• TÜRKİYE’DE ÜNİVERSİTE, BİLİM VE TEKNOLOJİ POLİTİKALARI

    TÜRKİYE’DE ÜNİVERSİTE, BİLİM VE TEKNOLOJİ POLİTİKALARI

    1-2 Aralık ’95 tarihleri arasında toplanan 2.Üniversite Kurultayı’nda ele alınan konulardan birisi de, “Türkiye’de Üniversite, Bilim ve Teknoloji Politikaları” idi.

    Bu başlıktan yola çıkarak bazı tahliller yapmak ve bu tahlillerin belirleyeceği platform üzerine de bazı öneriler geliştirmek mümkündür.

    Cumhuriyet’in kurulduğu dönemden bugüne kadar, üniversite, bilim ve teknoloji konularında izlenen politikalar şu çerçeveye yerleştirilebilir:

    • Üniversiteler devlet eliyle kurulur.

    • Üniversitelerde eğitim, devletçe koordine edilir ve buralarda devletin resmi ideolojisine sahip insanlar yetiştirilir.

    • Bilim, üniversitelerde ya da devletin bilim kuruluşlarında yapılır.

    • Sanayiinn ihtiyacı olan ya da ihtiyaç duyulmasa da yönelinmesi gereken teknolojiler devlet tarafından belirlenir ve de geliştirilir.

    • Bu teknolojilerin hayata geçirilmesi devlet eliyle teşvik edilir.

    Bugüne kadar üniversite, bilim ve teknoloji üzerine yazılıp söylenenlerin çoğunluğu ise -hepsi denmemek için-, bu çerçeve içindeki söylemin ne denli uygulanabildiğinin bir eleştirisi olagelmiştir:

    • Bu çerçeve içindeki söylem, tam olarak niçin hayata geçirilememiştir?

    • Devlet, bu söylemini maddi olarak niçin yeterince desteklememiştir?

    • Bundan sonra bu söylemi tam uygulamak için devlet ne yapmalıdır?

    • Devlet, bu söylem çerçevesinde ne gibi başarılar elde etmiştir?

    Bunlar, konu üzerinde harcanan fikri mesainin %95’ini oluşturmaktadır. Bu çerçeve içindeki söylemin gerekçesi de şu olmuştur:

    « İnsanlarımız cahildir. Onların eğitilmeleri gerekir. Ama bunu devlet tek elden yapmazsa karışıklık doğar ve devleti yıkmak isteyen akımlar doğar. Devlet kutsaldır ve yıkılmamalıdır. Gerekirse insanlar devlet için feda edilmelidir. İnsanlar, devleti için kendini feda etmesi gerektiği konusunda devlet tarafından indoktrine edilmelidir. »

    Bu yaklaşım ve gerekçelerinin geçmiş koşulları altındaki geçerliğini bugün tartışmak yerine, günümüzün koşulları altındaki geçerliğini gözden geçirmik daha doğrudur.

    Ayrıca, hiç bir toplumsal sistemin verimliliği sıfır olamayacağına göre, üniversite, bilim ve teknoloji sistemi de bazı yararlı sonuçlar üretmiş, hiç denemeyecek bir yetişmiş insan potansiyeli üretmiştir.

    Şimdi artık yeni bir rota çizmek zamanı gelmiştir. Önemli olan, bu yeni rotanın çiziminde geleneksel bakış açılarının yarattığı bağımlılıktan kurtulabilmektir.

    Parçalanan bir imparatorluktan sonra bir bağımsızlık savaşı veren toplum, o günün koşullarının belki de kaçınılmaz sonucu olarak militer bir yapıya sahipti. Daha sonra paramiliter bir yapıya dönüşen rejim 1950’lerden bu yana demokrasiye geçiş sancıları yaşıyor. ’50 li yıllarda “çoğunlukcu demokrasi” yi hedef edinen toplumumuz bugün “çoğulcu demokrasi”ye dönüşüm sıkıntıları içindedir.

    Demokrasinin bu yeni türü, kanun ya da emirle kurulamaz. Bunu kuracak olan, toplum kurumlarının iç yapıları ve dahası kurumlar arası yapılanmadır.

    Üniversiteler, devlet eliyle kontrol edilerek kalitelerini koruyamazlar. Üniversite kurumu, ne kadar öğrenci alacağına bunlara ne düzeyde eğitim ve araştırma imkanları sağlayacağına, bu işleri hangi kaynaklardan finanse edeceğine kendisi karar vermelidir.

    Üniversiteler kuşkusuz toplanacak vergilerden bir bölümünü destek olarak almalıdırlar. Ama bu hiç bir zaman, sırtını devlete dayamak, ödeneğin %70 ini personeline maaş olarak dağıtıp kütüphanesine kitap almamak demek olamaz.

    Toplum bu konuda doğruları bilmeli, üniversite harcına karşı çıkan gençler, parasız üniversite eğitiminin, ancak “yüksek orta okul” düzeyini aşamayacağını, onun da bir işe yaramadığını idrak etmelidirler.

    Çoğulcu demokratik sistemin kurumlar arası yapılanma açısından gereği ise, üniversitelerin kendi aralarında bir “sertifikasyon sistemi” kurmaları gereğine işaret etmektedir.

    İster özel kişiler, ister vakıflar, isterse tarikatlar üniversite kurabilmeli ama mezun olanların, tek ölçüyle değerlendirildiği bir sertifikasyon sistemi bulunmalıdır.

    Bu çerçevede devlete düşen görev, üniversitelerin kendi aralarında oluşturacakları bu sistemin korunmasını sağlamaktır.

    Günümüzde, üniversitelerin kanunla kurulabileceği kuralını koyarak bu konudaki tekeli kendine bırakmış olan devlet, onun bir parçası olan milletvekillerinin popülizm uğruna neredeyse köylere açtığı üniversiteleri önleyememektedir.

    Bu kural değiştirilip tekel devletten alınsa, olacak olan daha farklı değildir. Çünkü, kalitesiz üniversitelerin yaygınlaşmasının nedeni devlet tekeli ya da popülist politikacılar değil, üniversite programlarının ve mezunlarının asgari niteliklerini belirleyen birer “akreditasyon” ve “sertifikasyon” sisteminin bulunmayışıdır.

    Sınırlayıcı herhangi bir düzenleme bulunmadığı sürece de her mezranın birer üniversite sahibi olmak için diretmemesine bir neden kalmamaktadır.

    Buna göre, bugüne kadar yapılması gereken, bu türlü düzenlemenin bizzat üniversiteler arası bir, “resmi olmayan organizasyon” tarafından geliştirilmesi ve gerekiyorsa yasal düzenleme için sivil baskı ortamı oluşturulmasıydı.

    Bundan sonra yapılması gereken yine de budur.

