• Beton Makinaları, Boş İşçiler ve İşsizler!

    İşgüçünün nadir ve dolayısıyla da pahalı olduğu ya da işgücü niteliğinin yüksekliği nedeniyle niteliksiz işgücünün bulunmadığı ülkelerde bu sorun otomatik makinelerle aşılmaktadır.

    Ülkemizde durum ise daha farklıdır. Özellikle belediyelerimizde, bütçelerinin %70-80’ini harcayan ve büyük çoğunluğu da düşük nitelikli olan işçilerimiz varken, inanılmaz bir makineleşme de sürüp gitmektedir.

    Bu yüzden de, makinelerin yanında eli cebinde duran boş insanlara rastlamak genel bir durum haline gelmiştir.

    Benzer durum özel sektörde de vardır.

    Örneğin artık hemen her yerde, binalara beton dökülürken hortumunu uzatmış beton döken makinalara rastlıyoruz. Rastlamak bir yana, elle beton karıp döken işçiler artık istisnadır.

    Şöyle bir hesap yapalım:

    Bir beton pompası makinesinin değeri 3 milyar TL, bu yatırımın aylık faizi ise 300 milyon TL cıvarındadır.

    Bu ise, aylığı bürüt 3 milyon TL olan 100 işçi demektir.

    Demek ki bu başabaş noktasına ulaşıncaya kadar işçi çalıştırmak makine kullanmaktan daha ekonomiktir. Ayrıca da makine kullanımı esnekliği olmayan bir yöntemdir. Yani işin azalması halinde makinenin elden çıkarılması mümkün (en azından pratik) değildir.

    Şimdi işin can alıcı sorusuna gelelim:

    Peki bu basit hesabı iş adamlarımız yapmıyorlar da onun için mi ekonomik olmayan bir yola sapıyorlar?

    Cevap basittir: Hayır herkes hesabını iyi biliyor. Ama işçi çalıştırmanın sorunları nedeniyle bu pahalı yolu seçiyorlar.

    Belediye’lerdeki durum ise daha değişiktir. Onlar, siyasi yandaş (görünen) kişilere belediye kadrolarını peşkeş çektikleri için hem makine hem işçi kullanırlar.

    Bu basit gözlemden çıkarılabilecek önemli sonuçlar vardır.

    İşsizlikle mücadele en güç sorunlardan birisi, herhangi geçerli bir bilgi-beceriye sahip olmayan işsizlerin ne yapılacağıdır.

    Bu bakımdan, düşük nitelikli işgücüne ihtiyaç gösteren işler bir altın değerindedir.

    Bu değerli imkanı kullanmayıp, niteliksiz insanları kenarda tutup yüksek maliyetli araç-gereç kullanmak bir trajedidir.

    İşçi haklarını savunmak durumunda olan kurumların, bu acı gerçeğe dikkat etmeleri ve tutumlarını buna göre ayarlamaları gerekir. İşçi çalıştırmayı güçleştiren bu tutum, herşeyden önce işi olanlara yönelmiş en ciddi tehdittir..

  • CAHİL IMF !

    Uluslararası finans kuruluşlarının güven ölçütü haline gelmiş olan IMF’nin bir yetkilisi, son ekonomik kriz’in başlıca nedeni olarak, “Türkiye’nin üretim ve tüketim arasındaki dengeyi kuramadığını” ileri sürüyor. Devletimizin yetkilileri ise üretim sorunumuzun olmadığını, sorunun, parasal olduğunu söylüyor.

    IMF’nin bu görüşü doğrusu bizim için oldukça gariptir. Birincisi, ekonomik krizin “nedeni” ne demektir? Ekonomik krizin nedeni mi olurmuş? Kriz var olduğu için vardır. Sebep-sonuç ilişkisi aramak bizim “düşünce stilimiz”e uygun değildir. Biz nedenlerle zaman kaybedemeyiz, bizim çözümlere ihtiyacımız vardır.

