• LİDER VE LİDER ADAYLARINA!

    Siyasal yaşamımıza ve onunla ilişki içindeki yaşam kesitlerimize geçmişten bu yana baktığımızda, sürekli bir “rahatsızlık” içinde olduğumuzu görüyoruz.

    Toplumun hemen hiç bir kesimi durumdan ve durumundan memnun değil, herkes kendi dışındaki birilerini şuçluyor ve kendi elindeki reçete uygulansaydı durumun “böyle” olmayacağını iddia ediyor.

    Bu tablo siyasal partiler ve onların liderleri için de aynen geçerli. Giderek sayıları artan ve artacağa da benzeyen partiler, henüz partileşmemiş hareketler, bunların liderleri ve lider adayları, mevcut tabloyu kıyasıya eleştiriyorlar.

    Bir siyasi parti ya da hareketin liderinin popülaritesinin halkımız nezdindeki geleneksel ölçütü, eleştirinin “yayıldığı alan” ve “keskinliği” olduğu için, beğeni toplayabilecek eleştiri üretmek gittikçe daha güçleşiyor. Ancak her şeye rağmen en kolay eleştiri üretebilecek toplumlar dan biri olduğumuz da şüphesizdir.

    Yıllardır “konuşan”, giderek “daha özgür konuşan” ama çoğunlukla “yanlış konuları konuşan” Türkiye’mizde, ağzını açıp rastgele bir konuyu eleştiren kişinin haklı olması olasılığı yüzdü yüze yakındır.

    Başka ülkeler bilinmez ama, bu toplumda inanılması güç bir süreç yılardır işliyor: Tıkanmış bir tuvaleti açmanın bile belirli bir metod kullanılmaması halinde imkansız olduğunu çoğumuz biliriz. Bu denli basit bir sorunu dahi bir “yöntem”le çözmek gerektiğini idrak edip, ya bilen birisini çağıran ya da nasıl yapılması gerektiğini öğrenmeye çalışan insanlarımız, birbiriyle birleşe bütünleşe ilk hallerinden çok uzaklaşmış bir sorunlar yumağını sadece eleştirerek, daha çok eleştirerek ve daha keskin eleştirerek, ama hiç bir yöntem kullanmadan, bırakın kullanmayı böyle bir metoda ihtiyaç olup olmadığını merak etmeden çözebileceklerini zannetmektedirler.

    Eleştirileri dinleyen insanların içi -gayet doğal olarak- bin türlü isyanla doludur. Kimi, çalışmadan kazanan komşusuna haset etmekte, kimi uğradığı ya da öyle sandığı bir haksızlığın acısını duymakta, kimi de “eleştiren” liderle aynı fikirde görünmenin yarın getirileri olacağını hesaplamaktadır.

    Lider de, eleştirileri dinleyenlerin bu duygularını bilmekte -zaten bunları bilmeden lider olunmaz-, kendi eleştirilerinin onaylanması için, karşısındakilerin onaylıyacağı eleştirilerde bulunmaktadır. Bu karşılıklı tatmin etme eyleminin toplumumuz terminolojisindeki adı “demokrasi”dir.

    Saygıdeğer liderler ve lider adayları,

    Lütfen kabul ediniz ki eleştiri afyon gibidir. Rahatlatıcı, alışkanlık yaratıcı ve ölümün gelişini unutturucu!

    Yine lütfen kabul ediniz ki, bu ülkenin sorunları, birbirinizi eleştirerek, ama gerçek sorunların neler olduğunu, niçin olduğunu anlamaya yarayan metotlar kullanılmaksızın çözülemez, nitekim çözülememiş ve çözülememektedir.

    Bugün, ülkemizin en ücra köşelerinden en yüksek yerlerine kadar her yerde “birilerinin ve birşeylerin yanlışları” konuşuluyor. Mezradaki ağanın, ildeki Vali’nin, Başbakan ya da Cumhurbaşkanı’nın ya da İstanbul’da lağım suyu akan muslukların, kapıdaki hava kirliliğinin ya da enflasyonun!