    Devletin bu bağlamda yapması gereken ise, üniversitelerin bu yönde harekete geçmesini engelleyebilecek darboğazlar varsa onları kaldırmak, kendisini, “herşeyin hakimi olmaktan, ihtiyaç duyulan alanlarda katalizör olmaya” dönüştürmeye çalışmaktır. “Katalitik Devlet” kavramı, ulusca arzulanan dönüşüm için gereken sihirli kavramdır.

    Bilim ve teknolojiye gelince:

    Her ortam zamanla kendisine en az direnç gösteren -yani en iyi uyan- oluşumları üretir. Bu kural canlı organizmalar için olduğu kadar, deniz kenarında zamanla çakıl haline gelen sivri taşlar ya da bir rejim içinde yaşayıp o rejime uygun hale gelen insanlar için de doğrudur.

    İnsanlarımız -hangi sosyal sınıfa ait olurlarsa olsunlar- içinde doğup, büyüyüp eğitildikleri “yaygın ve mutlak devlet egemenliğine dayalı sistem” e uygun hale gelmişlerdir.

    Sistem bu uyumu, aile içinde otokratik yönetim ve eğitim sistemi içindeki “ezber” yoluyla sağlamıştır. Bir deyimle insanın yaratıcılığı eğitim denilen süreçle dondurulmaktadır. Bu insan tipi, Osmanlı’nın “buyurgan devlet itaatkar kul” şablonuna tamamen uygundur.

    İnsanımızın kılık kıyafeti, günlük tutum ve davranışları, konuştuğu dil, kısacası dış görünüşü tamamen değişmiş, ama herşeyi emreden devletin egemenliğinden kendini kurtararak birey olamamıştır.

    Beş yıldızlı otel sahibi otel tarifelerinin devletçe belirlenmesini; lokantacı çorba fiyatının belediyece (devlet) tesbitini ; fırıncı ve de vatandaş ekmek fiyatına belediyenin karar vermesini ; bir okuldan mezun olan devletin kendine iş bulmasını; sanayici, nereye yatırım yapacağını devletin söyleyip, ondan sonra para vermesini ; köylü, ektiği ürünün devletçe satın alınmasını istemektedir.

    Yaşamın tüm kesitlerini bu denli devlete bağlamış olan başka bir toplum acaba Dünya yüzünde kalmış mıdır ?

    Devletçe bu kadar korumaya alınmış, bu yüzden de her çeşit rekabete karşı korunma sistemini (rekabet gücü) geliştirememiş toplumumuzda sanayinin ana girdisi olan teknoloji üretimi anlamsız bir kavramdır. Çünkü ihtiyaç yoktur!

    Ya gümrük koruması ya da sübvansiyonlar yoluyla dış rekabetten korunmuş olan tarım ve sanayimizin teknoloji üreterek su üzerinde kalmasına gerek yoktur. Dış rekabet baskısı artıp, koruma duvarları ya da sübvansiyonlar yetersiz kaldıkça daha çok bağırılarak daha çok koruma istenmiştir.

    Bu ortam kendine uygun sanayici, kendine uygun bilim kuruluşu ve kendine uygun üniversite oluşturmuştur.

    Bugün bu kurumlarda yapılan bilim ve teknoloji çalışmalarının çok büyük bir bölümü, bu konularda eğitilmiş kişilerin can sıkıntılarını gidermek için oynadıkları bir oyundan ibarettir.

    Gümrük birliği bu açıdan bakıldığında, şok yaratacak bir etkidir. Bu şokun yönetimi, sonucu belirleyecektir. Sonunda, küçük, güçlü ve üreme kabiliyeti yüksek bilim-teknoloji-sanayi-üniversite sarmalı doğabileceği gibi, hepsi yok da olabilir. Bu bağlamda devlete düşen rol yine katalitiktir.

    Toplumumuzun bilim -teknolojideki gelişkinliğinin ölçütü olarak, devletin araştırma – geliştirmeye ayırdığı payın büyüklüğü kullanılagelmiştir.

    GSMH içinde AR-GE’ye ayrılan pay, birçok ülkede “ölçütlerden biri” olarak kullanılmaktadır. Ama, “devletin ayırdığı pay’ın ölçüt alınması – başka sektör pek pay ayırmadığı içindir -, bize özgü bir garabettir. Ayrıca, toplumumuz gibi kaynaklarını olağanüstü müsrif kullanan bir toplumda AR-GE’e ayrılan payın büyüklüğünün pek de önemi yoktur.

    Mümkün olabilse de AR -GE’ye bir misli fazla kaynak ayrılsa, bununla ilgili kurumların ilk (ve tek) yapacakları, personeline daha çok maaş vermek ve düzeyi sürdürebilmek için daha çok yakınmaktır.

    AR-GE konusunda kullanmamız gereken doğru ölçüt, gümrük koruma oranları ve sübvansiyonların – ki toplamına koruma denmelidir – her yıl ne ölçüde düşürülebildiğidir. Bir başka deyimle AR-GE için özel ve kamu kesiminin her yıl harcadığı her bir TL için, koruma oranlarının ne ölçüde düşürülebildiği, bilim – teknolojiye gerçekten verilen “ağırlığın” ölçüsü olaçaktır.

    Özet olarak, devletin gerek üniversiteler, gerekse bilim ve teknoloji için politikaları, bu kurumların olabildiğince devlet bağımlılığının azaltılması, kendini yönetme ve geliştirme iradesini somut araçlarla hayata geçirmelerine yönelik olmalıdır.

    Perşembe, 30 Kasım 1995

  • BABAANNEMİN BANKASINI İSTİYORUM!!

    BABAANNEMİN BANKASINI İSTİYORUM!!

    Siz hala annenizin sabununu, margarinini vs.sini mi kullanıyorsunuz?” diye soran reklama fena halde içerliyordum ama şimdi kararımı verdim: Ben babaannemin bankasını istiyorum! Anlatayım görün, siz de isteyeceksiniz.

    Geçen gün aceleyle evden çıkarken yanıma hiç para almamışım-üzerimde sadece bir kredi kartı (adı lazım değil ama iri bir kamu bankasının) var. Yakında, bankanın en büyük şubesinin-İstanbul Taksim- bulunduğunu görünce ferahladım.

    Bankadan içeri girince kendimi bilgisayarların, otomatların, modern teçhizatın arasında buldum. Banka personeli de bu sofistike donanımın farkında, onlarla gurur duyuyorlar. Yüzlerindeki `kimseyi umursamaz’ ifadeden bunu anlamak kolay. Sanki insanların parasıyla orda durmuyor, dilencilere sadaka veriyorlar.

    Eskiden kalma ceheletimle bankolardan birisine yaklaşıp, kredi kartımla para çekmek istediğimi söyleyince banko görevlisi, önce bir sıra numarası almam gerektiğini hatırlattı, uzaktaki bir makinenin bir tuşuna basıp bir sıra numarası alıp , büyükce bir panonun karşısında beklemeye başladım. 2-3 dakika sonra sıra bana gelince kartımı alıp, biraz ilerdeki bilgisayara okuttular.

