-
May 25 2012 EKONOMİDE TEMİZLİK!
Zaman zaman ortaya çıkan yolsuzluk olaylarından sonra toplumumuzun çeşitli kesimleri “temiz toplum” istemlerini dile getirir, birkaç kişi ortaya çıkarılıp cezalandırılınca da unutur ve yeni yolsuzluğa kadar temiz toplum rafa kaldırılır.
Bunun nedeni halkımızın gelgeç gönüllü olması değil, bu tür yolsuzlukları analiz etmesi gereken politikacı, bürokrat ve bilim adamlarının, yolsuzlukların magazin yanıyla uğraşmayı yeğlemeleri ya da bu analizi yapmadıkları veya yapamadıklarıdır. “Yolsuzluk” genel adı verilen olgulara yol açan nedenler iyi anlaşılmadığı ve onların üzerine niçin gidilemediği irdelenmediği sürece bunların önlenmesine imkan yoktur.
Bu tür bir kapsamlı analiz, kuşkusuz bir tanımla başlamalıdır. “Yolsuzluk” nedir? Neler yolsuzluktur, yolsuzlukları belirli spesifikasyonlara sahip, az sayıda “kara insanlar” mı yapar yoksa “beyaz insanlar” da yolsuzluk yaparlar mı? Bunların sayısı ne kadardır?
“Yolsuzluk”, en genel kapsamıyla, bir toplumun erdem değerlerine göre genel kabul görmüş yolların dışındaki yollarla çıkar sağlamaktır denilebilir.
Bu tanımın yanısıra bir ilkenin de benimsenmesine gerek vardır. O da, yolsuzluklar arasında yapılabilecek küçük, büyük gibi ayrımların yapay olduğu, “büyük” denilebilecek yolsuzlukların ancak “küçük” yolsuzluklardan oluşan bir temel üzerinde ayakta durabileceğidir. “Küçük” ve “büyük” olarak nitelenebilecek yolsuzluklar arasında bir sınır çekilmeye kalkışıldığında, sınırın hemen iki tarafındaki olaylardan birinin yolsuzluklar diğerinin ise erdem küme’sine girmesi, kabul edilebilir bir haksızlık değildir. Toplumun, yolsuzlukları küçük, büyük, masum, iblisçe ve bu gibi sınıflara ayırmasının bir nedeni gündelik yaşamı kolaylaştırmak, bir diğeri ise kendi davranışlarını sürekli olarak erdem domeninde tutmak için gösterdiği özel çabanın sonucudur. Zaten dikkat edilirse, bu tanımlanan “küçük” ve “büyük”, herkes için aynı olmayıp, herkesin küçük ve büyüğü kendi bireysel “gereksinimlerine göre” (!) ve de sürekli olarak ayarlanmaktadır.
İşte sorun bu noktada başlamaktadır. “Temiz toplum”u istediğinden, içtenliğinden zerre kadar dahi şüphe bulunmayan insanlarımızın büyük bir bölümü -yukarıdaki tanım ve ilke uyarınca- gırtlağına kadar küçük ya da büyük yolsuzlukların içine batmış, daha doğrusu yaşamı yolsuzluklara göre evrime uğramıştır.
Bu can sıkıcı olguya karşı ileri sürülebilecek olan bir savunma, kişinin kendince “küçük” olarak nitelediği yolsuzlukların hemen herkes tarafından yapıldığı ve yine herkes tarafından yapılmazsa söz konusu kişi tarafından da yapılmayacağıdır. Bu, insanların kendi kendilerine geliştirdikleri düşük dozlu bir uyuşturucu olup gerçekle ilgisi yoktur. Herkesin birden hiçbir yolsuzluk yapmaması halinde yolsuzluktan vazgeçeceği vaadi, ya ahmakça ya da sinsice bir düşünce biçimidir. Demek ki bir kişi dahi yolsuzluk yapsa onu örnek olarak gösterip daha büyüklerini yapma iznini kendine verebilmek mümkün olacaktır.
Evet, bu resim ürkütücüdür ve can sıkıcıdır. Dışımızda aradığımız yolsuzlukların ta içimizde bulunduğu, kolay yenilip yutulur bir lokma değildir.
Atandığı görev yerini değiştirmek için aracı kullanan, bu aracılığı kabul eden, bu tür ayrıcalıklar yapıldığını bilip de kulağının üzerine yatanlardan, bir kuyrukta sırasına rıza göstermeyip bir biçimde öne geçenlere; başkaları ter döküp ders çalışırken, kolay yoldan kopya çekip bilgi hırsızlığı yapan öğrencilerden, yapamayacaklarını vaad edip güven ya da oy hırsızlığı yapan politikacılara; eksik tartı yapan esnafı, aracını kurallara aykırı süren şoförü, üzerine yazdığı bileşiminde ilaç yapmayan, ürettiği otomobilin çarpışma testlerini yapmayıp insanları ölüme mahkum eden ya da atıklarını doğaya boşaltan sanayicisi, bankasını soyan yöneticisi ve bu gibi irili ufaklı binlerce yolsuzluk sorumlusu olan bizler eğer gerçekten temiz toplum istiyorsak, yukarıdaki tanımı ve ilkeyi içimize sindirmek ve sonra da sessiz sedasız gereklerini yapmak zorundayız.
Pekiyi bu gerekler nelerdir? Bu gereklerden önce, saptanabilecek gereklerin önündeki bir büyük engelin aşılması gerekmektedir. Bu engel, bir toplumsal hastalık durumuna gelmiş bulunan, “sorunların nedenlerini aramadan doğrudan çözüm üretmeye çalışmak”tır.
Toplumumuzda “sürekli çözüm üreten kişi”, “ülke sorunlarına çözümler üreten parti”, “laf değil çözüm üretimi” gibi sözler, kişileri ve kurumları yüceltmek amacıyla kullanılıyor.
Ama, bu sözlere karşı yöneltilebilecek şöyle bir eleştiri, bu “çözüm üretme” işinin nasıl bir toplumsal hastalık olabileceğini (ve çoğunlukla da olduğunu) ortaya koyuyor: Bir sorunun nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik olmayan ve “herhalde iyi gelir” ön yargısıyla önerilen çözümler, bir hekimin, yüz hastasına iyi gelen bir ilacı, hastalığının teşhisi konulmadan kullanıp ölen yüzbirinci hastasının durumuna benzer.
Ekonomik ve sosyal konulardaki irili ufaklı sorunlarımızı ve bunlar için sürekli olarak “çözümler” üreten insanlarımızı düşününüz.
Herhalde, sorunları için bu denli çeşitli ve çok çözüm üreten, ama sorunlarını çözmede de bu denli başarısız bir toplum olmamızın bazı nedenleri olmalıdır.
Sokakta kendisine mikrofon uzatılıp filanca sorunumuz hakkında düşünceleri sorulan ev kadını, ayaküstü sorulan soruyu ayaküstü cevaplayan politikacı, çağrıldığı panelde yüzüncü defa aynı lafları tekrarlayan öğretim üyesi ya da gençlik programında konuşan genç, hepsi, “çözüm” üretiyorlar.
Bu nasıl bir iştir ki, üzerinde konuştuğu soruna yol açan nedenleri bir kenara itip, doğrudan çözüm imal eden insanlarımız, acaba bir vahiy kanalıyla mı bu “çözüm”leri üretiyorlar?
Bir üniversitenin yayımladığı bir rapor elime geçti. Yaklaşık 200 sayfa. Adı da “Hava Kirliliğinin Nedenleri”.. İlk defa çözüm ile başlamayıp nedenleri irdeleyen bir kitap bulduğunuzu sanıyorsunuz. Ama raporun adıyla içeriğinin ilişkisi yok. “Neden” kavramının böylece anlam değiştirmesi ise bir başka felaket..
Gelişmiş ve gelişmemiş toplumları birbirinden ayıran birçok ölçüt bulunabilir. Bunların en güvenilirlerinden birisi de, gelişmiş toplumlarda sorunların nedenlerinin aranması, gelişmemişlerde ise bu sorunlara “kim”lerin yol açtığı ve “kim”lerin bu sorunlardan kurtaracağıdır. Toplumumuzun baba, bacı vs aramaya bu kadar meraklı oluşu, bu “kim” eğilimiyle açıklanabilir.
Bir kamu bankasının, bürokrat – iş adamı – politikacı – mafya işbirliğiyle soyulmuş olması, kamuoyunun gündemindedir.
Bu konuda ilk sorulması gereken soru, hangi mekanizmanın bu ve benzeri soygunlara yol açtığı, o nedenlere hangi nedenlerin sebep olduğu ve son aşamada da o nedenlerin “nasıl” ortadan kaldırılacağıdır.
Ama, sokaktaki adamdan idare mensuplarına kadar herkes “kim” sorusunun cevabı peşindedir. Rüşveti “kim” vermiş, “kim” almış, “kim” aracılık etmiş, “kim” vurmuş, “kim” azmettirmiş , kim, kim, kim…
Ulusal hastalığımız uyarınca hemen bir de çözüm bulunmuş, kamu bankalarının özelleştirilmesiyle bu tür soygunların biteceği belirlenmiştir.
Kamu bankacılığının tek başına değil ama çirkin siyaset anlayışımızla birleşerek soygunları özendirdiği doğrudur, ama tek neden bu değildir. Birkaç ay önce batan bankalar kamu bankası değildi ve onlar da , hem de bizzat sahipleri tarafından soyulmuştu. Demek ki bankanın kamu ya da özel kesime ait olması soygunu önlemeye yetmiyormuş.
Kamu pastasını küçültmenin yanısıra, kalabalık kamu kadrolarının seyreltilmesi, siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlaştırılması, daimi kamu görevlisi statüsü ihdası, kamu alımları yasası, ombudsman kurumu gibi gerekler de var.
Ancak, burada işaret edilmek istenen, kamu bankalarının soygunlara karşı nasıl korunacağı değil, nedenlere dayalı olmayan çözüm üretimlerinin nasıl yetersiz sonuçlara yol açacağıdır.
Geliniz, “ö n c e a n l a” şeklinde bir kampanya açalım. Aklına gelenleri çözüm diye önümüze koyanları dinlemeyelim ve de tepki gösterelim. Yapmamız gerekenlerin ilki budur.
Orta ve uzun vadeye yayılabilecek bu, “mekanizmayı tam anlama, nedenleri belirleme, her neden için ayrı çözüm(ler) geliştirme” yaklaşımına paralel olarak, gerek insanların sabırlarını takviye etmek gerekse bazı düzelmeler sağlamak üzere şu önlemler yararlı olacaktır:
-
“Temiz toplum”u arzu edenler arasında bir araştırma yapıldığında, hemen herkesin ayrı bir temizlik tanımı bulunduğu görülecektir. Kimi, çalmayana; kimi, çalıp da ortaya çıkarmayana; kimi, hem çalıp hem iş yapana temiz demekte, bir kısmı ise “benim dışımdakilerin temiz olması gerekir, ben yüksek ideallere sahibim, ne yapsam yeridir” şeklinde bir sava sahiptir.
