• ÇÖPÇÜLERİMİZİN EĞİTİM BİRLİĞİ

    Meslek eğitiminde en önemli konulardan birisi de “standart eğitim”dir. Belirli bir meslek için eğitilenler, ülkenin neresinde ve hangi kişi ya da kurum tarafından eğitilmiş olurlarsa olsunlar, aynı amaçlar doğrultusunda yetiştirilmelidirler. Aksi halde sorunların çıkması kaçınılmazdır.

    Örneğin, şoförlük eğitimi alanların bir bölümüne geri vitesle ilgili bilgi öğretilmese, onlar daima Dünya turu yaparak bu işlevi yerine getirmek zorunda kalabilirler.

    Bu önemli gerekliliğin yerine getirilebilmesi için, uzmanlar çeşitli sistemler geliştirmişlerdir. Son yıllarda ilerleyen teknoloji de bu standart eğitim sorununun çözümüne katkıda bulunmuştur. Ancak bütün bunlara rağmen, eğitim birliği koşulunun yerine getirilmesi her zaman mümkün olmaz ve bu nedenle de ulusal düzeyde “sertifika sınavları” düzenleyip, kazananların o mesleği icra edebileceklerine ilişkin birer sertifika verilir.

    Ancak, ülkemizdeki bazı meslekler için hiçbir düzenleme yapılmamasına karşın, inanılmaz ölçüde bir standardizasyon kendiliğinden gerçekleşmektedir. Bu mesleklerden birisi de, belediye temizlik görevlilerinin süpürgeli bölümünün icra etmekte oldukları, “sokak toz ve çöplerini homojenize etme” mesleğidir.

    “Biz böyle bir meslek olduğundan habersizdik, ülkemiz ne kadar da ilerlemiş” diyebilecek okurlarımız ve belediye temizlik işleri yöneticileri ve daha üst görevliler için biraz açıklama gerekirse, bu meslek, sokaklardaki toz ve çöpleri kaldırmak -hatta kaynaklarını kurutmaya çalışmak- yerine, çalı süpürgelerini kullanarak ve sırtına pire girmiş kişinin omuzlarını iki yana sallayarak kaşınması gibi hareketler yaparak onları daha homojen ve böylece daha az göze çarpan ve rüzgarın uçurması için daha uygun bir konuma getirme mesleğidir.

    Ülkemizin dört bir köşesinde milli marşımızı farklı söyleyen, trafik kurallarını farklı uygulayan, anayasayı farklı anlayan vatandaşlarımız, her nasılsa bu “çöp dağıtma” işini inanılmaz bir “birliktelik şuuru” içinde yapmaktadırlar.

    Bu konunun üzerinde duruşumun nedeni, önemi dolayısıyla değildir. Bu konudaki olağanüstü birlikteliğin mekanizması anlaşılabilirse, diğer konulara da uygulanabilecek bir önlem geliştirilmiş olacaktır.

    Bu “homojenizasyon” işinin en heyecan verici yanı, bu işlerin yönetiminden sorumlu kişilerin nasıl olup da bunun farkına varamayışlarıdır. Eğer bu keşfedilebilirse, örneğin nasıl olup da kronik enflasyon’un enflasyon sanıldığı, ekmek fiyatlarındaki tekelin nasıl farkına varılmadığı gibi konulardaki sırlar da açığa çıkmış olacaktır.

    Pazartesi, 20Haziran 1994

  • ELBİSELER TAMAM YA İÇİ N’OLACAK?

    Polisimiz de dahil olmak üzere resmi kıyafet sahibi kamu görevlilerinin kıyafetlerindeki “akıl eksiği”nin, biraz gözlemci nitelikteki herkes farkındadır. Yumurta topuklu ayakkabısı ile birisinin peşinden koşan, uzun ceketinin altından silahını çıkarmaya çalışan ve o sırada da ceketinin cebinden düşebilecek eşyalarını tutmaya çalışan bir polis düşünebiliyor musunuz?

    Aynı akıl eksiği istisnasız tüm kamu görevlilerinin kıyafetlerinde vardır. Son zamanda polis kıyafetlerinde yapılan değişiklikle bu akıl eksiği “az birazcık” düzeltildi.

    Pekiyi, elbiselerin içinde yapılması gereken değişiklikler, en az kıyafetlerdeki akıl eksiği kadar önemli değil midir? Şüphesiz önemlidir, hatta çok daha önemlidir.

    Sivas olaylarını TV’lerden görenler hatırlayacaklardır. Kendisi gibi düşünmeyenleri yakmayı kafasına koymuş bir kalabalık karşısında, bu tür konularda en küçük bir eğitimi bulunmadığı hemen belli olan polis “memurları”..

    Ankara’da coplu memur yürüyüşünde ise, iki uç noktadan başka bir nokta bilmeyen -eğitilmediği için- polisin kıyasıya (ama yine de acemice) cop kullanışı..

    İstanbul’daki Bosna ayaklanmasında anıt çevresinde çember olmuş bekleyen polisler ve yüzlerce kişinin önünde kollarını açıp sağından solundan geçenleri durdurmaya çalışan zavallı güvenlik (!) görevlilerimiz..

    Bütün bunlar, karakol jargonunun, bu işleri yönetmeye gerek ve yeter koşul sayılmasından ve eğitimin ne demek olduğunun bilinmeyişinden kaynaklanmaktadır.

    Bugün Türkiye’nin en önemli ihtiyacı IMF’nin yakacağı yeşil ışık değildir (hatta hiç değildir). En önemli sorunu laik-şeriatçı çatışması da değildir, ayrılıkçı hareket de değildir.

    Ülkemizin en önemli ihtiyacı, toplum olayları ile nasıl başedileceği konusunda iyi eğitilmiş, ne yaptığını bilen, eğitimiyle, kıyafetiyle, davranışıyla saygı ve caydırıcılık karışımı bir his uyandıran güvenlik gücüdür.

    Karşısında aciz durumda bir polis gören bir saldırgan, hiç kimsenin bulunmaması haline göre daha da cesaret sahibi olur.

    Kızgın toplulukları manipüle etmek çok kolaydır. Hele içlerine bu konularda eğitilmiş birkaç provakatör girince daha da kolaydır. Hayat pahalılığı veya sendika hakkı gibi bir konuda toplanmış bir kalabalığı bir anda kışkırtıp kravat takanların (ya da takmayanların) üzerine saldırtmak işten bile değildir.

    Bu bir kehanet sayılmasın. Yarın öbürgün, bu denli az eğitilmiş ve özellikle de toplum olayları ile baş etmek konusunda çok eğitimsiz bir polis gücü, örneğin TBMM’ni koruyamayacaktır.

    Sefaretleri koruma konusunda son Ankara olayları küçük bir örnektir. Ama iyi yorumlanırsa altın değerinde bir musibettir.

    Bütün bunlardan için için şikayetçi olan birçok üst düzey yetkili olduğundan adım gibi eminim. Ama ne yapılacağı konusunda berrak olmadıkları, eğitim konusunda tam bilinçli olmadıkları da bir gerçektir.

    1984 yılında, bu işlere meraklı birisinin ABD ve İngiltere’deki polis derneklerinden getirtmiş olduğu ve o zaman meraklı bir eğitimci tarafından birleştirilerek karakollara kadar dağıtılan ve toplum olaylarıyla başetmek tekniklerini gösteren video filmleri, bu işin Dünya’da ne denli önemsendiğinin bir küçük kanıtıdır.

    Yapılması gereken, iki-üç kişilik bir çalışma grubu ile -katiyen uzun ünvanlı eğitim daireleri değil- bir hızlı eğitim programı yapmak ve kısa süre içinde tüm polisleri -evet yanlış okumadınız tüm polisleri- hiç eğitim görmemişler gibi yeni baştan eğitmektir.

    Devletimizin yumuşak karnı burasıdır. Sonra demedi demeyin!

  • DELİK DEŞİK İŞİ BİTMEZ!