    Ekranda bir pencere, onun içinden iki pencere açıldı. Bir takım tuşlara basıp deneyler yaptıktan sonra görevli hanımkız “bilgisayar, kartınızın kodunu vermiyor” dedi. “Benim yapmam gereken birşey var mı?” soruma görevli hanım kız cevap vermeden bir arkadaşını çağırdı, birlikte uğraşmaya başladılar.

    Bir yandan bilgisayarla uğraşırken, bir yandan telefonda bir numara düşürmeye çalışıyorlar, bir yandan da kalın bir dosyadan birşeyler arıyorlardı. Bu iş yaklaşık 10 dakika sürdü.

    Görevli memure bana dönüp;

    – Siz bu kartla hiç para çektiniz mi?

    – Evet, tabii!

    – Ne kadar çektiniz?

    – Hatırlamıyorum!

    Bu sorgulamanın tonundan birden kendimi, bankayı dolandırmışım da bu hanımlar ortaya çıkarmışlar gibi hissettim.

    Tekrar bilgisayara ve dosyaya döndüler. Biraz daha kurcaladıktan sonra ikisi birden sevinçle “hah işte verdi” gibisinden bazı sesler çıkardılar.

    Ondan sonra, bu elektronik ormanında bulunmayacağını umduğunuz bazı evraklar düzenlendi. Toplu iğnelerle iliştirilip getirildi. Bir iki yerini imzaladım, bu işde bitince hüviyet istendi. Onu da inceledikten sonra görevli vezneye gidip para aldı ve bana saymaya başladı. %7.7 masraf kesildiğini böylece öğrenmiş oldum. Yani bu parayı yarım gün sonra ödeyecek dahi olsam bu para kesiliyormuş. Gündüz yol kesmenin bankacası bu demekmiş.

    Bunlar bitince dayanamayıp sordum:

    – Bütün işlemler bu kadarcık mı?

    – Evet efendim bu kadar

    – Teşekkür ederim.

    Ve ayrıldım. Harcadığım yarım saate mi yanayım, kesilen 140.000TL’ye mi yoksa bu elektronik tantana arasında bocalayan insanlara mı bilmiyorum.

    Bu sahneleri belki binlerce insan hergün yaşıyor ve ondan sonra bir takım insanlar TV reklamlarına çıkıp, ne kadar elektronik olduklarını anlatıyor, parmaklarını gözümüze sokup milletle dalga geçiyorlar.

    Evet bu bankacılık eskisinden çok farklıdır. Eskiden bankalarda yaşanan kargaşa elektroniksizdi. Şimdi ise “bilgisayar destekli kargaşa” yaşanıyor.

    Bu küçük deney bana şunu bir kere daha kanıtladı ki, insanımızı eğitmeden, bir takım donanımı biraraya getirmek ancak geri kalmış ülkelere özğü bir hastalıktır.

    Bu elektronik tantanaya harcanan paranın çok küçük bir bölümü, buradaki sorunların analizi, personelin eğitimi, hizmet etmenin sevdirilmesi için harcamak acaba kimsenin aklına gelmiyor mu?

    Eylül 1993-İstanbul

  • BİR DEFALIK VERGİ ÜZERİNE..

    BİR DEFALIK VERGİ ÜZERİNE..

    60 milyonluk ülkemiz nüfusunun yaklaşık 2 milyon orta gelir sahibinden 10’ar ve yaklaşık yüzbin üst gelir sahibinden de 1’er milyar bir defaya mahsus alınsa ne olur? Meblağ olarak 120 trilyon’luk bir kaynak yaratılmış olur.

    Pekiyi, insanlar bu bir defalık vergi’leri vermek isterler mi?İstenilen insanların %99’u istemez, geri kalan hesap bilmez %1’i de bunu vatanseverlik filan sayarak gönüllü olarak verirler.

    Böyle bir meblağ bir işe yarar mı? Nasıl kullanılacağına bağlı olarak yarar da yaramaz da..

    Devletin her ay ödemek zorunda olduğu gayrı resmi işsizlik sigortası tutarının 30 trilyon olduğu dikkate alınırsa, verenlerin neredeyse güçlerini tüketen bu bir defalık vergi, ancak 4 aylık bir ihtiyacı karşılayabilir. 5nci ayın başında, bugünkü noktaya -hatta faizler nedeniyle daha da geri bir noktaya- gelinmiş olur.

    Bu kısa hesaptan çıkarılabilecek somut sonuçlar şunlardır:

    1. Güç durumlar, vatandaşların desteği yani özverileriyle aşılabilir. Bu aynı zamanda bir yurttaşlık görevidir.

    2. Bu özveri koşulsuz olamaz, olmamalıdır. Özveri, özveride bulunanı avanak yerine koymadığı sürece kutsal bir kavramdır.

    3. Özveri, bir kısım uyanıkların ve asalakların beslenmesi, çeşitli siyasi partilere delege, üye, yönetici, seçilmiş vb adlarla yuvalanmış kamu pastası tırtıkçılarının haksız kazançlarını sürdürmeleri, sistemi yıkmak isteyenlerin zaruri giderlerinin karşılanması, bakan’larımızın tekrar seçilebilmeleri için seçim bölgelerine devlet kesesinden yaptıkları yatırımların finansmanı, cahil ama ihtiraslı yöneticilerin yetersizliklerinin faturalarının ödenmesi, rekabet gücü bulunmayan ve adına üretim denilen acayipliklerin teşvik ve desteklenmesi, seçim kaybetmiş mağdurların (!) yönetim ve denetim kurulu üyeliklerinin giderlerinin karşılanması gibi ahlaksızlıkları önlemeden, önlemeye yönelik önlemleri tanımlayıp yürürlüğe koymadan istenemez, istenmemelidir.

    Her ciddi sorun karşısında daima gayrı ciddi önlem önerme şampiyonlarımızın, pamuk eller cebe ve bu gibi şark kurnazlığı kokan ve sistemin ana değişkenleriyle ilgisi olmayan kurcalama’lardan vazgeçip seslerini kısmaları dileğiyle..

    Pazar, 03 Nisan 1994

  • BİLDİĞİMİZ KİMYA, BU İŞLERİ AÇIKLAYAMIYOR!

    BİLDİĞİMİZ KİMYA, BU İŞLERİ AÇIKLAYAMIYOR!

    Algılayabildiğimiz üç boyutun ötesindeki boyutları açıklamaya çalışan düşünürlerin sık başvurdukları bir yöntem, Dünya’yı bir ya da iki boyutla algılayabilen yaratıkları örnek alıp, onların üçüncü boyutu nasıl düşleyebileceklerini göstermek, böylece bizim de daha üst boyutları algılayabilmemizi kolaylaştırmaya çalışmaktır.