Bu nedenle önce, “temiz toplum” ve “yolsuzluk”tan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir uzlaşıya ihtiyaç vardır.
Toplumumuzun yüzlerce sorununa kaynaklık eden az sayıdaki Kaynak Sorun’dan birisinin, “kavramların içlerinin boşluğu” olduğu dikkate alınırsa, bu tanım birliği işinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
-
“Temizlik” konusundaki bu tanımsal uzlaşmadan sonra derhal görülecektir ki, temiz toplum yandaşlarının sayıları zannedildiği kadar çok değildir. Ama bu yine de bu amaç doğrultusunda uğraşmayı gereksiz kılamaz.
-
Kısa vadede oldukça somut etkileri görülebilecek bir önlem, altında birçok anayasal ve yasal değişikliğin yer aldığı iki “şemsiye yasa”nın çıkarılmasıdır.
“Kamu Alımları Yasası”, “ombudsman”, “Gün Işığında Yönetim Yasası”, “delegesiz siyasi parti”, “siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlığı” gibi yasal düzenlemelerin bulunacağı bu şemsiye yasa’ların TBMM’nden kolayca ve yoğun bir kamuoyu baskısı olmaksızın çıkarılabilmesi hemen hemen imkansızdır.
İSKİ, İLKSAN, CİVAN gibi olaylar, yolsuzluklar konusundaki geleneksel sığ bakışların işe yaramadığını göstermesi açısından son derece yararlıdır. Hatta, henüz bilinmeyen ve dokunulması düşünülmeyen yolsuzlukların, -çeşitli pazarlık anlaşmazlıkları nedeniyle- ortaya çıkması, bu bilinçlenme açısından zorunludur denilebilir.
İşte ancak o durumda böyle bir yasa destek bulur ve de “yolsuzluklar ağı”nın önemi ve analizinin gereği anlaşılır.
Beyaz Nokta Örgütü, bu tür bir anayasa ve yasa teklifinin hazırlığı içindedir. Hatta bu şemsiye altında yer alan Kamu Alımları Yasası adlı bir teklif, 1993 Şubat’ından bu yana TBMM’nde beklemektedir. En kısa vadeli önlem olarak, yılda yaklaşık 100 trilyon TL’nin yolsuzlukları beslemesine neden olan kamu alımlarını, sivil ve askeri alımları ayırmaksızın ele alarak bir düzene sokmayı amaçlayan bu teklifin yasalaşması yönünde İstanbul Sanayi Odası’nın yapabileceği çok etkin katkılar bulunmaktadır.
Lütfen ne yolsuzlukların ne de diğer sorunların nasıl çözümleneceği ile uğraşmayalım. Bunların “niçin” ve “nasıl” olduklarını anlamaya çalışalım. Göreceğiz ki bu nedenler bütünü, aranılan çözümün kendisidir. Ama çok kısa vadede dahi gerçekleşebilecek önlemler için de işin yükünü yalnız temsilcilerimize bırakmayalım.
Pazar, 09 Ekim 1994
-
-
May 25 2012 FAL !
İstikrar paketinin başlıca iki bileşeninin, bazı temel mal ve hizmetlere yapılacak zamlar ve bir kısım KİT’lerin kapatılması olduğu bellidir.
Bu iki önlemin teker teker ne sonuçlar vereceğinin ayrıntılı olarak tahmini, ekonomik yönü yanında sosyal boyutları da bulunan bir konuda pek kolay değildir. Ama bu, bazı tahminlerin de yapılamayacağı demek de değildir.
Hoş, tahminlerin bir işe yaraması, onları kullanmak isteyebileceklerin varlığına bağlıysa da bu yine tahmincilerin morallerini bozmamalı, sanki kullanılacakmış gibi kafa çalıştırmaya devam etmelidirler.
Temel mal ve hizmetlere yapılacak zamların kesin sonucu, “Çığ Etkisi*” ve ona bağlı stagflasyon’dur.
Buna göre, herhangi bir nedenle zamlanan temel mal ve hizmet ürünlerinin fiyatlarındaki artışların dönerek tekrar başlangıçta zamlanan temel mal ve hizmetlere yansıması ve bu çevrimin bir spiral etki (Çığ Etkisi) yaratarak fiyatlar genel düzeyini başlangıçta umulmayan düzeylerde yükseltmesi beklenmelidir.
Ancak, yükselen fiyatlar ve aynı oranda yükselmeyebilecek ücretler karşısında alım güçleri düşecek toplumun bu Çığ Etkisi’ni bir miktar yumuşatıp zaman içine yayması ve çok keskin bir eğimle yükselmeyen bir zincirleme fiyat artışları sonunda çok şiddetli olmayan bir stagflasyon büyük bir olasılıkla beklenmelidir.
Bu tahmin, hiç olmazsa geçici bir süre tüm ücret ve fiyat artış oranlarının sınırlanmasına gidilmeyeceği, buna siyaseten cesaret edilemeyeceği varsayımına dayalıdır.
Diğer yandan bir kısım KİT’lerin kapatılmasına gelince: Zarar eden KİT’lerin herhangi bir önlem alınmadan (kurulacak Girişim Destekleme Şirketleri yoluyla alternatif istihdam yaratma, yaygın Beceri Kursları yoluyla işsiz kalacaklara yeni imkanların kapılarını açma vbg) kapatılması önerisi ve bunun bir cesaret olarak takdim edilerek karar alacakların dolduruşa getirilmesi, uzun süredir kamuoyuna sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Bu ise, işsiz yani gelirsiz kalan insanların sessiz sedasız bu durumu kabullenecekleri gibi gerçekdışı bir varsayıma dayanmaktadır.
Üretim denen olguyla hayatında hiç karşılaşmamış sözüm ona uzmanların, bilinçaltlarında yerleşik üretim korkularından kaynaklandığına hiç şüphe olmayan “Türkiye’nin sorunu üretimsizlik değil, parasaldır” safsatasının ne denli yanlış olduğu da bu münasebetle görülecekler arasındadır.
Sokaklara dökülecek işsizlerin gösterileri sonunda panikle atılacak geri adımlar, her zaman vurgulanan bir acı gerçeğin bir defa daha ilanı anlamına gelecektir. Bu gerçek; “Türkiye’de bağıran kazanır. Haklı da olsa haksız da olsa kazanır!” realitesidir.
Bunun olası sonucu, kapatılan bir kısım KİT’lerin tekrar açılması ve bu defa para basımı yoluyla stagflasyonun körüklenmesidir.
Bu resim mutlaka böyle mi sonuçlanır, başka türlü olmaz mı? A partisi B ile birleşse, C de destek verip vs vs olsa yine böyle mi olur?
Evet böyle olur, ta ki çokbilmiş insanlarımızın şamatası susar, gerçek rekabet gücü olan üretim’in ne olduğu anlaşılır ve ondan sonra da onun Dünyaca bilinen ama henüz Türkiye’mizde keşfedilmemiş (!) araçları devreye sokulana kadar bu resim aynen böyle olur. İnanmayan bekleyip görsün!
Cumartesi, 02 Nisan 1994
-
May 25 2012 DEVLETE DAYALI OLMAYAN ŞİKAYET SİSTEMLERİ
Toplumları rahatsız eden sorunların, o toplumların bünyelerinin, olası sorunlara karşı “hazırlıksız”lığından kaynaklandığı bir gerçektir.
Bu hazırlık yollarından birisi, toplumun çeşitli sorunlara karşı örgütlenmesi, ama bunu, Devlete Dayalı Olmayan (DDO) biçimde (NGO) yapabilmesidir.
Halen, ülkemizdeki sivil toplum kuruluşu statüsündeki kuruluşların bir çoğunun, devletin hareket serbestisini artırmak için kurulduğu göz önüne alınırsa, DDO biçiminde örgütlenmenin önemi daha iyi değerlendirilecek, devletin toplumu yönetmeye çalışması yerine toplumun devleti yönetmesinin, ancak DDO biçimde örgütlenme yoluyla mümkün olabileceği açıkça görülecektir. Diğer yandan da, sık sık duyageldiğimiz “bizi yönetenler” kavramının da yetersizliği -ve tersliği- daha bir iyi anlaşılmış olacaktır.
DDO Şikayet Sistemleri için iyi başlangıç noktalarından birisi, her yıl bir meydan savaşındaki kadar kayıp verdiğimiz “trafik terörü” sorunudur.
Bu konuda sağlanabilecek somut bir gelişmenin, sivil toplum örgütlenmesi ve demokrasimiz açısından eşsiz bir örnek yaratması, yakındığımız bir çok sorun için yol gösterici olması kaçınılmazdır. Bu sorunun, başlangıç için seçilmesinin nedeni, etnik vb bir yönünün bulunmayışı, sorunun tüm taraflarının sorundan şikayetçi oluşları ve sorunun devamından bir çıkarlarının bulunmayışıdır.
Önerilen Trafik Şikayet Sistemi (TTS), üyelik esasına göre çalışacak bir dernektir.
Derneğin kuruluş felsefesini oluşturan çizgilerden birincisi, insanların, trafik açısından karşılaştığı yanlışlara karşı duyduğu kızgınlığı içine atmak zorunda kalmaması, şikayetlerinin gözardı edilmeyeceğinden emin olduğu, bunu denetleyebiliceği bir kuruma sahip olmalarıdır.
Derneğin işlevlerinden birisi, üyelerine “trafikte hayatta kalma” eğitimi sağlaması ve bir “etik anlaşma”yı imzalatarak bunu, üyelerinin araç ve yakalarına takacağı bir amblemle sembolize etmesidir.
Dernek, 365 gün – 24 saat esasına göre çalışan bir “şikayet merkezi” kuracak ve bu merkeze telefon ya da faksla veya bizzat başvuru mümkün olacaktır.
Bu başvurular, bu konuda deneyimli, usulleri bilen, şikayetlerin resmi makamlarda nasıl kovuşturulacağını bilen personelce işleme tabi tutulacağı için, üyelerin bireysel girişimlerinden daha etkin olacaktır.
Dernek, kendisine yapılan şikayetleri bir bilgisayar ortamında değerlendirecek ve zamanla, kuralları sürekli çiğneyen araçlar, bunları şikayet edenler, şikayet sonuçları, şikayetçilerin bunu kötü niyetlerle yapıp yapmadıkları gibi konularda değerli bir veri- tabanı oluşacaktır.
Dernek, kendine yapılan şikayetleri resmi makamlara iletecektir. Resmi makamların, vatandaşların bireysel şikayetlerini dikkate alma düzeyinden daha yüksek bir duyarlık gösterecekleri beklenmelidir.
Ayrıca, yayınlanacak bir bültende, yapılan şikayetler, resmi makamların yanıtları ve bu konulardaki istatistikler de düzenli yayımlanacaktır. Bunun da, resmi makamları, şikayetlerin üzerinde durmaya bir ölçüde çekeceği beklenebilir.
Trafik konusunda, resmi makamlardan daha düzenli bir bilgi akış sistemine sahip olması beklenen bu derneğin kısa sürede büyük etkinlik kazanması beklenmelidir.