    İkincisi, kriz nedeninin “üretim-tüketim dengesi” ni kuramayışımız safsatasıdır. Krizin, “nedeni” olmaz ama, olsa bile o üretimle ilgili değildir, parasaldır. Kanıtı da ortadadır. İşte otomobil üretiyoruz, işte sağlık hizmeti, sosyal güvenlik hizmeti vs üretiyoruz. Evet bunların hiçbirinin rekabet gücü yoktur, bunlar devlet desteği ile “mal ve hizmet üretimciliği oyunu” dur, bunlar doğrudur ama olsun yine de üretiyoruz! Ayrıca devletimizin yetkilileri de böyle söylüyor. Bu savların safsata olduğunun bir diğer kesin kanıtı da toplumumuzun hemen hiç bir kesiminin, krizin nedeni (ki nedeni olmaz) olarak “rekabet gücü yüksek üretim” olmayışını göstermeyişidir.

    Eğer böyle bir sorunumuz olsaydı, bu kadar kişi ve kuruluş gerçek sorunla uğraşmayı bırakıp, bugün konuştuğumuz fevkalade önemli konuları konuşur muydu?

    İşte bütün bu kanıtlardan görülmektedir ki IMF ve benzeri kurumlar, daha da doğrusu nedenselliğe dayalı akılcı düşünce üreten kişi ve kuruluşlar cahildir. Bu böyle biline!

  • BEYİN GÖÇÜNÜ TERSİNE ÇEVİRMEK!

    “Yurt dışında bulunan ve kendi alanında başarılı olmuş insanlarımızı yurda getirmek ve bu yolla ülkemizde bir gelişme sıçraması yaratmak” düşüncesi, sık sık dile getirilen bir öneridir.

    İlk bakışta gerçekten de heyecan verici bu düşünce, diğer yandan bazı gerçekleri açığa çıkarması nedeniyle çok yararlıdır. Şöyle ki;

    Halen yurt dışında bulunan ve bulundukları yerlerde temayüz etmiş bulunan `beyin’ler, kısmen sahip oldukları nitelikler, ama büyük ölçüde de içinde bulundukları ortamlar nedeniyle birer `beyin’ durumundadırlar.

    `Ortam’ faktörünün dikkate alınmayıp marifetin o insanlarda olduğunun sanılması, nitelikli insanlardan nasıl yararlanılabileceği konusunda yanlış modellere sahip olunduğunun ya da bu konuda fazla düşünülmemiş olmanın bir işaretidir.

    Nitekim, yurt dışında sürekli olarak başarılı çalışmalar yapmakta (daha doğrusu o çalışmaların birer parçası olabilmekte) iken herhangi bir nedenle geri dönen insanlarımızın -çoğunun-, umulduğu gibi sıçrama yaratamayışları, aksine, yurt dışına göçmemiş olarlardan daha düşük performans gösterebildiği nadir değildir.

    “Tersine beyin göçü” düşüncesinin açığa çıkardığı bir diğer gerçek, `kalkınma’ denilen sürecin yeterince anlaşılmamış olduğudur. `Kalkınma’, bir kısım insanın olduğu yerde oturup, bazı kurtarıcıların ya da “beyin”lerin gelip onları `onlara rağmen’ kalkındırması süreci değildir.

    Peki, yurt dışında yaşayan ve yüksek performans göstermekte bulunan insanlarımızdan yararlanmak mümkün değil midir? Mümkündür ve hatta bu zorunludur. Ama bunun için `yapılmaması’ ve `yapılması’ gerekenler vardır.

    Yapılmaması gerekenlerin başında, bu insanlarımızın, başarılı oldukları ortamlardan koparılmaması gelmektedir. Yani “tersine beyin göçü” düşüncesinden vazgeçilmelidir. Onlar, ancak oralarda olduğu sürece bulundukları ortamların değerlerini Türkiye’ye aktarabilirler.