    Bu metoda göre, iki boyutu algılayabilen, örneğin bir tavuk ya da üç boyutu algılayabilen bir insan tarafından tek bakışta kavranabilen iki boyutlu bir cisim, örneğin düz bir tabak, ancak tek boyutu algılayabilen mesela bir solucan tarafından “tek bakışta” kavranamayacaktır.

    Solucan tüm Dünya’yı ancak çizgiler boyunca ilerleyerek algılayabildiği için, tabağı da yanyana yüzlerce defa gidip gelerek, yani tabağı çizgilerle tarayarak kavrayabilecektir.

    Dışarıdan birisi ne kadar zorlarsa zorlasın, solucan’ın aynı anda birden fazla çizgiyi algılayabilmesine imkan olmayacak, o çizgilerin bir araya gelerek tabağı oluşturduğunu anlayamayacaktır.

    Solucan’ın bir izden (çizgi) diğerine geçmesi bir süre alacağı için, o ikinci boyutu “zaman” olarak değerlendirecektir. Hele üçüncü boyut onun için daha da anlaşılmaz görünecek, üçüncü boyuttaki herşey onun için gizli güçler tarafından yönetilen bir “yaşam” olacaktır.

    Solucan’ın ikinci boyutu kavramasındaki yetersizlik, aynen tavuğun üçüncü boyutu algılamasındaki güçlüğe benzer.

    Bu defa tavuk ikinci boyuttaki şekilleri “tek bakışta” algılayabilecek, üçüncü boyuttaki değişimleri ise “zaman” boyutu olarak kavrayacaktır.

    Solucan-tavuk-insan örneklemesi, tek boyutlu şekillerin her üçü tarafından, iki boyutluların yalnız tavuk ve insan tarafından, üç boyutluların ise yalnız insan tarafından algılanacağını gösteriyor.

    Pekiyi, aynı anda üç boyuttan fazlasının algılanmasını gerektiren cisimler (ya da olaylar) insanlar tarafından nasıl kavranacaktır?

    “İnsan” olarak tek ad altında topladığımız kümenin içinde, Dünyayı çok çeşitli şekillerde algılayanlar olduğuna çeşitli gözlemlerimizle tanık oluyoruz.

    Günlük yaşamdaki basit sorunlar söz konusu olduğunda olayları çok boyutlu bir uzayda değerlendirebilenler, daha az boyutlu kavrayanlara kendilerini “ayarlamakta” ve karşılıklı ilişkilerde pek önemli meseleler çıkmamaktadır.

    Her ne kadar, çok boyutlu algılayanların bazı davranışları diğerleri tarafından “anlamsız” olarak değerlendirilse de karşılıklı hoşgörüyle bu işler geçiştirilmektedir.

    Gündelik denilebilecek yalınlıktaki ilişkiler böylece yürürse de, karmaşık sorunlar karşısında durum değişmekte, değinilen bu algılama farkları, ciddi sürtüşmelere yol açmaktadır. Olayları çok boyutlu görebilenler açısından, aralarındaki bağlantı çok net olan değişik görüntülü olaylar, az boyutlu algılayanlarca, birbirleriyle ilgisiz, ayrı olaylar sanılmaktadır.

    İşi daha da içinden çıkılmaz yapan, az boyutluların egemen hale gelmesidir. Bu durumda egemen az boyutluların her eylemi, -az boyutlu uzay içinde hepsi de doğrudur- sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirmektedir. Türkiye’nin geçmiş on yıllardaki sorunları, basit ve az boyutlu bir “sorunlar kimyası” ile algılanıp çözülebiliyor, daha doğrusu ertelenerek “o günler için” çözümleniyordu.

    Bugün bu “kimya” ile, sorunların, bütün boyutlarıyla ve birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak kavranması imkansız hale gelmiştir. Daha yüksek boyutlar içeren, yani birbirleriyle bağlantısı yokmuş gibi görünen olayları birbirine bağlayabilen bir boyut sistemi kullanılmaksızın bu imkansızlık aşılamaz.

    Az boyutlu platformda masum hatalar olarak değerlendirilen ve herkesin rahatça işlediği mikro-suçlar, çok boyutlu platformda dev boyutlu yolsuzlukların yapı taşlarını oluşturmaktadır.

    Az boyutlu olayları kavramanın başlıca yöntemi “yerinde bizzat görmek” iken, çok boyutlu sistemde bu bir “algılayamama nedeni” haline gelmektedir.*

    Stephan Hawking’in olağanüstü algılama yeteneğinin nedenlerinden birisi de beyninden başka yerinin işlemeyişi, hiçbir olayı “yerinde tetkik” edemeyişi (!) olsa gerektir. (Bkz. https://tinaztitiz.com/yerinde-tetkik/)

    Terör konusu, az boyutlu düşünce sisteminde başa çıkılabilecek bir sorun değildir. Laik-müslüman çatışması da öyledir.

    Milyon dolarlık banka soygunları da az boyutlu platformun algılama kaabiliyetinin dışındadır.

    Çok boyutlu yaklaşımda ise bunlar bir ve bütündür, ve az boyutlu yaklaşımın araçlarıyla çözülemezler.

    Nitekim hiçbirinin çözülemediği en yetkili ağızlardan çıkan -ve samimi olduğundan zerrece şüphe edilmemesi gereken- “bitti, bitiyor”, “filan tarihte bitecek”, “ya bitecek ya bitecek” sözlerine rağmen çözülemediği, hatta yeni boyutlar kazandığı ortadadır.

    Bu sorunların, yeni ve tıkanıklık çözücü söylemler gibi görünen “PKK ile görüşmek” , “Kuran’a el basıp yemin etmeye izin vermek”, “sınırsız özgürlükler” gibi yollarla da çözülmesine imkan yoktur.

    Ayrıca, çok boyutlu algılama düzeyindeki çözümler için genellikle kullanılan, “sen hele bir söyle, aklıma yatarsa olur” gibisinden yaklaşımlar da maalesef geçersizdir.

    Ne yazık ki iki boyut sistemi arasındaki farklılık, bütün iyi niyete rağmen az boyutlunun çok boyutluyu anlamasına imkan tanımamaktadır. Bu adil değildir, aşağılayıcı gibi görünmektedir, ama katı gerçek budur.

    Yeni “sorunlar kimyası”nı anlamaya çalışmaktan, bunları anlamaya imkanı olmayanların ise sorunlarla uğraşmaktan vazgeçip, kendilerine daha az boyutlu meşgaleler bulmalarından başka çare yoktur. Pekiyi, “çoğunlukçu” demokratik sistemimiz içinde, buna imkan var mıdır? Kim az boyutlu olduğunu idrak edip kenara çekilir? Bu, az boyutluluğun tanımına aykırıdır.

    İşte, kurtarıcı değil ama ihtiyacımız olan mucize budur. İnsanlarımızın, sağduyularıyla bu gerçeklerin “farkına varması” ve az boyutluluğu tasfiye etmesi!