Sistemin bir sivil girişim olarak daha büyük etkinlik kazanması, yaptırım gücü elde etmesi, ancak sivil toplumun bu ilk evredeki sınavı başarıyla vermesine, yani buraya kadar açıklanan sistemi kurup iyi işletebilmesine bağlıdır. Ne dersiniz, girişmeye değmez mi?
Cuma, 23 Ağustos 1996
-
May 25 2012 DEVLETE İHALE Mİ, DDO ÖRGÜTLENME Mİ?
Kabaca yapılacak bir gözlem, insanlarımızın enerjilerinin önemli bir bölümünü, kendilerini çevreleyen sorunlar konusunda yapılması gerekenleri, bunları yapması gerektiğini düşündükleri kişilere -yüzlerine ya da gıyaplarında- önermekle harcadıklarını gösterecektir. Bu çabanın veriminin neredeyse sıfıra yakın olduğu, enerjisini bu yolda kullanıp neden sonra gerçeği görenlerce iyi bilinir.
Her nedense, kendisine yönetim veya değişim mühendisliği değil de üçkağıtçılığın daha çok yakıştırıldığı Machiavelli tarafından net olarak ortaya konulan bir gerçek vardır: hiçbir sistem, onu yönetenlerce değiştirilemez!
Bugünün değişim mühendisliği de aynı şeyi söylemektedir: sistemler ancak dış ve iç uzmanların işbirliği sonucunda yeniden yapılandırılabilir ya da değiştirilebilirler!
Bu basit kuralın, toplumumuz açısından önemi büyüktür. Yıllardır, demokrasi adı altında, ama insanlardan bir şey istemeksizin onların sorunlarını çözme iddiasına dayanan çabalar sonuç vermemiştir. Değişimi devletin değil, devlet dışı organizasyonların (DDO – NGO) yapabileceği artık yavaş da olsa anlaşılmaktadır.
Devlet ancak, kendisi dışında, çeşitli alanlarda oluşturulacak DDO girişimleri benimseyerek, bir çeşit metamorfozla yeniden yapılanabilir. Yoksa parti liderlerinimizin buyurdukları gibi, “biz gelirsek devleti yeniden yapılandıracağız” gibi, belki samimi ama gerçekleştirilmesi mümkün olmayan iddialarla değil.
Şimdi, hergün herşeyden yakınan, kendi dışındakileri akılsızlık, ahlaksızlık vbg yetersizliklerle aşağılayan -haklı ya da haksız farketmez- bireylere ve özellikle de aydın bireylere görev düşmektedir: Küçük ya da büyük, önemli ya da önemsiz, çeşitli sorun alanlarında örgütlenip, çözüm önermek değil çözüm bulup uygulamak! “Ben devlete vergiyi niçin veriyorum? Devletin görevi, benim tek başıma ya da örgütlenerek yap(a)mayacağım işleri yapmak değil mi?” sorusunun ardına sığınmak faydasızdır.
Devletin, görevlerini yapamaması, yapamadıkça yeni sorunlar üreyip sorun stokumuzun büyümesi, bu stokun da daha ucube sorunlar üretmesi sarmalı, soru sormamıza, haklı çıkmamıza ve bunlara dayanarak da iç rahatlığı ile oturmamıza imkan tanımamaktadır.
Toplumumuz -belki tarihide ilk kez-, sorunlarını kendi kendine çözme durumuyla karşı karşıya kalmaktadır. Ortada, sorunları ihale edebileceği bir kurtarıcı yoktur ve sorunlarını çözemeye çözemeye, bu kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiştir. Sorun çözme aletleri çantası boş gibidir ve içindeki bir iki kaba alet , karşı karşıya bulunduğu ince belaları çözmeye yetmemektedir. Ama bütün bunlar birşey yapmamanın değil, olsa olsa nasıl yapılabileceğinin araştırılmasına yol açmalıdır.
Somut, herkesin, çözümünden yana olduğu, ideolojik yanı bulunmayan, “dış mihraklar”ca kaşınmayan ve herkesi derinden ilgilendiren bir sorun ile işe başlanmalıdır. Böyle bir problem, trafik terörü’dür. Aransa belki başkaları da bulunabilir. Ama bu denli somut, bu denli acı sonuçları olan, -etnik terör de dahil- yoktur.
İster trafik terörü, ister eğitimdeki kargaşa, isterse başkaları olsun, başlama noktası, o sorunlardan zarar görenlerin şikayetlerini toplayacak bir “kollektör” olmalıdır. Toplanan bu şikayetlerin nasıl kullanılacağı, onların nasıl toplandığına ve aynı zamanda onları kullanacak sistemin nasıl kurulduğuna bağlıdır.
154 nolu Alo Trafik de bir “şikayet kollektörü”dür. Ama, bu tür bir kollektörün mutlaka sahip olması gereken “biriktirme, sınıflama, sınıflara göre işleme, izleme, şikayet sahibine geri bildirim” gibi işlevlere sahip değildir. Bu nedenle pratik olarak 154 nolu hat “yok”tur.
Toplanıp yoğunlaştırılacak olan bu şikayetler -aynen bir merceğin zayıf güneş ışıklarını toplayıp güçlendirmesi gibi-, belirli noktalara yöneltilecek ve duyarlığı kaybolmuş bu noktaları harekete geçirebilecektir.
Bu bir DDO örgütlenme olmalı ve giderlerini, üye olacaklar karşılamalıdır. Sistemin, üye olmayanlara açılıp açılmaması ya da ne ölçüde açılacağı, bunun, parası olanların kendilerini koruması anlamına gelip gelmediği gibi sorular ya teknik ayrıntılardır ya da vakit kaybettirmekten başka yararı olmayan “geciktirici”lerdir.
Karar verilmesi gereken nokta, sorunların devlete ihale edilmesine devam mı edileceği yoksa DDO örgütlenmeye mi gidileceğidir.
Çarşamba, 25 Eylül 1996
-
May 25 2012 NEREDEN BAŞLAMALI?
Devlet Niçin Küçülemiyor?
Devletin küçülüp güçlenmesi, kendi iriliğini sürdürebilmek için kullandığı kaynakları toplum yararına kullanıma bırakması artık herkesçe benimseniyor.
Devlet bütçesinin yarıdan fazlasının kamu personeli ücretlerine, doğrudan ve dolaylı olarak gittiği biliniyor. Kamu personeli ücretleri, özel kesim için de ölçüt oluşturuyor ve sonuçta, fiyat ve ücret artışları bir “spiral etki” oluşturuyorlar. Bu da, hesapla gösterilebilecek bir diğer gerçektir. Bu spiralin enflasyonu, onun da diğer sorunları beslediği kolayca çıkarsanabilecek olgulardır.
Peki, sorunlara bu denli “kaynak”lık eden “iri devlet” niçin küçültülmüyor?
Kötü politikacılar, devletin iriliğinden yararlanıp semirmeye alışmış kapitalist maskeli anti-kapitalistler, devleti içinden soyan bir kısım bürokrat, beslenme kaynaklarının kesilmesine razı olmazlar, bunun için de gerekenleri yaparlar.
Bu tanı doğrudur, ama acaba bu nedenler bu denli yaşamsal bir gerekliliği tek başına frenlemeye yeter mi?
Hayır yetmez. Çünkü, devletin küçülüp güçlenmesinden yararlanacak insan ve kurum sayısı, çıkarları “iri devlet”ten yana olanlardan çok çok daha fazladır.
O halde, devletin küçülüp asli işlevlerine çekilmesi yönünde net bir arzu mevcuttur, ama bu arzu gerçekleşememektedir. Bunun nedeni ise, devletin niçin irileşmiş olduğunun yanıtında gizlidir.
Devlet, toplumun ihtiyaç duyduğu ya da ihtiyaç duyması gerektiği düşünülen konularda örgütlenmiş olması, ama bu örgütlenmeyi de pek verimsizce yapması nedeniyle irileşmiştir. Bunun üzerine, politikacı-bürokrat-akademisyen üçlüsünün, yeni işlerin yaratılması teknolojilerini öğrenmeyip, mevcut kamu kadrolarının şişirilmesine yol açmaları nedeniyle doğan gizli işsizlik de binmiştir.
Zamanla, çeşitli ihtiyaç alanlarına yayılıp daha da irileşen devlet, işsizliği emmek için daha “uygun görünüşlü” bir hale gelmiş, bu onu daha irileştirmiştir. Bu süreç bir anlamda bir “kara delik” gibi işlemektedir. Kara deliğin çekim gücünün daha da artamayacağı noktanın, devletin tüm gelirlerinin kendi harcamalarına eşit hale geleceği nokta olduğu zannedilebilirse de, süreç böyle işlememiş, alınan iç ve dış borçlarla devlet (kara delik) kendini beslemeye (çekim gücünü artırmaya) devam etmiştir.
Bugün hala, %100’ü aşkın faizle çıkarılan hazine bonoları, yeni yatırımların finansmanı için değil, kamu personelinin ücretlerini, hatta bir önceki faizlerini ödeyebilmek için kullanılmaktadır.
Bu ölümcül süreç, iki noktadan birisinde son bulabilir: ya total collapse denilebilecek olan ve ne iç, ne de dış borç alınamayacak bir iflas noktası, ya da sivil toplum örgütlerinin süratle gelişip devletin üstlenmeye kalktığı bir çok işlevi üstlenmesi ve de onları yapması noktası ..
Tabii ki bu ikinci olasılık birinciye göre çok ferahlatıcıdır. Ama acaba o denli gerçekçi midir ? Bunu yanıtlayabilmek için sivil toplum örgütlerimizin niçin gelişemediğini, niçin başarılı olamadıklarını irdelemek gerekir.
Devletin, sivil toplum örgütlerine gelişme şansı tanımadığı bir iklimde, onların niçin başarılı olamadıkları bir ölçüde anlaşılabilir bir olgudur. Ama , başarısızlığın büyük bir bölümü bu ” fırsat vermezlik ” ten değil, örgütlerin, amaçlarını tanımlamadaki hatalarından kaynaklanmaktadır.
Amaç edinme ve onu tanımlamaya çok küçük bir çaba harcayan yüzlerce kuruluş, bu belirsiz amaçları gerçekleştirebilmek için tüm kaynaklarını harcamaktadır.
Belirli bir işi yapmak üzere şirket kuranlar, önlerine çıkabilecek diğer iş fırsatlarını kaçırmamak için, şirket sözleşmelerine inşaat yapımından meyva ithalatına kadar herşeyi yazarlar. Sivil örgütler de benzer şekilder, bir çok farklı amacı bir araya yazarak tam olarak ne olduğu belli olmayan bir amaç edinmekte, sonra da bunlar arasında gezinmektedirler.
” Biz bu işi niçin yapıyoruz ? “, bir altın soru’dur. İş hayatında, özel yaşamda ya da sivil toplum örgütlerinde bu soru sorulmalıdır. Bıkmadan, utanmadan, ” zaten biliyorum” demeden.
Bir sorun, çeşitli yüzeylere değişik görüntüleri yansıyan bir cisim gibidir. Bu yansımış görüntüleri örtmek yoluyla cismi yoketmek nasıl imkansızsa, bir “Görüntü Sorun”u çözebilmek de öylesine imkansızdır.