    Yıllardan beri belediyelerin neler yaptıklarının bir istatistiğini tutan bir aklı evvel olsaydı bugün elimizde çok değerli veriler birikmiş olacaktı. Ama yine de yaşı biraz uygun ve meraklı tipler -biraz zihinlerini zorlarlarsa- buna benzer bir resim çizebilirler.

    Resmin ana parçaları şunlardan ibarettir: belediye sarayı inşa etmek, görünen yerlerdeki kaldırımları yenilemek, fırıncılarla pazarlık etmek, halk ekmek çıkarmak, iş makinesi parkı kurmak ya da yenilemek, eski yönetimin işe aldıklarını çöpçü kadrosuna tayin edip yeni çöpçüler işe almak, park, cadde, meydan gibi yerlere parti büyüklerinin adlarını vermek, kendinden evvel yapılanları kötülemek, büyük düşündüğünü kanıtlamak için küçük işleri (!) bir yana bırakıp büyük projelere kalkışmak, kendinden sonra gelecek yönetimin altından kalkamayacağı kadar borç yapmak, ne kadar önemli bir insan olduğuna önce kendini sonra yakın çevresindekileri inandırmak, seçimler sırasında kendisine oy verenlerin sokaklarını asfaltlayıp, diğerlerini boş vermek ve bunun gibi bir çok yararlı(!) iş..

    Bir de insanların ihtiyaçları vardır ki onlarla ilgilenen bir merci henüz görülmemiştir. Örneğin, şöyle bir aday çıkıp aşağıdaki gibi bir seçim beyannamesi bastırsa acaba ne olur?

    ÖNCE İLKELER

    * Siyasi, etnik, bölgesel, dini ayrım yapmayacağım,

    * Kendim temiz olacağım gibi, kadrom da temiz davranacak,

    * İnsan da dahil olmak üzere doğa’nın tüm ögelerine saygı, ilk yol göstericim olacak,

    * Sınırlı bütçemi sınırsız ihtiyaçlar karşısında yetiştirmek için ilkem, “akılcı öncelikler” olacak.

    FİLAN PARTİSİ ADAYI

    Mehmet İşbilir

    PROJELERİM ŞUNLAR !

    * Solunabilir Hava

    Havamızı kirleten nedenlerin herbirinin ortadan kaldırılması için ayrı birer projeden oluşan bir pakettir.

    * Hijyen

    Satın aldığımız ekmekten piyango biletine, oturduğumuz otobüs koltuğundan kullandığımız paraya kadar binlerce hastalık kaynağını kurutmaya yönelik bir pakettir.

    * Kuralsızlıkla Savaş

    Genelde tüm vatandaşlarımızı özelde ise bu belde de yaşayanların yaşamlarını çekilmez hale getiren her türlü kuralsızlığı ortadan kaldırmaya yönelik bir pakettir.

    * Gençlere İş

    İşsizliğin, özellikle de gençlerin işsizliğinin birçok sorunun kaynağı olduğunun bilincindeyim. Onları birer iş sahibi yapabildiğimiz zaman birçok sorunumuz ortadan kalkacak ya da en azından hafifleyecektir. Bu amaçla, şu parçalardan oluşan bir projem var:

    1. BELDE GİRİŞİM AJANSI kurulacak..

    Bu Ajans, kendi işini kurmak ya da gelirini artırmak isteyenlere;

      • İş fikirleri verecek,

      • Çeşitli kuruluşların sağladığı desteklere erişilmesini sağlayacak,

      • Kendisi de mali destek verecek.

      • Beceri Kursları organize edilecek..

      • Eğitimi bulunsun ya da bulunmasın, piyasanın ihtiyaç duyduğu yani geçerli becerilerden birisine sahip olmayan bir kişi iş sahibi olamaz. Bu amaçla, Beceri Kursları düzenlenmesi için girişimciler özendirilecektir.

    1. Yönetimi Sağlanmış İşyerleri’nde ucuz iş yeri sağlanacak..

    Birçok ortak kolaylığı (sekreter, telefon, faks, bilgisayar, fotokopi, toplantı odası, kafeterya, ısıtma gibi) bulunan, Belediye’ye ait işyerleri oluşturulacak ve gençlere ucuz işyeri sağlanacaktır.

    1. Belde Teknoparkı kurulacak..

    Teknik bir dalda bilgi-becerisi olanlar için, üniversitelerle ortak bir teknopark açılacak ve buralarda da Yönetimi Sağlanmış İşyerleri sağlanacaktır.

    1. Girişimcilere Destek

    Belediye’nin mal ve hizmet alımları kendi işini kurmuş olanlardan alınacak, böylece kendi işini kurmuş olanlara yeni pazarlar yaratılacaktır.

    • Belediye Alımlarını Saydamlaştırma..

    Belediye’lerdeki her türlü yolsuzluğun altında mal ve hizmet alımlarının düzensizliği ve kapalılığı yatar. “Temiz” bir belediye ancak bu alımların saydamlığı ile gerçekleşebilir. Belediye Meclisimize derhal sunulacak olan bir: Belediye Alımlarını Saydamlaştırma Yönetmeliği ile bu kangren kesilip atılacaktır. Bu, tüm girişimcilerimizin önündeki haksız rekabet engelini kaldıracaktır.

    • Özürlüler için yeni bir Belde..

    TBMM’de beklemekte bulunan Özürlüler Yasası’nın, Belediye Meclisi’mizce onaylanabilecek birçok hükmü vardır. Bunlar, Belediye Meclisi’mize sunulup özürlüler için yepyeni bir yaşam ortamı yaratılacaktır.

    • Kendi evini yapma imkanı..

    Beldemizdeki kamu arazilerinin parsellenerek kendi evini yapmak isteyenlere satılması, konut yapımı için tasarruf yapanlara mali destek sağlanması, tip proje verilmesi gibi parçalardan oluşan bir pakettir.

    • Belediye Şikayet Sistemi

    Yılda 365 gün ve günde 24 saat hizmette bulunacak olan bir ŞİKAYET SİSTEMİ, her konudaki şikayetinizi alıp sonuçlandıracak olan bir YEREL OMBUDSMAN görevi yapacaktır.

    • Küçük Fakat Güçlü Belediye..

    Tüm belediyelerimizin bütçelerinin %90’a yakın bir bölümünü yutan personel ücretleri hizmet için para bırakmıyor.

    Kendi işlerini kurmaları ve ücretle yapmakta oldukları işleri bu defa kendi işlerinin sahibi olarak yapmak üzere desteklenecek olan belediye personeli, kendi işlerini kurdukça belediyemizin personel giderleri %30’lara doğru çekilecek ve aynı bütçe ile daha çok iş yapılacaktır.

    • Seyyar arsalara paydos !

    Her araç yaklaşık 10 m2’lik bir seyyar arsa demektir. Yayaların ve akan trafiğin hizmetinde olması gereken alanların araçlarca işgaline son vermek için:

      • Yaygın bir parkmetre uygulaması başlatılacak,

      • Parkmetre işletmeciliği özel girişimcilere yaptırılacak,

      • Bu yolla birçok yarı-zamanlı gencin istihdamı sağlanacak,

      • Belediye de gelir sağlamış olacaktır.

    Ayrıca, boş alanlar otopark olarak düzenlenecek, yollar ve kaldırımlar işgalden kurtarılacaktır.

    • İşgale karşı acımasızlık..

    İster kamu ister özel mülkiyet olsun işgal edilen her arazideki en küçük yapı ANINDA yıkılacaktır. Konut ihtiyacı olanlara sağlanacak olan Kendi Evini Yapma imkanı, gecekondu olgusunun gerekçesini kaynağından kaldırmaktadır.

    • Belediyenin ilgi sahasına giren tüm meslekler için sertifika zorunluğu..

    Bir mesleğin, gerekli niteliklere ve de bilgi-becerilere sahip olunmaksızın icra edilmesinin faturasını halk öder. Bazen sağlığı ile bazen de parası ile.. Belediye’nin ilgi alanına giren her meslek için bir sertifika sistemi oluşturulacak, bunun için gerekli eğitimler, ücreti Belediye’ce karşılanmak üzere özel girişimcilerce sağlanacaktır.