    Ancak, bu `aktarma’ kendiliğinden olamaz. `Networking’ (ağ oluşturma) yöntemi, bu aktarma için kullanılabilecek mükemmel bir metodtur. Buna göre, nesneleri fiziksel olarak biraraya getirmeye dayalı geleneksel kurumlaşmalar (dernekler, vakıflar, kurullar gibi) yerine, nesneleri yerlerinde muhafaza edip aralarında iletişim kanalları oluşturulur.

    Yurt dışında, Dünya’nın önemli bilim, sanat ve ticaret odaklarında yaşamakta bulunan insanlarımız arasında oluşturulabilecek bir “ağ sistemi”, bu değerli insanlarımızın o odaklardan sağlayabilecekleri bilgi ve imkanları Türkiye’ye ulaştırabilirler.

    Bunun gerçekleştirilmesi çok kolay değildir. Ancak bunun aksi, yani bütün bu insanlarımızı o verimli ortamlardan koparıp yurda getirmek hem daha güçtür ve üstelik de yararsız ve de zararlıdır.

    Bunun gerçekleşebilmesi ise, Türkiye’de yaşayanların, sorunlarını `bilgi dışı’ yollarla değil `bilgi’ ile çözmeye çalışmaları ve böylece bilgiye ihtiyaç duymalarına bağlıdır.

    5 Haziran 2000

  • VİZYON VE PATAVATSIZLIK!

    Son yılların dilimize kazandırdığı sözcüklerden birisi olan “vizyon”u, çeşitli kullanımlar içinde hergün duyuyoruz.

    “Vizyonu olan adam”, “hayır yaramaz, vizyonu yok”, gibi yargılar, kişileri onduruyor ya da öldürüyor.

    Kişilerin vizyonlarının nasıl ölçüldüğüne bilmem dikkat ettiniz mi? Ben ettim. Bazıları, olayların gelişimini iyi izliyor, üzerine sağduyu, yaratıcılık gibi niteliklerini katınca, gelecekte neler olabileceğini oldukça net görebiliyor. Bu, vizyonun iyisi.

    Bir de ikinci tür vizyon var. O da habis vizyon. “Bu gidişe göre Amerika ile Çin birleşir, Rusya’da Afrika’ya yerleşince Türkiye Cezayir ve İsyanya’yla tek pazar olur.” gibi . Bu gibi bir hastalığın olası bir nedeni, doğal olarak -az da olsa- her insanda bulunan bilimsel şüphecilikten hiç nasibini almamış olmaktır. Bu tür insanlar, mahalle kahveleri için mutlaka zaruridir. Bir kahvede, bir lojik uzmanı kadar çekilmez başka ne olabilir ki?

    Ama bu tür vizyon sahipleri bazen toplumun önde gelen kesimleri içinde yer alabilir. İşte o zaman doğacak sonuçlardan allah saklasın.

    Bu hastalığın ilacı var mıdır bilemem, ama koruyucu bir önlem olarak biraz şüphe ile bir tutam yutkunmayı karıştırıp her yemekten önce bir kaşık alınmasını öneririm.

  • YANLIŞ SORULAR!

    Özel TV’lerde liderlerin “bir kısmı” arasında yapılan açık oturumları yöneten “moderatör”ler, aralarında sözleşmişcesine liderlere benzer sorular yönelttiler: “Enflasyonu nasıl düşüreceksiniz?”, “Kürt sorununu nasıl çözeceksiniz?”, “işsizliği nasıl önleyeceksiniz?” vs.

    Liderler de dilleri döndükçe bunları yanıtlamaya çalıştılar. Aslında liderlere sorulması gereken soru şuydu:

    “Ülkemizde yıllardır çözülemeyen enflasyon, terör, işsizlik gibi sorunlara nasıl yaklaşılması gerektiği, bu sorunları yaşamış başka toplumların da bilimin de malumudur.