Kendisine amaç olarak, gerçek bir sorunun görüntülerinden birisini edinmiş ve bu görüntüye yol açan nedenler yerine görüntüyle mücadele etmeye yönelmiş kuruluşun başarı şansı neredeyse sıfırdır.
Sivil toplum kuruluşlarımıza bu bakış açısıyla baktığımızda, çözmeyi amaçladığı sorunun kaynaklarına inip onları kurutmayı hedefleyenlerin sayısının son derece az olduğu görülecektir. Çoğu, görünürdeki sorunların daha kolay çözülebileceğini sanmaktadırlar. Aynen cisim yerine onun gölgesini yakalamaya çalışmak gibi.
Devleti küçültmek isteyenler, işe buradan başlamalıdırlar.
Yol uzuncadır ama güvenlidir.
Pekiyi Sivil Toplum Örgütlerimiz başarılı mı? Ne kadar?
Demokratik yaşam biçiminin, birisi hariç tüm kurumlarından vazgeçilmek gerekse, herhalde o tek `olmazsa olmaz’, Sivil Toplum Örgütlenmesi’dir.
Toplumu oluşturan bireyler, ilgi ve çıkarlarını paylaşmak ve de savunmak için, o ilgi ve çıkarlar çevresinde örgütlenirler. Ancak, bu örgütlenmelerin başkalarının ilgi ve çıkarlarını zedelememesi için o başkalarının da örgütlenmiş olmaları gerekir. Aksi halde, tek yanlı bir ilgi ve çıkar savunusu ortaya çıkar ki, bu doğrudan doğruya başkalarının ilgi ve çıkarlarına bir tecavüz demektir.
Böyle bir duruma `eksik örgütlenme durumu’ denilebilir ki bu, hiç örgütlenmemiş ve bir `üstün otorite’ tarafından yönetilmekten daha da kötü sonuçlar yaratabilir. Nitekim ülkemizin bugünkü durumu böyledir.
Toplumumuzun niçin `tam’ örgütlenemediği, ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Ama çeşitli nedenlerden birisi de, mevcut Sivil Toplum Örgütleri (STK) nin genellikle başarılı olamayışlarıdır. İçlerinde etkin ve de yararlı çalışmalar yapanlar ise istisna denilebilecek kadar azdır.
Bu genel başarısızlığın maliyeti yüksektir. Çok sayıda STK’nün üye ve destekleyicilerinin harcadıkları zaman, para, enerji ve de umutlarına ek olarak, bir de iyi çalışmış olsalardı STK’nin sağlayabilecekleri yararlardan mahrum kalınmaktadır.
Pekiyi, bu başarısızlığın sebepleri nelerdir? Eğer bu nedenler doğru olarak belirlenebilirse bunlardan sakınmak mümkün olabilecektir. Önemlilik düzeyleri dikkate alınmaksızın başlıca nedenler şunlardır:
Belirsiz’ ya da `türev’ hedefler koyma
Başkalarının işini bizzat yapmaya kalkmak,
Başkalarını yok saymak,
Etkin örgütlenememek,
Etkin yönetememek,
Örgüt içi eğitimi önemsememek,
“Benden önce yapılanlar yanlıştır” geleneği!
Bunlardan birincisi, örgütlenme hedeflerinin ya belirsizliği ya da ancak bir başka hedefin gerçekleşmesinden türeyebilecek, dolayısıyla da tek başına gerçekleştirilmesi mümkün olmayan hedefler olmalarıdır.
Örneğin, kendisine `sokakları çamurdan kurtarma’ hedefini seçen bir STK’nün bunu gerçekleştirebilmesine imkan yoktur. Çünkü çamur, sokaklardaki toz’un bir türevi, hatta toz da başka nedenlerin (açık alanların varlığı, ağaçsızlık vbg) bir türevidir. Dolayısıyla ne “Çamurdan Arındırma Derneği” ve ne de “Tozdan Kurtarma Vakfı” doğrudan başarılı olamazlar.
Kendisine, `karakol dayağını önleme’yi hedef olarak seçen bir STK de aynı tuzağa düşmüştür. Çünkü karakol dayağı “kendi başına var” (yani nedeni kendisi) olan bir olgu olmayıp, kendi arzusunu mutlaka benimsetmenin “doğru” ve de “zorunlu” olduğunu düşünen bir dizi gelenek ve kurumun kaçınılmaz bir türevidir.
Kendi doğrularını ezber yoluyla “zorla” öğretmeye -ki öğretmek zaten zorlama demektir- çalışan devlet adına hareket ettiğini düşünerek, dersini ezberlememiş öğrencisini döven öğretmen ile karakolda dayak atan polis arasında bir fark var mıdır?
Her ikisinin de ortak yanı, “kendi doğrularını zorla benimsetmeye çalışmak”tır. Bir STK kurulacaksa bunu, yani “zorla benimsetme”yi ortadan kaldırmayı hedef olarak almalıdır. O halde direkt olarak karakol dayağını önlemeyi hedef edinmiş bir STK de başarısız olmaya mahkumdur.
Hedef belirlemede çok sık düşülen ikinci tuzak “belirsiz ifade” kullanımıdır. Bu belirsizlik birkaç biçimde olabilmektedir. Bir türü, “iyi tanımlanmamış kavramlar” nedeniyle doğan belirsizliklerdir.
Örneğin, “çevre kirliliğinin önlenmesi”, hem türev ve hem de belirsizlik içeren bir kavramdır. Dünya yüzünde sapıklar ve bu işi belirli bir amaçla -mesela bir başka ülkeye zarar vermek gibi- yapan profesyoneller dışında çevreyi kirletmek için kirleten kimse yoktur. Çevre kirliliği, başka faaliyetlerin birer türevi olarak ortaya çıkmakta olup ve burada üzerine gidilmesi gereken “çevre kirliliği” değil, “kendi çıkarını, başkalarının çıkarlarını çiğneyerek sağlamak” olgusudur. Bu eğilim ise yalnız çevreyi değil birçok başka sosyal kurumu da tahrip etmektedir.
Ayrıca da buradaki “çevre” ve “kirlilik” kavramları da iyi tanımlanmış deyimler değildir. Dünyayı kirletmemek için nükleer atıkların uzaya yollanması halinde kirletilen bir “çevre” var mıdır, varsa hangisidir? Kirlilik de en az çevre kadar belirsizdir. Birisi için kirlilik sayılan bir eylem -mesela rüşvet- bir başkası için uyanıklık, bir diğeri içinse zorunluk olarak değerlendirilebilmektedir.
`Belirsiz’ (muğlak) hedefler koymak, fazla düşünmekten kaçarak her şeyi (yani hiç bir şeyi) ifade etme kurnazlığının ya da yalın, kavramları birbirine karıştırmadan düşünememenin, çoğu zaman da bu iki nedenin bir karışımının sonucudur.
Genel başarısızlığın ikinci nedeni olan “başkalarının işini bizzat yapmağa kalkmak”, kamu yönetimlerinin geleneksel beceriksizliklerinin sonucunda üremiş bir olgudur. idarelerce üstlenilen -doğru ya da eğri- işlevlerin yapılamayışı, birçok STK ‘nün ortaya çıkmasına ve çok dar bir alanda o işlevi yapmalarına ( ya da yapmaya çabalamalarına) yol açmıştır. Örneğin, sağlık ya da eğitim alanında ki boşlukları doldurmak ya da boşluktan yararlanmak üzere yüzlerce gönüllü kuruluş mevcuttur.
Bu kuruluşlar, yapılamayan işlevlerin yapılamayışlarının nedenlerini ortadan kaldırmaya ya da katalizör rolu oynayarak yapılmalarını sağlamaya değil, “bizzat yapmaya” soyunmuşlardır. Bunun en çarpıcı örneklerinden birisi, kuran kursu adı altında faaliyet gösteren ve çoğu başka amaçlar taşıyan örgütlenme, bir diğeri ise “devlete yardımcı” olmak üzere silahlanıp eylemde bulunan örgütlenmedir.
“Başkalarını yok saymak”, bir diğer hastalıktır. Birlikte çalışamamak, ağ (network) oluşturamamak, başarıyı paylaşamamak ya da başkalarıyla pay edilmesi mümkün olmayan çıkara yönelik amaçlar taşımak gibi nedenlerden kaynaklanan bu olgu sonunda, aynı amaça yönelik yüzlerce STK doğmuş ve hemen hepsi de, bir diğerini başarısız kılan neden(ler) den dolayı başarısız olmuşlardır.
“Etkin örgütlenememek” ise yine genel bir yetmezliktir.
Sıcak bir oda da rahatça otururken kendini bir sorunu çözebilir sanma hissini hemen herkes duyar. Ama başarının, yüzlerce – ve çoğu da sevimsiz- ayrıntıyla uğraşmak olduğunu denememiş olan insanların yalnızca kendi akıllarına geldiğini zannetttikleri “Novalgine tipi çözümler”, bir örgütlenmenin iğne oyası inceliğindeki ayrıntılarını unutturmakta ve sonuçta kusurun, bambaşka nedenlerde aranmasına yol açmaktadır.
“Benden önce yapılanlar yanlıştır” geleneğimiz yalnız STK için değil mesela devlet yönetimindeki başarısızlıkların da önemli bir nedenidir. Birazı, seçkinimizin temel özelliklerinden birisi olan “haset” duygusu ile açıklanabilecek olan bu geleneğin bir nedeni de, genelde insanımızın özelde ise seçkin sınıfın nitelik dokusu’ndaki yetersizliktir.
Sivil toplum örgütlenmesinin gelişemeyişi, buyurgan devlet anlayışımızın örgütlenmeyi hoş görmeyişi ile ilgilidir, ama bu tek neden değildir. Bu “hoş görmeme” kadar -belki ondan da ağırlıkla-, burada sayılan başarısızlık nedenleri etkin olmuştur. Bunun en sağlam kanıtı da, devletin hiç bir caydırıcı etkisi bulunmayan örgütlerin dahi olağanüstü denilebilecek başarısızlıklarıdır.
Demokrasimizin gelişmesi yolundaki içtenliğinden kuşku duyulamayacak olanların, STK’nin niçin başarılı olamadıklarını sorgulamaları gerekmez mi?
Türkiye ne zaman ekonomik ya da siyasal bir kriz ortamına yönelse, bundan endişe duyan herkes, kendince yapılmasını doğru gördüğü önlemleri, bunlar yapılmazsa doğabilecek sıkıntıları dile getirir.
Bu yalnız ülkemizde değil, herhalde diğer toplumlarda da böyledir. Gelişkin toplumlarda farklı olan ise, yetkili konumlardaki insanların sokaktaki, sokaktakilerin de yetkili gibi konuşmamalarıdır. Türkiye kriz ortamlarına girdikçe aynı “sokak ağzı” konuşmaları dinliyoruz. Bugün, aklı başında herkesin şu gerçekleri artık görebilmesi gerekir:
Bir ülke, cam sürahi gibi birdenbire parçalanmaz. Parçalanma, uzun bir süreye yayılan, ancak o sürenin sonunda içinde bulunanlarca anlaşılabilen bir süreçtir.
