözüldükçe, ona çok küçük girdilerle etki yapmak kolaylaşmaktadır.

    Örneğin, önümüzdeki onyıllarda herkesin iç kulağına yerleştirilmiş mikro-parleur’ler (haut-parleur yerine) yoluyla çok daha küçük ses enerjileriyle çalışmak ya da retina tabakalarına yerleştirilmiş kızıl ötesi duyarga tabakalarıyla ışıksız görmek mümkün olabilecektir.

    Bu nedenle işi yalnız elektronikle sınırlamak doğru değildir. Kamuoyunun, elektronik sektörünü yada bu ileri sürdüğüm şekliyle nano- teknolojileri “yeterince” bilmesi konusuna gelince: Bu , “yeterince” deyimine Batı ‘da “teknolojik okur -yazarlık” (tecnolojical literacy) deniliyor. Toplumumuz henüz bu açıdan tam “okur-yazar” sayılamaz. Ancak unutulmamalıdır ki, nano-teknolojiler alanındaki gelişmelerin etkileyeceği en önemli ilgi alanı “yaygın eğitim” olacaktır.

    “Ömür boyu öğrenme” (L3 – Life Long Learning) denilen bu süreçte insanlar, ihtiyaçları olan bilgi ve becerileri bu güne oranla çok daha kolay kazanacaklardır. Bunun bir anlamı da “teknoloji okur-yazarlığı”nın da buna paralel olarak gelişeceğidir.

    Soru: Elektronik sanayicileri, yöneticileri bu sektörün devlet tarafından yeteri kadar desteklenmediğini ve teşvik edilmediğini söylüyorlar. Sizce devlet bu konuda nasıl bir rol oynamalıdır? Devlet şu andaki istekler doğrultusunda yatırımları, yer tahsisi, kredi desteği ve muafiyetler yoluyla teşvik edip gerisini özel girişimcilere mi bırakmalı yoksa tüm ileri teknolojilere dayalı sanayiciler konusunda bir temel planlama ve politika mı oluşturmalı?

    Cevap: Devletin kaynaklarının ne olduğu ve rolünün ne olması gerektiği tam anlaşılmadığı sürece, devletten herşeyin beklenilmesi geleneği süreceğe benzemektedir.

    İkinci anlaşılmayan kavram ise “teşvik”in ne olduğudur. Yalnız elektronik sanayicileri değil hemen her kesim ve de birey, devletin kendilerine yeterli desteği sağlamadığını söylemektedir. Bu hem yanlış hem doğrudur.

    Yanlıştır çünkü, devletin işlevi çeşitli kesimleri desteklemek değildir.

    Doğrudur çünkü, eğer devlet birçok kesimi yanlış olarak destekliyorsa geri kalanlara da bu “yanlış”tan yaralanmak hakkı doğmaktadır.

    Devletin işlevi, toplumun kendi tercihlerine göre yapacağı eylemlerine engel olabilecek iç ve dış engelleri caydırmak ve gerektiğinde de bertaraf etmektir.

    Bu engeller, rekabeti önleyici herhangi bir eğilim olabileceği gibi, ülke içi ya da dışından, yukarıda sözünü ettiğim tercihlere aykırı birşeyler yapmak isteyenler de olabilir. Devlet, bunları caydıracaktır. Yoksa bu önemli işleri yapmayıp ya da daha kötüsü yapamayıp, bireylerin yapacakları işlere ortak olursa orada devlet fiilen biter. Artık o devlet değildir, devlet adını kullanan, devlet erkini kullanan, ama devlet olmayan, başka birşeydir.

    Açıkçası, her iş için devlet desteği beklenmesi eğilimi, çocuklarımızı yetiştirirken benimsediğimiz korumacılık eğiliminin, onlar büyüyüp sakallı veya saçlı hale geldiklerinde de sürdürülmek istenmesi anlamına gelmektedir.

    Çocukluğunda, herşeyden korunan, herşeyi başkalarından beklemeye alıştırdığımız -hiç olmazsa çoğumuzun- çocuklarımız, büyüyüp işsiz kaldıklarında devletten iş, sanayici olduklarında gümrük koruması ve teşvik beklemektedirler.

    Bir gazetede, yürüyüş yapan doktorlardan birisinin elinde taşıdığı pankart, çok şeyi anlatmaktadır: “Devlet bizi okuttu hekim yaptı, ama hala babamdan harçlık istiyorum!”…

    Bu genç hekim, devlet kendisini nasıl okuttuysa şimdi de iş bulmasını istemekte ve bu isteğinde kendisini haklı görmektedir. Ama devlet, sesi çıkabilen bir varlık olsaydı herhalde şunu derdi: “Sevgili genç; sana yapılan bunca yatırımdan sonra sen hala ayaklarının üzerinde duramıyorsan sende bir yanlışlık var ve sen işsiz kalmayı hakediyorsun!”…

    İster elektronik ister başka kesimler olsun, devletten haklı olarak isteyebilecekleri ve de herşeyi isteyip de tek istemedikleri, “ayrıcalık yapılmasın, önümüze engel koyulmasın, rekabeti bozanlara engel olmamıza engel olunmasın” isteğidir. Devletten tek istenebilecek olan budur.

    Herhangi bir kesimin kendisini diğerlerinden önemli görüp, “başkalarını bırakın bizi destekleyin” savlarının hiçbir pratik değeri yoktur. Çünkü Dünya öyle büyük bir pazardır ki orada her türlü mal ve hizmeti iyi ve ucuz üretenlere yer vardır.

    Türkiye’de sandalye imal edenler için Dünya’da mevcut potansiyelle, elektronik cihaz üretenler arasında prensipte fark yoktur.

    İnsanlarımıza bu işin felsefesi anlatılmalı, devletin kaynaklarının, onların verdikleri vergilerden oluştuğu, bu vergilerin ise ancak ortak ilgiler yönünde kullanılabileceği, bunun dışında hangi adla yapılırsa yapılsın (teşvik, destek, sübvansiyon vs) bunun, bir kesimin cebinden haksız olarak ve zorla alınan bir pay olduğu anlatılmalıdır.

    Rekabet gücüne güvenen kesimlerin isteyebileceği, kendi kontrolleri dışında ve de devletin olası haksız ve yanlış tutumu nedeniyle azalan rekabet güçlerini yükseltmek için bu tutumdan vazgeçmesi, vazgeç(e)miyorsa onu telafi etmesidir. İşte genellikle adına teşvik denilen olgu budur ve doğru adı teşvik değil bir çeşit tazminattır.

    Ancak, bu tazminat kalemleri bazen öyle olabilir ki, bu tazminatı kaynağında halletmek gerekebilir. Örneğin elektrik enerjisinin Dünya fiyatlarına göre Türkiye’de daha pahalı olması, kaynağında düzeltilmesi gereken rekabet gücü azaltıcı bir etkendir.

    “Temel planlama”, söylenişi güzel ama o ölçüde de yanlış bir yaklaşımdır. Planlamayı bir yardımcı teknik değil bir detaylı yaşam reçetesi olarak görenlerin genellikle bir ideal olarak dile getirdikleri, “x yıl sonra neye ne kadar ihtiyacımız olacağını belirleyip, ona göre tüm girdileri (insan gücü vs dahil) planlamak” mümkün olabilseydi gerçekten de hayat çok kolaylaşırdı. Ama bu mümkün değildir, olmadığı da acı deneylerle bugün daha iyi anlaşılmıştır.

    Bunun yerine bugünün planlama anlayışı, “bugünden tahmin edilemeyecek gelecek için gereken kompozisyonları yapmaya izin verebilecek bir planlama”dır. Örneğin, 10 yıl sonra ihtiyaç olabilecek elektrik mühendisi sayısına göre üniversite planlamak yerine, o tarihteki ihtiyaçlara göre yönlendirilebilecek olan ve gereken “genel formasyon”u almış insanların yetişebileceği üniversiteleri planlamak çok daha gerçekçi ve esnek bir yaklaşımdır.

    Diğer yandan “politika oluşturmak” ise son derece doğrudur. Ama bunun yalnızca, “gereken ortamları oluşturmak ve korumak” ile sınırlı anlaşılması koşuluyla… Herhangi bir konudaki politikanın, o konudaki “arzu edilen durumu” ve o arzu edilen duruma erişmek yolunda benimsenen “ilkeleri” ve nihayet kullanımı öngörülen “araçları” içeren bir doküman olduğu hatırda tutulmalıdır. Bu “araçlar”, arzu edilen duruma erişilmesini engelleyen nedenleri ortadan kaldırmaya yönelik önlemlerdir.

    Teşvik konusuna gelince: Önce teşvikin ne olduğu iyi anlaşılmalıdır. “Teşvik”, olması arzulanan bir durumun olmasını engelleyen nedenlerin ortadan kaldırılması yoluyla yapılmalıdır.

    Burada kullandığım “engeller”, bizzat devletin ya da ülke içi kuruluşların yarattığı engeller olabileceği gibi, başka ülkelerin koruma politikaları da olabilir. Bu tür dıştan gelen rekabeti önleyici etkenlere karşı kullanılabilecek en son yol, dışarıdan sağlanan haksız desteğin içeriden de dengelenmesi için bir “destek” sağlanması olabilir. Ancak, bu her koşulda ve mutlaka yapılması gereken bir uygulama değildir. Çeşitli faktörler nedeniyle rekabet gücü aslen düşük olan bir sektör, dışarıdan uygulanan haksız rekabete karşı korunmaya kalkılırsa bu kamu kaynaklarının bir dipsiz kuyuya atılması anlamına gelecektir.

    Türkiye’nin şu anki faaliyet (sanayi, tarım, hizmetler) profili, yıllar içinde ve kısmen de rastgele oluşmuştur. Bazı kesimlerde faaliyette bulunmak gerekirken o kesimler seçilmemiş, bazı kesimlerde ise faaliyette bulunmamak gerekirken -çeşitli etkenlerle- yatırımlar yapılmıştır. Bazı kesimlere ise isabetli olarak girilmiştir.