    Ama, bu yanlışların nerelerden, o nerelerin nerelerden kaynaklandığı, bu çığ gibi sorunların nasıl ele alınması gerektiği, nasıl tam anlaşılıp ondan sonra da çözümler geliştirileceği konusunda bir tek söz söylenmiyor.

    Ve liderler, onların kadroları, tayfaları ve neferleri, “onlar gitsin biz gelelim, onlar çözemedi, olsa olsa biz de çözemeyiz” yaklaşımı içinde, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Sıra geliyor, çözemiyorlar, yeni gelenler aynı deneyi tekrarlıyorlar, onlar da çözemiyorlar.

    Arkasından gelen eleştiri afyonu ve bunalmış insanların doya doya kullanarak rahatlamaları!

    Önümüzde kesin tarihi belli olmayan bir seçim var. Her seçim döneminde afyon kullanımı artar. Meydanlar, TV ekranları, birbirlerine acımasızca saldıran, ama sorunlara karşı cilalı taş devri araçlarıyla yaklaşan insanlarla dolacak.

    İlginçtir ki, birbirinin özel yaşamına dahi pervasızca saldırabilen liderler ve lider adayları, inanılmaz bir uzlaşı içinde birbirlerinin sorunlara yaklaşım biçimleri hakkında tek kelime etmeyeceklerdir. Çünkü yaklaşımları birbirinin tamamen aynıdır!

    Ve onları dinleyen milyonlar da, “tıkanmış tuvalet açmanın metodu var da ülke sorunlarına yaklaşımınızın bir metodu yok mu?” diye sormayacaklardır.

    Yoksa soracaklar mı? Ne dersiniz?

    Pazar, 4 Eylül 1994

  • LOJMANDAN ÇIKMAYAN MİLLETVEKİLLERİ. ACABA NİYE ÇIKMIYORLAR?

    Son günlerde medyayı epey meşgul eden -ve bir süre daha meşgul edeceğe benzeyen- bir konu, geçen dönem milletvekillerinin lojmanlarını hala terketmeyişleri oldu. Siyasetin halk arasındaki geleneksel tanımına göre -“siyaset kirli, siyasetçi de kirli işlerle uğraşan insanlardır”- bunda bir tuhaflık yoktur. Sıradan bir paparazzi haberi gibi, kim çıkmadı, kim eşyasını nereye koydu gibisinden onlarca dedikodu üretilebilir.

    Bu dedikodularla uğraşılırken gözden kaçırılan önemli bir nokta var. Öyle bir nokta ki, siyasetin niçin kirlendiği, bir yere oturanın niçin oralardan kalkmak istemediği, milletvekili olmak istemenin niçin bu denli önemsendiği gibi sorulara yol açabilecek olan bir soru gözden kaçırıldı.

    Bu soru şudur: hiçbir bulanıklık bulunmayan, en net kurallardan bile daha açık olan “milletvekili lojmanlarından yararlanma kuralı” niçin çiğneniyor, hem de bir kişi, iki kişi, on kişi tarafından değil altmış küsur kişi tarafından?”

    Herhangi bir kamu kuruluşuna ait lojmanlardan yararlanan bir kişinin durumu ile milletvekillerinin önemli bir farkı vardır. Milletvekili lojmanları sayısı , tamı tamına milletvekili sayısı kadardır (hatta 50 tane daha eksiktir). Dolayısıyla, lojmandan çıkmamak, yeni seçilenin neredeyse milletvekilliğini kabul etmemekle eşdeğerdir.

    Peki bu açık duruma rağmen, bu kadar çok sayıda eski milletvekili niçin lojmanları terketmeye direniyorlar?