Laik ile olmayan, alevi ile sünni, çalışanla çalıştıran, Türk ile Kürt, yani kendini diğerlerinden farklı sayan her kesim, bu farklılıkların, “parçalanmayan bir bütün” oluşturması gerektiği bilincinden hızla uzaklaşmaktadır. Devlet ise, bu farklılıkları bir bütün olarak bir arada tutmak yerine, “farksızlaştırma yoluyla birlik” sevdasındadır. Farklılıklardan bir bütün oluşturamamanın altında ise, tüm ara tonları reddeden “evet-hayır”, “siyah – beyaz” tabanlı mantık sistemimiz yatmaktadır. Laik-dindar gibi birleştirici bir kavram altında milyonları barıştırmak mümkün iken, bir avuç laik yobaz ve bir o kadar da dinci yobaz’ın arzu ve güdümünde kutuplaşılmıştır. Benzer şekilde, “T.C. vatandaşlığı” gibi bir üst kimlik altında toplanabilecek tüm yurttaşlar, etnik kimliklerini tüm topluma benimsetmeye çalışmaktadırlar.
Aydn kesim denilen ve sokaktaki insanın günlük yaşam rotasından kendini -zaman zaman dahi olsa- kurtarabilen insanlarımız, söylenmekten başkaca görevleri olmadığı inancıyla, kendi dışlarında birilerinin birşeyler yapması gerektiğini savunmakta ve ne zamanlarını ne de çabalarını harcamaya yanaşmamaktadırlar.
Artık ayrılmaz bir özelliğimiz olduğu için rahatsızlık duymadığımız, ama çağdaş insanla aramızdaki derin uçurumu oluşturan düşünce biçimimiz ise, bizi, sorunların nedenlerini merak etmeye değil, nedenleri ortaya çıkarılmamış sorunlara boyuna çözüm (!) üretmeye itmektedir.
İster beğenelim ister beğenmeyelim, bu ülkenin sunduğu imkanlarla ün ve servet sahibi olmuş iş dünyamızın üyeleri, her türlü imkanlarının bir bölümünü bu sorunlarla başedebilecek biricik yöntem olan sivil örgütlenmelere ayırmak zorunda olduklarını hatırlamak durumundadırlar. Zaman zaman beyan ettikleri düşüncelerinin yanısıra, bu ülkede iki sınıf insan olmadığının, birisinin para kazanmak, diğerinin ise ülke sorunlarıyla boğuşmak gibi birer doğal misyonları olmadığını artık anlamak ve bu anlayışın gereklerini yerine getirmek durumundadırlar.
Mevcut sivil toplum kuruluşlarımız, arzu ettiğimiz “küçük devlet”in örtemediği alanların ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelik ve nicelikte değillerdir.
Sivil toplum kuruluşlarımız, kendilerine toplumun ayırdığı kaynakları iyi kullanmak, bunun için de hedeflerini doğru tanımlamak ve sonra da bunlara ulaşabilecek beceri ve cesareti göstermek zorundadırlar.
Toplumumuz, tüm sorunlarının başkalarınca çözülmesi boş umudundan vazgeçmelidir. Merkezi idare, bu yanlış beklentiler sonucunda, altından kalkamayacağı kadar ağır bir sorun stokunun altında kalmıştır. Bu ağır tabloya ilk müdahale, bu stokun hafifletilmesi olmalıdır. Bunu yapabilecek tek kurum sivil toplum kuruluşlarıdır. Ama ne yazık ki onların çoğunluğu da sorunların tanımlanması, çözüm geliştirilmesi ve uygulanmasında aktif roller almak yerine, sorunları merkezi idareye aktaran, ayrıca kendi özel çıkar talepleriyle ilave sorunlar da üreten bir kurum durumundadırlar. Sivil toplum kuruluşları, “yakınan, sorun ihale eden ve yük olan” konumlarından, “mevcut güçlük hatta imkansızlıkları birer veri kabul edip aktif işlev yapan” konuma geçmek zorundadırlar. Hepsinin bir anda böyle bir geçişi yap(a)mayacağı gerçeği dikkate alınarak, iyi örgütlenmiş ve diğerlerine örnek olabilecek birkaç STK’nun bu yolda ilk adımları atması gerekmektedir.
Özet olarak söylenmek istenen şudur: 1980 ekonomik ve ona bağlı siyasal krizinden çıkış, merkezi idareyle değil piyasa güçleri kanalıyla olmuştur. Bundan sonraki krizlerden ise sivil toplum kuruluşları yoluyla çıkabiliriz. Yeter ki onlar, bugünkü tutumlarını gözden geçirip sorun ihale etmekten vazgeçsinler.
Merkezi idareye hakim olan politik sınıfın kalitesini (nitelik dokusu) kısa dönemde yükseltme imkanı yoktur. Üzerindeki sorun stokunun yükü azaldıktan sonra, bu kalitenin nasıl geliştirilebileceği ve böylece merkezi fonksiyonların nasıl daha iyi yapılabileceği de bir sorun olarak ortada duruyor olacaktır. Ama bu, çözülebilir bir sorundur.
Şimdi nereden başlamalı?
İnsan derisi 65 derece sıcaklıktan sonra yanmaya başlar. Ya da bir kişinin kafasına vurulacak 100 kilogramlık bir ağırlık onu öldürebilir. Zehirli bir akrep ya da yılan, bir ısırışta bir insanı öldürebilir. Ama diğer yandan, 700 derecelik kor ateşin üzerinde yürüyen insanlar vardır. Ağır sıklet boksörlerinin yumruklarının uyguladığı kuvvet 300 kilogramdan fazladır. Efsunlanmış denilen insanları ise yılan ve akrepler öldürememekte, hatta onları ısırmamaktadırlar.
On misli sıcaklıktan, üç misli kuvvetten ya da yılan ısırığından etkilenmemek, organizmayı eğitmek suretiyle mümkündür. Bu eğitimler, organizmanın bu tahripkar etkilere karşı “hazırlıklı” olmasını sağlarlar. Bu, vücudun salgıladığı ve yanma ya da zehirlenme olgularına engel olabilecek, kasların direnimini olağanüstü artırabilecek salgılar yoluyla olabilir. Ama her ne olursa olsun, insan organizmasına o inanılmaz direnci veren şey, zamanla ve eğitimle kazanılan -ya da mevcut olup da ortaya çıkarılan- , “hazırlıklı olma” becerisidir.
Sosyal organizmaların, dış etkenlere karşı davranışları da benzerdir. Bir toplum da, kendini tahrip edebilecek iç ve/ya dış etkenlere karşı ancak bu yolla, “hazırlıklı olma” yoluyla karşı koyabilir. Bu iç ve dış etkenlerin ne olduğu önemli değildir. Hatta o denli önemli değildir ki, hazırlıksız bir bünyenin, o etkenleri bizzat kendisinin dahi ürettiği söylenebilir.
Toplumumuz, çeşitli sorunların çok yönlü kıskacı altında ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Sorunların görüntüleriyle çeşitli derinlikteki kaynakları birbirinden farklı olduğundan ve herkes farklı derinliklere baktığından, bir “tanı karmaşası” yaşanmaktadır.
Bir kesim insana göre, en önemli sorun köktendincilik, bir kesime göre islamdan sapış, bir bölümüne göre etnik terör, bir diğer bölümüne göre ise ekonomik bunalımdır.
Bunlar ister sorun olsun ister olmasın, ister “görünen sorun” (hayalet sorun), isterse “kaynak sorun” olsunlar, katı bir gerçek, toplumumuzun bunları çözemediğidir. Çünkü toplum, ne bunlara ne de başkalarına karşı koyabilecek “hazırlıklar”a sahip değildir. Bunu hisseden iç bünye de, dış ortam da (sokak deyimiyle dış mihraklar), bu topluma sürekli sorun üretmektedir.
Bir toplum bünyesi, olası sorunlar için nasıl “hazırlıklı” olabilir?
Bir insan bünyesi, olası sorunlar için -300 kiloluk yumruk, 700 derece sıcaklık ya da yılan ısırması gibi-, egzersiz ya da bir başka tür eğitimle, o sorunlara karşı birer “sorun çözme kalıbı” hazırlamakta, o sorunun varlığına işaret eden bir sinyal aldığında da “hazırladığı” kalıbı harekete geçirmektedir. Bunlara ek olarak da, her tür soruna müdahale etmeye hazır esnek güçleri harekete hazır olarak tutmaktadır.
O halde toplum bünyesi de, karşılaşabileceği sorunlar için böylesine ikili bir önlem stratejisi geliştirmek zorundadır. Bunlardan birisi, toplumun sorun çözme kabiliyeti denilebilecek beceridir. Bir sorunu çözmeye kalkışmadan önce onu anlamaya çalışmak, onu soyutlamak, analiz etmek, ona yol açan nedenleri bulmak, bunlar için yaratıcı çözümler üretmek gibi “sorun çözme aletleri”ni hazırda tutmak, bu becerinin özellikleridir.
Diğer önlem ise, çeşitli sorunlar karşısında örgütlenerek onlarla mücadele etmektir.
İşte bu iki önlem, bir toplum bünyesinin, olası iç ve/ya dış kaynaklı sorunlara karşı “hazırlıkları”dır.
Bu iki önlem açısından durumumuz nedir? Sorun Çözme Kabiliyetimizin düşük olduğunun en sağlam kanıtı, düşünme biçimimizin neden sormaya değil, nedenini sorgulamadığı sorunlara çözüm üretmeye dayalı oluşudur.
Sorunlar karşısında örgütlenme konusunda ise iki ayrı zafiyet söz konusudur: Birincisi, örgütlenme kültürümüzün zayıflığıdır. En seçkin kesimlerin toplantılarında dahi, çok sayıda fikrin üretilmesine izin vermeyecek kadar uzun konuşulması, toplantıların başlama ve bitiş saatlerine uyulmayışı gibi en temel örgütlenme ilkeleri gözardı edilir.
Örgütlenme konusundaki ikinci zafiyet, sorunların tanımlanması konusundadır. Doğru tanımlanmamış bir sorunun çözümlenmesi imkansızdır. Rahatsızlık duyulan bir Görünen Sorun’un kaynaklarına inilmeden o sorun çevresinde yapılacak örgütlenme daima tek sonuç verir: yakınılan sorunun daha da büyümesine fırsat hazırlanmış olur!
Sorunlardan yakınan ve bunların çözümüne katkıda bulunmak isteyenlerin benimseyebilecekleri çeşitli yollar vardır.
Bunlardan biri, sorunların kimyasını öğrenmektir: Çok sayıdaki “Görünen Sorun”un, hangi temel sorun elementlerince (Kaynak Sorunlar) oluşturulduğunu, bunların, aralarında nasıl yeni bileşikler yaparak çoğaldıklarını, olumsuzluk üreten bir “sebep-sonuç” döngüsünün nasıl olumluya çevrilebileceğini anlamak ve bunlara göre yaratıcı çözüm geliştirme becerisi geliştirmek, bu yolda ilerleyen kişi ya da kuruluşlara yardım etmek bir yoldur.