    • Seyyar satıcılık bir dert olmaktan bir istihdam yaratma avantajına çevrilecektir.. Bunun için seyyar satıcılığın kuralları konulacak, kendini istihdam eden bu insanlar kovalanmayacak, saygı görecektir.

    • Belediye, girişimcilerin önünde engel değil, onların destekçisi olacaktır..

    • Belediye’yi, halkımızın önüne bir rakip olarak diken BİT’ler DERHAL özelleştirilecektir.

    Böyle bir seçim beyannamesi bastıran bir belediye başkan adayı acaba kaç oy alır? Bilmem, isteyen deneyip görebilir. Pazartesi, 04 Eylül 1995

  • FAİZ VE TEFECİLİK !

    Bir siyasi partinin, onun yandaşlarının ve partili ya da yandaş olmamakla birlikte birçok kişinin faizi reddettiğini biliyoruz. Bunu garipsemiyorum. Garipsediğim, aksi düşüncedeki hiç kimsenin bu konuda bir açıklama yapmayışı, sanki faizsiz hayat mümkünmüş de bir kabahat işleniyormuşçasına susmayı tercih etmesidir.

    Yüksek kredi faizlerinin insanları doğrudan (sanayiciler) ya da dolaylı (sanayi mamullerini kullananlar) bunalttığı ortamda faizin, borç-faiz spirali olgusunu çağrıştırması, otomatık olarak faize karşı olumsuz “his”lerin doğmasına neden olmuştur. Bu bir gerçektir.

    Ama ilginç olan, bu denli faizle içli dışlı olmuş bir ortamda faiz’in ne olup ne olmadığının hiç konuşulmayışıdır. Belki herkesin bildiğinin varsayılması, bunun bir nedenidir.

    Ülkemizin çok sayıdaki sorununun, çok az sayıdaki Kaynak Sorun’un çeşitli bileşimleri olduğu, diğerlerinin ise birer Görüntü Sorun (Phantom Problem) olduğu, artık yavaş yavaş kavranmaya başladı.

    İşte bu az sayıdaki Kaynak Sorun’dan birisi de “çeşitli kavramların tanımlanmamışlığı nedeniyle üzerlerinde uzlaşma olmayışı, bunun ise toplumsal iletişimi güçleştirdiği”dir. Hak, özgürlük, demokrasi, laiklik ve birçok soyut kavramın yanısıra, bunlarla hiç ilgisi olmayan matematik bir kavram olan faiz de bu “tanımsızlık” hastalığından nasibini almıştır.

    Bunun üzerine bir de “bilerek kavram tanımlarını karıştırma” eylemi binince, düz deyimle tam toz-duman bir ortamı doğmaktadır. Şimdi faiz, bu ikili etki altında bir kesimin nefret ettiği, bir kesimin de suskunlukla seyrettiği bir kargaşaya itilmiştir.

    Faiz, iki bileşenden oluşmakta olup birincisi paranın değer kaybının telafisi, diğeri de paranın nedretine ödenen karşılıktır. Bu iki bileşenden biri ya da ikisine karşı kızgınlık duyanların kullanabileceği tek alternatif “hibe”dir. Yani faizi haram olarak görüyorlarsa bu iki bileşenden hangisini isterlerse almayabilir, karşı tarafa hibe edebilirler. Bunu enayilik olup olmadığı ise hibe’de bulunacak olanların sorunudur.

    Faizin bir de kötüye kullanımı vardır ki o da tefeciliktir. Aslında yalnız faiz değil tüm yüce kavramlar dahi istenilirse kötüye kullanılabilir.

    Tefeciliğin faizle ilişkisi, suyun boğulmakla olan ilişkisi kadardır.

    Bilerek ya da cehalet nedeniyle anti-faiz propagandası yapanlar ya da bunlara muhatap olanların bilmeleri gereken, paranın yukarıdaki iki bileşeninin (değer kaybı ve nedret ücreti) haram olamayacağı, yüksek faizin yarattığı olumsuzlukların Kaynak Nedeni’nin faizin kendisi değil, paranın süratle değer kaybetmesi olduğudur. Kızılacak, nefret edilecek birşey varsa o da, paraya değer kaybettiren “üretmeden tüketmek” olgusu ve bir kısım politika ve bilim esnafının bunun mümkün olduğunu propaganda etmesidir.

    Bu ise yalnız dinde değil tüm öğretilerde ayıptır, günahtır ve de yanlıştır.

  • EKONOMİDE TEMİZLİK!

    Zaman zaman ortaya çıkan yolsuzluk olaylarından sonra toplumumuzun çeşitli kesimleri “temiz toplum” istemlerini dile getirir, birkaç kişi ortaya çıkarılıp cezalandırılınca da unutur ve yeni yolsuzluğa kadar temiz toplum rafa kaldırılır.

    Bunun nedeni halkımızın gelgeç gönüllü olması değil, bu tür yolsuzlukları analiz etmesi gereken politikacı, bürokrat ve bilim adamlarının, yolsuzlukların magazin yanıyla uğraşmayı yeğlemeleri ya da bu analizi yapmadıkları veya yapamadıklarıdır. “Yolsuzluk” genel adı verilen olgulara yol açan nedenler iyi anlaşılmadığı ve onların üzerine niçin gidilemediği irdelenmediği sürece bunların önlenmesine imkan yoktur.

    Bu tür bir kapsamlı analiz, kuşkusuz bir tanımla başlamalıdır. “Yolsuzluk” nedir? Neler yolsuzluktur, yolsuzlukları belirli spesifikasyonlara sahip, az sayıda “kara insanlar” mı yapar yoksa “beyaz insanlar” da yolsuzluk yaparlar mı? Bunların sayısı ne kadardır?

    “Yolsuzluk”, en genel kapsamıyla, bir toplumun erdem değerlerine göre genel kabul görmüş yolların dışındaki yollarla çıkar sağlamaktır denilebilir.

    Bu tanımın yanısıra bir ilkenin de benimsenmesine gerek vardır. O da, yolsuzluklar arasında yapılabilecek küçük, büyük gibi ayrımların yapay olduğu, “büyük” denilebilecek yolsuzlukların ancak “küçük” yolsuzluklardan oluşan bir temel üzerinde ayakta durabileceğidir. “Küçük” ve “büyük” olarak nitelenebilecek yolsuzluklar arasında bir sınır çekilmeye kalkışıldığında, sınırın hemen iki tarafındaki olaylardan birinin yolsuzluklar diğerinin ise erdem küme’sine girmesi, kabul edilebilir bir haksızlık değildir. Toplumun, yolsuzlukları küçük, büyük, masum, iblisçe ve bu gibi sınıflara ayırmasının bir nedeni gündelik yaşamı kolaylaştırmak, bir diğeri ise kendi davranışlarını sürekli olarak erdem domeninde tutmak için gösterdiği özel çabanın sonucudur. Zaten dikkat edilirse, bu tanımlanan “küçük” ve “büyük”, herkes için aynı olmayıp, herkesin küçük ve büyüğü kendi bireysel “gereksinimlerine göre” (!) ve de sürekli olarak ayarlanmaktadır.

    İşte sorun bu noktada başlamaktadır. “Temiz toplum”u istediğinden, içtenliğinden zerre kadar dahi şüphe bulunmayan insanlarımızın büyük bir bölümü -yukarıdaki tanım ve ilke uyarınca- gırtlağına kadar küçük ya da büyük yolsuzlukların içine batmış, daha doğrusu yaşamı yolsuzluklara göre evrime uğramıştır.