    Evrensel düzen ne demokrasiye ne de bir başka modele göre değil, acımasız “doğal seçim” esasına göre işlemektedir.

    Zayıfın, güçsüzün, akılsızın zamanla yok olması, bu sistemin özüdür. Bu basireti gösterebilen toplumlar yaşayacak, gösteremeyen yok olacaktır. İster beğenelim ister beğenmeyelim!

    27 Eylül 2001

  • BİLGİ ELİTİ, TOPLUM VE UÇURUM!

    BİLGİ ELİTİ, TOPLUM VE UÇURUM!

    Toplumumuzun bilgi ile ilişkileri açıkça vurgulanır biçimde yorumlanıp dile getirilmedikçe, Bilgi Toplumu’na erişmek bir hayal olarak kalacaktır.

    Bilişim endüstrisi ve biliminin ürünleriyle içli dışlı yaşayan çok küçük bir azınlığın ihtiyaçları karşılandıkça toplumun bilgi çağına yaklaşacağı inancı çok yaygındır.

    Bilgi elitinin ihtiyaçları bıçağın kesen tarafı gibi toplum ihtiyaçlarının önünde gider ve toplum ihtiyaçları karşılandıkça ona yeni hedefler çizer.

    Ama bu, toplum ihtiyaçlarının kendi kendine bu iz sürmeyi gerçekleştireceği anlamına gelmez. Bilgi elitinin ihtiyacı daha hızlı iletişim, daha büyük bilgi işlem gücüdür. Toplum ise daha basit gereksinimlerini gidermek peşindedir ve bilgi, buna hizmet ettiği sürece toplumun gündemindedir.

    Toplum kesimleri de, aynen onun yapı taşları olan bireyler gibi sorun çözme aletlerini içinde bulundurduğu birer çantaya sahiptirler. Bu çantalar içindeki sorun çözme araçlarından en önemlisi, elit kesimlerden know-how aktarımını sağlayabilecek olan ilişki araçlarıdır.

    Örneğin teknoparklar, akademik elitten girişimciye know-how aktaran bir araçtır. Çeşitli üniversite ve araştırma kuruluşlarının ilk öğretim kurumları ile ilişkileri de benzer işlevlere sahiptir. NASA’nın Hubble teleskobundan sınıflara doğrudan görüntü aktaran girişimi yine böyle bir know-how aktarımıdır.

    Ülkemizde çeşitli meslek sahiplerinin oluşturduğu kesimlerin, sorunlarını çözmede kullandıkları çantaları ise neredeyse ya boştur ya da içinde işe yarar alet yoktur denilebilir. Çünkü elit olarak nitelenebilecek kesimlerimizden diğer kesimlere çeşitli teknolojileri aktarabilecek anlayışlar henüz oluşmamıştır. Bir ihtimalle bu eksikliğin bir nedeni de aktarılabilecek teknolojilerin oluşmamışlığı olabilir.

    Meslek kesimlerimizin sorun çözme çantaları içindeki başlıca alet, sorunlarını çözmek için onları bir yolla parlamentoya ihale etmektir. Meslek örgütlerimizin günlük yakınmaları içinde en büyük pay seçimler, liderler ve hükümet oluşumlarıyla ilgilidir. Toplumun, çeşitli sorunları çevresinde örgütlenmesini özendirmek, ona örnekler oluşturmak gibi girişimler ya da bu konulardaki olası sorunlar ise hemen hiç duyulmaz.

    Bireylerin kullandıkları araçlar da hemen hemen benzerdir. Her aileden en az birkaç kişinin canına ya da malına mal olan trafik kazaları için, daima yeni bir trafik yasası temennisinden ve trafik polislerine teslim olmaktan başka bir sivil girişim kaç tanedir ?

    “Yakınmak ve böylece rahatlayıp beklemek”, toplumumuzun önemli bölümünün çantasındaki birkaç yararsız aletten birisidir.

    Sorunlarını çözmede bilgiyi böylesine dışlamış bir toplumla bilgi elitinin ihtiyaçları arasında bir uçurum vardır.

    Toplum, sorunlarını çözmek için kullandığı aletlerin yerine bilgiyi geçirebilmenin yolunu bulmak zorundadır. Bunda hem toplum kesimlerine hem de elite düşen görevler vardır. Her iki kesimin de öncelikli görevi, bu sürecin kendi kendine gerçekleşmeyeceğinin idrak edilmesidir.

    Elit, diğer yandan kendi tatmini ile toplum gereksinimleri arasındaki bağın zayıflığını görebilmeli ve kendisinin gerçek tatmininin toplumun tatmininden geçtiğini anlamalıdır.

    Toplum kesimleri ise, sorunlarının çözümünde bilginin nasıl rol oynayacağını araştırarak işe başlayabilir. Acaba trafik kazaları bilgi yoluyla azaltılabilir mi, depremlerde daha az insanın ölmesi sağlanabilir mi ya da şoför esnafının trafik polislerince aşağılanması önlenebilir mi? Bu, bilgi elitine de gerçekçi görevler verme sürecinin başlangıcı olacaktır.

  • Bilgi Patlaması !

    Bilgi Patlaması !

    Son yılların bu moda deyimi, mevcut bilgilerin sabit aralıklarla katlandığını, son 20 yılda üretilen bilginin insanlık tarihi boyunca üretilene eşit olduğunu söylüyor. Bu müthiş, hatta korkutucudur. Çünkü, üretilen bütün bu bilgileri onunun üretilme hızıyla öğrenmek mümkün olamayacağına göre, elde iki seçenek kalmaktadır: Ya giderek daha az (veya dar alanlarda) bilmeye razı olmak, ya da giderek daha paketlenmiş, yani ayrıntılarına girmeksizin sadece özetiyle yetinilmiş biçimde bilgi kullanmak.

    Nitekim mevcut eğilimler bu ikinci seçeneğin giderek benimsendiğini gösteriyor. Nasıl ki hesap makineleri yaygınlaştıktan sonra makine kullanmadan örneğin kare kök almayı çok az kimse becerebiliyorsa, üretilmiş birçok bilginin de niçin öyle olduğunu, bu bilgilerin hangi koşullar altında geçerli olduklarını pek az kimse merak etmektedir. Bir anlamda, sorgulan(a)mayan kalıplarla yaşamaya alışıyoruz.

    Bilgi patlaması deyimi de böyle bir “sorgulanmayan kalıp”tır. Biraz sorgulandığında, bilgi patlaması denilen olgunun ilk bakışta anlaşılandan daha farklı olduğu, bilgi üretimini daha doğru biçimde sayısallaştırabilmek için iki tür tarife ihtiyaç olduğu görülecektir.

    Bir adres listesi çeşitli şekillerde sınıflandırılabilir. Bilgisayarlarımızda hergün yaptığımız sort işlemleri buna en iyi örnektir. Adres listesine yeni bir adres eklenmediği sürece, hangi anahtara göre tasnif edilirse edilsin adres listesindeki bilgi miktarı değişmez. Bu durumda bilgi artışı söz konusu değildir.