Bir diğer yol daha pratiktir. Toplumda çok sayıda insana yaygınlaştırılabildiği takdirde olağanüstü sonuçlar almak, bu yolla mümkündür. Zaten, eğer bu tür bir örgütlenme yaygınlaştırılamaz ise o takdirde, toplum olası sorunlara karşı hazırlıklı da olamaz.
Bu yol, insanları rahatsız eden çeşitli sorunlar için “Devlete Dayalı Olmayan Şikayet Sistemleri” oluşturmaktır.
Nasıl?
Toplumları rahatsız eden sorunların, o toplumların bünyelerinin, olası sorunlara karşı “hazırlıksız”lığından kaynaklandığı bir gerçektir.
Bu hazırlık yollarından birisi, toplumun çeşitli sorunlara karşı örgütlenmesi, ama bunu, Devlete Dayalı Olmayan (DDO) biçimde (NGO) yapabilmesidir.
Halen, ülkemizdeki sivil toplum kuruluşu statüsündeki kuruluşların bir çoğunun, devletin hareket serbestisini artırmak için kurulduğu gözönüne alınırsa, DDO biçiminde örgütlenmenin önemi daha iyi değerlendirilecek, devletin toplumu yönetmeye çalışması yerine toplumun devleti yönetmesinin, ancak DDO biçimde örgütlenme yoluyla mümkün olabileceği açıkça görülecektir. Diğer yandan da, sık sık duyageldiğimiz “bizi yönetenler” kavramının da yetersizliği -ve tersliği- daha bir iyi anlaşılmış olacaktır.
Mesela !
Devlete Dayalı Olmayan Şikayet Sistemleri için iyi başlangıç noktalarından birisi, her yıl bir meydan savaşındaki kadar kayıp verdiğimiz “trafik terörü” sorunudur.
Bu konuda sağlanabilecek somut bir gelişmenin, sivil toplum örgütlenmesi ve demokrasimiz açısından eşsiz bir örnek yaratması, yakındığımız bir çok sorun için yol gösterici olabileceği kuşkusuzdur. Bu sorunun, başlangıç için seçilmesinin nedeni, etnik vb bir yönünün bulunmayışı, sorunun tüm taraflarının sorundan şikayetçi oluşları ve sorunun devamından bir çıkarlarının bulunmayışıdır.
Vatandaşların gözlemlediği trafik yanlışlarının şikayet edilip, yine vatandaş tarafından izlenebileceği bir Trafik Şikayet Sistemi bu konuda atılacak ilk adım olabilir.
Ağ temelli örgütlenme
Tüm eğrilikleri tek başına ve de kestirme yoldan giderebileceğine inananlarınkiler hariç, herhalde en ortak istek, “amaçları arasında az da olsa benzerlikler bulunan kişi ve kuruluşların işbirliği yapmaları” olsa gerektir. Ama bu istek, yıllardır bir türlü gerçekleşememiştir.
Bunun olası bir nedeni, ortaya atılan işbirliği modellerinin hemen hepsinin, geleneksel örgütlenme biçimimiz olan “emir-komuta zincirine dayalı hiyerarşik kademelenme” temelli olması, yapı içinde yer alacakların kimliklerini önemsizleştirip, “üst” örgütün lider ve kadrosunu öne çıkarmasıdır.
Yapı içinde yer alanların tümüne açık olduğu düşünülse de, böyle bir “üst kimlik” sahipliği için herkes, “ne bana ne başkasına yarasın” düşüncesiyle hareket etmekte ve işbirliği bu nedenle mümkün olamamaktadır.
Siyasi partilerimizin ve genel olarak, amaçları içinde ortak noktalar bulunan tüm kuruluşlarımızın bir türlü işbirliği yapamayışlarının altında bu gerçek yatmaktadır.
Ağ Temelli Örgütlenme, yalnız siyasetin içine düştüğü çözümsüzlük ortamına değil, hiç bir ortak amaç çevresinde bir araya gelemeyen diğer kuruluşların da etkisizliğine karşı da bir ilaç olacaktır.
Ağ Temelli Örgütlenme’ye en iyi örneklerden birisi INTERNET’dir. Kendini idame edebilecek kurallara sahip, kurallarını, ihtiyaçlarına göre değiştirebilen, bunlara ne denli uyulduğunu denetleyip yaptırımlar uygulayabilen esnek bir yapı, yarının toplum yönetimleri için de ideal bir örgütlenme modelidir.
Mevcut toplum yapısının uzantıları olan kurumlar, yeni bir yapılanma karşısındaki engellerdir. Bu yüzden bu düşüncenin yaşama geçirilmesi uzunca bir süre alabilir. Ama sivil toplum kuruluşları daha esnektir ve ağ temelli örgütlenmeyi çok daha kolay benimseyebilir.
Hiyerarşik örgütlenmenin onulmaz hastalığı durumunda olan “kurtarıcı lider ihtiyacı”, ağ temelli örgütlenmede enaz olacaktır. Çünkü “kurtarıcı lider”, katıllımsızlığın bir sonucudur. Ağ’ı oluşturan birey ya da kuruluşlar, ağ’ın tüm kararlarına katılacaklar, tüm kararlar, bu katılımın sonunda oluşan bir “ortak akıl” ile alınacaktır.
Ağ temelli örgütlenmenin birkaç ön-koşulundan birincisi, ağın diğer üyeleriyle iletişmeye; ikincisi ise kararların oluşumunda , bireysel düşüncelerin savunulması yerine ortak akıl sonuçlarına uymaya razı olmaktır.
“Razı olmak”, dilimizde pasif bir anlam kazanmıştır. Herhangi bir şey yapmadan beklemek anlamına gelmektedir. Buradaki kullanımıyla razı olmak, aktif anlamdadır. Ağ üzerindeki tüm süreçlere katılmak, düşünce üretmek, başkalarının ürettiği düşüncelerin zenginleşmesine katkıda bulunmak anlamına gelmektedir. Hiyerarşik sistemlerde liderin yapmaya çalıştığı -ve çoğunlukla da yapamadığı- şeyler de bunlar değil midir?
Bu iki ön-koşula razı olan kişi ve/ya örgütler, kimseden bir talimat beklemeden bir ağ oluşturmaya başlayabilirler. Herhangi bir kimse ya da kuruluş, kendisininkiyle benzer amaçlara sahip kişi ya da örgütlerle birlikte, küçük bir başlangıç ağı oluşturup, bazı düşünceleri, ağ üzerinde dolaşıma bırakabilir. Eğer ağ üyeleri, yukarıdaki iki ön-koşula uygun davranırlarsa bir süre sonra bir yandan ağ genişler, bir yandan da ağa bırakılan düşünceler zenginleşmeye başlar.
Ağ temelli örgütlenmenin yaşamda yerini alabilmesi, kurtarıcı liderlerden ümitlerin kesilmesine bağlıdır. Çünkü bu tür liderler herşeye rağmen hayatı kolaylaştırırlar. Sizin yerinize düşünür, karar verir ve eylem yaparlar. Doğru ya da eğriliği başka ama, insanlara yapacak bir şey bırakmazlar. Kurtarıcı liderin tek sakıncası, bırakıp gittikten sonra ortada kalan çöpleri kimin süpüreceğinin belli olmayışıdır.
Bu tür çöpçülük işleriyle karşılaşmak istemeyenler, Ağ Temelli Örgütlenme’ye girişmelidirler.
Nitelik Dokusu, toplumu oluşturan bireylerin zihinsel, bilişsel, ruhsal sağlık ve ahlaki düzeylerinin bileşkesinin tanımladığı bir dokudur. Toplumun genel yeterliğini gösterir.
-
May 25 2012 DEVLET, NİÇİN VATANDAŞI KENDİSİNE DÜŞMAN EDİYOR?
Bu yazıda “devlet düşmanı”, alışılmış ağır anlamı ile olmasa da en azından `devlete karşı reaksiyon halindeki’ bir ruhsal durumu anlatmak için kullanılmaktadır. Burada `devlet’ deyimiyle ise en genel anlamıyla kamu yönetimi kastedilmektedir. Bu, belediye, tapu idaresi, trafik polisi ya da Devlet Planlama Teşkilatı olabilir.
Bu gibi kurumlarla işi olmayan bir vatandaş olmadığı gibi, bu kurumlardan memnun ayrılanların sayısının da “çok az” olduğu bir gerçektir. Bu memnuniyetsizlik, memnuniyetsizliğin derecesine göre basit bir `kızgınlık’ tan, hiç unutulmayacak bir `kin’e kadar geniş bir yelpaze içine dağılmaktadır.
Bunun nedenlerini irdelemeden önce, memnuniyetsizliğin çeşitli kaynakları olduğuna işaret etmekte yarar vardır. Şöyle ki;
-
Kasıtlı haksızlıklar
Herhangi nedenlerle haksız muameleye maruz bırakılanların memnuniyetsizliği,
-
Kasıtsız haksızlıklar
Kurallardaki belirsizlikler ya da durumların karmaşıklığı nedeniyle haksızlığa maruz kalanların memnuniyetsizliği,
-
Suçlu ve güçlüler
Haksız talebine olumlu yanıt alamayanların memnuniyetsizliği.
Bu üç grup birbirinden tamamen farklı olsa da, sonuçta devlete karşı duydukları reaksiyonlar birbirinin aynı olmaktadır. Hepsi kırgın, haksızlığa uğramış ve bir biçimde karşılığını çıkarıp tatmin olmak arzusundadırlar.
İstenilen, insanların devlete reaksiyon değil güven duymalarının sağlanması olduğuna göre her gruba yol açan nedenlerin bilinmesi ve ona göre önlemler geliştirilmesi gerekmektedir. Buna göre:
-
Kasıtlı haksızlıklar
Kamu görevlilerinin, çıkar sağlamak ya da bir başka nedenle (kızgınlık, hınç vs) haksızlık yapmalarıdır. Buna yol açan nedenler:
-
Kalabalık kamu kadroları : Kalabalık kadrolar düşük personel ücretlerine, düşük ücretler ise düşük niteliklere yol açmaktadır.
Kamu görevlilerinin ve onların hizmet verecekleri insanlarımızın “nitelik dokuları”nın yetersizliğinin, nasıl bürokratik engellere yol açtığını açıklayan bir makale (BÜROKRATİK ENGELLER KALKAMAZ!) EK-1’de verilmiştir.
Ayrıca, kalabalık kadrolar, işlerin kötü yürütülmesine neden olduğu için kamu hizmetleri de aksamakta, vatandaş hem işi görülmediği için kızmakta, hem de kendisinden çıkar sağlanmak istenmektedir (düşük ücreti telafi etmek için).
Kalabalık kamu kadrolarının nedeni ise, “iş yaratma”nın bir bilim dalı haline geldiğinin farkında olmayanlar (politikacısı, düşünürü, akademisyeni vs) ve kamu kadrolarını yandaşlarına yaranmak için kullanan siyasi kadrolardır.