    Bu can sıkıcı olguya karşı ileri sürülebilecek olan bir savunma, kişinin kendince “küçük” olarak nitelediği yolsuzlukların hemen herkes tarafından yapıldığı ve yine herkes tarafından yapılmazsa söz konusu kişi tarafından da yapılmayacağıdır. Bu, insanların kendi kendilerine geliştirdikleri düşük dozlu bir uyuşturucu olup gerçekle ilgisi yoktur. Herkesin birden hiçbir yolsuzluk yapmaması halinde yolsuzluktan vazgeçeceği vaadi, ya ahmakça ya da sinsice bir düşünce biçimidir. Demek ki bir kişi dahi yolsuzluk yapsa onu örnek olarak gösterip daha büyüklerini yapma iznini kendine verebilmek mümkün olacaktır.

    Evet, bu resim ürkütücüdür ve can sıkıcıdır. Dışımızda aradığımız yolsuzlukların ta içimizde bulunduğu, kolay yenilip yutulur bir lokma değildir.

    Atandığı görev yerini değiştirmek için aracı kullanan, bu aracılığı kabul eden, bu tür ayrıcalıklar yapıldığını bilip de kulağının üzerine yatanlardan, bir kuyrukta sırasına rıza göstermeyip bir biçimde öne geçenlere; başkaları ter döküp ders çalışırken, kolay yoldan kopya çekip bilgi hırsızlığı yapan öğrencilerden, yapamayacaklarını vaad edip güven ya da oy hırsızlığı yapan politikacılara; eksik tartı yapan esnafı, aracını kurallara aykırı süren şoförü, üzerine yazdığı bileşiminde ilaç yapmayan, ürettiği otomobilin çarpışma testlerini yapmayıp insanları ölüme mahkum eden ya da atıklarını doğaya boşaltan sanayicisi, bankasını soyan yöneticisi ve bu gibi irili ufaklı binlerce yolsuzluk sorumlusu olan bizler eğer gerçekten temiz toplum istiyorsak, yukarıdaki tanımı ve ilkeyi içimize sindirmek ve sonra da sessiz sedasız gereklerini yapmak zorundayız.

    Pekiyi bu gerekler nelerdir? Bu gereklerden önce, saptanabilecek gereklerin önündeki bir büyük engelin aşılması gerekmektedir. Bu engel, bir toplumsal hastalık durumuna gelmiş bulunan, “sorunların nedenlerini aramadan doğrudan çözüm üretmeye çalışmak”tır.

    Toplumumuzda “sürekli çözüm üreten kişi”, “ülke sorunlarına çözümler üreten parti”, “laf değil çözüm üretimi” gibi sözler, kişileri ve kurumları yüceltmek amacıyla kullanılıyor.

    Ama, bu sözlere karşı yöneltilebilecek şöyle bir eleştiri, bu “çözüm üretme” işinin nasıl bir toplumsal hastalık olabileceğini (ve çoğunlukla da olduğunu) ortaya koyuyor: Bir sorunun nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik olmayan ve “herhalde iyi gelir” ön yargısıyla önerilen çözümler, bir hekimin, yüz hastasına iyi gelen bir ilacı, hastalığının teşhisi konulmadan kullanıp ölen yüzbirinci hastasının durumuna benzer.

    Ekonomik ve sosyal konulardaki irili ufaklı sorunlarımızı ve bunlar için sürekli olarak “çözümler” üreten insanlarımızı düşününüz.

    Herhalde, sorunları için bu denli çeşitli ve çok çözüm üreten, ama sorunlarını çözmede de bu denli başarısız bir toplum olmamızın bazı nedenleri olmalıdır.

    Sokakta kendisine mikrofon uzatılıp filanca sorunumuz hakkında düşünceleri sorulan ev kadını, ayaküstü sorulan soruyu ayaküstü cevaplayan politikacı, çağrıldığı panelde yüzüncü defa aynı lafları tekrarlayan öğretim üyesi ya da gençlik programında konuşan genç, hepsi, “çözüm” üretiyorlar.

    Bu nasıl bir iştir ki, üzerinde konuştuğu soruna yol açan nedenleri bir kenara itip, doğrudan çözüm imal eden insanlarımız, acaba bir vahiy kanalıyla mı bu “çözüm”leri üretiyorlar?

    Bir üniversitenin yayımladığı bir rapor elime geçti. Yaklaşık 200 sayfa. Adı da “Hava Kirliliğinin Nedenleri”.. İlk defa çözüm ile başlamayıp nedenleri irdeleyen bir kitap bulduğunuzu sanıyorsunuz. Ama raporun adıyla içeriğinin ilişkisi yok. “Neden” kavramının böylece anlam değiştirmesi ise bir başka felaket..

    Gelişmiş ve gelişmemiş toplumları birbirinden ayıran birçok ölçüt bulunabilir. Bunların en güvenilirlerinden birisi de, gelişmiş toplumlarda sorunların nedenlerinin aranması, gelişmemişlerde ise bu sorunlara “kim”lerin yol açtığı ve “kim”lerin bu sorunlardan kurtaracağıdır. Toplumumuzun baba, bacı vs aramaya bu kadar meraklı oluşu, bu “kim” eğilimiyle açıklanabilir.

    Bir kamu bankasının, bürokrat – iş adamı – politikacı – mafya işbirliğiyle soyulmuş olması, kamuoyunun gündemindedir.

    Bu konuda ilk sorulması gereken soru, hangi mekanizmanın bu ve benzeri soygunlara yol açtığı, o nedenlere hangi nedenlerin sebep olduğu ve son aşamada da o nedenlerin “nasıl” ortadan kaldırılacağıdır.

    Ama, sokaktaki adamdan idare mensuplarına kadar herkes “kim” sorusunun cevabı peşindedir. Rüşveti “kim” vermiş, “kim” almış, “kim” aracılık etmiş, “kim” vurmuş, “kim” azmettirmiş , kim, kim, kim…

    Ulusal hastalığımız uyarınca hemen bir de çözüm bulunmuş, kamu bankalarının özelleştirilmesiyle bu tür soygunların biteceği belirlenmiştir.

    Kamu bankacılığının tek başına değil ama çirkin siyaset anlayışımızla birleşerek soygunları özendirdiği doğrudur, ama tek neden bu değildir. Birkaç ay önce batan bankalar kamu bankası değildi ve onlar da , hem de bizzat sahipleri tarafından soyulmuştu. Demek ki bankanın kamu ya da özel kesime ait olması soygunu önlemeye yetmiyormuş.

    Kamu pastasını küçültmenin yanısıra, kalabalık kamu kadrolarının seyreltilmesi, siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlaştırılması, daimi kamu görevlisi statüsü ihdası, kamu alımları yasası, ombudsman kurumu gibi gerekler de var.

    Ancak, burada işaret edilmek istenen, kamu bankalarının soygunlara karşı nasıl korunacağı değil, nedenlere dayalı olmayan çözüm üretimlerinin nasıl yetersiz sonuçlara yol açacağıdır.

    Geliniz, “ö n c e a n l a” şeklinde bir kampanya açalım. Aklına gelenleri çözüm diye önümüze koyanları dinlemeyelim ve de tepki gösterelim. Yapmamız gerekenlerin ilki budur.

    Orta ve uzun vadeye yayılabilecek bu, “mekanizmayı tam anlama, nedenleri belirleme, her neden için ayrı çözüm(ler) geliştirme” yaklaşımına paralel olarak, gerek insanların sabırlarını takviye etmek gerekse bazı düzelmeler sağlamak üzere şu önlemler yararlı olacaktır:

    1. “Temiz toplum”u arzu edenler arasında bir araştırma yapıldığında, hemen herkesin ayrı bir temizlik tanımı bulunduğu görülecektir. Kimi, çalmayana; kimi, çalıp da ortaya çıkarmayana; kimi, hem çalıp hem iş yapana temiz demekte, bir kısmı ise “benim dışımdakilerin temiz olması gerekir, ben yüksek ideallere sahibim, ne yapsam yeridir” şeklinde bir sava sahiptir.

    Bu nedenle önce, “temiz toplum” ve “yolsuzluk”tan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir uzlaşıya ihtiyaç vardır.