    Malum olan bu sorunların sizlerce bir türlü çözülemeyişi ise:

    • popülizm uğruna doğruları söyle(ye)memek ve de yapmamak,
    • belirli baskı gruplarının baskısına direnememek,
    • yakınlarınızın, sahip olduğunuz gücü siz adına kullanmasını engelle(ye)memek,
    • etrafınızda toplanan ve kendine parti kadrosu yakıştırması yapanları aşıp, esas kadronuz olan tüm toplum içinden liyakatli insanlara ulaş(a)mamak
    • sorunların görüntüleriyle boğuşmaktan bir türlü kaynaklarına erişmeyi becerememek gibi yetersizliklerinizin sebepleri nelerdir? Bu yetersizliklerinizi kabul ediyor musunuz? Bu yeni dönemde bu yetersizlikleri nasıl aşmayı planlıyorsunuz? Bunları halkımıza açıklamak ister misiniz?

    Bu sorular sorulmadıkça, tartışma adına yapılacak olan, lider koltuklarında oturan kişilerin birbirlerine daha ağır hakaret etmeye çabalamalarından başka birşey değildir.

      1. Eğer bu sorular sorulabilseydi iki önemli nokta ortaya çıkacaktı:

    Bazı liderler, sorunların “görüntü”lerine takılıp kalmış, sorunları anlamamışlardır.

      1. Sorunları anlamış olanlar ise, “doğruları söyler ve yaparsak halk bize oy vermez” açmazından korkmaktadırlar.

    Ortaya çıkan bu sonuçlardan birincisi son derece yararlıdır. Sözlerine kulak verilerek vakit kaybedilmemesi gereken liderler hemen belli olacaktır. “Enflasyon, para arzını kısmakla”, “işsizlik, büyümekle”, “terör, kanun çıkarmakla” çözülür biçiminde teşhis sahipleriyle vakit harcanmamalıdır.

    İkinci sonuç ise daha da önemlidir. Bu sorun ise liderler arasında bir “rekabet öncesi işbirliği” ile aşılabilir. Bu sorun yalnız bir liderin değil hepsinin ortak sorunudur. O halde hepsinin uzlaşısıyla aşılabilir. Aralarında birisinin dahi, popülizm uğruna belirli konularda yanıltıcı beyanda bulunmaması üzerinde sözleşmelidirler. Örneğin;

    • “Türkiye üretken değildir. Üretken olmadıkça hiçbir sorun çözülemez. Bunun dışındakiler aldatmadır”.
    • “Demokrasi, vatandaşın katılımını isteyen güç bir rejimdir. Demokrasi, işlerin bir avuç atanmış ve seçilmiş insana ihalesi değildir”.
    • “İnsanlarımızın ortalama niteliği düşüktür. Bu nitelikle çoğulcu demokrasi yürütülemez”.

    Bu gibi “acı gerçekler” konusunda halka yalan söylememeyi sağlamış bir TV açık oturumu ne kadar yararlı olurdu!

    Ayrıca da, hiç konuşulmayan ortak yetersizliklerin içtenlikle yanıtlanması, halkın bu işlerde ne denli pay sahibi olduğunu, bu sorumluluğunun ne kadarını yapıp ne kadarını üzerinden attığını (ya da öyle zannettiğini) ortaya çıkaracaktır.

    Artık bu ömür törpüsü tartışmaları dinlemeyelim. Dinletmekte ısrar edenleri ise TV’mizi kapatıp gazete almayarak cezalandıralım.

    Pazar, 17 Aralık 1995

  • YENİ ARAYIŞLARI “ESKİ” İLE DE SON BULABİLİR!