-
Şikayet sistemleri bulunmayışı: Kamu kuruluşlarının, yapmakta oldukları hizmetler hakkında önerisi ve/ya şikayeti olanlar ile iletişim kurabilecekleri birer şikayet sistemi kurmamış olmaları,
-
OMBUDSMAN yokluğu: OMBUDSMAN adı verilen yargı dışı şikayet sisteminin bulunmayışı,
-
Sistem kuramamak: Kamu hizmetlerinin yapılması için oluşturulmuş sistemlerin aslen yetersiz ve zamanla daha da dejenere olmuş olması.
“Sistem Kurma Becerisi Yetmezliği”, toplumumuzun temel sorunlarından birisi olup, hemen her toplumsal sorun içinde payı vardır.
-
Kasıtsız haksızlıklar
İnsanlarımızın “nitelik dokusunun yetersizliği” nedeniyle, gerek mevcut mevzuatı yorumlayıp uygularken, gerekse yeni mevzuat koyarken haksızlıklara neden olunmaktadır. Ayrıca, kurulmuş sistemlerin yetersiz olanları da, bunları uygulayanların haksızlıklar yapmalarına yol açmaktadır.
Bu tür haksızlıklara yol açan ilginç nedenlerden biriside, “haksızlığa uğrayan ya da öyle sanan birisinin, bunun acısını başkalarından çıkarması” olgusudur. Bu, bir çeşit zincirleme reaksiyon biçiminde devam eden ilginç bir süreçtir. Bu durumu açıklayan bir makale (TRANSFORMATÖR), EK-2’de verilmiştir.
“Kasıtsız haksızlıklar”a karşı yapılabilecek olan, tüm kanun ve ilgili mevzuatının gözden geçirilmesi, ayıklanıp basitleştirilmesi, boşlukların doldurulmasıdır. Ayrıca insanımızda, “karşılıklı haksızlık yaparak rahatlama”nın çıkmaz yol olduğu bilinci geliştirilmelidir. Medyaya bu bakımdan önemli görevler düşmektedir.
-
Suçlu ve güçlüler!
En ciddi mücadele edilmesi gereken ve sayıca da azımsanamayacak kesim budur. Bunlar her türlü değeri yıkmayı, her kuralı kendi çıkarlarına uygun gelecek şekilde çiğnemeye kalkan, bunu yapamadığı zaman da “memnuniyetsiz” olan kişilerdir.
(1)nci grupta yer alan tipte kamu görevlileri, bu gruptaki kural tanımaz insanların ortaya çıkmasını kolaylaştırmakta, özendirmektedir. Yani bu kesimin varlığı, (1)nci kesimdeki kamu görevlilerinin varlığına bağlıdır.
(1) ve (2)nci gruptaki kişilerin “memnuniyetsizliği”ni gidermek için çaba harcamak ne denli gerekli ve yararlı ise, “suçlu ve güçlü” kesimin memnuniyetsizliğini gidermeye çalışmak da o denli yanlıştır. Yapılması gereken, bu kesimin emellerini engellemektir. Bu ise (1)nci gruptaki önlemlerin alınmasına bağlıdır.
Özet olarak, vatandaşın çeşitli nedenlerle “memnuniyetsiz”, dolayısıyla da reaksiyoner ve devlete kırgın, hatta düşman hale gelmesi önemli bir olgudur.
Bu olgu örneğin ayrılıkçı hareketler halinde yaşamsal önem kazanmakta, teröre bir çeşit dolaylı destek anlamına gelmektedir. Genel olarak, devlete, eylemlerinde destek olmak yerine en azından katkıda bulunmama eğiliminide olan bir toplum, birçok yeni sorunun kaynağıdır.
Bu olguyla başa çıkabilmek için yukarıda sıralanan önlemleri içeren bir “paket” uygulanmasını öneririm.
Nisan 28, 1993/Ankara
-
-
May 25 2012 DEVLET POLİTİKASI !
Sanattan ekonomiye, güvenlikten sağlığa kadar hangi konuda bir tartışma olsa, tartışmacıların oy birliğiyle uzlaştıkları tek konu, o konuda bir “politika” olmadığı ve özellikle de “devlet politikası” olmadığıdır. İnanmayanlar, çeşitli açık oturum, panel, forum vs’ye katılıp bunu gözleriyle görebilirler.
Bu uzlaşıya konu olan “politika”, o konudaki amaç(lar), ilkeler ve araçları tanımlayan ve bir belge haline getirilmiş görüşleri anlatmak için kullanılır. Kamu yönetimi geleneğimiz içinde, “politika dokümanı” denilen belgeleri hazırlama yaklaşımı gerçekten de çok enderdir. Bazı konularda (istihdam, bilim-teknoloji, turizm, halıcılık, arkeoloji gibi) hazırlanıp yayımlanmış bulunan politika dokümanları da iltifat görmemiş ve bir kenara bırakılmıştır.
Bu eksiğin bir olası nedeni kamu yönetimi geleneğimiz, bir diğeri ise sorun çözme kabiliyetimizin düşük olmasıdır.
Toplumumuzu oluşturan bireylerin “düşünme biçimi” nedenselliğe değil kalıpçılık ve sezgiselliğe dayalı olup, bir konudaki politikanın ise nedensel düşünme olmaksızın geliştirilemeyişi, bu yetersizliğin kaynağındaki başlıca nedendir.
Bir diğer ve önemli bir neden ise insanımızın “yuvarlak söz” alışkanlığıdır. Yuvarlak söz, her sorunu kolayca “ifade etmiş gibi” ya da “çözmüş gibi” gösteren bir uyuşturucudur. Politikacılarımız başta olmak üzere aydın kesimin tümünün bu uyuşturucuya müptela oluşu, üzerinde durulması gereken bir sorundur. “Ülkemizin eğitim meselesi ancak bir yeniden yapılandırmayla çözümlenebilir” gibisinden bir laf içindeki eğitim meselesi, yeniden yapılandırma, çözümleme kavramlarının ne olduğunu soran -ve de açıklayabilen- kimse sayısı her halde pek az olsa gerektir.
Politika yokluğundan yuvarlak söz yöntemiyle yakınanların kendilerinin de bir politika önerisi hazırlayamamaları, bu hastalığın ne denli köklü olduğunu göstermektedir.
“Devlet Politikası” yokluğundan şikayet ise çok farklı bir konudur. “Devlet Politikası” deyimiyle, siyasi partilerin tümünün üzerinde uzlaştığı ve değişen iktidarların değiştir(e)meyeceği “politika” lar kastedilmektedir.
Sınırlarımız, ülke bütünlüğü, stratejik çıkarlar ve bu gibi temel ulusal çıkarlarımız konusunda her siyasi parti ya da iktidarın kendi anlayışına göre rota çizmesi tabii ki istenir bir tutum değildir. Bu konularda hiç bir anayasal zorunluk da olmasa toplumun geleneksel anlayışları, doğal birer “devlet politikası” oluşumuna yol açmaktadır.
Ama her akla gelen konuda, kimse tarafından değiştirilemeyen birer ihtilal yasası gibi politikalar oluşturulması, devlet politikası meraklılarının demokrasi anlayışlarında bir yanlışlık olduğunu göstermiyor mu?
Değişen yol (ya da yüz) anlamına gelen politika, değişen durumlara göre yol değiştirmek anlamına geliyorsa, devlet politikaları ancak değişmeyen (ya da çok az değişen) durumlarla sınırlı olmalıdır. Bunun aksi, ülkemizde zaman zaman denenmiş ve yarar değil zarar getirdiği görülmüştür.
Politikayı doğru anlamıyla değil de uygulamada kazandığı olumsuz anlamıyla anlayanlar, politikaları değişmez kılmaya değil, politikanın niçin çirkin olduğuna kafa yormalı ve onu değiştirmeye çalışmalıdırlar.
Pazar, 26 Şubat 1995
-
May 25 2012 EKMEK FİYATLARI NİÇİN HEP
BAŞ DERDİ OLMUŞTUR?
Kendimi bildim bileli fırıncılarla belediyeler arasındaki tartışma sürer. Bir taraf girdilerin pahalandığını ileri sürerek zam ister, diğer taraf da halk, koruma vs der ve sonunda genellikle fırıncıların dediği olur.
Aradaki vatandaş da hala bakkala gidip “1 okka ekmek” aldığını sanır (1.250 kg’lık okka içine bugün 4 ekmek sığmaktadır!)
Yıllardır süren bu mesele geçmişte belediyelerin verdiği “narh” ile belirleniyor diye zannedilse de, o zaman da belediye meclisi içindeki fırıncı esnafının ya da fırıncılar lobisinin baskısıyla fiyatları fırıncılar dikte ederdi.
Bugün serbest piyasa sistemi içinde, işin mantığını -kısmen- kavramış belediyeler ekmek fiyatlarını tamamen serbest bırakmışlar, bir kısım belediyeler ise fırıncılarca belirlenen fiyatları “onaylamakta” (ne demek ise) devam etmektedirler.
Aslında ta başından bu yana mesele, fırıncı esnafının kendi arasında kurduğu tekellerin (her yörede ayrı tekel vardır) düşündüğü fiyatları halka (ve tabii bu arada belediyelere) zorla kabul ettirmesinden ibarettir.
Serbest piyasa sistemi içinde ne yerel ve ne de merkezi idarenin “fiyat belirleme”, “fiyat kontrolu”, “narh verme” gibi bir fonksiyonu yoktur ve olmamalıdır.
Olması gereken, “rekabet” sözcüğü düşülerek eksik olarak kullanılan serbest rekabet piyasasının koşullarını bozmak isteyenlere müdahale edilmesidir.
“Piyasaya müdahale” ile piyasanın serbestçe oluşumuna engel olanlara “müdahale” arasındaki ince fark budur ve genellikle iki kavram bilerek ya da bilmeyerek (ki çoğu tekeller bilerek) birbirine karıştırılmaktadır. O halde sorun, tekelci eğilimlerle mücadelede hangi araçların kullanılacağıdır. Bu bir mücadeledir, çünkü tekelciler daima bu araçların boşluklarını bulmaya çalışacaklar, idareler de anti -monopoli araçlar/ uygulamalar geliştireceklerdir.
Kısa bir araştırmayla bu araçların neler olabilecekleri bulunabilirse de, ben her ihtimale karşı bazılarını vermek istiyorum:
-
Tekelin belirlediği fiyatların altında fiyatla satış yapmak isteyenlerin fiziki güvenliğinin (fırınının, çalışanların, sahibinin vs) sağlanması
-
Tekeli yöneten dernek, vakıf, şirket gibi kuruluşların monopol fiyatları konusunda karar almaması ve bunu denetleyebilmek için belediye/maliye müfettişlerinin yetkilendirilmesi
-
Yeni fırın açma konusunda mevcut tüm sınırlamaların kaldırılması (hele, dernek vs gibi tekeli yöneten kuruluşların katiyen yetkilendirilmemesi)
-
Yeni fırın açmak isteyenlerin belirli süre teşviki (arsa kullanım hakkı verme, düşük tarife ile su, belediye harcı istisnası vs)
-
“Halk ekmek” adlı kamu işletmelerinin derhal özelleştirilmesi (Böylece hem maliyetleri düşer, hem üretimleri artar, hem de belediyelerin vıdı vıdı kaynaklarından birisi azalır)
-
“Kontrol”, “narh” vs gibi ancak fiyatların artmasına yol açabilecek uygulamalardan tamamen vazgeçilmesi
-
Tekel dışında fiyatlandırma yapmak isteyenlerin de serbestçe örgütlenebilmelerinin desteklenmesi
-
Tüketici dernekleri kurulmanın özendirilmesi (belediyenin yer vermesi, bültenlerini basması, dağıtması vbg)
-
Ekmek alternatifleri konusunda halkın bilinçlendirilmesi
Bu yöntemler, uygulanabilecek yöntemlerden “bazı” larıdır. Belediyelerin başlıca görevi bu tür araçlar geliştirmek ve onları uygulamaktır.