    Şimdi bu profil içinde bazı kesimler çok düşük rekabet gücüne sahiptir ve sürekli şikayet halindedir. Bu kesimler açısından yapılması gereken en doğru eylem, bu kesimlerdeki faaliyeti durdurmak ve kesinlikle teşvik etmemektir. Bunu, her teşvik isteyenin mutlaka teşvik edilmemesi gerektiğini belirtmek için söylüyorum.

    Teşvik’in, arzu edilen bir durumu engelleyen etkenlerin ortadan kaldırılması biçimindeki tanımına bir örnek olarak, Doğu ve G.Doğu’ya yatırım yapılması konusu ele alınabilir. Bu yörelere yatırım yapılması “arzu edilen bir durum” ise ve bu arzu yerine gelmiyorsa, yapılması gereken, teşvik pirimi vermek değil niçin yatırım yapılmadığını anlamaktır.

    Eğer potansiyel yatırımcılar limanlara uzaklık dolayısıyla yatırım yapmıyorlarsa buna karşı teşvik pirimi vermek, sonsuza kadar bu “ulaşım güçlüğü farkı”nı ödemek demektir. Toplum buna razıysa -ki olacağı şüphelidir- bu teşvik sağlanmalıdır.

    Yok eğer yatırımcılar terör dolayısıyla isteksizse bunu teşvik pirimiyle gideremezsiniz. Terör faktörünü halletmeden yalnızca teşvik pirimiyle yatırımcıyı zorlamaya kalkarsanız sonunda pirimin çekiciliği galip gelir ve suistimaller başlar.

    Genelde tüm sektörleri, özelde ise elektronik sektörünü teşvik etmek için önce, “arzu edilen durumu” engelleyen nedenler ortadan kaldırılmalıdır. Yani yukarıdaki tanımla, bir “elektronik sektörü politikası”, bu nedenleri ve o nedenlerin nasıl ortadan kaldırılabileceğini tanımlamalıdır.

    Soru: Elektronik, içinde teknoloji üretilen ve geliştirilen bir sektör. Bu konuda üniversiteler ve TÜBİTAK’ta yapılan çalışmaları değerlendirebilir misiniz? Özel sektördeki AR-GE çalışmaları yeterli mi? AR-GE gibi uzun vadeli ve riskli yatırımlarda özel sektöre destek verilmeli mi?

    Cevap: Yalnız elektronik değil, tüm alanlarda hatta sosyal ve kültürel alanlarda teknoloji üretiliyor. Bugün artık hukuk teknolojisi, öğrenme teknolojileri deyimlerini yadırgamıyoruz. Bu bir…

    Çeşitli alanlarda teknoloji üretimi bugün hem refahın hem çağdaşlığın ölçütü sayılıyor. Bu açıdan toplumumuz ve özelde sanayilerimiz çok gerilerde geliyor. Bu da iki…

    Genelde, bir yerde teknolojiyle ilgili birşeyler yapılıyorsa, orada teknoloji üretiminin olduğu zannediliyor. Önce bu kanıyı doğru yerine oturtalım. Teknolojiyle ilgili olmayan hemen hiçbir insan faaliyeti, hele sanayi faaliyeti gösterilemez. Bu, Uganda’da, İngiltere’de ve Türkiye’de de böyledir.

    Evinde elektrik kullanan bir kimse, farkında olmadan yüzlerce teknoloji kullanmaktadır. TV’nin düğmesine basan 2 yaşında bir çocuk onlarca teknolojiyi harekete geçirmektedir. Ama bunların hiçbiri teknoloji üretimi değildir.

    Ekmeği yemekle ekmek yapmak arasındaki büyük fark, teknolojiyi kullanmak ve teknoloji üretmek arasında da vardır. Yüksek teknoloji ürünlerini üreten bir yer, hiçbir teknoloji üretmiyor olabilir. Hatta bir genel kural olarak bu böyledir denilebilir. Teknoloji üretimi nadir, o teknolojiye dayalı ürünlerin üretimi ise çok daha yaygındır.

    Teknoloji, söylenişi itibariyle genellikle karmaşık, zor anlaşılır ürünleri, formülleri içeriyor. F-16 uçakları, nükleer santrallar, laser güdümlü silahlar gibi.. En azından sokaktaki insan için bu böyledir.

    Ama gerçek çok farklıdır. Son derece ileri teknoloji ürünlerini üreten bir kuruluş veya toplum, o alanda hiçbir teknoloji üretemezken, ekmek yapımında teknoloji üretimini gerçekleştiriyor olabilir.

    Bir de, teknoloji üretimi ve innovation farkı var. Innovation, çok küçük teknoloji üretimidir. Ekmek yapım örneğinde un, maya, su vs’nin karıştırılıp yoğurularak fırında pişirilmesi bir teknolojidir.

    Ama girdilerin içine bir kimyasal katılıp kendi iç tepkimesiyle sıcaklık yükselmesi yaratıp fırınsız ekmek pişirmek (böyle şey olur mu bilmem) ise, yeni bir teknolojidir. Bu yeni usulü bulan bir teknoloji üretmiş olur.

    Hamuru fırında pişirirken göz kararı ile pişirmek yerine bir prosesörle fırını kontrol edip tam pişmiş ekmekler elde etmek bir innovation‘dur. Ana teknoloji değişmemekte, yalnızca iyileştirme yapılmaktadır.

    Teknoloji üretimi’nin iki kaynağı vardır: Birincisi bilimsel araştırmalar olup, temel araştırmalar yoluyla maddenin sırları keşfedildikçe, onu şekillendirebilecek, kontrol edebilecek yeni teknolojiler üretilmiş olur.

    İkinci yol ise sürekli innovation yoludur. Mevcut bir teknoloji üzerinde sürekli olarak iyileştirmeler yapıldıkça, bir süre sonra ilk teknolojiden çok farklı yerlere gelinmiş olur. Yani teknoloji değişmiş olur. Yani, yeni bir teknoloji üretilmiş olur. Japonların sürekli iyileştirme felsefesi işte bu yolla teknoloji üretmektedir. Tabii ki bir yandan da bilimsel araştırmalar yoluyla teknoloji üretmektedirler.

    Bütün bunları, sorunuzun ilk cümlesine itiraz etmek için söylüyorum. Elektronik sektörü, Dünya’da ençok teknoloji üretilen daldır. Ama bu bizim elektronik sektörümüz için söz konusu değildir.

    Bugün ülkemizde oldukça yaygın bir elektronik sanayii vardır. Ama teknoloji üretimi söz konusu değildir. Bazı innovation’lar vardır, ama o da bir teknoloji üretimine yol açabilecek süreklilikte değildir. Bu durumumuzu bilip, değerlendirmelerimizi ona göre yapmalıyız.

    Bu açıdan bakıldığında üniversitelerimizde ve TÜBİTAK’ta -çok seyrek bazı teknoloji üretimleri hariç- teknoloji üretilmediğini, konuyu ele alış biçimlerinin ve örgütlenmelerinin teknoloji üretmeye uygun olmadığını söyleyebilirim.

    Üniversitelerimiz bugün öğretim yapmaya çalışan ve giderek de bunu daha verimsiz ve düşük kaliteli yapan kurumlardır. Onun için teknoloji üretimi konusunda üniversitelerimizi geçiyorum. Ayrıca da, üniversitelerin görevi teknoloji üretiminden çok, onun dayanacağı bilimsel araştırmaları yapmak ve/ya üretilmekte bulunan bilimsel bilgilere erişilerek teknoloji üretimi yapacak kuruluşların hizmetine sunabilmektir.

    Bugün, “kişilerin uğraşmaktan zevk duydukları konulardaki tekrarlardan başka faaliyetleri yoktur” demek pek yanlış olmaz.

    Bu sözlerimle, bu performans düşüklüğünün nedeninin yalnızca üniversiteler olduğunu düşündüğüm katiyen anlaşılmamalıdır. Üniversite mensupları, politikacılar, yazarlar, düşünürler ve sokaktaki insanımız, bir “ortak doku” oluşturuyorlar ve hepsi birbirlerini etkiliyorlar.

    Ülkemizin politikacısı ile üniversite mensubu arasında -istisnalar dışında- bir fark yoktur ve olamaz da..

    Sözünü ettiğim bu doku, içine bilim emdirilememiş bir dokudur. Türk siyasetinin nasıl gerçek politika ile (Eflatun’un tanımıyla) bir ilgisi yoksa, üniversitelerimizin de bilim ile bir ilgisi yoktur.

    Bu hastalığın kökleri çok derine ve eskilere gitmekte olup böyle bir söyleşinin sınırlarının çok ötesine uzanıyor. Onu, ayrı bir söyleşi konusu yapmayı tercih ederim.

    TÜBİTAK’a gelince; TÜBİTAK yapısı dolayısıyla teknoloji üretemez. Bu kurumumuzun kuruluş felsefesi, “devlet eliyle bizzat araştırma yapmak” olup, zımnen şunu ifade etmektedir: “Kimin ne araştırmaya ihtiyacı varsa onu devlet belirlemeli ve onu yapmalıdır. Başkalarının araştırma yapması, teknoloji üretmesi gereksizdir”…

    Bu, ilk sorunuza verdiğim yanıtlardaki “devletin işlevi” ile ilgilendirilirse ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır.

    1986’da yazdığım, “Nasıl Bir TÜBİTAK?” adlı raporda ve onu takiben yayımladığımız “Bilim ve Teknoloji için Çalışma Dokümanı” adlı yayında, bu yanlış felsefeye dikkat çekilmiş ve düzeltimi için öneriler getirilmişti.

    Ancak, doğru ya da yanlış oluşturulmuş ya da kendiliğinden oluşmuş her sistem, kendisini değişikliklere karşı koruyacak alt-sistemleri de kurmaktadır. TÜBİTAK da kendisini değişikliklere karşı koruduğu için bu önerilerin hayata geçmesi oldukça güç görünmektedir.

    TÜBİTAK’ın doğru işlevi, bilimsel ve teknik araştırmaları devlet eliyle bizzat yapmak değil, bu araştırmaların, ihtiyaç sahiplerince (sanayi, tarım, hizmetler sektörü gibi) yapılması için uygun ortamları oluşturup korumaktır.