    Son yıllarda giderek yoğunlaşan biçimde bir değişim özlemi filizlenmeye başladı. Bu, ne denli hızlı ve sağlıklı büyürse yeni bir Türkiye özlemi de o denli hızlı gerçekleşecektir. Değişim özlemlerinin “sağlıklı” gelişmesiyle kastedilen şudur: en kolay değişim imaj değişimidir. Bunu meslek edinmiş kişi ve kuruluşlar, şeylerin içine hiç dokunmadan dışını değiştirerek “miş gibi” hale getirebilmektedirler.

    Değişim hareketlerinin ilk adımı, değiştirilecek şeyin iyi anlaşılması olmalıdır. Toplumumuzun büyük çoğunluğu, siyasetteki kirlenmeden yakınmaktadır. Üzerinde bu denli uzlaşı bulunan bir sorunun, kök sorun mu, yoksa görüntü sorun mu -yabancıların deyimiyle hayalet sorun mu- olduğuna dikkat edilmelidir. Siyasette kirlenme deyimi , toplum kurumlarının temiz olduğunu, siyasetteki özel nedenler dolayısıyla yerel bir kirlilik olduğunu, bunun da iyi cins bir deterjanla temizlenebileceğini ima etmektedir.

    Birkaç yıl evvel Diyarbakır Belediye’since ekmek dağıtımı sırasında meydana gelen izdiham, yabancı yayın organlarında dahi gösterilmiş, insanların nasıl aç olduklarına örnek olarak verilmişti.

    Bu defa geçen hafta içinde, ülkenin tam aksi tarafında, Denizli’de bir havlu fabrikası onuncu yılını kutlamak için ucuz havlu dağıtmaya kalkınca, Diyarbakır’dakinden beter bir kargaşa doğdu.

    Bu iki olayı karşılaştıranlar, olayın içinde bir yaygın açgözlülük olup olmadığını ve buradan giderek de siyasetteki kirlenmenin yerel mi yoksa genel mi olduğunu değerlendirebilirler.

    Aranan temizleyici “yeni” bir kişidir. Bir sistem, bir yaklaşım, bir değer , bir alışkanlık değil de bir “kişi” aranmasının nedeni, her şey eskisi gibi kalmakla birlikte, sonuçların yani görüntülerin -imaj- değişmesinin istenmesidir. Bu imajı değiştirmenin en kolay yolu da -saç boyamaktan sonra-, genç birilerinin ortaya atılmasıdır. İşin sırrının “bilgi+deneyim + dinamizm” olduğunun farkındaki gençlerin dışında kalan epey kalabalık bir genç nüfus da bu işe son derece teşnedir.

    Aranılan ve herkesin ağzındaki ortak terim olan “yeni”nin ne olduğu üzerinde biraz düşünülmelidir. Yeni nedir ya da kimdir? Hiç kimseden bir şey istemeden değişim olur mu? Yeniden yapılanma denilen jikleti saydam hale getirebilmek için hangi sorulara yanıt vermek gerekir?

  • Ajanın mektubu!

    Aziz dostum John,

    İstihbarat göreviyle Türkiye’ye geleli neredeyse bir yıl oluyor. Sana bu süre içinde yazamayışımın nedeni, Türkiye’yi ve Türkler’i tanımak ve de Türkçe’mi ilerletmek için oldukça yoğun çalışmak zorunluğumdu. Neyse artık daha rahatım, kendime ayırabilecek daha çok zamanım olacak.

    Sevgili John, sanırım ki en çok merak ettiğin nokta, Türkiye hakkındaki gözlemlerimdir. Sana bunu kısaca özetleyeceğim, lütfen sen de bunları bizim merkeze iletiver.

    Öncelikle kaydetmeliyim ki, bizimkiler buraları karıştırmak için ayırdıkları bütçeyi başka ülkelere kaydırabilirler. Çünkü burayı karıştırmak için para harcamaya, özel kurgular filan üretmeye ihtiyaç yok.

    Bilirsin bu güne kadar gezmediğim, karıştırmadığım ülke kalmadı. Hiçbirisinde bu kadar iyi niyetli, fakat o denli de kolay dolduruşa gelen bir toplum görmedim.

