TÜRKİYE’DE ÜNİVERSİTE, BİLİM VE TEKNOLOJİ POLİTİKALARI

TÜRKİYE’DE ÜNİVERSİTE, BİLİM VE TEKNOLOJİ POLİTİKALARI

1-2 Aralık ’95 tarihleri arasında toplanan 2.Üniversite Kurultayı’nda ele alınan konulardan birisi de, “Türkiye’de Üniversite, Bilim ve Teknoloji Politikaları” idi.

Bu başlıktan yola çıkarak bazı tahliller yapmak ve bu tahlillerin belirleyeceği platform üzerine de bazı öneriler geliştirmek mümkündür.

Cumhuriyet’in kurulduğu dönemden bugüne kadar, üniversite, bilim ve teknoloji konularında izlenen politikalar şu çerçeveye yerleştirilebilir:

  • Üniversiteler devlet eliyle kurulur.

  • Üniversitelerde eğitim, devletçe koordine edilir ve buralarda devletin resmi ideolojisine sahip insanlar yetiştirilir.

  • Bilim, üniversitelerde ya da devletin bilim kuruluşlarında yapılır.

  • Sanayiinn ihtiyacı olan ya da ihtiyaç duyulmasa da yönelinmesi gereken teknolojiler devlet tarafından belirlenir ve de geliştirilir.

  • Bu teknolojilerin hayata geçirilmesi devlet eliyle teşvik edilir.

Bugüne kadar üniversite, bilim ve teknoloji üzerine yazılıp söylenenlerin çoğunluğu ise -hepsi denmemek için-, bu çerçeve içindeki söylemin ne denli uygulanabildiğinin bir eleştirisi olagelmiştir:

  • Bu çerçeve içindeki söylem, tam olarak niçin hayata geçirilememiştir?

  • Devlet, bu söylemini maddi olarak niçin yeterince desteklememiştir?

  • Bundan sonra bu söylemi tam uygulamak için devlet ne yapmalıdır?

  • Devlet, bu söylem çerçevesinde ne gibi başarılar elde etmiştir?

Bunlar, konu üzerinde harcanan fikri mesainin %95’ini oluşturmaktadır. Bu çerçeve içindeki söylemin gerekçesi de şu olmuştur:

« İnsanlarımız cahildir. Onların eğitilmeleri gerekir. Ama bunu devlet tek elden yapmazsa karışıklık doğar ve devleti yıkmak isteyen akımlar doğar. Devlet kutsaldır ve yıkılmamalıdır. Gerekirse insanlar devlet için feda edilmelidir. İnsanlar, devleti için kendini feda etmesi gerektiği konusunda devlet tarafından indoktrine edilmelidir. »

Bu yaklaşım ve gerekçelerinin geçmiş koşulları altındaki geçerliğini bugün tartışmak yerine, günümüzün koşulları altındaki geçerliğini gözden geçirmik daha doğrudur.

Ayrıca, hiç bir toplumsal sistemin verimliliği sıfır olamayacağına göre, üniversite, bilim ve teknoloji sistemi de bazı yararlı sonuçlar üretmiş, hiç denemeyecek bir yetişmiş insan potansiyeli üretmiştir.

Şimdi artık yeni bir rota çizmek zamanı gelmiştir. Önemli olan, bu yeni rotanın çiziminde geleneksel bakış açılarının yarattığı bağımlılıktan kurtulabilmektir.

Parçalanan bir imparatorluktan sonra bir bağımsızlık savaşı veren toplum, o günün koşullarının belki de kaçınılmaz sonucu olarak militer bir yapıya sahipti. Daha sonra paramiliter bir yapıya dönüşen rejim 1950’lerden bu yana demokrasiye geçiş sancıları yaşıyor. ’50 li yıllarda “çoğunlukcu demokrasi” yi hedef edinen toplumumuz bugün “çoğulcu demokrasi”ye dönüşüm sıkıntıları içindedir.

Demokrasinin bu yeni türü, kanun ya da emirle kurulamaz. Bunu kuracak olan, toplum kurumlarının iç yapıları ve dahası kurumlar arası yapılanmadır.