    Bu felsefeye karşı ileri sürülen, “bilimsel araştırmalar pahalıdır, kuruluşlar tek başlarına onları yapamaz” savı ise, demin sözünü ettiğim “koruma alt-sistemi” nin doğal bir tepkisidir.

    Co-operative Research ya da Pre-competition Research denilen araştırma türü, kuruluşların tek başlarına katlanamayacakları araştırmaları mümkün kılmak için geliştirilmiş onlarca metodtan yalnız bazılarıdır.

    Bilim-teknoloji konusunda düşündüklerimi daha ayrıntılı olarak “Eko-Liberal Politika” adlı kitabımda (İNKILAP KİTABEVİ-1993) yazdım. Burada daha uzun boylu tekrarlamak pratik görünmüyor.

    Özel sektördeki AR-GE çalışmaları, büyük oranda imalat süreçleriyle ilgili modifikasyonlarla ilgilidir. Yoksa bir teknoloji üretimi söz konusu değildir. Bunun başlıca iki nedeni, demin sözünü ettiğim, “araştırma devlet eliyle yapılır” felsefesi ve ondan da önemlisi, yüksek koruma duvarlarının (gümrük koruması, teşvikler ve destekler gibi) sağladığı rekabettsiz ortamdır.

    Bu açıdan bakıldığında, AT ile gümrük duvarlarının kaldırılması Türkiye için bir şanstır. Ama bu operasyonun acılarını baştan bilmek ve ona razı olmak kaydıyla..

    Türk sanayiinin rekabet gücü (kendi kendimizi ne kadar översek övelim) çok düşüktür.

    Bu durumda, gümrük duvarlarının kalkması, bir çok sanayimizin ertesi gün kapanması anlamına gelecektir.

    Bu zor tablodan, olumlu bir yapı türetmek mümkün müdür? Evet mümkündür ama bu, “tek önemli” bir sihirli reçeteyle olamaz. Aynı anda uygulanması gereken önlemlerin iyi bir koordinasyonla yürütülmesi, sabredilmesi ve sürekli iyileştirmeler yapılması gerekmektedir.

    Bunun için vazgeçilmez ön koşulun, bütün bu resme beyaz şapkamızla (akılcılık şapkası) bakabilmemize ve tüm toplum kesimlerine çekinmeden anlatabilmemize bağlı olduğunu bilmeliyiz.

    Devletin AR-GE Faaliyetlerine desteği, ancak bu tür bir eylem planı içinde anlamlıdır. Aksi halde gerek TÜBİTAK’a gerekse özel sektöre sağlanan destekler, kuyuya para atmaktan farklı değildir.

    Son olarak teknoloji üretimi ve teknoloji transferi konusunda bazı şeyler daha söylemek istiyorum.

    Bilimi, halkın günlük yaşamına, akılcı düşünce biçimi olarak sokabilmiş toplumlarda, bilimin hayata uygulanışı demek olan teknolojinin, askeri veya sınai laboratuvarlardan biribirine ya da ya da bunlardan günlük yaşama aktarılmasına teknoloji transferi adı verilmektedir.

    Örneğin NASA’nın uzay çalışmalarında kullanılmak üzere geliştirdiği teknolojilerin savunma ya da tarıma aktarılması birer “teknoloji transferi”dir.

    Bu deyim ülkemizde, bir ülkeden teknoloji satın almaya karşılık olarak kullanılmakta, alanlar ve özellikle satanlar bu alışverişe bayılmaktadırlar.

    Sokaktaki insanımız, “filan ülkeden, şu kadar para vererek fişmanca teknolojiyi transfer ettik” denilince, rakip takımın as futbolcusunu transfer ederek onu felç etmiş futbol hastası gibi sevinmektedir. Sokaktaki insanımızın yanısıra, sokakta olmayan insanımız arasında da bu “teknoloji transferi” deyimi pek revaçta olup, bilim politikamızı bu “transfer” işine bağlamış pekçok “sokakta olmayan” insanımız mevcuttur.

    Bu “sokakta olmayan” insanlarımıza herhangi bir hatırlatmada bulunmak kimsenin haddi olmadığı için, sokaktaki insanlar için basit bir örnekle bu transfer işinin ne olup ne olmadığını açıklamakta yarar vardır. Şöyle ki;

    Teknoloji transferi süreci, bir makineli tüfeğin peşpeşe mermi atmasına benzetilebilir. Namludan çıkmış olan bir mermi, transfer edilen teknolojidir. Sahip olana göreli bir üstünlük sağlar.

    Bu teknoloji birisine satılır, hibe edilir, verilirse bu göreli üstünlük de, teknolojiyi eline geçirene geçmiş olur. Teknolojiyi geliştirmiş olan, üstünlüğünü kaybetmeyi düşünmediği için, arkadan başka mermiler gelecek şekilde bir düzenleme yapmak aklın gereğidir ve zaten de öyle yapılmaktadır

    Bir mermi namluyu terkederken bir diğeri namluya sürülmekte, diğerleri namluya sürülmek üzere şarjörün içinde hazır beklemektedir. Ayrıca yedek şarjörler silahın yanında, yedek şarjör kutuları da cephane kamyonunun üzerindedir. Hatta yeni cephane kamyonları dolmak üzere mühimmat fabrikasında beklemektedir.

    Görüldüğü gibi bu süreç bir süreklilik taşımaktadır.

    İlk merminin bir diğer ülkeye “transfer” edilebilmesi, bu sürecin sürekliliğine bağlıdır.

    İlk çıkan mermiyi para verip alan, aslında hiçbir üstünlüğe sahip olmamakta, aksine onu satanın göreli üstünlük kazanmasına yardımcı olmaktadır.

    Çünkü, teknoloji üretimi yapanın daima bir burun farkıyla önde olması, ilk mermilerin (eskimiş teknolojiyi) birisine satılmasına, satış mümkün değilse hibe edilmesine, hatta bu da mümkün değilse zorla(!) verilmesine bağlıdır.

    “Teknoloji trasfer ettim” diye şişinenin küçük de olsa bir avantaj kazanması için ise, transfer edilen ülkenin yüksek gümrük duvarları vs. gibi bir engelle korunması lazımdır.

    Özet olarak Teknoloji Transferi, bir “tek işlem” değil, bir “süreç”tir.

    Sürecin aslı teknoloji üretimidir. Üstünlüğe sahip olan teknolojiyi transfer eden değil teknolojiyi üretendir.

    Sokaktaki insanımız için verilen bu örneği, sokakta olmayan insanımızın da anlayacağı ümidiyle!

    Soru:. Risk Sermayesi (RS)hakkında görüşleriniz nelerdir?

    Cevap: yaptığımdan bu yana dikkat edilmesi gereğini vurguladığım bazı noktalar var. Tekrar dahi olsa onlara burada da değinmek isterim. 1986 yılında yaptığım bu öneri, “İstihdam Politikası” adlı politika dökümanının içinde yer aldı. Bir başka deyişle RS, bir araçlar paketinin bir elementidir. Yani, tek başına kullanımı mümkün olmayan ya da verimli olmayan bir araçtır. Birlikte kullanılacağı tasarlanan diğer araçlarla birlikte bir anlamı vardır.

    Bir otomobil motoru nasıl ki otomobil bütünü içinde önemli bir yer tutmasına karşın tek başına bir işe yaramazsa, RS’de diğer araçlar olmaksızın pek bir işe yaramaz.

    Sistemleri bütünüyle tasarlamak yerine en göze çarpan elementi ile yetinmek konusundaa geleneksel bir zaafımız var.

    Ben bu zaafı, ülkemizin az sayıdaki Kaynak Sorunu’ndan birisi olarak sayıyorum.

    RS sisteminde de aynı zaaf göze çarpıyor. Sistemin başarılı sonuçlar vermesi, ekonomik kalkınma açısından itici güç rölü oynayabilmesi bakınız, asgari olarak nelere bağlıdır:

    1. Buluşçuluk

    Bu deyimle keşif, icat ve yenilik yapmayı (innovation) kasdediyorum. Hemen tahmin edilebileceği gibi bir toplumun ‘buluşçuluk’ niteliği, eğitim sistemiyle ve buluşçuluğun alt yapısı denilebilecek ögelerle ilgili.

    Bu ögeler kendi üzerine kapalı yani kendi yanlışlarını koruyan bir sistem oluşturmuş durumda. Buluşçuluk konusundaki bu özeleştiriyi kime yöneltseniz aslında bizim çok yaratıcı bir millet olduğumuzu, Almanya’da jeton yerine buz parçaları kullandığmızı ya da eski Türkler’in eti korumak için pastırma yaptığını söylüyor. Yani kimse buluşçu olmadığımızı, 200 yılda ancak 2200 patent aldığımızı görmek istemiyor.

    RS sistemi ise buluşçuluğa çok bağlı. Yani normal ticari faaliyete konu olabilecek, teknolojik bir yenilik içermeyen işler RS’nin alanı dışında kalıyor.

    O halde RS ile birlikte (senkron olarak) buluşçuluk niteliğimizi geliştirmemiz gerekiyor.

    Bunun nasıl yapılacağı yine 1986’da yayımladığımız Bilim ve Teknoloji için Çalışma Dokümanı’nda anlatılmıştı. O halde o dokümanda öngörülen ve büyükçe bir bölümü başlatılan işlere devam etmemiz gerekiyor.

    Geleceğin teknolojileriyle ilgilenen bir dergi olarak anılan bu dokümanı incelemenizi ve tekrar bir momentum kazandırılması çabalarına katkıda bulunmanızı dilerim.

    1. Bilgiye erişme kolaylığı

    Buna ‘Bilgiye Erişme Özgürlüğü’ diyorum. Eko-Liberal Politika adlı kitabımda bunu ayrı bir başlık içinde inceledim.

    Bir buluşun, rekabet gücü olabilen bir ürüne dönüşmesi kendi kendine -vahiy gibi- bir olay değildir.

    1987’de $400.000’a satın alınan ve halen İstanbul’da TSE binasında bulunan Patent Kütüphanesinde yaklaşık 5 milyon patent var. Aradan geçen 6 yılda hala tanıtmaya, tanıyanların kullanabilmesi için ilgili idarenin de biraz yardımcı olmasını sağlamaya çalışıyorum. Ama alınabilen yol çok azdır.