    Toplumumuzun yüzlerce sorununa kaynaklık eden az sayıdaki Kaynak Sorun’dan birisinin, “kavramların içlerinin boşluğu” olduğu dikkate alınırsa, bu tanım birliği işinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

    1. “Temizlik” konusundaki bu tanımsal uzlaşmadan sonra derhal görülecektir ki, temiz toplum yandaşlarının sayıları zannedildiği kadar çok değildir. Ama bu yine de bu amaç doğrultusunda uğraşmayı gereksiz kılamaz.

    2. Kısa vadede oldukça somut etkileri görülebilecek bir önlem, altında birçok anayasal ve yasal değişikliğin yer aldığı iki “şemsiye yasa”nın çıkarılmasıdır.

    “Kamu Alımları Yasası”, “ombudsman”, “Gün Işığında Yönetim Yasası”, “delegesiz siyasi parti”, “siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlığı” gibi yasal düzenlemelerin bulunacağı bu şemsiye yasa’ların TBMM’nden kolayca ve yoğun bir kamuoyu baskısı olmaksızın çıkarılabilmesi hemen hemen imkansızdır.

    İSKİ, İLKSAN, CİVAN gibi olaylar, yolsuzluklar konusundaki geleneksel sığ bakışların işe yaramadığını göstermesi açısından son derece yararlıdır. Hatta, henüz bilinmeyen ve dokunulması düşünülmeyen yolsuzlukların, -çeşitli pazarlık anlaşmazlıkları nedeniyle- ortaya çıkması, bu bilinçlenme açısından zorunludur denilebilir.

    İşte ancak o durumda böyle bir yasa destek bulur ve de “yolsuzluklar ağı”nın önemi ve analizinin gereği anlaşılır.

    Beyaz Nokta Örgütü, bu tür bir anayasa ve yasa teklifinin hazırlığı içindedir. Hatta bu şemsiye altında yer alan Kamu Alımları Yasası adlı bir teklif, 1993 Şubat’ından bu yana TBMM’nde beklemektedir. En kısa vadeli önlem olarak, yılda yaklaşık 100 trilyon TL’nin yolsuzlukları beslemesine neden olan kamu alımlarını, sivil ve askeri alımları ayırmaksızın ele alarak bir düzene sokmayı amaçlayan bu teklifin yasalaşması yönünde İstanbul Sanayi Odası’nın yapabileceği çok etkin katkılar bulunmaktadır.

    Lütfen ne yolsuzlukların ne de diğer sorunların nasıl çözümleneceği ile uğraşmayalım. Bunların “niçin” ve “nasıl” olduklarını anlamaya çalışalım. Göreceğiz ki bu nedenler bütünü, aranılan çözümün kendisidir. Ama çok kısa vadede dahi gerçekleşebilecek önlemler için de işin yükünü yalnız temsilcilerimize bırakmayalım.

    Pazar, 09 Ekim 1994

  • FAL !

    İstikrar paketinin başlıca iki bileşeninin, bazı temel mal ve hizmetlere yapılacak zamlar ve bir kısım KİT’lerin kapatılması olduğu bellidir.

    Bu iki önlemin teker teker ne sonuçlar vereceğinin ayrıntılı olarak tahmini, ekonomik yönü yanında sosyal boyutları da bulunan bir konuda pek kolay değildir. Ama bu, bazı tahminlerin de yapılamayacağı demek de değildir.

    Hoş, tahminlerin bir işe yaraması, onları kullanmak isteyebileceklerin varlığına bağlıysa da bu yine tahmincilerin morallerini bozmamalı, sanki kullanılacakmış gibi kafa çalıştırmaya devam etmelidirler.

    Temel mal ve hizmetlere yapılacak zamların kesin sonucu, “Çığ Etkisi*” ve ona bağlı stagflasyon’dur.

    Buna göre, herhangi bir nedenle zamlanan temel mal ve hizmet ürünlerinin fiyatlarındaki artışların dönerek tekrar başlangıçta zamlanan temel mal ve hizmetlere yansıması ve bu çevrimin bir spiral etki (Çığ Etkisi) yaratarak fiyatlar genel düzeyini başlangıçta umulmayan düzeylerde yükseltmesi beklenmelidir.

    Ancak, yükselen fiyatlar ve aynı oranda yükselmeyebilecek ücretler karşısında alım güçleri düşecek toplumun bu Çığ Etkisi’ni bir miktar yumuşatıp zaman içine yayması ve çok keskin bir eğimle yükselmeyen bir zincirleme fiyat artışları sonunda çok şiddetli olmayan bir stagflasyon büyük bir olasılıkla beklenmelidir.

    Bu tahmin, hiç olmazsa geçici bir süre tüm ücret ve fiyat artış oranlarının sınırlanmasına gidilmeyeceği, buna siyaseten cesaret edilemeyeceği varsayımına dayalıdır.

    Diğer yandan bir kısım KİT’lerin kapatılmasına gelince: Zarar eden KİT’lerin herhangi bir önlem alınmadan (kurulacak Girişim Destekleme Şirketleri yoluyla alternatif istihdam yaratma, yaygın Beceri Kursları yoluyla işsiz kalacaklara yeni imkanların kapılarını açma vbg) kapatılması önerisi ve bunun bir cesaret olarak takdim edilerek karar alacakların dolduruşa getirilmesi, uzun süredir kamuoyuna sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Bu ise, işsiz yani gelirsiz kalan insanların sessiz sedasız bu durumu kabullenecekleri gibi gerçekdışı bir varsayıma dayanmaktadır.

    Üretim denen olguyla hayatında hiç karşılaşmamış sözüm ona uzmanların, bilinçaltlarında yerleşik üretim korkularından kaynaklandığına hiç şüphe olmayan “Türkiye’nin sorunu üretimsizlik değil, parasaldır” safsatasının ne denli yanlış olduğu da bu münasebetle görülecekler arasındadır.

    Sokaklara dökülecek işsizlerin gösterileri sonunda panikle atılacak geri adımlar, her zaman vurgulanan bir acı gerçeğin bir defa daha ilanı anlamına gelecektir. Bu gerçek; “Türkiye’de bağıran kazanır. Haklı da olsa haksız da olsa kazanır!” realitesidir.

    Bunun olası sonucu, kapatılan bir kısım KİT’lerin tekrar açılması ve bu defa para basımı yoluyla stagflasyonun körüklenmesidir.

    Bu resim mutlaka böyle mi sonuçlanır, başka türlü olmaz mı? A partisi B ile birleşse, C de destek verip vs vs olsa yine böyle mi olur?

    Evet böyle olur, ta ki çokbilmiş insanlarımızın şamatası susar, gerçek rekabet gücü olan üretim’in ne olduğu anlaşılır ve ondan sonra da onun Dünyaca bilinen ama henüz Türkiye’mizde keşfedilmemiş (!) araçları devreye sokulana kadar bu resim aynen böyle olur. İnanmayan bekleyip görsün!

    Cumartesi, 02 Nisan 1994

  • BİR TAVSİYEDE BULUNACAK OLSAM!

    Yeni bir hükümet kurulurken herkese, bu arada bana da fikrimi sorsalar -mesela- ve 3ncü bin yıla girecek olan bir hükümetin müstakbel başbakanına birkaç öneride bulunmamı isteseler şunları tavsiye ederdim:

    İlk önerim, kendisini toplumun sorunlarını çözmeye memur ve de çözebilecek kişi olarak görmek gibi geleneksel bir yanlışın içine düşmemesidir. Sorunları ancak toplumun kendisi çözebilir. Devlet ise ancak onun önündeki engelleri kaldırabilir. Yani katalitik rol oynar. “Ben sizin sorunlarınızı çözeceğim” demek, hem bir imkansızı vadetmek, hem de insanları bir hiç yerine koymak demektir. Bu nedenle, başbakan olacak olan kişi topluma şunu sormalıdır: “Siz nasıl bir yönetimden yanasınız? Kendi sorunlarınızı çözmek, bunun için örgütlenmek ve devletin de önünüzdeki engelleri kaldırmasını mı istiyorsunuz; yoksa, yetkilerinizi (hak ve özgürlüklerinizin önemli bir bölümünü) devlete devredip, devletin sizin sorunlarınızı çözmeye çalışmasını mı istiyorsunuz? Bunun adı çoğulcu demokrasi değildir, belki yarı-buyurgan bir rejimdir”.