    Geçenlerde ne olduğu pek belli olmayan bir adam ortaya çıktı. Hatta ben biraz da alındım. Bizimkiler bana güvenmeyip bir kişi daha mı yolladılar diye.. Sonra öğrendim ki bizden değilmiş.

    Bu adam, modern Türkiye’nin kurucusu M. Kemal için abuk subuk bazı laflar söyledi. Bütün Türkiye işini gücünü bırakıp bununla uğraşmaya başladı.

    Sana bu işin daha da ilginç yanını söyleyeyim: Burada “aydın” tanımı bizdekinden çok farklı. Anlamı üzerinde uzlaşmadıkları bir takım lafları peşpeşe dizip çok bilmiş görüntüsü veren herkese aydın diyorlar.

    İşte o aydınlar, hemen harekete geçip olayı kınadılar ve sonra hepsi, görevini yapmış olmanın huzuruyla M. Kemal’in yerleştirmek için çok uğraş verdiği, “bilimin yani akılcılığın yol göstericiliğinde yaşamak” ilkesine taban tabana zıt yaşamlarına döndüler. Çoğu kimse, bu denli tepki gösterdikleri fanatik akımların, bu akıldışılık ortamının bir yan ürünü olduğunun, yani esas sorunlarının bu aydın dedikleri insanların kurdukları sistemin ana ögesinin akıldışılık olduğunun farkında değil. İnanması güç ama buranın aydınları bir alem!

    Neyse çok vaktini aldım. Dediklerimi patrona ilet. Bana güvenmeye devam etsinler. Ben tatil yapıyorum. Bunlar kendi kendilerini bitirecekler. Öptüm.

    6 Mart 1994

  • AMERİKAN POLİS DİZİLERİ

    Televizyon kanallarının çoğalması, bazı istatistiksel değerlendirmeler yapmamazı da kolaylaştırdı. Uzun yayın sürelerini en kolay doldurma yolu olarak çoğu bir işe yaramaz filmler göstermeyi seçen kanallar çoğunlukta. Dikkat edilirse Amerikan polis dizileri, bu filmler içinde birinci sırayı alıyor.

    Bilmem hiç düşündünüz mü, acaba niçin bu filmler bu kadar yaygındır?

    İnsanların şiddete olan düşkünlükleri, polisiye filmlerde konu bulma kolaylığı, maliyetlerinin ucuzluğu gibi faktörler acaba ana nedenler midir? Bunların etkisi olabilir ama temel neden bu olamaz, çünkü daha ucuz konular bulmak mümkündür.

    Bu filmlerin yaygınlığının ana nedeni, -bütün serbestliğine rağmen- ABD idarelerinin bu yolla toplumlarına vermek istedikleri mesajlarla ilgilidir. Bu mesajlar; “yasalardan kaçılmaz”, “siz ne denli uyanık olursanız olun polis sizden daha uyanıktır” gibi kamu düzeninin kurulup korunmasına yardımcı olan mesajlardır.

    Serbest piyasa ekonomisi ve ifade özgürlüğü ortamına rağmen bu ve benzer mesajları işleyen yayınların bir biçimde teşvik edilip desteklendiği de şüphesizdir.

    Amerikan polis örgütlerinin, filmlerde gösterildiği kadar becerikli olmadığı kuşkusuzdur. Ama bu filmler yoluyla insanlarda oluşturulan imaj, o güvenlik görevlilerinin neredeyse insanüstü yetenek, cesaret ve erdem sahibi olduklarıdır.

    Bu açıdan bakıldığında hem toplumda polise güven yaratmak ve hem de poliste özgüven yaratmak için son derece faydalı işlevleri yerine getirdiği de muhakkaktır.

    Bundan alınacak dersler vardır. Türk polisini konu alan yerli filmlerde ise polis genellikle komik, disiplinsiz, pek becerikli olmayan, kırtasiyecilikten başka işi olmayan ve herşey olup bittikten sonra yetişen ya da tam aksine inandırıcılıktan uzak (süperman)lar olarak gösterilir.