    Bu kütüphanelerden her coğrafi yöremize en az bir tane edinmeliyiz.

    Mesele bununla da bitmiyor. Bunu desteklemek üzere her türlü teknik dokümanın bulunacağı kütüphaneler de bu sistemin tamamlayıcısıdır.

    EARN, DIALOG gibi ağlarla başlayan bilgi ağları projesi bu yüzden çok önemlidir O halde bir yandan da buna devam etmek gerekiyor.

    1. Kamu Alımları

    Tüm kapitalist ülkelerde girişimciliğin motoru kamu alımlarıdır. 1993 yılında toplam kamu alımlarının TL 150 trilyon olacağını tahmin ediyorum.

    Bu büyük kaynak, buluşçuluk ve dolayısıyla girişimcilik için çok önemlidir.

    MÜTEŞEBBİSLER KLÜBÜ’nün yaptığı bir çalışmaya dayalı olarak TBMM’de bekleyen bir yasa teklifim var. “Kamu Alımlarının Ekonomik Etkilerinin İyileştirilmesi” adlı bu teklif, kamu alımlarının rüşvet ve yolsuzlukları beslemek yerine girişimciliği beslemesi için önlemleri içeriyor.

    O halde bu yasanın da bir an önce çıkması için bir kamuoyu baskısına ihtiyaç var.

    1. Girişim Destekleme Ajansları

    RS sistemi içinde yer alacak girişimcilere ihtiyaçları olan Çok Yönlü Desteği sağlamak için özel kuruluşlara ihtiyaç bulunmaktadır.

    Batı, girişimcilerini bilgilendirmek, desteklemek için Enterprise Agency denilen bu kurumları oluşturmuştur.

    Yine 1986’da kurulan TDA- Teşebbüs Destekleme Ajansı bu amaca yönelikti.

    Bu kurumlara yasal dayanak kazandırmak için hazırlanıp TBMM’ne tevdi edilen “Girişim Destekleme Şirketleri” yasa teklifi için de bir kamuoyu baskısına ihtiyaç bulunmaktadır.

    RS sisteminin başarısını etkelyen diğer öğeler de bulunmakla birlikte başlıcaları bunlardır.

    Bunları dikkate almayan bir RS sistemi başarılı olamaz. Bunu, imkanlarımızın tümünü kullanarak anlatmaya çalışıyorum. Bu söyleşimizin de bu çabaya bir katkı olmasını diliyorum.

    Soru: Türkiye’de insan kaynaklarının okul öncesi ve sonrası eğitim olanakları çağdaş düzeyde mi?Eğer değilse bu konuda neler yapılmalıdır?

    Cevap: Çocuk, genç ve erişkinlerimizin eğitim imkanlarının çağdaş düzeyde olmadığını hemen herkes biliyor ve kabul ediyor. Bu konuda geniş bir uzlaşı var.

    Uzlaşı bulunmayan, daha doğrusu doğru yönde uzlaşı bulunmayan nokta bu konuda neler yapılması gerektiğidir.

    Uzlaşı bulunan yön, eğitime çok kaynak ayırmakla sorunun çözülebileceğidir ve temel yanlış da buradadır.

    Örneğin müsrif bir ev hanımı evi yönetmek için gereken parayı eşinden almakta, ama buna karşı kendisinden beklenilen çeşitli görevleri yerine getirmemekte, parayı çeşitli yollarla israf etmektedir.

    İşte nasıl ki bu hanıma yapmadığı hizmetleri yapması için daha çok para vermek meseleyi halletmiyor, hatta aksine israfı pompalıyorsa, mevcut eğitim sistemimize de verilecek ek kaynaklar bir işe yaramayacaktır. Nitekim bunca yıldır yaramamıştır da..

    Buna göre ne yapılması gerektiğine gelince:

    Demin sözünü ettiğim kitabım da (Eko-Liberal Politika) bu konu üzerindeki düşüncemi uzunca biçimde açıkladım. Ama burada belli noktalara işarette de yarar görüyorum.

    Her iktidarın vazgeçilmez gündem konularından birisi daima “eğitim reformu ” olagelmiş ve değişmez olarak her iktidar da eğitim alanında yaptıklarının, o güne kadar yapılmamış ölçekte birer reform olduğunu iddia edegelmiştir.

    Ama, bugün gelinen nokta ortadadır ve yapılan bütün “reform”lar sonunda üniversite mezunlarımız dahi özgeçmişlerini yazamamakta, harcadığı onca zamana karşın yaşamını sürdürebilecek bir beceri, dolayısıyla da bir iş sahibi olamamakta, devletin kendisine iş vermesini beklemektedir.

    Ancak bu durumun yalnız ülkemize özgü olduğu sanılmamalıdır. Harward Educational Review dergisinin bu yıl yaz sayısında Donaldo P.Macedo tarafından yazılan bir yazı ibret vericidir.

    Halen A.B.D.’de 60 milyon civarında cahil ve/ya işlevsel cahil bulunduğu belirtilen yazının başlığı, “Ahmaklaştırma için Eğitim” dir. Mevcut eğitim sisteminin bir yanılgı olmadığını, A.B.D. halkını itaatkar kılmak için bilerek böyle şekillendirildiğini ileri süren yazar, birçok kentteki %60 ve New York’taki %70′ lik okul terk oranını kanıt olarak göstermektedir.

    Hitler’ in, “İktidardakiler için, düşünmeyen bir halka sahip olmak ne güzel bir talihtir ” sözünü hatırlatan yazarı doğrulayan başka raporlar da mevcuttur.

    1985 yılında A.B.D.’de yayımlanan ” Risk Altındaki Millet ” (Nation at Risk ) adlı raporda, mevcut eğitim sistemi dost olmayan bir yabancı güç tarafından zorla empoze edilseydi bunun Amerikan halkınca savaş nedeni sayılabileceği belirtilmekteydi.

    Amerikan eğitim sistemi, bireysel ihtiyaçlara cevap vermesi ve kullandığı öğretim teknikleri açısından bizim eğitim sistemimizle karşılaştırılamayacak ölçüde gelişkindir.

    Amerikan halkının, eğitim sistemleri hakkındaki acı eleştirileri bizi yanıltmamalıdır. Onlar ulusal vizyonlarının gerektirdiği yüksek nitelikli insanlara sahip olamama korkusuyla yakınmaktadırlar.

    İki ülke arasındaki gelişmişlik farkı dikkate alınırsa belki bizim daha da yüksek nitelikli insanlara ihtiyacımız olduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. Bugün gerek Türkiye’mizde gerekse A.B.D.’de geçerli olan eğitim felsefesiyle bu hedefe varamayacağımız açıktır. Bırakınız insan niteliğimizi geliştirmek, yıllık %2.5′ lara varan (bazı yörelerimizde bu oran %5′ ler dolayındadır) nüfus artış hızıyla, bulunduğumuz nitelik düzeyini dahi korumamız imkansızdır.

    Peki bu durum karşısında ne yapılmalıdır?

    Basit ve sağlam adımlarla yürümek, bu tür zor bir soruyu cevaplamanın ilk koşuludur.

    Yapılması gereken ilk şey, boyuna eğitim reformu yapmaktan vazgeçmektir. (Hatta mümkünse başka reformları da yapmaktan vazgeçilmelidir.)

    Çünkü her yapılıveren reform, işi daha da karıştırmakta, daha da kötüsü reformun böyle yürürken, konuşurken filan yapılıverecek, mesela tesbih çekmek gibi birşey olduğu inancı yaygınlaşmaktadır.

    Yapılması gereken, reform yani “mevcut olan bir şeye yeni bir şekil vermek” değil, yeni bir felsefe altında “baştan kurmak” tır. Mevcut anlayış, uygulama ve bunlara bağlı alışkanlıklar, bu “baştan kurma” işlemini kolaylaştırmamakta, aksine güçleştirmektedir.

    Yapılmaması gereken ikinci şey, adı ister “reform” ister “yeniden kurma” olsun, bu tür işlemleri, mesleği öğretmenlik (herhangi bir düzeyde ) olanlara yaptırmamaktır. Çünkü kurulmuş bir eğitim sistemini çok iyi işletebilen bu değerli insanlar için en önemli sorunlar – haklı olarak – okullaşma

    oranını artırmak, yeni okul binaları yapmak ve öğretmen maaşlarını artırmaya çalışmak gibi gerçekten yapılması gerekenlerle hemen hiç ilgisi olmayan halka ve öğretmenlere hoş görünme çabalarıdır.

    Nasıl ki iyi bir şoforün, bir otomobil mühendisi olması beklenemezse, iyi bir öğretmenin de iyi bir eğitim sistemi kurucusu olması beklenmemelidir.

    “Baştan kurma” işlemini yapacak olanların cevaplaması gereken temel soru, ” insanlarımızın neyi, niçin öğrenmeleri gerektiği” ; ikinci soru ise “bunları nasıl öğreneceği” dir.

    Ülkemizde hemen her devirde eğitim sorunlarına ideolojik yaklaşıldığı düşünülürse, bu sorular üzerinde hiç düşünülmediği, bunların cevaplarının her ideoloji tarafından tartışılmaz biçimde empoze edildiği görülecektir. İdeolojik yaklaşım temelde doğru olmadığı gibi, amaçlarını gerçekleştirmesi de mümkün değildir ve olmamıştır.

    Böyle olsaydı örneğin 12 Eylül İdaresi tüm ülkeyi Atatürk’çü çizgiye getirebilirdi. Mahkumlara sabahtan akşama kadar Atatürk’çülük aşılamaya çalışan askeri idare sonunda birinci sınıf Atatürk düşmanları yetişmesine yol açmıştır.

    Çocuk ve gençlerimizin, birarada yaşamaktan hoşlanan, bunun kurallarına uymasını bilen, meraklı ve öğrenmesini öğrenmiş kişiler olarak yetişmesi gibi bir çerçeveyle yetinebilsek herhalde dünyanın en iyi eğitim sistemini kurmaya ilk adımı atmış olabiliriz.

    “Birarada yaşamayı isteme” okullarda öğretilebilecek bir şey değildir. Ayrıca, öğretilmesine gerek de yoktur.