    Sorunun yanıtı -genelleştirmeme ilkesi saklı kalmak üzere- maalesef çok üzücüdür ve siyasetin niçin bu denli kirlendiğinin açıklamasını da içinde taşımaktadır. Hatta daha da ileri gederek, yalnız eski dönem milletvekillerinin değil, siyasi örgütlenmede herhangi bir pozisyon sahibi olanların oralara niçin bu denli sıkı sıkıya yapıştıklarının açıklaması da aynı noktadadır: bugün siyaset, yapacak başka bir iş bulamayan insanlar için bir istihdam kaynağıdır, yani bir ekmek kapısıdır. Yapacak bir işi olan ve siyasete gerçekten hizmet etmek için girenler açısından son derece talihsiz bir durumdur bu karışıklık..

    Hele, siyasette belli bir süre kalıp, elindeki mesleğinin gelişmelerinin uzağında kalan bir kimse için siyaset tam bir ekmek kapısıdır ve insan doğasının gereği olarak bu ekmek kapısı ölesiye savunulmaktadır.

    Halkımızın genel yargısı, milletvekili olan kişinin ikinci bir iş yapmaması yolundadır. Halbuki doğru olan bunun tam tersidir. Milletvekili ikinci bir iş yapmalı ve milletvekilliği imkanlarına tabi olmayacak düzeyde bir iş yapmalıdır.

    Milletvekilinin yapmaması gereken ikinci iş değil, milletvekili imkanlarını kullanarak kendine çıkar sağlamasıdır ve buna “çıkar çelişkisi” denilmektedir. Kavram dağarcığımızda yer almayan bir kavramın milletvekilinin ikinci iş yapmasına engel sayıldığına, onun da siyasetin ekmek kapısı sayılmasına yol açtığına ibretle dikkat edilmelidir.

    Milletvekilleri, mesleği bulunmayan ya da mesleğindeki gelişmeleri takip edemez duruma gelmiş kişiler arasından değil, çıkar çelişkisine düşmeden hayatını kazanabilen kişiler arasından seçilmeden bu iş düzelemez. Bunun için gereken, inanç sistemimiz içindeki değerleri gözden geçirip, hiç kuşkulanmadığımız kimi virütik değerlerimizi çöpe atmaktır.

  • MAYO ASKISI GÖSTERGE OLUR MU?

    1948 Olimpiyatlarını hatırlayanlar, rahmetli Eşref Şefik’in sesinden radyolarının başında güreş karşılaşmalarını dinlediklerini de anımsayacaklardır.

    Dünya’nın henüz güreşi tam bilmediği, bizim de üstün yetenekli güreşçileri bir araya getirebildiğimiz o yıllarda, neredeyse tüm ağırlıklarda altın madalya kazanmamız bir gelenek haline gelmişti.

    Ancak o yıllarda bir türlü çözümlenemeyen bir sorun, daha doğrusu bir türlü başedilemeyen bir rakip vardı: güreşçilerimizin mayolarının askıları! Rakiplerin karşılıklı çekişmeleri sırasında, bizim güreşçilerimiz en az rakipleri kadar sık sık omuzlarından kayan mayo askılarını tekrar yerine yerleştirmeye çalışırlardı.

    Güreşçilerimizin çoğu bu soruna, mayo askılarını çapraz takarak, yani sol omuza takılması gereken askıyı sağa, sağa takılması gereken askıyı da sola geçirerek çözüm bulurlar, biraz olsun sıkılama sağlayabilirlerdi.

    O zamanlar, niçin hep bizimkilerin mayo askılarının kaydığını, yabancılarınkilerin ise neden kaymadığını herhalde hiç merak eden olmamıştır. Olsaydı bu sorunu çözerlerdi.