Hiç yapmamaları gereken, yaptıkları takdirde tekelleri güçlendireceğinden şüphe olmayan ise
-
Bizzat ekmek üretmek
-
Fiyatları onaylamak (!)
dır.
Bu yöntemler yalnız ekmek değil, tekelcilik eğilimi mevcut olan tüm mal ve hizmetler için geçerlidir. Ama karar verilmesi gereken önemli bir nokta vardır: Tekelcilikle gerçekten mücadele mi etmek istiyoruz, yoksa onu bilerek-bilmeyerek güçlendirmek mi?
Şubat 1992
-
-
May 25 2012 BU DEVİRDE BÖYLESİNE SANSÜR OLUR MU?
Türkiye geneline yayın yapan yaklaşık on, yerel yayın yapan yaklaşık elli TV istasyonumuz, aynı şekilde yayın yapan ikiyüz civarında radyomuz, çok sayıda gazete ve dergimiz var. Ayrıca hemen her konuyu işleyen kitaplar yazılıyor, çeviriler yapılıyor.
24 saat yayın yapan bir TV ya da radyo istasyonunun program tüketen birer canavar olduğu düşünülürse, bu kadar istasyonun ne denli bir program sıkıntısı çektiği kolayca takdir edilebilir. Nitekim, en akla gelmez konuların niçin işlendiğini, insanların en yakası açılmadık özel yaşamlarına kadar her şeyin niçin didiklendiğini bu sıkıntı açıklamaktadır.
Diğer yandan da vatandaş hemen her sıkıntısını -eş bulmaktan iş bulmaya, haksızlıktan yolsuzluğa kadar- bu kanallar aracılığıyla ilgililerin dikkatine getirebilmektedir.
Denilebilir ki ülkemiz bir “konuşma devrimi” yaşamaktadır. Tabii ki her devrim gibi bunda da anlamlıların yanısıra anlamsız işler de olmaktadır. Bunlara bir diyecek yoktur.
Ancak, yazılı, görsel ve işitsel medya kanallarında işlenen bütün konular dikkatle incelendiğinde bir nokta derhal ortaya çıkmaktadır: bir sansür mekanizması, hem de işini çok iyi bilen, en ufak konuyu atlamayan, hiçbir kanala müsamaha etmeyen bir sansür sistemi, devlet ve özel kesim kontrolundaki tüm yayınları denetlemekte, herhangi bir konunun nedenlerine ilişkin parçaları derhal kesip çıkarmaktadır.
Sadece bir ya da iki kanalı, o da zaman zaman izleyen bir kişinin göremeyeceği, günde yalnız bir gazete ya da haftada bir dergi okuyanın farkedemeyeceği, ama tüm yazılı, görsel ve işitsel yayınları 24 saat sürekli izleyen bir kişinin derhal farkına varacağı bir sansür sistemi uygulanmaktadır.
İşin iki ilginç tarafından birisi, bu işi bu denli ciddi hangi kişi ya da kuruluşun yapabildiği, ikincisi ise özel medya araçlarının hiç birinin itiraz etmeden bu denli katı bir sansürü nasıl kabul ettiğidir. Askeri yönetimlerin dahi kolay uygulayamayacağı böylesine bir katılık, mutlaka yepyeni bir teknolojiyle, muhtemelen de bilgisayar destekli olarak yapılmaktadır.
Örneğin, bir TV programında bir yolsuzluk konusu işlenirken, katılımcılardan birisi mesela bu yolsuzluğa yol açan nedenlerden birisini dikkate getirmeye kalksa, Bilgisayar Destekli Sansür Sistemi – BDSS devreye girmekte, bu cümleyi kesip yerine reklam almaktadır. Böylece izleyiciler farkına varmadan, tüm sorunların görünen yanları konuşulmakta, ama onların kaynaklarındaki nedenler kesilip atılmaktadır.
BDSS’in varlığına ilişkin somut bir kanıt mevcut değildir. Ama dolaylı etkileriyle anlaşılabilen olgular fizikte bile vardır. Mesela elektrik böyledir. Kendisini göremez ama dolaylı etkilerini hissedersiniz.
Örneğin rüşvet konusu, halkımızın en çok ilgisini çeken konulardan birisidir. Rüşvete yol açan nedenlerden birisi de tüketim eğilimleri sürekli pompalanan düşük ücretli kamu görevlilerinin varlığıdır. Düşük ücret ise, kamu görevlilerimizin sayılarının çokluğundan doğduğuna göre, bu sayı çokluğunun nedenleri her halde çok önemlidir. Ama, bugüne kadar kalabalık kamu kadrolarının nedenlerini irdeleyen tek bir program, bu kadroların insanları kapı dışarı etmeden nasıl seyreltileceğini konu eden bir yazıya rastlayan kimse görülmemiştir.
Böyle bir şey imkansızdır. Bir toplum böylesine meraksız olamaz. Bu kadar program yapımcısı, bu kadar yorumcu, bu kadar köşe yazarı bulunan bir medya toplululuğunda bir tane meraklı çıkmaz mı?
Demek ki bu işte başka bir iş vardır. BDSS’in varlığının en kesin kanıtı budur. Aynen elektrikte olduğu gibi. Bu devirde böylesine bir sansürü kınıyor ve en kısa zamanda sorumluların ortaya çıkarılmasını rica ediyorum. Böyle rezalet olmaz!
Pazar, 26 Şubat 1995
-
May 25 2012 BU GREV ERTELENMEMELİ (İDİ)
Belediye işçilerinin grevinin erteleneceğine ilişkin haberler var. Bu yazı yayımlandığı anda belki de ertelenmiş olabilecektir.
Bu grev hiçbir şekilde ertelenmemelidir.
Ders alınabildiği takdirde, bir demokratik kurum olan bu araca ilişkin kültürümüzün (grev kültürü) gelişmesine katkıda bulunabilecek bir olgudan yanlış sonuçlar çıkarılmasına yol açabilecek bir erteleme, bu imkanın heba edilmesi demektir.
Konunun sorumlularının (ya da sorumsuzlarının) beyanatından çıkarılabilecek net sonuç, demokrasinin ve de serbest rekabet sisteminin vazgeçilmez bir enstrümanı olan grevin ne olup ne olmadığının hiç mi hiç anlaşılmamış olduğudur.
Grev, bir hizmetin gerçek piyasa fiyatının belirlenmesine yarayan ve kapitalistik sistemin önemli kurumlarından birisidir.
Nasıl ki elinde bir mal veya hizmeti bulundurup onu, olabilir en yüksek değerine satmak isteyen bir kişinin yaptığı pazarlık son derece doğalsa, emeğini pazarlayan belediye işçilerimizin de, emeklerinin ederini öğrenmeleri en doğal haklarıdır. Aksi halde emeklerinin fiyatını öğrenebilecekleri başka sağlıklı bir yöntem yoktur.
Doğal olmayan, bu pazarlık sürecine konu olan hizmetlerin alternatiflerini üretmek durumunda olanların bunları düşünemeyişleri ile, bu alternatifleri düşünüp uygulamak isteyenleri kaba kuvvetle durdurmaya çalışmaktır.
Bir fırıncı, ekmek fiyatı olarak 1 milyon lira iddia edebilir ve kendine göre haklı nedenleri de bulunabilir.
Fırının camına-ister gerekçeli isterse gerekçesiz olarak- bu 1 milyon liralık fiyatı yazıp cümle aleme ilan da edebilir. Buraya kadar mesele yalnızca fırıncının akıl sağlığı ile ilgilidir ve kendinden başkasını ilgilendirmez.
Ancak bu fırıncı, 1 milyon liralık ekmek fiyatının gerçekleşmesine mani olan diğer fırınları ekmek satmaktan alıkoymaya başladığı anda işin rengi değişir ve bu işin terörden en ufak farkı kalmaz. İşin ince noktası budur. Bu durumda ekmek fiyatı gerçekten de 1 milyona çıkar. (Piyasamızda son derece fazla miktarda milyonluk ekmekler vardır).
Herkes malına ve hizmetine istediği fiyatı biçmede özgürdür. Bu fiyatın yüksek mi alçak mı olduğunun tartışması anlamsızdır. Pazara çıkılır, hizmet fiyatı belirlenir.
Burada ahmakça olan, sunulan hizmetin alternatiflerini kaba kuvvetle caydırmaya kalkmaktır.
Bu grev ertelenmemelidir. Çünkü o takdirde, akılsız bir insanın peşinden gitmekten başka taksiri olmayan binlerce belediye işçisinde yanlış imajlar uyanacak, hakları olan bir ücretin zorla gaspedildiği izlenimi doğacaktır.
Bunun yerine yapılacak olan şudur:
-
Sağlık bakanlığı, valilikler ve kendi teşkilatı vasıtasıyla halkı çöp hijyeni konusunda bilgilendirirler.
-
İnsanların daha az kokuşabilir çöp üretmeleri için pratik önlemler öğretilir.
-
Çöpler için toplama merkezleri oluşturulur. Buraya çöplerini getirenlerden parayla satın alınarak özendirme yapılır.
-
Esnafın, sitelerin ve isteyen herkesin özel çöp toplama ve nakletme anlaşmaları yapmaları için fiziki güvenlik sağlanır.( Bunun grev kırıcılıkla ilgisi yoktur).
-
Alternatif yollar arayanlara karşı sendikaların veya kişilerin kaba kuvvet kullanmalarının demokrasi ile bağdaşmadığı insanlara duyurulur.
Bu önlemler alındıktan sonra sorunun hayati boyutu büyük ölçüde ortadan kalkar ve olsa olsa görsel kirlilik kalır. Grev yapanların pazarlık güçleri de sağlıklı bir yere oturmuş olur.
Bu bir falcılık sayılmasın, bu gidişin doğal sonucu, karnını doyurmak için dişini tırnağına takmış milyonlarca insanın, belediye işçilerimize düşman gibi bakmaya başlamalarıdır. Buna kimsenin hakkı olmamalıdır.
Her oyun kuralına göre oynanır. Serbest rekabet sisteminin kuralı budur. Bir avuç insanın sırtından sendikacılık yapmaya kalkanlarla, bu işin doğrusunu milyonlara anlatmayanlara duyurulur.
***
-