    İnsanlar aksine yönlendirilmedikçe bütün canlılar gibi zaten birarada yaşamak isterler. Yeter ki biz çeşitli yönlendirmelerle, insanda varolan sevgiyi yönlendirip, bir kısmını sevgisizliğe ve nefrete dönüştürmeyelim.

    İster din ister ahlak isterse milliyetçilik adına olsun çocuklarımıza empoze ettiğimiz “iyi” ler, aslında onunla birlikte bir takım “kötü” leri de onların kafalarına yerleştirmektedir. Bu nedenle “iyi vatandaş” gibi öğretilmesi mümkün olmayan ve çok ters sonuçlar veren bir öğretim amacından vazgeçilmelidir.

    İkinci olarak, insanlara bir şeyler “öğretmek” ten vazgeçilmelidir. Bu mümkün de değildir. Mümkün olan, insanların “öğrenmeleri” için onlara imkan hazırlamaktır. İnsanlar, çocukluktan itibaren tüm ihtiyaçlarını en doğal, sahtecilikten en uzak yollardan karşılamak gibi eğilimlere sahiptirler.

    Bu eğilimler bozulmadığı takdirde onlar neleri öğreneceklerini kendileri bulacaklardır. Buna göre, cevaplanacak sorulardan biri olan “çocuklarımıza ne öğretelim” sorusu otomatikman ortadan kalkmaktadır.

    Çocukların ve tüm canlıların öğrenme eğilimleri öylesine güçlüdür ve öylesine doğru metodlar bulurlar ki, bunu anlamak için bebek ve çocukların hareketlerini, oyunlarını izlemek yeterlidir.

    Biz büyükler bu doğal ve doğru süreci, tüm imkanlarımızla bozarız. Daha minicikken, serbest bırakılsaydı doğanın sırlarını keşfetmeye başlayabilecek olan o minik kaşiflerin eline plastik tabancalar verip televizyonlarda insan öldürmenin, suçun, sahtekarlığın çeşitlerini gösteririz.

    Çoğu anne baba çocuğunun doğada oynamasından hoşlanmaz, onu sınırlamaya güya korumaya çalışır.

    Böylece pısırık, beceriksiz, korkak, çokyüzlü, daima koruma bekleyen, yaratıcılığı ölmüş “büyük” ler yetişir.

    Bugün teknolojinin geldiği nokta ve geliştiği yön, çocuk, genç ve erişkinlerin çeşitli bilgi-beceri ihtiyaçlarını kolayca karşılayabilmelerine imkan tanımaktadır. Resim- ses- hareket öğelerini birleştiren Multi-medya Destekli Öğrenme imkanları insanların önüne sonsuz bir ufuk açmıştır.

    Ancak, çözülmesi gereken bir soruna işaret edilmelidir. İster bu yolla, ister geleneksel zorla öğretmeye çalışma yöntemiyle olsun, eğitimin bir işe yarayabilmesi bir ön-koşula bağlıdır : O da , “bilgi” nin alternatiflerinin bulunmamasıdır. Koruma, kollama, kayırma, rüşvet, sahtekarlık gibi hayatı kısa vadede kolaylaştıran, ama toplumun ancak bir kısmına ve belirli bir süre için kolaylaştıran yöntemler caydırılmadığı sürece, bilginin ve dolayısıyla da eğitimin hiç bir pratik değeri yoktur.

    Ülkemizde eğitim imkanlarından yoksun çok sayıda çocuk ve genç vardır. Bunların büyük bir bölümü de kırsal kesimde yaşamaktadır. Bu insanların sorunları ve dolayısıyla bilgi ihtiyaçları da aşağı yukarı bellidir. Onların bu bilgilere erişimlerini sağlayabilecek bilgisayar destekli bir sistemin kurulması çok güç değildir. Ayrıca, bunun yararlarının kısa süre içinde görülmesiyle insanların kendilerinin de büyük bir yarış içine girmeleri kaçınılmazdır.

    Yapılması gereken, ülkemizdeki büyük bilgisayar firmalarını bu yolda biraz motive etmek (biraz da zorlamak)tır. Bu yolla bilgi becerisini geliştiren, hayvanının hastalığı, traktörünün tamiri, toprağının tahlili, kış günlerinin, boş zamanlarının paraya çevrilmesi ya da iş arama ve/ya kurma tekniklerini öğrenen kişilerin ne büyük bir yaratıcı potansiyel olacağını hep birlikte görebiliriz.

    Soru: Genç neslin dil sorunu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

    Cevap: Demin bahsettiğim, “ülkemizin az sayıdaki kaynak sorunu”ndan birisi ve bana göre de en önemlilerinden birisi, toplumumuzun iletişim becerisi yetmezliğidir.

    Kaynak Sorun deyimini ilk duyduğumda, yıllardır birbirine bağlayamadığım birçok gözlem ve yorumum, birdenbire daha bir düzenli hale gelmişti. Ek bir açıklama ihtiyacı olmadan kendini bu kadar iyi anlatan, dahası kişiyi uzun uzun düşünmeye iten deyimler herhalde oldukça nadirdir. Kaynak Sorun, bunlardan birisidir.

    Gözlenen bir sorunun, bir başka sorunun yansıması olabileceğini, hattâ o bir ” başka sorun” un da diğer sorun(lar)ın yansımaları olabileceğini, böyle giderek başka sorun(lar)ın yansıması olmayan bazı sorunlara erişilebileceğini, işte bunların diğerlerinden farklı özellikleri olacağını birdenbire anlayabilirsiniz.

    Buna göre, kişisel işinde ya da toplumsal konularda sorun çözme işlevi yüklenmiş olanların, çözüm adına birşeyler yapmadan önce karşı karşıya bulundukları durumu yaratan Kaynak Sorun (lar)ı teşhis etmeleri gerektiği yine bu deyim içinde gizlidir.

    Kaynak Sorun’ları araştırmadan sorun çözmeye çalışanların nasıl hayallerle (yansıma) boğuştuğunu ya da aksine Kaynak Sorun ‘u saptayıp onları çözmeye çalışanların, çevrelerinde niçin tepki yarattıklarını yine bu deyim anlatmaktadır.

    Kaynak Sorun’un statik bünyeli olmadığı, sürekli olarak yeni sorunlar yarattığı ve bu özelliğiyle de bir “sorun üreteci” olduğu da biraz düşünmekle anlaşılabilir.

    Sanırım bu kavramı oldukça tembel birisi geliştirmiştir. Aynen, aritmetik seri toplama formülünü tembel bir öğrencinin geliştirmiş olduğu gibi. Bir dostumun insanlar hakkında bir sınıflandırması vardı. Buna göre insanlar, tembel ve çalışkan, bir de akıllı ve akılsız olarak ikişer gruba ayrılırmış. Böylece 4 grup insan tipi ortaya çıkarmış. Bunların en zararlıları akılsız-çalışkan olan tiplermiş.

    Kaynak Sorun’ları araştırmadan, görüntü sorunlarla uğraşanlar ( ne kadar çok olurlarsa olsunlar ) herhalde bu sınıfa giriyor olsa gerektir.

    Diğer yandan, Kaynak Sorun’ların hepsinin aynı üretkenlikte olması beklenemez. Kimisi pek genişlemeden yükselen ağaçlar gibi düşey olarak dallanırken, bazıları da enine genişleyip öylece ( ama daha yavaş ) yükselirler. Herhalde en önemli Kaynak Sorun çeşidi, hem enine hem de boyuna dallanıp çevresini süratle doldurandır.

    İletişim Becerisi Yetmezliği işte böyle bir Kaynak Sorun’dur. Yeteri kadar geniş ve uzun bir kâğıtla yeterince sabırlı bir kişi bulunsa, bugün toplumumuzun karşı karşıya bulunduğu sorunların bir şemasını, Niçin-Niçin Metodu’nu kullanarak çizebilir ve İletişim Becerisi Yetmezliği ‘nin ne kadar çok soruna kaynaklık yaptığını gösterebilir. Enine ve boyuna süratle büyüyen Kaynak Sorun’ların önemli bir özelliği de, kaynaktan biraz uzaklaşınca orijinal görüntüsünü kaybedip yepyeni şekillere bürünmesidir. Bu özellik dolayısıyla bir sorunun, bir Kaynak Sorun’dan doğmuş olduğunu ispatlamak ancak sabırla ve doğru sorular sorarak mümkündür.

    Günlük hayattaki tartışmalarda çoğu kimse, görünen bir sorunun bir Kaynak Sorun olmadığını anlar ve bundan ötürü de esas mesele gibi bir deyimle bir-iki adım geriye gider. Tartıştığı kişi ise karşısındakinin kendisine gösterdiği resimden ya da kendi bilgilerinden yola çıkıp bir-iki adım daha da geriye gider ve bir başka esas mesele tanımlar. Tartışan kişi sayısı ne kadar çoksa o kadar çok esas mesele ortaya çıkar ve herkes kendi esas mesele’sine sıkısıkıya sahiplenir.

    Bazen içlerinden birisi tutunduğu esas mesele nin de esas mesele olmadığını anladığında bu defa aslında diye başlayan bir noktaya kadar geriye gider. Bu tartışmaların çoğu kutuplaşmalarla son bulur.

    Bir makalenin sınırları içinde, İletişim Becerisi Yetmezliği’nin bu denli önemli bir sorun olduğunu somut olarak göstermek zordur. Bu yüzden okuyucularıma yalnızca bir tavsiyede bulunabilirim. Herhangi bir sorunu incelesinler ve her ortaya çıkan sebebin sebeplerini, onların sebeplerini, ilh devam etsinler. Analiz ettikleri hangi sorun olursa olsun, arkasında onu besleyen Kaynak Sorun’lardan birisinin İletişim Becerisi Yetmezliği olduğunu göreceklerdir.

    Toplum yaşamımızda bu denli yer tutan bu soruna bu bakımdan yalnızca “genç neslin dil sorunu” olarak yaklaşmak doğru değildir.

    Sorunu tam anladığımız zaman, giderek yozlaşan, ifade gücünü kaybeden dilin yansımalarından yalnızca birisinin yalnızca gençlerin kullandığı zayıf dil olduğu anlaşılacaktır.