    Böyle değil de yeni adres(ler) eklenirse, eklenen bilgi miktarının mevcuda oranı kadar bir bilgi artış’ından söz edilebilir.

    İçinde yaşadığımız çağda her iki tanım açısından da bilgi artışı meydana gelmektedir. Ama “patlama” olarak ifade edilen artış, birinci türden bir artıştır. Mevcut bilgilerin farklı biçimlerde, farklı ortamlarda yer alması, ya da bunların değişik biçimlerde ifade edilmesi veya bunlardan yeni bilgilerin türetilmesi, mevcut bilgi miktarını fazlaca değiştirmez. “Fazlaca” değiştirmez, çünkü bazı hallerde, mevcut bilgilerin uygun biçimde bir araya getirilmesi dahi “yeni” denilebilecek bilgilerin üretilmesi anlamına gelebilir. Ama çoğunlukla olan, eski bilgilerin yeni formlara dönüştürülmesinden ibarettir.

    Diğer yandan “öz-bilgi” (core knowledge) adı verilebilecek bilgi türü, bilinmezlere ilişkin yapılan çalışmaların sonunda ortaya çıkarılan ve evvelce bilinmeyen bilgilere ilişkindir. Araştırmalar ve buluşlar sonucunda ortaya çıkanlar bu öz-bilgiler’in miktarında ise birinci çeşit bilgilere -ki onlara da türev bilgiler denilebilir- oranla çok daha az artış vardır.

    Bu iki bilgi türü arasındaki bu ayrıma dikkat çekilmesinin nedeni, öz-bilgiye verilen önemin azalması, yeni adlandırmalar, yeni sınıflamalar gibi faaliyetler sonunda ortaya çıkanlara daha çok önem verilmesidir.

    Bu olgunun çarpıcı bir örneği yönetim bilimleri alanında yaşanmaktadır. Büyük ölçüde ticari kaygılarla her gün ortaya çıkan guruplar, bir sürü şeyin adını bilen, bunları lafazanca savunan, bundan para kazanan, ama bunların altında yatan öz bilgilerden bihaber ulusal ve uluslararası bir kesimi ortaya çıkarmıştır.

    Bilgili olmayı, yeniden üretilerek adlandırılan eski bilgilerin üst kalıp adlarını bellemek olarak algılama yanlışına düşülmemelidir. Asıl olan, bilinmeyeni bilinir kılabilme yolundaki uğraş ve bu uğraşların küçük damlalar halinde ortaya çıkabilen sonuçlarıdır.

    Bilgi patlaması deyiminin bu duyarlıkla kullanılması, muhtemelen öz-bilgi üretimine verilen önemin de artışına neden olabilecektir.

    Mart 1998

  • BATI İÇİN ÖNEMLİ, BİZİM İÇİN YAŞAMSAL !

    BATI İÇİN ÖNEMLİ, BİZİM İÇİN YAŞAMSAL !

    Dilimizde karşılığı “girişimcilik” (entrepreneurship) olarak bulunan bir sözcüğe karşılık, dilimize henüz yerleşmemiş olan bir deyim daha var: Intrapreneurship ! Buna da iç-girişimcilik diyebiliriz.

    İç-girişimci (İG diye kısaltacağım), bir kuruluşta ücretle çalışırken, o kuruluşun yardımıyla kendi işini kuran kimsedir. Bu operasyona da iç-girişimcilik denilmektedir.

    Niçin İç-girişimcilik?

    • Kuruluşların, iş hacmini küçültmeden personel kadrosunu küçültmek,

    • Kamu kuruluşlarını özelleştirebilmek için rasyonalize etmek,

    • İnsanların, kendi işlerinin sahibi olduklarında daha verimli çalışmaları,

    • İG’nin, kendisine yardımcı olan kuruluşun yanısıra başka kuruluşlara da üretim yapması dolayısıyla;

    1. Maliyetlerinin düşmesi,

    2. Kalitenin yükselmesi,

    3. Bir kuruluş yerine daha çok kuruluşa üretim yaptığı için işini kaybetme riskinin azalması

    • Çalışanların bu yolla kendini daha özgür hissetmeleri

    • gibi nedenler, “çalışanlar”ı ve “kuruluşlar”ı, İG’ye iten başlıca nedenlerdir.

      Her çalışan İG olabilir mi?

      Hayır. Bunun için bazı özelliklere sahip olmak gerekir. Eğer bir kişi:

      • Kendi işinin sahibi olursa daha özgür, daha verimli çalışacağına inanıyorsa,

      • Yapacağı işi iyi biliyorsa,

      • İşinin tekniğinin yanısıra, bir işi yönetebilmek için gereken çeşitli becerilere sahipse ya da sahip olmak için çalışıp bunu başarabilecek güçteyse,

      • Risk almaya hazırsa,

      • Sabit gelirin çekiciliğinden kendisini kurtarmaya ailesiyle birlikte hazırsa,

      • Çalıştığı kuruluş kendisine güveniyorsa,

      • Kendisi çalışmakta olduğu kuruluşa güveniyorsa,

      • Yapacağı üretimi, kuruluşundan başkalarına da satabileceğine inanıyorsa ve

      • Daha çok para kazanmayı istiyor, ama “gerçekten” istiyorsa o kişi İG olmaya iyi bir adaydır.

      Kuruluşlar İG’lik için ne yapmalı?

      • İlk yapması gereken, kuruluşun, bir İG’lik yöneticisi atamasıdır. Bu iş ne kadar büyük ele alınacaksa ona uygun yardımcı sayısıyla desteklenir.

      • İkinci yapılacak olan, hangi konularda İG’liğin mümkün olduğunun listelenmesidir.

      • Diğer yandan, kuruluş içinde İG olabilecek kişilerin (İG adayı) saptanmasıdır.

      • Bunlara paralel olarak, bir İG’lik prosedürü hazırlanır. Bu prosedürde, operasyon her yönüyle açıklanır.

      • Ayrıca, bir İG’ye hangi desteklerin sağlanması gerektiği, bunları hangi yollarla sağlayabileceği yine bu prosedürde açıklanır. Bu, İG ve kuruluş arasında bir İG’lik Anlaşması ile yapılır. (İG’nin firma kurma işlemleri, iş yeri, haberleşme, sekreterya, muhasebe, hukuki konular, kredilendirmede teminat gibi konularda desteklerin nasıl sağlanacağı bu anlaşmada açıklanır)

      • Küçük de olsa bir fon tahsis edilir,

      • Bir eğitim düzenleyerek bir işin nasıl kurulacağı, başarısızlık kaynakları gibi konularda İG adayları eğitilir.

      • İG’lerin çeşitli konularda danışabilecekleri bir “network” (ağ) oluşturulur.