    İnsanlarımızın polise güvenleri yalnız filmler yoluyla sağlanamaz ama filmlerin etkisi de inkar edilmemelidir.

    Yeşilçam’cılara ve polis örgütümüze duyurulur.

  • ARŞİMED VE GÖTÜRÜ VERGİ

    “Bana bir dayanak gösterin Dünya’yı yerinden oynatayım”.

    2250 yıl önce bu sözü söyleyen Arşimed’in niyeti, sonradan kendi adıyla anılacak prensibi vurgulamaktı.

    Arşimed’in zamanında vergi nasıl toplanırdı, kaç çeşit vergi vardı bunları bilemem ama götürü vergi türü için de şöyle bir söz söylemesi pek uygun olurdu; “bana biraz götürü vergi imkanı tanıyın, bütün vergi sisteminizi berbat edeyim!”…

    Vergi yasalarında değişiklik yapmayı öngören tasarıların “vergi reformu” olarak adlandırılması nasıl bir gelenek haline gelmişse, adına götürü vergi denilen ve vergi sistemlerinin bütününü işlemez kılan, ayrıca da siyasal baskılarla giderek genişleme eğiliminde olan acayipliği -öyle veya böyle- genişletmeside gelenek olmuştur.

    Bir kısım insanı rüşvet karşılığında vergi sistemi dışında bırakmak demek olan götürü vergi, bazı kesimleri gereğinden fazla vergilendirerek, bazı-ve çok daha kalabalık-kesimleri de gereğinden az vergilendirerek iki yönlü bir haksızlık mekanizması olarak işler.

    Daha da önemlisi, bir vergi reformunun asıl hedef kitlesi olması gereken “vergi vermeyen kesim” için aranıp da bulunamayacak bir naylon fatura kaynağı yine bu götürü vergidir.

    Siyasetin, popülist yağcılık olarak da anlaşıldığı ülkemizde, götürü vergi acayipliğinin en esaslı gerekçesi, “üç kuruş kazancı olan küçük esnaf ve köylüyü kırtasiyeye boğmamak” ve “bu tür işleri beceremeyecek kesimleri zora sokmamak”tır.

    İnsanları zora sokmamak, kırtasiyeye boğmamak yalnız küçük esnaf ve köylü için değil istisnasız herkes için doğrudur. Bunu sağlamanın yolu ise bir kısım insanı sistem dışında bırakmak değil, basit ve iyi işleyen bir belge düzeni kurmaktır.

    1986 yılında Türkiye’ye davet edilen Prof. Lev Landa adında bir rus kökenli ABD’li bilim adamı, kendi geliştirdiği ve Landamatic adını verdiği algoritmik bir yaklaşımla çeşitli ülkelerin belge düzenlerini yeniden kurmuştur.

    Prof. Landa’nın Hollanda Hükümeti adına yaptığı bir çalışma sırasında Hollanda’lı vergi mükelleflerinin %80’inin vergi beyannamelerinden birşey anlamadığı ortaya çıkmıştır. Bu oran herhalde ülkemizde de aynıdır.

    Sistem Kurma Becerisi olağanüstü düşük olan toplumumuzda vergi reformu adına ilk yapılması gereken, vergi idaremize bu becerinin kazandırılmasıdır. Günümüzün teknolojisi, bu tür sistemlerin kurulmasını kolaylaştırmıştır.

    Trafik kazalarında ençok hasar gören şoförleri, sırf şoförler sıkılmasın diye emniyet kemeri uygulamasının dışında bırakan zihniyet, günlük kazancı götürü vergisinin çok dışına taşabilen ticari taksileri de aynı gerekçeyle gelir kaydedici cihaz kullanımının dışında bırakmıştır.