    Belagat (rhetoric), özellikle toplumumuz için ayrı bir bilim dalı olabilecek kadar önem taşımaktadır.

    Bu söyleşimiz bu konuda ufak da olsa uyarıcı bir rol oynarsa kendimi mutlu sayacağım.

    11.10 2001

  • TEKNOLOJİ “CEHALETİ”

    TEKNOLOJİ “CEHALETİ”

    Toplumumuzun kavram dağarcığına girmemiş kavramları yabancı dillerden aktarınca bir tuhaf oluyor.

    “Kapı”, “pencere”, “yemek”, “içmek”, “anlamak” gibi sözcüklerin yabancı dil karşılıklarını kullanma merakına yakalanmış bir kişi sanılmak tehlikesi insanı çok utandırıyor.

    “Cehalet” sözcüğü, gelişmiş ülke dillerinde sık kullanılan, ama dilimizden biraz daha farklı anlamda kullanılan bir sözcüktür.

    Karşınızdakine “cahil” demeniz, yerine göre tazminat ödemeniz ya da kafanızın kırılmasıyla sonuçlanabilir.

    Ama yabancıların bu sözcüğe yükledikleri anlam, bu “kullanımı riskli” anlamdan daha farklıdır.

    Illeteracy” sözcüğü daha çok, bir konuya yabancılık anlamında kullanılıyor. Örneğin, diplomalı- ünvanlı insanların, bir işe yarar bilgiye sahip olmayışına “işlevsel cehalet” (functional illeteracy) deniliyor.

    A.B.D.’de kolej mezunlarının yarıya yakınının işlevsel cahil olduğu, bunların, okuma-yazma, basit aritmetik işlem becerilerinin bulunmadığı belirtiliyor.

    Bu durum ülkemiz için daha farklı olup, üniversite mezunları arasında bu becerilere sahip olanlar bulunmaktadır.

    Bu sözcük çeşitli alan adlarıyla birlikte kullanılmakta ve o alandaki yetersiz bilgi ve/ya beceriyi anlatmaktadır. “Bilgisayar Cehaleti”, “Spor Cehaleti” gibi.

    Ülkemiz için önemli sayılması gereken cehalet türleri arasında “teknoloji cehaleti” önemli bir yer tutmaktadır. Bir benzin veya elektrik motorunun kabaca nasıl işlediğini, bir bilgisayarın neyi, nasıl saydığını, bir robotun kaşlı gözlü makine-adam (veya hanım) olmadığını, araştırma-geliştirmenin rekabet dünyasındaki önemini bilmeyen bir insan, günümüz Türkiye’sinde bulunmamalıdır.

    Ama bu insanlar, toplumu yöneten ve/ya yönlendirenler içinde hiç olmamalıdır. Ama bu vardır.

    Bunun önemli bir nedeni, lise sistemimizdeki bir anlayış çarpıklığıdır. Liselerde belli bir sınıfa gelenler fen ve sosyal bilimlerdeki yeteneklerine göre ayrılmakta, fene ilgi duyanlar mühendislik ve benzeri dallara yönelmektedirler.

    Bu grubun malzemesi taş, toprak, demir, su vs.dir. Yapabilecekleri yanlışların bedeli genellikle maddidir.

    Sosyal bilimlere ilgi duyanların -ki aslında ayrım, fene ilgi duyup duymama anahtarına göredir ve bu ince fark çok ama çok önemlidir- fen ile ilişkileri derhal kesilmekte ve onlar hukuk, kamu yönetimi gibi alanlara yöneltilmektedir.

    Büyük facia işte buradaki masum görünüşlü varsayımda yatmaktadır: “Hukuğun ve kamu yönetiminin matemetik ve fizikle ilgisi yoktur” varsayımı bir saatli bombadır.

    Yaklaşık 5-6 yıl sonraya kurulmuş, daha ileri yıllarda tahribatı daha da artabilecek bir saatli bomba!

    Çünkü bu formasyonla yetişen insanlar yıllar ilerledikçe üst mevkilere tırmanmakta ve mesela kaymakam ya da vali olabilmektedirler.

    Sosyal bilim dallarını gereksiz gören bir mühendislik eğitimi nasıl ki “sosyal çevreyi dikkate alamayan insanlar” yetiştiriyorsa, fen eğitimini dışlamış bir sosyal alan mezunu da benzer şekilde Dünya’nın önemli bir boyutundan (teknoloji) habersiz ve hatta ona düşman kişiler olarak yetişebilmektedir.

    Muğla-Bodrum’da, kendi imkanlarıyla bir araştırma denizaltısı inşa edildiğini gazeteler yazdılar.

    Bu haberi okuyunca içim cız etti. Zavallı adam, yukarıda açıkladığım ikinci kategorideki yerel yöneticilerce nasıl hırpalanacağını bilseydi böyle bir işe kalkışır mıydı?

    T.C. devleti tüm imkanlarıyla bu denizaltıyı tasarlayan ve inşa eden insan(lar)ı mutlaka cezalandıracaktır.

    Nitekim cezalandırma süreci işlemeye başlamıştır. Denizaltının ne maksatla yapıldığının araştırılmasından başlayıp, onu kullanmak için sürücü ehliyetine sahip olunup olunmadığı ile devam eden ve denizaltının denize indirildiği yerin kıyı kanunu kapsamına girip girmediğini merak eden bir “cahil” ler ordusu adamın peşine düşmüşlerdir.

    İnsanımız şu evrensel gerçeğin farkında değildir: Bir toplum ancak yeni ürünler, yeni düşünceler geliştiren insanları varsa varlığını sürdürüp yüceltebilir, yoksa bir aşiretten farkı kalmaz.

    Bu denizaltıyı tasarlayan, yapan, yardımcı olan insanların önlerinde eğiliyor, onları saygı ile selamlıyorum.

    Onların önlerine çıkan, kanunların insanlar için değil, insanların kanunlar için var olduğunu sananları ise kınıyor, bu insanlardan kurtulmamızı diliyorum.

    “Teknolojik Cehaletlerini”, kanunların ne anlama geldiğini anlamaya çalışmadan, kendi insanını huzursuz ederek örtmeye çalışan yöneticilerin ise (kadın ya da erkek), Türkiye’nin gerçek birer talihsizliği olduğunu düşünüyorum.

    Osmanlı imparatorluğunu duraklama devrine getiren, orada da tutunamayıp gerileme dönemine iten, onunla da yetinmeyip genç Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli mevzuatına icat, icatçılık, yenilikçilik gibi hayati kavramları caydırıcı hükümleri sokuşturan, böyle hükümlerin bulunmadığı hallerde ise yorum yaparak onları var kılan kafa, işte bu kafadır.

    Çeşitli kamu dairelerine “müteşebbisler giremez” (zenciler ve köpekler giremez gibi) yazan kafa da aynı kafadır.

    Elindeki tüm imkanları, inisiyatifinin tamamını kullanıp, şu ülkede bir çivi çakmaya çalışan insanları desteklemek yerine, yarım akıllarıyla bunları önlemeye çalışanlar geri kalmışlığımızın gerçek sorumlularıdırlar.

    ***

  • AZ BİLİM !

    AZ BİLİM !

    Herşeyin azı-çoğu olabildiğine göre acaba bilimin de azı çoğu olamaz mı?

    Önce bu abesle iştigal nereden aklıma geldi onu açıklayayım.

    Bilimle ilgili konumumuzun ve de bunun gerçek nedenlerinin sorgulanması, en katı askeri yasaklardan daha da dokunulmazdır. Bu konuda yalnızca bilime ayırdığımız paranın GSMH’ya oranının ülkemizde az olduğu peryodik olarak dile getirilir ve bu kadar paraya bu kadar bilim denmek istenir.

    Halbuki işin aslı farklıdır. Ayrılan paranın az olması sebep değil, sonuçlardan yalnızca birisidir.

    Sadece bu teşhis dahi, sorunun hiç anlaşılmadığını göstermeye yeterlidir. Ama tartışılmak istenen bu değildir.

    Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerinde, bir dahinin harekete geçirebildiği “varlığını sürdürebilme silkinişi” ile kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği, kurumlarımızın göstereceği performansa bağlıdır. Bu kurumların içinde de bilim başta gelmektedir.

    Burada bilim ile yalnızca laboratuvarlarda yapılan deneyleri değil, tüm toplum kurumlarının dokuları içine yerleşmiş bulunan “sorun çözme kaabiliyeti” kastedilmektedir.

    Bir başka deyimle; politikaya, sanata, sanayiye, ticarete, eğitime ve bizzat bilime, bilimsel düşüncenin ne ölçüde hakim kılınabildiği kastedilmektedir.

    Bunu ölçebilmek için ancak dolaylı ölçütlere sahibiz.

    Bu ölçütlerden birisi, bilimsel yaklaşımın neredeyse hakarete varan bir aşağılayıcılıkla kullanılmasıdır.

    “Bu yaklaşım bilimseldir ama işe yaramaz!”

    “Bilimsel olarak iyi ama halk anlamaz!”

    “İşin o tarafı bilim adamlarını ilgilendirir. Biz pratik(!) olmalıyız!” ya da

    “Bilim, öyle adi gündelik sorunlarla ilgilenmez!” vs vs.

    Bir başka dolaylı ölçüt, toplumumuzun çeşitli sorunlarının çözümünde ya da en azından çözümlerinin tartışılmasında bilimsel metodların ne denli kullanıldığıdır.

    Bir sorunu incelemeyi, tartışmayı amaçlayan ortamlarda (kitap, makale, açık oturum, panel vs), o soruna yol açan nedenlerin hepsinin, bilinenlere dayalı olarak (bilimsel anlamda basitlik) ortaya konulduğuna şahit olan pek az kişi vardır.

    İşte bu yüzden, “niçin hızlı çoğaldığımız” yerine köy hanımlarına koruyucu dağıtmak, “çevrenin niçin kirlendiği” yerine fabrika kapatmak, “enflasyonun nerelerden kaynaklandığı” yerine para basımının durdurulmasını temenni etmek gibi yanlış olmayan ama gerçeğin sadece bir bölümünü içeren konular üzerinde konuşulur ve de konuşulur.