    Toplumun çeşitli kesimleri bu soruya muhtemelen değişik biçimde cevap vereceklerdir. Ama ben önemli bir bölümünün ikinci seçenekten yana yanıt vereceğini düşünüyorum. Çünkü, yüzyıllardır devletinin kulu olacak şekilde koşullandırılmış, bunun sonunda da sorun çözme becerisi dumura uğramış olan toplumumuz, çoğulcu demokrasinin gereği olan kendi sorunlarını çözmek yetisini büyük ölçüde kaybetmiştir. Buna göre, bu resmi topluma göstermekten çekinmemeli, sonra da bunun nasıl düzelebileceğine ilişkin acı reçeteyi ortaya koyabilmelidir.

    İkinci tavsiyem, partisinin üyeleri ve örgüt mensuplarından oluşan kümeyi, ülkeyi yönetecek kadro olarak görmek gibi yine geleneksel olan bir hastalığa kendini kaptırmamasıdır. Ülkeyi yönetecek kadro, 65 milyonluk nüfusun içinden çıkacak olan bir kadrodur. Hatta daha da ileri giderek, bu kadronun tamamen T.C. vatandaşlarından dahi oluşması gerekmez. Dünya’nın herhangi bir yerindeki bir yetenekli ve erdemli insan, bu kadronun üyesi olabilmelidir. Bir başbakan kadro açısından yalnızca bir şeyle öğünebilir: o da, elinde mevcut olan ve çok sayıda insan arasından en liyakatlileri seçmeye imkan tanıyan bir algoritma olabilir. Aksi halde o Başbakan, yönetim görevini, yalnızca etrafına toplanmış bir grup insanla yapmaya yani partizanlık yapmaya hazırlanıyor demektir.

    Üçüncü tavsiyem, Sorun Kimyası olarak adlandırdığım bakış açısını öğrenmesidir. “Ben sorunları da çözümleri de bilirim”, ancak az aklı olanlarla ağır ruhsal sorunu olanların tavrıdır. Sorunların görüntüleri ile onlara yol açan kök nedenler çok farklıdır. Bunu benimsemesi ve de kadrosuna benimsetmesi o çok özlenen değişimi tetikleyecek olan biricik tutumdur.

    Ama bütün bunların hepsi, doğrularından kuşkulanabilme gibi soyut görünüşlü, ama son derece somut sonuçlar doğuran bir beceriyle ilgilidir. Devlet adamlarımızdan beklememiz gereken olmazsa olmaz da budur.

  • “BİZ SİZİN SORUNLARINIZI ÇÖZECEĞİZ!”

    Seçimler yaklaştıkça partiler de seçmenlerine yönelik çalışmalarını yoğunlaştırıyorlar. Eskilerde adet, vaatte bulunmaktı. İş, ev, araba vs gibi vaatlerde bulunulması, sonra da tutulmaması gibi bir gelenek vardı. Nasıl ki misafirlikte tutulan şekerden fazla almak ayıpsa, tutulmayan vaadin arkasından da “bizim ev ya da araba ne oldu?” gibisinden soru sormak ayıp sayılırdı.

    Son birkaç yıldır vaat “out” oldu. Şimdiler de, “biz sizin sorunlarınızı çözeceğiz!” modası var. Her parti broşür, pankart ya da kahve konuşmaları yoluyla vatandaşa bu mesajı veriyor.

    Bu “ben senin sorununu çözerim” modası durup dururken ortaya çıkmadı. Partileri eleştirenler, “bunlar sürekli vaatte bulunurlar, halbuki biz çözüm üreten parti istiyoruz” diye tutturdukça partiler de zamanla bu yola düştüler.

    Şaka bir yana, ülkemiz sorunlarının bir türlü çözülemeyişinin, çözülmek bir yana giderek içinden çıkılmaz hale gelişinin altında yatan neden, işte bu “ben senin sorununu çözerim” ve bunun bütünleyicisi durumundaki “benim sorunumu kim çözecek?” hastalığıdır.

    Sokaktaki düz insanımız, “Benim sorunumu çözmeye kalkışmaya sizin ne hakkınız var? Bunun yapılamayacağını, yapılmaması gerektiğini bilmiyor musunuz? Benim sorunumu benim adıma çözmeye kalkarken, benim o sorunu çözmek için sahip olmam gereken haklarımı siz kullanacaksınız. Bu hakkı ben size devretmiyorum!” demelidir.

    Bu, “birisi adına sorun çözmek”, “birisine rağmen onu kalkındırmak” gibi yaklaşımlar halk-devlet ilişkilerimizin temel mantığı olmuştur. Bugün, siyasi partilerimizin büyük çoğunluğunun bunu devam ettirmeye niyetli olduğunu gözlüyoruz. Sorunların kaynağında, insanlarımızın kendi sorunlarını çözebilecek donatıya sahip olmadığının görülemeyişinin bulunduğunu görüyoruz.

    İnsanımızın sorun çözme kabiliyetinin sınırlı oluşu, onun nedenlerini anlayıp onları gidermek yerine, insanların sorunlarını onlar adına (ve çoğu zaman onlara rağmen) çözmeye kalkışmanın gerekçesi olabilir mi? İki yanlış bir doğru etmez daha büyük bir yanlış eder.

    Demokrasi ile diktatörlük arasındaki önemli bir fark işte budur. Birisinde insanlar, sorunlarının çevresinde örgütlenip ortak akıl yaratarak onları çözerler; diğerinde ise bir kişi (ya da kurum) sorunları onlar adına çözer (çoğu zaman da yeni sorunlar yaratır).

    “Biz sizin sorunlarınızı çözeriz” diyen partiler bilmeden (belki de bilerek) diktatörlüğe soyunuyorlar. İhtiyacımız olan partiler ise, “biz sizin sorunlarınızı çözmeyeceğiz. Biz, sizin, kendi sorunlarınızı çözebilmenizin karşısında devletin yaratmış olduğu engelleri kaldıracağız” diyebilen, bunu idrak etmiş partilerdir.

    Pazar, 03 Aralık 1995

  • BULUŞÇULUK TEMELLİ ÜRETİM

    Bu yazıda “buluşçuluk”, icat-invention ve yenilik-innovation terimlerine birlikte karşı gelmek üzere kullanılacak ve Buluşçuluk Temelli Üretim adını verdiğim -ve bizim toplumumuz için yeni- bir kavram, bu terime dayalı olarak açıklanmaya çalışılacaktır.

    Açıklamaların amacı, çeşitli üretim faaliyetinde bulunagelmiş olan toplumumuzun üretkenliğinin, çağın geçerli ölçüleri karşısında tekrar değerlendirilmesi ve resme farklı bir gözlükle bakabilmenin sağlanmasıdır.

    Uzun yıllar boyunca yabancıların mal ve hizmet ürünlerini satın almaya ekonomik gücü yetmediği için doğal bir ithalat korumasına sahip olan toplumumuz, zamanla bir yandan geliri, bir yandan da borçlanma kaabiliyeti arttığı için yabancı orijinli ürünler için cazip bir pazar haline gelmiş ve bu defa da kotalar, gümrük vergileri gibi araçlarla kendini korumuş, daha doğrusu koruduğunu zannetmiştir.

    1980’den sonra alçaltılan gümrük duvarları yoluyla toplumumuz ilk defa yabancı mal ve hizmetlerle geniş ölçüde tanışmış ve kendi ürettiği ürünlerin fiyat ve kalitelerinin yetersizliğini acı acı görmüştür.

    Toplumumuz bugün yavaş yavaş, “üretim” olarak adlandırageldiği çabalarını gözden geçirmek, bunun, çağdaş anlamda “üretim” olup olmadığını, değilse nedenlerini sorgulamak ve mümkünse o nedenleri ortadan kaldırmak durumu ile karşılaşmaya başlamıştır.