      İG’liğin yararları bundan mı ibarettir?

      Hayır. Görüldüğü gibi, oluşturulan bu sistem yalnız İG’leri değil aynı zamanda kuruluş dışı girişimcileri de desteklemeye yeterlidir.

      Yüksek kalite anlayışının giderek önem kazandığı günümüzde, kuruluşlar belli konularda girişimci yaratmak zorundadırlar. Özellikle, yeterli fiyat-kalite-termin güvenilirliğinin sağlanamadığı hallerde yeni girişimcilerin yaratılması kaçınılmaz bir gerekliktir.

      Yurdumuzda, İG’liği uygulayan çok az sayıda kuruluş vardır. Çalışanların kendi işlerini kurmalarının her zamankinden daha önemli hale geldiği günümüzde, başta büyük sanayi kuruluşları ve KİT’ler olmak üzere hepsine yarayışlı bir “alet”, İç-Girişimcilik’tir. Denemeye değmez mi?

  • YABAN KIRCI’NIN “DİKKATSİZLİĞİ”!

    YABAN KIRCI’NIN “DİKKATSİZLİĞİ”!

    TV Haberler’inde, Muğla’da anız yakmak isteyen Yaban KIRCI adında bir vatandaşımızın, “dikkatsizlik yüzünden” 10 dekar kızılçam ormanını yaktığı duyuruldu.

    Bu haberin yanıltıcı, olaylar hakkında doğru bilgilenme özgürlüğünü zedeleyici olduğunu, bilgi toplumu oluşturma yolunda uğraş verenlerden birisi olarak ilan ediyor ve ayrıca durumu protesto ediyorum.

    Vatandaş Yaban KIRCI, yanıltıcı bir habere karşı ne yapılması gerektiğini tam bilmediği için bu haberi dinlemiş, ama elinden birşey gelmemiş olabilir.

    Ama biz mürekkep yalamış kişiler olarak gerektiğinde hemen işe müdahale etmeli yanlışları düzeltmeliyiz. Bu tekzip metnini Yaban KIRCI’nın gönüllü avukatı olarak, bilgi toplumu idealine gönül vermiş, ülkemizin dört bir yanını bilgisayarlarla donatmayı bir ülkü edinmiş kesimimize ithaf ediyorum:

    ……tarihinde çeşitli TV’lerde verilen ve müvekkilim Yaban KIRCI’nın anız yakmak isterken dikkatsizlik yüzünden 10 dekar kızılçam ormanını yaktığı haberini, kişilik haklarına ve onuruna saldırı sayıyor ve şiddetle protesto ediyorum.

    Müvekkilim Sayın KIRCI, bu şekilde imaen de olsa dikkatsizlikle suçlanmakta; hatta, “Bu adam yalnızca bu konuda değil her konuda dikkatsizlik yapabilir. Dolayısıyla potansiyel bir felakettir” denilmeye getirilmektedir.

    Konunun yalnızca Sayın KIRCI ile sınırlı olmadığı, her yıl binlerce vatandaşımızın aynı nedenden ötürü ormanlarımızı yaktığı bilgi toplumumuzun malumlarıdır. Buna, sadece anız yakımını değil, piknik yapmak, cam şişe veya sigara atmak gibi nedenleri katar ve benzer nedenlerle benzin istasyonu, likitgaz dolum atölyeleri gibi yerlerde de felaketler olduğunu katarsak, anılan TV, toplumumuzun büyük bir bölümünü suçlamakta, herkese birden “siz hepiniz birer Yaban KIRCI’sınız” demek istemektedir. Bunu kesinlikle kabul etmiyoruz. Her ne kadar insan insana benzerse de, müvekkilim türü içinde nadir örneklerden birisidir. Benzin istasyonunda sigara içen, otoyolda güvenlik şeridinden giden, boş tankerde kaynak yapan ahmaklara benzetilmeyi katiyen haketmemiş, pırıl pırıl saf bir vatan çocuğumuzdur.

    Sayın KIRCI, gerek özel gerek meslek yaşamında son derece dikkatli bir kişidir. Bunu sayısız örneklerle kanıtlayabiliriz. Bu olay, Sayın KIRCI’nın, yanma denilen olay hakkında yeterince bilgisi olmamasından kaynaklanmıştır.

    Buna karşı, “Mağara insanları dahi yanma olayı hakkında bilgi sahibidir. Hatta bütün canlılar genetik belleklerinde yanma ile ilgili gerçekleri nesilden nesile taşırlar. Nasıl olur da Sayın KIRCI böyle bir genetik mirastan mahrum kalmış olabilir?” savı ileri sürülebilir.

    Doğrudur. En eğitilmemiş kişi bile, yaşam sürdürmeye yönelik bu bilgi ve becerilere doğuştan sahiptir. Müvekkilim de doğuşunda bunlara sahipti. Bunu, şu anda hayatta bulunan süt annesi doğrulayacaktır. Yanan sigarayı eline yaklaştırınca daha 2 aylıkken Sayın KIRCI bas bas bağırmıştır.

    Ama, müvekkilim bugün bu beceriye sahip değildir. Çünkü, müvekkilim ilk okulu bitirmiş ve üstelik bütün derslerden pekiyi notlar alarak bitirmiştir.

    İşte bu süreç sırasında, doğuştan sahip olduğu sağduyuyu kaybetmiş, öğretmeninin ders yetiştirme telaşı içinde kenarda kalmış, yalnızca bellemesi istenilenleri geriye kusmuş, işine yarar hiç bir şey öğrenememiştir.

    Bildiğimize göre yalnız ilkokulda değil, orta, lise ve hatta yüksek öğrenimde de aynı şeyler olmakta, bir çok şeyin adını bilen lafazan kişiler, örneğin benzin istasyonunda sigara içilmeyeceğini idrak edememektedirler.

    Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, müvekkilim suçlu değil mağdurdur ve kitlesel bir olgunun mağdurları arasıdadır.

    Buna dayanarak, söz konusu haberin düzeltilmesini ve;

    • Eğitim sistemimizdeki ezber faciasını yeterince anlamaya çalışmayanların,

    • Öğrenciyi dikkate almadan hala öğretmen merkezli eğitim yapmakta israr edenlerin,

    • Ders programlarını zamanında yetiştirmeyi öğrencilerin öğrenmesinden daha önemli sayanların,

    • Bu yanlışları gören, anlayan, ama “önce başkası yapsın” ilkelliğinden kendini kurtaramayan

    • Eğitim sorununu hala tuğla, sıra, öğretmen maaşı ve bilgisayar sayanların,

    müvekkilim Sayın Yaban KIRCI’ya reva görüldüğü gibi kamuoyuna teşhir edilmelerini arz ediyor, sevgi ve saygılarımın kabulünü bilvesile arz ediyorum.

    Yaban KIRCI avukatı M.Tınaz Titiz

  • YENİLİKLERE DİRENMEK İSTEYENLERE ÖĞÜTLER!