    Aradan yıllar geçti, televizyon yaşamımıza girdi, artık güreşleri spikerlerin sesinden çok kendi gözlerimizle seyreder olduk. 1970’li yıllarda yapılan güreş karşılaşmalarında hayretle gördük ki bizimkiler yine mayo askılarıyla boğuşuyorlar. Aradan geçen 20 yılı aşkın sürede demek ki yine meraklı birisi çıkıp bu askıların niçin kaydığını, yabancıların askılarının ise niçin kaymadığını hala sormamaktadır.

    Şimdi yıl 1996 ve Atlanta Olimpiyatları! Minderde güreşçimiz, karşısında da bir İsveç’li. Bizim güreşçimiz aynen 1948’de Olimpiyatlara katılan dedelerinin yaptığı gibi yine mayosuyla meşgul, ama bu defa bir farkla: askıların sarkık kısımlarını arkadan iyice çektirip birbirine düğümletmiş!

    İsveçli ise, yaptığı spora tam uygun biçimde tasarımlanmış bir mayo giymiş ve onu unutacak kadar vücuduna oturmuş.

    Kıyafet mühendisliği denilebilecek bir uğraş alanının olduğunu, yapılan her işe uygun donanımın bir “dizayn” işi olduğunu bizden 50 yıl kadar önce idrak etmiş insanlarla aynı dünyayı paylaşıyoruz.

    Bundan 1 yıl kadar evvel üzerine benzin dökülüp yakılmak istenilen bir polis ve birdenbire alev alan elbisesi nedeniyle TBMM’ne bir soru önergesi verilmiş ve bu elbiselerin teknik şartnameleriyle, muayene komisyonunun kabul raporunun görülmek istendiği belirtilmişti.

    Uzun bir süre sonra gelen yanıtta, polisimizin ne denli feragat ve fedakarlıkla görev yaptığı belirtiliyor, sorulan sorular ise es geçiliyordu.

    Tekstil alanında ne kadar iddialı olduğumuzu okuyup dinledikçe, bunların kendi kendimize yaptığımız propaganda olduğu, dünyanın bize, mesleki giyim ve benzeri konular gibi biraz olsun tasarım kültürü isteyen işleri değil, daha sıradan işleri yaptırdığı ve bunlara da son derece düşük değerler biçtiği acı gerçeğini anlıyoruz.

    Henüz, güreşirken askıları kayan, ancak arkada düğümlenerek yerinde durdurulabilen askılı mayo yapabiliyoruz. Ayrıca, bunları becerebilen ülkelerden bir düzine mayo ithal edip, bir sorunu bir başkasının kaynağı durumuna getirmemeyi de akıl edemiyoruz.

    Şimdi şu soruyu sormalı ve yanıt aramalıyız: bu mayo askısı meselesi acaba başka nelerin göstergesidir? Yoksa bir kuruntu mudur?

    Pazartesi, 22 Temmuz 1996

  • MEMURLARIMIZ VE SUYUN ŞEKLİ

    !

    “Havanda su dövmek” deyimi düşündükçe çok anlamlı görünüyor. “Leğende su karıştırmak”, “bardakta su çalkalamak” ya da “havanda su dövmek” operasyonlarının hepsinde yapılan iş “suya şekil değiştirmeye çalışmak ve yapamamak” olmasına karşın “havanda su dövme”nin dile yerleşmiş olmasının sebebi, “dövme” fiilinin içerdiği güç, kuvvet ve sabırdır. Yani, “ne yaparsanız yapın suyun şeklini değiştiremezsiniz” deniliyor ve benzer işlerle ilişki kurmanız özendiriliyor.

    “Memur Sendikası” konusu da aynen böyledir. Ne yaparsanız yapın konunun özünde bir değişiklik olmayacak, hatta çok gayret edilirse memurların büyük bölümü işlerini kaybedecektir.

    Memurların sendika kurması, hatta kritik bazı işler hariç grev yapmaları, her çıkar kesiminin örgütlenmesi ve hakkını savunarak bir genel uzlaşma ortamı oluşturması demek olan demokrasi açısından tartışılmaz bir gerekliktir. Ama sorun burada değildir.