    İddiam odur ki, bunların sebebi “az bilim”dir. Ve yine iddiam odur ki “hiç bilim”, “az bilim” den daha iyidir.

    Bu iddiaların dayandığı temel, sorunlarımızın yapısıyla ilgilidir.

    Gündelik hayatta karşı karşıya bulunduğumuz ve hergün yüzyüze olduğumuz için de senli benli hale geldiğimiz sorunların hemen hepsi son derece karmaşık yapılıdır.

    Hiç bir sorun, tek başına o sorun alanıyla ilgili bir bilimsel yöntemin kullanılması suretiyle çözülebilecek kadar yalın (katışıksız) değildir.

    Sorunlar, birbirleriyle süratle birleşmek ve ilk yapılarına hiç benzemeyen yeni sorunlar oluşturmak eğilimindedirler.

    Halbuki, bilimsel yöntemler genellikle yalın sorun alanları için geliştirilirler. Bu metodları kullanarak, karmaşık yapılı sorunların çözümüne uygulanacak hale getirenler teknolojistlerdir. Her teknoloji ise özgün ihtiyaçlar içindir.

    Hindistan’daki ve Türkiye’deki hızlı nüfus artışının sebeplerinin büyük bir bölümü birbirinden farklıdır.

    Bu yüzden, Hindistan için geliştirilmiş nüfus planlaması programı aynen Türkiye’de kullanılamaz, olsa olsa ondan yararlanılabilir.

    Ya da İngiltere veya Kanada’daki yüksek enflasyona karşı uygulanan bir program, Türkiye’de sonuç vermeyebilir, hatta tersine sonuçlar dahi verebilir.

    Sorunların bu karmaşık ve özgün yapıları, bilimin belirli bir yetkinlikle kullanımını zorunlu kılmaktadır.

    Elemanter bir sorun alanı için geliştirilen bir yönteme hakim bir kişi, gündelik sorunların çoğunu çözemeyecek, hatta onları anlayamayacaktır.

    Bu dönerek, bilimin bir işe yaramadığı, sorunların ancak inanç, itikat vb akılcılık dışı yollarla çözümlenebileceği gibi bir noktaya götürür ve de götürmektedir. (Yenilen futbol takımlarımızın yetkililerinin sonucu, sporcuların inançsızlığı ile açıkladığı alışılmış bir çözüm değil midir?)

    Sokaktaki insanların bu yanlış kanısına karşılık bilimle uğraşanlar da, karşılaştıkları sorunların bilimi ilgilendirmeyen meseleler olduğu gibi aynı derecede yanlış bir kanıya varabilirler.

    Bu durumun örnekleri sayılamıyacak kadar çoktur.

    Örneğin, en önemli sorunlardan birisi olan işsizlik için ekonomi teorisinde verilen teşhis, yatırımların azlığının işsizliğe yol açtığı şeklindedir.

    Bu, yanlış değil ama eksiktir. Eğer yenileşme (innovation), beceri kazandırma, iş kurma ortamının gelişmişliği gibi alt-yapılar tamam ise, yapılan her yatırım yeni işlerin doğmasına neden olur.

    Bunların birisinde bir yetersizlik varsa, bu defa yapılan yatırımlar aksine iş kaybına yani işsizliğe yol açarlar.

    Yıllardır işsizlikle ilgilenen bilim adamlarımızın ve onlardan kapma bilgilerle ülke yönetenlerin benimsedikleri “işsizlik yatırımla önlenir” şablonunun yanlışlığının altında, işte bu “az bilim” gerçeği yatmaktadır.

    Benzer şekilde, işsizlikle enflasyonun ters ilişkili olduğu da ekonomi teorisinin öğretilerindendir. Ama bu öğretinin dayandığı bir varsayım, sistemin alt yapısı denilebilecek konularda her hangi bir çarpıklığın bulunmadığı, sistemin kararlı olarak çalışabildiğidir.

    Bir başka deyimle, teorinin tanımladığı işsizlik, enflasyon vb semptomlar, bizim kullanageldiğimiz işsizlik ve enflasyon terimlerinden daha farklıdır.

    Teoride işsizlik denilince, işgücü pazarının gerektirdiği becerilerle donanmış ve pazarın biçtiği ücretten emeğini satmaya hazır bir kişinin iş bulamaması anlaşılır.

    Ülkemizde ise işsizlik denilince, herhangi geçerli bir beceriye sahip olmayan ama bazen elinde bir takım kağıtlar (diploma) bulunduran bir kişinin iş bulamayışı anlaşılmaktadır.

    Birinci durumdaki işsizlik, gerçekten de yatırımla giderilebilirken, bizim durumumuzda sorunun çözümü yatırımda değil beceri kazandırmadadır.

    Aynı çelişkili tanımlama enflasyon için de geçerlidir.

    Ülkemizde enflasyon ve işsizlik adı verilen olguların kaynak nedenlerine yakından bakıldığında, her ikisinde de çok sayıda ortak sebebin bulunduğu görülecektir.

    Yani birisini azaltan nedenler diğerini de azaltacaktır.

    Ünlü siyasi ekonomistlerimizin birisinin katıldığı bir konferansta, enflasyonu hızlı azaltmanın, işsizliği artıracağı şüphecilikten uzak bir tavırla ortaya konulduğunda, bu konferansı izleyenlerin bilime güvenlerinin sarsılacağından endişelenmemek elde değildi.

    İşte bu eksik teşhislerin altında da “az bilim” gizlidir.

    Bu duruma katlanmak söz konusu olamıyacağına göre çare nedir?

    Çare iki bileşenlidir: Birincisi, sorunu bu şekilde anlamak, ikincisi ise sorunlarımıza teşhis koymak durumunda olanları, bilimsel yaklaşımları tam kullanmak yolunda yönlendirmektir.

    Daha da önemlisi, bilimin, sadece bilim adamlarının üniversite ve araştırma kuruluşlarının duvarları içinde meşgul oldukları bir iş değil, sokaktaki insanın dahi günlük yaşamında kullanabileceği “kullanışlı bir araç” olduğu bilincinin geliştirilmesidir.

    Bu ise herkesin, kim tarafından söylenirse söylensin tüm beyanlarına “niçin” sorusunu bıkıp usanmadan sormasına bağlıdır.

    Yasağın her türlüsü sevimsizdir. Ama bir tanesine izin verilmek gerekirse o da, “niçin” sorularının karşılığında verilmesi adet olmuş “bu böyledir, çünkü biz böyle söylüyoruz” cevaplarının yasaklanmasıdır.

  • BİLİM ÇANTASI!

    BİLİM ÇANTASI!

    Merakı, araştırmacılığı uyarıldığı için bilim adamı olan ya da buluş yapan ne kadar çok insan vardır.

    Leonardo DaVinci’nin olağanüstü sanat dehasına kaynaklık eden merakının, iyi bir gözlemci olan dayısı tarafından uyarıldığı söylenir.

    “Bir Tutkunun Öyküsü” kitabının yazarı, çok sayıda uluslararası değerde buluşa imza atan Erbil Serter, buluş tutkusunun, babasının kendisine hediye ettiği bir model helikopter planı ile başladığını söylemektedir.

    Toplumumuzun buluşçuluğa karşı tutumundan, buluşunu ancak yurtdışında hayata geçirerek koruyabilen Dr. Ziya Özel de – medyamızın koyduğu isimle Zakkumcu Ziya-, iyi bir gözlemcidir.

    Toplumların, buluşculuk kabiliyetleri ve bunları yaşama geçirmedeki başarılarına göre – neredeyse kesin çizgilerle- ayrıldığı günümüzde, toplumumuzun buluşçuluğa, dolayısıyla merak duyan insanlara ne denli ihtiyaç duyduğu açıktır.

    Bu noktada bir soru akla gelmektedir: anne-baba ocağından okula, oradan iş hayatına varıncaya dek neyi – nasıl yapacağı kalıplar halinde – ve de tek seçenekli olarak- kendisine belletilmiş olan çocuk, genç ve erişkinlerimizin bu yarı – ölü merakları – ki diğer yarısı dedikodu merakına dönüşmüştür – tekrar nasıl uyarılabilir ?

    Erişkinlerimizin meraklarını televole, şamdan, paşa gibi kültür kaynaklarından bir başka noktaya çevirmek pek kolay görünmüyor. Bu nedenle merakları tam ölmemiş çocuklar hedef kitle olarak alınabilir.

    Merakları bir yolla uyarılacak çocuklar bu defa da, “Nil nehrinin uzunluğunu bize niçin belletiyorsunuz?”, “tüm öğrettiklerinizin tek doğrular olduğuna nasıl güveniyorsunuz ?” gibi rahatsız edici sorular sorabilirlerse de bundan korkmamak gerekir.

    Düşünürlerimiz, insanlarımızın meraklarını uyarmak -ve uyarılmış olanları da öldürmemek- için yollar düşünmelidirler. Okullar ders konularını merak paketleri içine sarmalı, anne ve babalar en kıymetli varlıklarının çocukları değil onların merakları olduğunu, merakı öl(dürül)müş bir çocuğun artık yaşamadığını idrak etmelidirler.

    Merakı aşağılayan, onu cinsellik çağrışımlarıyla birleştirerek değer yargılarımızın “ayıplar” bölümüne yerleştirmiş olan geleneğimizin, eğer sinsice bir tuzak değilse ahmaklığımızın bir ürünü olduğunu artık anlayabilmeliyiz.

    Eğer gelişmenin temelinde bilim ve onun da temelin de merak varsa, içinde merakın bulunmadığı, sadece birbirine ünvan tevzi etmek ve bunu da bilim için bir ehliyet saymak gibi bir sahte bilim anlayışının, bizi nasıl bilimden mahrum bıraktığını artık görebilmeliyiz.

    Sevgili okurlarım,

    Sizlere bu çerçevede bir öneride bulunmak ve bilimi, bu tutsaklığından kurtarabilmek için birlikte hareket etmeye davet ediyorum. Düşünce şu:

    Çocuk ve gençlerimize, küçük ve büyüğü birlikte gözleyebilmeleri, içine sıkıştırdığımız tek doğrulu öğretilerden uzaklaşıp kendilerine daha uzlaşmacı ve de merak ve bilim dolu dünyalar kurabilmeleri için birer mikroskop ve teleskop hediye etmek!