Üniversiteler, devlet eliyle kontrol edilerek kalitelerini koruyamazlar. Üniversite kurumu, ne kadar öğrenci alacağına bunlara ne düzeyde eğitim ve araştırma imkanları sağlayacağına, bu işleri hangi kaynaklardan finanse edeceğine kendisi karar vermelidir.

Üniversiteler kuşkusuz toplanacak vergilerden bir bölümünü destek olarak almalıdırlar. Ama bu hiç bir zaman, sırtını devlete dayamak, ödeneğin %70 ini personeline maaş olarak dağıtıp kütüphanesine kitap almamak demek olamaz.

Toplum bu konuda doğruları bilmeli, üniversite harcına karşı çıkan gençler, parasız üniversite eğitiminin, ancak “yüksek orta okul” düzeyini aşamayacağını, onun da bir işe yaramadığını idrak etmelidirler.

Çoğulcu demokratik sistemin kurumlar arası yapılanma açısından gereği ise, üniversitelerin kendi aralarında bir “sertifikasyon sistemi” kurmaları gereğine işaret etmektedir.

İster özel kişiler, ister vakıflar, isterse tarikatlar üniversite kurabilmeli ama mezun olanların, tek ölçüyle değerlendirildiği bir sertifikasyon sistemi bulunmalıdır.

Bu çerçevede devlete düşen görev, üniversitelerin kendi aralarında oluşturacakları bu sistemin korunmasını sağlamaktır.

Günümüzde, üniversitelerin kanunla kurulabileceği kuralını koyarak bu konudaki tekeli kendine bırakmış olan devlet, onun bir parçası olan milletvekillerinin popülizm uğruna neredeyse köylere açtığı üniversiteleri önleyememektedir.

Bu kural değiştirilip tekel devletten alınsa, olacak olan daha farklı değildir. Çünkü, kalitesiz üniversitelerin yaygınlaşmasının nedeni devlet tekeli ya da popülist politikacılar değil, üniversite programlarının ve mezunlarının asgari niteliklerini belirleyen birer “akreditasyon” ve “sertifikasyon” sisteminin bulunmayışıdır.

Sınırlayıcı herhangi bir düzenleme bulunmadığı sürece de her mezranın birer üniversite sahibi olmak için diretmemesine bir neden kalmamaktadır.

Buna göre, bugüne kadar yapılması gereken, bu türlü düzenlemenin bizzat üniversiteler arası bir, “resmi olmayan organizasyon” tarafından geliştirilmesi ve gerekiyorsa yasal düzenleme için sivil baskı ortamı oluşturulmasıydı.

Bundan sonra yapılması gereken yine de budur.

Devletin bu bağlamda yapması gereken ise, üniversitelerin bu yönde harekete geçmesini engelleyebilecek darboğazlar varsa onları kaldırmak, kendisini, “herşeyin hakimi olmaktan, ihtiyaç duyulan alanlarda katalizör olmaya” dönüştürmeye çalışmaktır. “Katalitik Devlet” kavramı, ulusca arzulanan dönüşüm için gereken sihirli kavramdır.

Bilim ve teknolojiye gelince:

Her ortam zamanla kendisine en az direnç gösteren -yani en iyi uyan- oluşumları üretir. Bu kural canlı organizmalar için olduğu kadar, deniz kenarında zamanla çakıl haline gelen sivri taşlar ya da bir rejim içinde yaşayıp o rejime uygun hale gelen insanlar için de doğrudur.

İnsanlarımız -hangi sosyal sınıfa ait olurlarsa olsunlar- içinde doğup, büyüyüp eğitildikleri “yaygın ve mutlak devlet egemenliğine dayalı sistem” e uygun hale gelmişlerdir.

Sistem bu uyumu, aile içinde otokratik yönetim ve eğitim sistemi içindeki “ezber” yoluyla sağlamıştır. Bir deyimle insanın yaratıcılığı eğitim denilen süreçle dondurulmaktadır. Bu insan tipi, Osmanlı’nın “buyurgan devlet itaatkar kul” şablonuna tamamen uygundur.