    Bu, Türk insanı için acı bir sürprizdir. Uzun yıllar bir şeyler üretip bunları ihraç ettiğini “zanneden” insanımızın karşısına, gerçek anlamda bir üretim yapmadığı, çağdaş üretim kavramının olmazsa olmaz koşulu durumunda olan rekabet edebilirlik açısından çok güçsüz olduğu, çünkü rekabet edebilirliğin kaynağının buluşçuluk olduğu, onunsa Türkiye’de neredeyse yasak olduğu, yalnızca ucuz işçilik ihraç edebildiği ya da başkalarının girmek istemediği pazarları doldurabildiği gibi hiç aklına gelmeyen bir resim çıkmaktadır.

    “Endüstri Tasarımı”ndan, aletlerin üzerine renkli yazı yazmayı, AR-GE’den ise farklı kaynaklardan satın alınan malzemelerin kullanılabilirliğinin sağlanmasını anlayan; ucuz işçi ile ucuz işçilik farkını henüz kavramamış; işçi verimliliğini artırarak maliyet azaltılabileceğini sanan; “Değer Analizi”, “Lojistik Mühendisliği” gibi mesleklerle henüz tanışmamış, bir tane dahi patent alamadan, üretimini yabancı patentlere lisans ücreti ödeyerek, ihracatını ise lisansörünün kendisi için karsız gördüğü pazarlara ancak izinle yapabilen üreticilerimiz, bir yandan da buluşçuluğa düşman bir aydın (!) kesimle boğuşarak bugünlere gelmiştir.

    Buluşçuluk düşmanlığı, birçok kimse tarafından abartılı hatta saldırgan bir deyim olarak görülebilir. Halbuki bu deyim gerçeği ifade etmekten uzak bir yumuşaklıktadır.

    XVII yy.da Hezarfen Ahmet Çelebi’yi cezalandıran IV Murat’ın anlayışı, 1989’da Dr. Ziya Özel’i, 1992’de Erkan Ayral’ı, 1994’de Yusuf Kahvecioğlu’nu, buluşçuluklarından ötürü cezalandıran anlayışla tıpatıp aynıdır. 1989 yılında Prof. Mehmet Pala’yı, buluşuna -ki buluşu, benzer bir buluşun iddia alanı (claim area) dışındaydı- patent aldığı için gazetelerde hırpalayan anlayış da yine buluşçuluk düşmanlığı ile anlatılmak istenen tavırdır.

    Bu düşmanca tavırları kimlerin sergilediği ise, sergilenen tavırdan daha da elem vericidir. Dış görünüşleri ile aydın kategorisine soktuğumuz insanlar, bu buluşçuluk düşmanlığının icra organı durumundadırlar.

    Diğer yandan, Türkiye sanayisini sabote etmek isteyebilecek bir yabancı güç, küçük bir firması kanalıyla aşırı bir ücret zammı uygulayıp, o daldaki tüm kuruluşların bunu takip edeceklerini tahmin ederek o sektörün rekabet gücünü azaltmak istese, ne işçisi, ne sendikası bunun bir sabotaj olabileceğini anlamamakta, “biz bu ücret zammını kabul edersek rekabet gücümüz azalır, işsiz kalırız” diyememektedir.

    “Biz işçimizi memurumuzu enflasyona ezdirmeyeceğiz” diyen politikacı ise, enflasyonla mücadelede etkin bir araç olması gereken “enflasyondan zarar gören insanların, onunla mücadele gücü”nü anlamayıp, bu saadet zincirini sürdüren talihsiz bir rol oynamaktadır.

    Osmanlı İmparatorluğu fütühatla meşgulken, kendi dışında yavaş yavaş oluşan Aydınlanma Çağı ve müteakip Sanayi Devrimi’ni “ıskalamış”, olayların somut sonuçları yaşanmaya başlandığında ise parçalanma süreci artık fiilen işlemeye başlamıştı.

    Parçalanan İmparatorluğun enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise bu “makus talihi” tersine çevirebilecek mekanizmanın “buluşçuluk” temeline dayandığını ya farkedememiş ya da başetmek zorunda olduğu belalardan başını kurtaramadığı için yeni sistemi “Buluşçuluk Temelli Üretim” olarak kuramamıştır.

    Çok partili siyasi yaşama geçtikten sonra her 10 yılda bir ekonomik, bilahare de siyasal krizlere düşen Türkiye bugün geldiği 4ncü 10 yıl sonunda yine ekonomik kriz içine düşmüş durumdadır.

    Ekonomik ve siyasal yaşamını düzenli olarak krize sürükleyen sorunların kaynaklarını nedensellik yoluyla açıklamayı başaramayan ülkemiz, anayasa, demokrasi, özgürlükler gibi herbiri neden değil fakat birer sonuç olan unsurlarla boyuna uğraşmış, her defasında yaptığı anayasalarını bir süre sonra anlamaz, ona itaat etmez duruma gelmiştir.

    Ekonomik düzenini, kamu kaynaklarının çeşitli yollarla talan edilmesine dayayan ülkemiz, bunca eğittiği insanına rağmen bu mekanizmanın akılcı biçimde analizini bir türlü becerememiştir.

    Bu gün gelinen noktada yine anayasa tartışmaları yapılmakta, yine demokrasiden dem vurulmakta, yine çağdaş sloganlar atılmaktadır.

    Ama bütün bunların temelinin, rekabet gücü yüksek üretim olduğu, bu olmadan ancak sınırlı üretimin kurnazlık yoluyla talan edilmesine dayalı bir mekanizmanın varolabileceği anlaşılamamıştır.

    Uluslararası alanda etkinliğin ancak tek yolla, ekonomik güçle olabileceği anlaşılmamış, ancak her olaydan sonra daha çok bağırarak hıncını alma gibi zavallı bir yol seçilmiştir.

    Yanlışa koşullandırılan kitleler ise tatmin olabilmek için daha çok daha çok bağrılmasını, yumruklarının masalara vurulmasını, hatta askeri güç kullanılarak her dost olmayanın kafasının ezilmesini istemektedir.

    Türkiye gündemini belirleyenler, bu mekanizmanın nasıl işlemesi gerektiğini araştırabilecek durumda değillerdir. Mevcut sorunların birer görüntü olduğunu, bunların kaynağında “üretimsizlik” onun da kaynağında “buluşçuluk eksiği” olduğunu anlayamamaktadırlar.

    T.C Başbakanı “Türkiye’nin sorunu üretim değildir, devlet borçlarıdır” derken, IMF yetkilisi, “Türkiye üretim-tüketim dengesini kuramamıştır” demektedir ve doğru teşhis maalesef yabancınınkidir.

    Türkiye, tuttuğu yolun çıkar yol olmadığını, bu denli rekabet gücü düşük ve de giderek daha düşük üretim yaparak; ve giderek daha fazla tüketim eğilimi içine girerek varlığını sürdüremeyeceğini anlamalıdır.

    Sanayide, tarımda, hizmetler sektöründe, kamu yönetiminde, politikada buluşçuluğa dayalı yepyeni bir tavıra ihtiyacımız vardır. Bu kolay değildir ama başka da yol yoktur. Bunun ilk adımı,Türkiye gündeminin değiştirilip, geleneksel çürütmeci yaklaşımların bir yana bırakılıp, “buluşçuluk” ve ona dayalı üretimin, yani Buluşçuluk Temelli Üretim’in tartışılmaya başlanmasıdır.

    İnsanımız ne üretiyor? Kimler üretiyor, ne kalitede, hangi maliyetle üretiyor?

    Buluşçuluğumuz niçin gelişmemiştir?

    Aklımızda zekamızda bir eksiklik mi var? Yoksa işin içinde başka faktörler mi var?

    Bu çıkmazdan, bu üretimsizlikten nasıl kurtulunur?

    Türkiye’nin az sayıdaki Kaynak Sorunları nelerdir? Bunlar hangi ardışık sorunları yaratıyor?