    İş yaratma tekniklerini geliştirmek ve bunlara ait kurumları (Girişim Destekleme Şirketleri gibi) kurmak yerine, memur kadrosu ihdas etme kolaycılığını tercih eden politikacı, ona yol gösteren bürokrat ve akademisyen ve ortamı oluşturan medya, sonunda Kalabalık Kamu Kadroları adlı `dinamit’i icat etmiştir. Kalabalık kadrolar ise düşük ücrete, düşük ücretler de yetersiz nitelikli memura yol açmış, o ise yetersiz kamu hizmetlerini getirmiştir. Ve çember kapanmış, “bu hizmet miktarına, bu para çok bile” noktasına gelinmiştir.

    Bugün memur kadroları artık bir çeşit işsizlik sigortası haline gelmiş, kamu hizmetleri de çok çok çok az sayıda işkolik’in üzerine kalmıştır.

    Hiçbir hükümet, bu kadar kalabalık kadroya yeterli ücret veremez. Bugünkü durumda dahi bütçesinin %60’a yakın bölümünü kamu çalışanlarına ücret diye vermektedir.

    Memur kadrolarını seyreltip yüksek nitelikli memura yüksek ücret verebilmek işin esasıdır. Bu ise, “iş yaratma” konusuna şaşı gözlerle değil, faltaşı gibi açık gözlerle bakmak demektir.

    Bu yapılmadan memurun sendikalaşmasının doğal sonucu, memurun grev hakkını kullanıp yüksek ücret istemesi, idarenin de bu yüksek ücreti verebilmek için, memurun büyük kısmını işten çıkarmasıdır.

    Kimse hayal peşinde, olmayacak işler peşinde koşmamalıdır. Memurların en akıllı talepleri, kalabalık kadroların seyreltilip, nitelikli memura yüksek ücretin verilebileceği bir “paket”in lobisini yapmaktır. O mücadele faydalıdır. Dayak bile yemeğe değer!

  • MEMUR SENDİKASI

    Son anayasa değişikliği bağlamında gündeme gelen ve “memur sendikası” kısaltmasıyla kamuoyunda tartışılan “memur sendikalarına toplu sözleşme ve grev hakkı verilmesi” konusu, bütün önemli konularda olduğu gibi derhal siyah-beyaz tartışması haline getirildi.

    “Memura grev hakkı verilsin mi verilmesin mi?” biçiminde iki uca indirgenen sorunun bu haliyle çözülebilmesi, bırakınız çözülmeyi anlaşılması bile güçtür. Bu sorunun çevresine toplanmış, sanki sorunun bir parçasıymış zannedilen olguların ayıklanması, çözüm sürecini daha kolaylaştıracaktır.

    (a) Öyle bir kısım kamu görevleri vardır ki bunların toplu sözleşme ya da grev yapması bir yana, sendika kurması dahi düşünülemez. Örneğin, seçim yoluyla gelinen görevler böyledir. O göreve gelebilmek için kendisini seçecek olanlara çeşitli vaatlerde bulunmuş bir milletvekili ya da bir başbakanın sendika üyesi olması ya da grev yapması, işin temeline aykırıdır. Bu örnekleri ileri götürmeye gerek yoktur. Ama bir örnekten dahi anlaşılabileceği gibi, toplu sözleşme ya da grev yapmaması konusunda tartışma olmaması gereken bir kesim vardır.

    (b) Bugün bir kısım çalışan, adına memur denilmesine karşın memur değildir. Memur’un tanımı ne olursa olsun, bazı işleri yapanlar memur değildir, olmamalıdır. Özel girişimciler eliyle yapılması mümkün ve de yararlı olabilecek işleri devlet memurları eliyle yapmak, en azından “girişim özgürlüğü” nün çiğnenmesi demektir. O halde bu gibi işlerin kamu görevlileri eliyle yapılması doğru değildir.