İnsanımızın kılık kıyafeti, günlük tutum ve davranışları, konuştuğu dil, kısacası dış görünüşü tamamen değişmiş, ama herşeyi emreden devletin egemenliğinden kendini kurtararak birey olamamıştır.

Beş yıldızlı otel sahibi otel tarifelerinin devletçe belirlenmesini; lokantacı çorba fiyatının belediyece (devlet) tesbitini ; fırıncı ve de vatandaş ekmek fiyatına belediyenin karar vermesini ; bir okuldan mezun olan devletin kendine iş bulmasını; sanayici, nereye yatırım yapacağını devletin söyleyip, ondan sonra para vermesini ; köylü, ektiği ürünün devletçe satın alınmasını istemektedir.

Yaşamın tüm kesitlerini bu denli devlete bağlamış olan başka bir toplum acaba Dünya yüzünde kalmış mıdır ?

Devletçe bu kadar korumaya alınmış, bu yüzden de her çeşit rekabete karşı korunma sistemini (rekabet gücü) geliştirememiş toplumumuzda sanayinin ana girdisi olan teknoloji üretimi anlamsız bir kavramdır. Çünkü ihtiyaç yoktur!

Ya gümrük koruması ya da sübvansiyonlar yoluyla dış rekabetten korunmuş olan tarım ve sanayimizin teknoloji üreterek su üzerinde kalmasına gerek yoktur. Dış rekabet baskısı artıp, koruma duvarları ya da sübvansiyonlar yetersiz kaldıkça daha çok bağırılarak daha çok koruma istenmiştir.

Bu ortam kendine uygun sanayici, kendine uygun bilim kuruluşu ve kendine uygun üniversite oluşturmuştur.

Bugün bu kurumlarda yapılan bilim ve teknoloji çalışmalarının çok büyük bir bölümü, bu konularda eğitilmiş kişilerin can sıkıntılarını gidermek için oynadıkları bir oyundan ibarettir.

Gümrük birliği bu açıdan bakıldığında, şok yaratacak bir etkidir. Bu şokun yönetimi, sonucu belirleyecektir. Sonunda, küçük, güçlü ve üreme kabiliyeti yüksek bilim-teknoloji-sanayi-üniversite sarmalı doğabileceği gibi, hepsi yok da olabilir. Bu bağlamda devlete düşen rol yine katalitiktir.

Toplumumuzun bilim -teknolojideki gelişkinliğinin ölçütü olarak, devletin araştırma – geliştirmeye ayırdığı payın büyüklüğü kullanılagelmiştir.

GSMH içinde AR-GE’ye ayrılan pay, birçok ülkede “ölçütlerden biri” olarak kullanılmaktadır. Ama, “devletin ayırdığı pay’ın ölçüt alınması – başka sektör pek pay ayırmadığı içindir -, bize özgü bir garabettir. Ayrıca, toplumumuz gibi kaynaklarını olağanüstü müsrif kullanan bir toplumda AR-GE’e ayrılan payın büyüklüğünün pek de önemi yoktur.

Mümkün olabilse de AR -GE’ye bir misli fazla kaynak ayrılsa, bununla ilgili kurumların ilk (ve tek) yapacakları, personeline daha çok maaş vermek ve düzeyi sürdürebilmek için daha çok yakınmaktır.

AR-GE konusunda kullanmamız gereken doğru ölçüt, gümrük koruma oranları ve sübvansiyonların – ki toplamına koruma denmelidir – her yıl ne ölçüde düşürülebildiğidir. Bir başka deyimle AR-GE için özel ve kamu kesiminin her yıl harcadığı her bir TL için, koruma oranlarının ne ölçüde düşürülebildiği, bilim – teknolojiye gerçekten verilen “ağırlığın” ölçüsü olaçaktır.

Özet olarak, devletin gerek üniversiteler, gerekse bilim ve teknoloji için politikaları, bu kurumların olabildiğince devlet bağımlılığının azaltılması, kendini yönetme ve geliştirme iradesini somut araçlarla hayata geçirmelerine yönelik olmalıdır.

Perşembe, 30 Kasım 1995

Yorum Gönder