    “Biz cahiliz, bizi sistem dışında tutun” uyanıklığına pirim veren popülist yağcılığı aşmak ve en küçük gelir ve gideri dahi belgelemek zorundayız.

    Şu unutulmamalıdır; belgesiz kazanç ve harcama, her türlü ahlak ve yasadışı işlerin yakıtıdır.

  • “Asıl Olay”

    Müteşebbisler Klübü’nün Kasım Bülteni GİRİŞİM’de, kamu alımlarıyla ilgili, “başınıza gelenleri yazın” çağrısına uyarak yazılan bir “vaka” yayımlandı. Değerli kardeşimiz Vedat Baydede’nin başına gelen olayın özeti şudur:

    Dikiş makinasi alımı için ihaleye çıkan, ama alımı nereden yapacağına peşinen karar vermiş bir kamu kuruluşu, istediği sonuca ulaşıp niyetlendiği firmaya ihale veremeyince ihaleyi iptal edip tekrarlıyor ve sonunda özlediği marka makineye kavuşuyor !

    Sayın Baydede bu olaydan şu sonuca varıyor;

    “Şeffaf olalım deniyor. Bu olayda kapalı bir yan yok ki. “Asıl Olay” karar verme yeteneğini, yetkisini gereği şekilde kullanabilme olgusu. Geresi boş !”

    Toplumumuzda, sorun çözmede çok kullanılan yöntem, herkesin kendince doğru olan bir “esas mesele” saptayıp, onun dışındaki “neden”lere sırtını dönmesi, onları boş olarak değerlendirmesidir.

    Hal böyle olunca, kişi sayısı kadar “esas mesele” oluşmakta, ama hiçbir “esas mesele” çevresinde de uzlaşılamamaktadır.

    Yukarıda özetlenen Kamu Alımı vakasında net olarak

    görünen şudur;

    1. “Ne”lerin alınacağını tanımlayan, “kimden” alınacağını belirtmeyen bir şartname yerine bunun aksi yapılmıştır,

    2. Haksızlığa uğrayan girişimcinin, bu durumu şikayet edebileceği bir “Kamu Alımları Şikayet Merkezi” (ombudsman) bulunmamaktadır,

    3. İhaleyi kaybeden Firma(lar)a, niçin kaybettikleri, ilgili şartname maddelerine rücu edilerek ve yazılı olarak açıklanmamıştır.

    Bu 3 nokta, Müteşebbisler Klübü tarafından hazırlanan Kamu Alımlarının Ekonomik Etkilerinin İyileştirilmesi adlı raporun 2.11, 1.2 ve 2.4 bölümlerinde dile getirilmiş ve bu rapora dayalı olarak TBMM’ne sunulan aynı adlı bir Yasa Teklifinde de 3 madde olarak yer almıştır.

    Şu çok açıktır ki;

    • “nasıl” yerine “ne” alınacağını tarifleyeni şartname hazırlama zorunluğu olsa,

    • haksızlığa uğrayan girişimcinin, bu durumunu anlatabileceği bir şikayet makamı bulunsa ve

    • Kaybeden firmaya, net ve yazılı bir biçimde kaybetme nedenini açıklama zorunluğu bulunsa,

    yani bunlar birer yasa hükmü ile düzenlenmiş olsa, bu vaka ya hiç olmayacak ya da en azından bu denli “kör kör parmağım gözüne” olmayacaktı.

    Bu nedenle “esas” mesele olarak sunulan “karar verme yetkisini gereği gibi kullanmama” olgusu sorunun nedeni değil, yalnızca sonuçlarından birisidir.

    Geliniz, lütfen, “esas mesele” arayışlarından vazgeçelim ve sorunlara hangi nedenlerin yol açtığını, kızmadan, ilk aklımıza gelen “buğulu sebebler” e kaynak neden olarak sarılmadan düşünüp, önlemleri öylece geliştirelim.

    Salı, 27 Aralık 1994