    Eğitime katkıda bulunmak isteyen ve de bulunan yüzbinlerce insanımız var. Bunların önlerine koyabildiğimiz tek doğru, eğitim sorunlarının taş ve tuğlalardan -yani okul binaları- ibaret olduğu, dolayısıyla da eğer yeterli paraları varsa okul inşa ettirmeleri, paraları yetmiyorsa derslik yaptırmaları biçimindedir.

    İnsanlarımız buna inanmışlar, hayırseverler harıl harıl ya okul ya da derslik inşaatı yaptırmaktadırlar.

    Geliniz bunun, eğitim sorunlarımızın içinde son sıralarda yer aldığını, hatta önümüzdeki yıllarda, eğitimin okul duvarlarıyla sınırlı olmaktan giderek kurtulacağını herkese duyuralım. Sorun, okul ya da derslik eksiği değil, bunların içinde ne yapıldığıyla ilgilidir.

    Bir böceğin kanatlarını ve gökyüzünün ne denli dolu olduğunu aynı günde görebilen bir çocuğun merakının nasıl uyarılacağını düşünebiliyor musunuz?

    Uyarılan bu merakın, birçok çocuk ve gençte, disiplinli merak denilebilecek – ve bize tanıtılandan çok farklı- olan bilime nasıl dönüştüğünü hep birlikte görebiliriz. Bu tür insanların artması, merak sahibi insanlarımızı boğan atmosferi rahatlatacak, bilimi ünvan almış olmak sanan bilim sahtekarlarına karşı bir koruyucu olacaktır.

    Mikroskop ve teleskoptan ibaret set, bir anlamda yeni bir “bağış birimi” yaratacaktır. Bugün mevcut olan bağış birimi -ki en küçüğü derslik yaptırmaktır-, yaklaşık 5 milyar lira civarındadır. Adına Bilim Çantası denilebilecek setin fiyatı ise yaklışık 150 milyon lira kadar olacaktır.

    Tanıdığı bir çocuğa, başarısından dolayı ya da başarısını özendirmek için hediye vermek isteyen bir kişi için bu iyi bir seçenektir. Tanımadığı bir yerdeki çocuklara hediye vermek isteyen bir kişi için de, mali gücünün yettiği ölçüde Bilim Çantası yollamak yine iyi bir yoldur.

    Böyle bir set ortada olabilse, Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere tüm ülkedeki okullara Bilim Çantaları hediye etmek isteyen yüzbinlerce kişi ortaya çıkacaktır.

    Projenin finansmanı büyük ölçüde kendi içindedir. Çünkü setlerin masrafı bağışları yapanlarca karşılanacaktır. Ama mekanizmaya ilk hareketi vermek, bu trafiği yönetecek birkaç kişiyi görevlendirmek ve belirli bir asgari stoku tutmak için yaklaşık 20 milyar liralık bir harcama gerekir.

    Cenazelere yollanması adet olmuş çelenkler yerine eğitim vakıflarına bağış yapmak iyi bir fikirdi. Şimdi bir adım daha atıp, çocuk ve gençlerimizin meraklarını uyarmak için de bu toplumsal girişimi başlatalım. Ne dersiniz?

  • BİLİM MERAKTIR!

    BİLİM MERAKTIR!

    Bilim ve/ya teknoloji konusunda yazılıp söylenenlerin, bu alanlardaki gelişmeler, gelecek tahminleri ya da bir gelişme gösterebilmemiz için yapılması gerekenler gibi noktalara yöneltilmesi alıştığımız üsluptur. Bu yaklaşımın yaygınlığı dahi tek başına, bizim bilim ve teknolojiden niçin istenilen düzeyde yararlanamadığımızın bir işaretidir.

    Bir eksikliği, “o eksiklik olmasaydı neler olurdu ?” şeklinde iştah kabartarak gidermeye çalışmak pek ilkel bir çıkmaz yoldur. Refah ya da mutluluk düzeyine erişmeyi özlediğimiz insan topluluklarının sorunlara yaklaşım yolu ise “iştah kabartma” biçiminde değil, “neden arama” şeklindedir. O halde doğru sorular şunlar olabilmeliydi;

    • “Bireysel ve de toplumsal yaşamımıza bilimin yol göstericiliği ne ölçüde egemendir ?”, “bilim yerine egemen olan yaklaşımlar nelerdir ?”

    • “Bilimin yol göstericiliğini saptıran faktör(ler) nelerdir?”

    • “Bu faktör(ler) ortadan kaldırılabilir ya da yönleri değiştirilebilir mi, nasıl ?”

    Bilim ile inancı birbirinden ayıran en önemli fark, hükümlere varmak için kanıt aramak ya da inancı kanıt saymaktır. Kanıt aramadan sahip olunan ya da bir başka deyişle bilimin süzgecinden geçirmeden sahiplenilen inanca “kör inanç” (taklidi iman), bilimle sürekli olarak test edilip, olabildiğince dogmalardan arındırılan inanca da “sağlam inanç” (tahkiki iman) denilmelidir.

    Böylece, bilim ve inancın “özerklik içinde bütünlüğü” gibi, geleneksel “bilim ve inancın bütünleşemezliği” görüşünden farklı bir noktaya varılmaktadır.

    Üçüncü bin yıla girerken dinsel akımlardaki gelişmeyi bu yaklaşım açıklayabilmekte, ayrıca da köktencilik ile “super fundamentalism” adı verilen akımları da net olarak ayırabilmeye yaramaktadır.

    Toplumumuz, bilimin yol göstericiliğini redderek yalnız dünyevi yaşamını ilkelliğe terketmemiş, dinsel inançlarının da “taklidi iman” sınırını aşamamasına yol açmıştır.

    Yukarıdaki doğru soruların hiç olmazsa birincisi nadir de olsa sorulmuyor değildir. Ama, bilimi dahi “kör inançlar”a dayalı hale getirebilen insanımız, yeterli kanıt aramadan, kendine göre kanıt saydığı “kör inanç baklaları”nı birbirine ekleyerek sözde bir “açıklama zinciri” üretmektedir.

    Bilim birçok işe yarayabilir, ama herhalde en vazgeçilmezi, “bilimin yol göstericiliğinden niçin yararlan(a)madığımız” sorusunun cevaplarının verilmesindeki yol göstericiliğidir.

    Bilim, temel olarak “neden ?”, teknoloji ise “nasıl ?” sorularını yanıtlar. Teknolojinin sloganı olan (know-how) deyimi de, “nasıl” ın bilinmesini işaret etmektedir.

    Bugüne kadar, bu soru yeterince ağırlıkla sorulmadığına göre, “bilim”in yapı taşı olan “neden” sorusunun sorulma geleneğimizin zayıflığı, bilimdeki geri kalmışlığımız ile aynı anlama gelmektedir.

    Yıllardır binlerce defa bir araya gelip, bilim ya da teknoloji konuşan insanlarımızın bu soruları sormadığı, her türlü kanıtıyla ortadadır. İnsanlarımız sormamaktadır, çünkü soruların yanıtlarını bildiğine ilişkin “kör inançlar”a sahiptir. Ama bu “kör inançlar”ına bilim adını koyduğu için, herhangi bir bilimsel kuşkuya da düşmemektedir.

    Gerek (neden) gerek (nasıl) sorusunu sorma geleneğimizin zayıflığı ise tek kavrama indirgenebilir: Merak eksikliği ! O halde bilim ve teknolojide arzu ettiğimiz gelişmeyi gösterebilmemizi engelleyen başlıca neden, “insanımızın meraksızlığı” dır.

    Bundan sonra birkaç soru daha sorulmalıdır. Bunlardan birisi, bu merakın doğuştan mı bulunmadığı, sonra dan mı azaldığı, yoksa her iki durumun birden mi var olduğudur.

    Her sorunu, kör inançlarına göre kestirme biçimde tanımlayıp çözmeye meraklı insanımız, merak azlığının nedenini eğitim verme konusundaki yetersizliğimize bağlamaktadır. Bunun nedeninin ise okullarımızın yetersizliği, onun da nedeninin, ayrılan bütçe paylarının azlığı olduğuna “inanmakta”dır.

    Ama bu tanıyı bütünüyle geçersiz kılan acı gerçek, eğitilmiş insanlarımızın da (çoğunun) meraksız oluşudur.

    Bir toplumun meraklılık düzeyini doğrudan ölçen “merakmetre” gibi bir alet olmasa da dolaylı bir çok ölçüt vardır:

    • Acaba kaç anne-baba, çocuklarına aldıkları bir oyuncağı parçalayıp içindekileri görmek isteyen çocuğunu hoş görür, dahası, kırması için özendirir?

    • Acaba, kaç milletvekili veya belediye başkan adayından vaat olarak, bir “Bilim Merkezi” kurması istenmiştir?

    • Acaba kaç kışi Van gölünün niçin yükseldiğini merak etmektedir?

    • Acaba kaç öğrenci, Yeni Çağ’ın niçin İstanbul’un fethi ile başladığını merak etmiştir?

    • Acaba kaç vatandaşımız, niçin herkesin bize düşman olduğunu merak etmektedir ?

    • Ve acaba kaç kişi niçin meraksız olduğumuzu merak etmektedir?

    Bunlar, olası ölçütlerden sadece birkaçıdır. Bilimin popüler hale getirilmesi, özellikle çocuklardaki merakı uyarabilacek güçlü bir yaklaşımdır. Bilim merkezleri- bilim sirki vb adlarla da anılmaktadır- ise yaklaşımın hayata geçirilmesi için iyi yollardır.

    Ama daha da iyi bir yol, meraksızlığımızın nedenini merak etmek, ama onu “kör inaçla” yanıtlamayıp, kanıt arayarak -ve de her an tekrar kuşkulanmaya hazır ve razı olarak- cevaplamaya çalışmaktır. Bu yol ucuz, hızlı ve de güvenlidir !

    Cumartesi, 13 Temmuz 1996