    YENİLİKLERE DİRENMEK İSTEYENLERE ÖĞÜTLER!

    “Değişim Yönetimi” son on yılın en gözde kavramlarındandır. Değişimi gerçekleştirmek, ona karşı doğan dirençleri enaza indirmek amaçlarıyla bir bilim dalı gelişmektedir. İleride, bir reçetenin ayrıntı düzeyinde “Değişim Gerçekleştirme Kılavuzları” nın ortaya çıkması kaçınılmazdır.

    Şirketler, sivil toplum örgütleri hatta hükümetler değişim programları yapmakta, bunları uygulamaya çalışmaktadırlar. Kısaca bir değişim çağına adım atmış bulunmaktayız.

    Bu büyük güçlü akım – her akımda olduğu gibi- bazı mağdurlar yaratmış olup bunlar hiçbir şekilde kendilerini savunamamakta, değişimden yana olanlarca neredeyse ezilmektedirler.

    Bu büyük bir haksızlık, bir insan hakları ihlalidir.

    Her ne kadar evrensel insan hak ve özgürlükleri içinde, “her birey, elinden geldiğince değişime direnmek hakkına sahiptir” gibisinden bir hüküm yok ise de, biz bunu kendimize görev edinmiş bulunmaktayız.

    Gorbaçov’un Türkiye ziyareti sırasında her ne kadar önemli bir “değişime direnç” gösterisi yapabildikse de, bunun daha kökten, daha sistemli olması ulusumuzun geleceği açısından fevkalade büyük önem taşımaktadır. Aşağıda, değişime direnmek isteyenler için böyle sistematik bir yöntem önerilmektedir. Öneriler işkembe -i kübra’dan atılmış olmayıp etkinliği tecrübelerle sabittir:

    Kural 1 – Hiç bir değişime hayır demeyiniz!

    Hayır demenin yararı yoktur, aksine karşınızdakileri daha ısrarcı kılar.

    Aksine, değişime evet deyiniz hatta değişimi önerenden bir iki adım öne geçip, daha kökten evet deyiniz. Hatta mümkünse değişim önerenleri “gerici” durumunda bırakacak kadar evet deyiniz.

    Bu ilk adım, karşınızdakilerin kolunu kanadını kıracak, ne şöyleyeceklerini bilemez bir şaşkınlığa düşürecektir.

    Kural 2 – “Biz zaten öyle yapıyoruz” deyiniz!

    Önerilen değişimi kökünden geçersiz kılmanın, onu önereni avanak, Dünya’dan habersiz duruma düşürmenin bilinen en etkin yolu “zaten biz onu öyle yapıyoruz!” demektir.

    İtiraz edip, yapılmadığını ileri sürmeye, kanıtlamaya kalkanlara karşı kanun ve kararname numaralarıyla, meydan savaşı tarihleri ve milli takımın puan durumunu ileri sürüp karşınızdakileri aptallaştırmaya çalışınız. Yine de pes etmeyenler olursa, “sen birlik bütünlüğümüze dil mi uzatıyorsun?” gibisinden etkin bir saldırı yapınız.

    Kural 3 – Değişim önerisini sulandırınız!

    Önerilen değişimin içine, onunla yakın-uzak ilgisi olmayan birşeyler katınız. Bu adım yüksek ölçüde yaratıcılık ister.

    Kural 4- Söylediğinizin tam tersini yapınız!

    Tecrübeler, ilk üç adımı başarıyla atmış olsa dahi bu son adımı atmayıp, yahut da yarım yamalak atmış kişilerin değişimin gücüne direnemediklerini göstermiştir. Bu nedenle, bir yandan değişime evet derken, öte yandan söylediğinizin tam tersini -dikkat tam tersini- yapmalısınız.

    Bu, şunun için geçerlidir:Eğer yaptıklarınızda zaman zaman bazı zigzaglar olduğu görülürse, ilk üç adımda kamuoyunda sağlamış olduğunuz sempati bir anda tersine dönebilir. Bunun için, hiç bir sapma göstermeden söylediklerinizin tam tersini yapmalısınız. Bu takdirde hiç kimsenin aklına bu denli iki yüzlü olabileceğiniz gelmeyeceği için, bir suçlu arandığında o, sizi suçlayanlar, sizin değişimden yana değil ona karşı eylem içinde bulunduğunuzu söyleyenler olacaktır. Böylelikle bir taşla iki kuş vurmuş olacaksınız.

    Kural 5- Nihayet son adım: bir de suçlu bulunuz!

    Bu işler olurken, çevrenizdekilerin hiç olmazsa küçük bir bölümü ne olup bittiğini anlayıp, değişime direnenin siz olduğu, ya da beceriksizliğiniz nedeniyle gerçekleştiremediğiniz şüphesine kapılabilir. Bu çok küçük bir olasılık olmasına karşın mutlaka önlem alınmalıdır. Bunun için de değişimin niçin bir türlü gerçekleştirilemediği konusunda somut hedefler bulup göstermeniz gerekecektir. Böylece, bir yandan değişim çığırtkanlığı yapar, öbür yandan direnir ve hep birlikte suçluya yüklenirsiniz.

    Bu yöntemin başarısı garantidir. En azından yurdumuzda garantidir. Memnun kalmayanlara daha özel teknikler öğretilir ve ücret talep edilmez.

    Cumartesi, 29 Nisan 1995

  • YENİ BİR ÜÇKAĞIT TÜRÜ: ÇEVRE DOSTU…………

    YENİ BİR ÜÇKAĞIT TÜRÜ: ÇEVRE DOSTU…………

    Bir otomobil bildiğimiz türden bir araba. Rengi yeşil Adı “Çevre dostu araba(!)”

    Bir kutu deterjan. Kutu rengi yeşil, Çevreyi mahveden, canlı cansız tüm çevreye kirleten, bildiğimiz -ya da ona yakın- bir deterjan. Adı “çevre dostu deterjan”.

    Plastik pet şişe, rengi yeşil, adı “çevre dostu pet”.

    Bu örnekleri çoğaltabilirsiniz. Çevre dostu zehirli atık, çevre dostu suni gübre, çevre dostu fabrika atığı vs.

    En acısı da, bu sahtekarlığa, çevre kuruluşlarının (sözüm ona) alet olmasıdır.

    Çevreyi kirleten her ne varsa, kutusunu, şişesini ya da reklamını yeşile boyayınca “çevre dostu” oluvermektedir.

    Bu sahtekarlığın yakıtı, insanımızın çevre bilincinin yeterince gelişmemişliğidir.

    Basit de olsa, ekolojik denge konusunda genel bir görüşe sahip olmayan sokaktaki insanımız, yeşil gördüğü herşeyi gerçekten çevre dostu sanmaktadır. Ama yalancının mumu, insanımız bu bilince kavuşuncaya kadar yanacaktır.