    Bu yazıyla yapmaya çalıştığım, bu tartışmayı başlatmaktır. Engeller büyüktür ama tehlike ve fırsat da büyüktür. Tercihlerimiz kaderimizi belirleyecektir.

    Perşembe, 26 Mayıs 1994

  • BÜROKRATİK ENGELLER KALKAMAZ

    İş başına gelen hemen tüm hükümetlerin programlarında, “Kırtasiyeciliğin Azaltılması”, “Bürokrasi ile Mücadele” (bürokrasinin kötü kullanımı ile mücadele olarak anlaşılmalıdır), “İşlerin Basitleştirilmesi” ve bu gibi adlar altında bir konu yer alır.

    Yer alır ve çok küçük iyileştirmeler dışında pek birşey yapılamaz. Yeni bir hükümet gelir, bu defa aynı sözler (samimidir) tekrarlanır ve yine birşey yapılamaz.

    Birşey yapılamadığı bir yana, mevzuat daha karmaşıklaşır, vatandaşın önündeki bürokrasi dağına yeni tepecikler eklenir.

    İş hayatı başta olmak üzere tüm vatandaşları yakından ilgilendiren bu sorunlar yumağı, üzerinde durulmaya değer bir konudur.

    Acaba, kırtasiyeciliği azaltmak, vatandaşın, canından bezmeden işini görmesini sağlamak için hükümetlerin gösterdikleri bu çabalar niçin amacına ulaşamaz?

    Samimi olarak arzu etmezler mi?

    Yoksa güçleri mi yetmez?

    Her ikisi de değildir. Sebep, bu sorunun aslında bir “Görüntü Sorun” olmasındandır.

    “Görüntü Sorun” tanım olarak, aslen var olmayan, ama var olan başka sorun(lar)un yansıması (reflection) şeklinde ortaya çıkan sorunlara verilen addır.

    Örneğin, geceyarısı, sonuna kadar açılmış bir müzik setinin gürültüsü bir “sorun” olabilir. Ama bu tanıma göre bu sorun bir “Görüntü Sorun”dur.

    Sorun aslında, müzik setinin çıkardığı gürültü değil onun o saatte bu denli açılmaması gerektiğini akıl edemeyen ya da akıl ederek açan “sahibinin densizliği” dir.

    Bu sahip kenara bırakılır ve müzik seti mesela parçalanarak gürültü durdurulursa sorun çözülmüş gibi görünebilir. Ama ertesi akşam aynı gürültü bu densiz adamın televizyonundan ya da gırtlağından yükselebilecektir.

    İşte bu gibi “Görüntü Sorun” yaratan sebeplere “Kaynak Sebep” ya da “Kaynak Sorun” adı verilmektedir.

    Bürokrasi dolayısıyla edilen şikayetler de benzer şekilde birer “Görüntü Sorun”dur. “Görüntü Sorun” ‘u yaratan “kaynak(lar)” ise farklıdır. Bundan dolayı da bir türlü başa çıkılamaz.

    Pekiyi acaba bu “Görüntü Sorun”u yaratan “Kaynak Sebep(ler)” nelerdir?

    Çok sayıdaki olası sebepten bir tanesi, rahatsızlığın %90’ını oluşturur ağırlıktadır: Bu da, “insanımızın nitelik dokusunun yetersizliği”dir.

    “Nitelik” deyimiyle kişinin yalnız bilgi-beceri düzeyi değil, onunla birlikte zekası, ahlakı ve ruh sağlığı da kastedilmektedir.

    “Nitelik”, burada bu dört öğenin bir “bileşke”si olarak kullanılmaktadır. (Merak edenler, bu 4 öğenin çeşitli kombinezonlarını yapıp ilginç tiplemeler yaratıp, onları da günlük hayatta rastladıklarıyla karşılaştırabilirler).

    “Nitelik Dokusu” ise, toplumu oluşturan bireylerin “nitelik”lerinin oluşturduğu dokuya denilmiştir.

    İnsanlarımızın zekası, ahlakı vs si yetersiz mi? gibi kasdi aşan tartışmalar bir yana bırakılarak bu “Nitelik Dokusu Yetmezliği” meselesini biraz açmakta yarar vardır.

    Sorun, insanlarımız içinde bilgi-becerisi tam, zeki, yüksek ahlaklı ve ruh sağlığı tam yerinde kişilerin oranı ve dağılımı meselesidir.

    Zekanın, genetik özelliklerin yanısıra bebeklikteki beslenme ile ilgili olduğu bilinmektedir. Ülkemizde, bebeklerin bu evrelerindeki beslenmelerinde sorunlar olduğu bilindiğine göre bu, o veya bu ölçüde zeka sorunlu yetişkinlerin bulunması da tabii sayılmak gerekir.

    Bunların bir bölümü, toplum tarafından bilinen ve durumlarına uygun iş ve görevlerde bulunması sağlanabilen kişiler olabilirken, bir diğer bölümü çeşitli nedenlerle teşhis edilmemiş olabilir.

    Ruhsal sağlık meselesi de benzer şekilde düşünülmelidir. Ruhsal sağlığı etkileyen unsurlar açısından çeşitli olumsuzlukları içinde barındıran günümüz Dünyası ve özelde ülkemiz, ruh sağlığı o veya bu düzeyde bozuk insanların varlığına neden olacaktır.

    Onların da bir bölümünün teşhis edilmiş olmaları, ama bir kısmının teşhis edilmeksizin aramızda yaşamaları sürpriz sayılmamalıdır.

    Aynı şeyler bilgi-beceri ve ahlak ölçüleri için de söylenebilir.

    Böylece, bilgi-beceri, zeka, ruh sağlığı ve ahlak öğeleri açısından çeşitlilikler içeren bir insan dokusu ile karşı karşıya bulunulmaktadır.

    Burada önemli olan iki nokta vardır:

    1. Bu doku, ne standartta bir toplum yaşamına izin verir?

    2. Toplumdaki işlevleri açısından, ortalamanın üzerinde önem taşıyan kesimlere, bu dokunun “ince” yani zayıf yerleri rastlamakta mıdır? Öyle ise bu ne ölçüdedir?

    Bürokrasi sorunlarının çözülmezliği, bunlardan birincisi ile ilgilidir.

    Toplum yaşamının küçük bir bölümü yazılı kurallarca, geri kalan büyük kısmı ise “ortak yaşama bilinci”, “ahlak kuralları” gibi yazılı olmayan normlarca düzenlenir.

    Yazılı bir anayasası bulunmayan bir İngiltere’nin bundan hiçbir zarar görmeyişi, bu savın açık bir kanıtıdır.

    Yazılı olmayan kuralları oluşturan başlıca faktör ise işte bu, “nitelik dokusu” dur.

    Bu dokuda sorunlar varsa -ki vardır- o takdirde, doğan sorunlar daima ek kurallarla giderilmeye çalışılacaktır. Mevzuatın bir çığ gibi çoğalmasının mekanizması budur.

    Bürokrasiyle sürekli işi olanlar, kendilerine anlamsız gelen (ve gerçekten de anlamsız olan) birçok istekle karşılaşıp çileden çıkarlar.

    Ama o anlamsızlıkların, bir kısım ahlaksızlığı önlemek için konulduğu (ve tabii ki önleyemediği) bellidir.

    Niteliğinin ahlak öğesinde eksik bulunan kişiler bu defa yeni “yan yollar” bulurlar. Sonunda olan dürüst insanlara olur.

    Nitelik yetmezliği, ek mevzuatla yani bürokratik mekanizmayı daha ağırlaştırarak çözülemez. Tek çözüm yolu, insanımızın nitelik dokusunu geliştirmektir.

    Toplumumuzun nitelik dokusunun belirlediği standartların üzerinde, çağdaş bir yaşam istiyorsak tek yapılabilecek olan budur.

    Gerisi, gölgelerle boğuşmaktır.

    Bürokrasiden şikayeti olanların yönelmesi gereken hedef bu olmalıdır.

    ***