    Kamu taşıtlarını kullanan şoförlerin, bunların yardımcılarının, bahçıvan, çaycı ve bakım onarım personelinin devlet memuriyetiyle bir ilişkisi yoktur. Bunlar sendika da kurabilir, toplu sözleşme ya da grev yapabilir. İşvereni de gerektiğinde lokavt ilan edebilir. Bu örneği de uzatmak gereksizdir. Ama buradan çıkarılabilecek bir sonuç, tartışmaya konu olan kesimin önemli bir bölümü, aslında toplu sözleşme ve grev hakkı bulunan işlerde çalışmakta, ama yanlış statüde çalıştırılmaktadır. Dolayısıyla, bir tartışmanın içinde bulunmaması gereken bir kesimle birlikte sorun çözmeye çabalamak yanlıştır.

    (c) Kamu kadroları uzun yıllardır işsizlere -ama hepsine değil ancak bir bölümüne- iş vermek için kullanılmaktadır. Yetmiş yıldır gazeteden başka bir şey okumamış dinozor politikacı-bürokrat-akademisyen kadrolar, yeni işlerin nasıl yaratılabileceği konusunda hala 1920’li yılların “işler, yatırımlarla yaratılır” yaklaşımlarına sahiptir.

    Devletin iş yaratamayacağı, yalnızca yeni işlerin yaratılabileceği ortamı oluşturacağı, bu oluşturmayı da yalnızca engelleri kaldırma suretiyle yapabileceği, işleri ise bizzat girişimcilerin yaratabileceği gerçeğinden bihaber bu kadrolar, insanlarımızın niteliklerini yükseltmeyi değil, hala baraj, yol, santral yaparak onları geliştirebileceklerini sanmaktadırlar.

    Memurlar eliyle yapılması gereken işlerde çalıştırılan bir kısım insanımız, işte bu sakat anlayışın sonucu o kadrolara alınmış olan “şanslı işsizler”dir. Bu insanlara verilecek her türlü hakkın, bu kadrolara girme imkanını bulamamış işsizlere de verilmesi gerektiğine, bu da hem anlamsız hem de imkansız olduğuna göre, tartışmaya dahil kesim biraz daha daralmış olmaktadır.

    (e) Nihayet, toplu sözleşme ve grev hakkı bir özgür pazarlık sistemidir. Taraflardan birisinin pazarlık gücünün içinde grev silahının bulunması halinde, diğer tarafın elinde de lokavt silahı bulunmalıdır. Kamu personelimizin çok büyük bölümünün bilgi-beceri düzeyleri, bir pazarlık gücü sağlayamayacak kadar düşük düzeydedir. Herhangi bir grev tehdidi karşısında lokavt ilan edildiğinde, iki saat içinde her boşalan kadro için çok sayıda eşdeğer nitelikli insan bulunabilir. Bu gerçeğin farkında olunması gerekir.

    (f) Nihayet, kamu hizmetlerini yürüten ve toplu sözleşme aracıyla donanması gereken küçük bir kesim geriye kalmaktadır. Onların durumlarının iyileştirilmesi, kamu hizmetlerinin niteliğinin yükseltilmesi demektir. Bu sözleşmeler anlaşmazlıkla sonuçlanırsa grev yapılmalı mı yapılmamalı mı konusu oldukça teknik bir konudur ve mutlak bir doğrusu yoktur.

    Bu kısa irdelemeden görüldüğü gibi ilk yapılması gereken, sorunun sokaklarda dile getirildiği gibi bir “söke söke alırız” meselesi olmadığının, eğer mutlaka birşeyler sökülüp alınırsa herkesin kendi kol ve bacağını koparacağının idrak edilmesidir.

    Salı, 11 Temmuz 1995

  • MEMUR ZAMLARI VE TEPKİLER!

    Memurlara yapılan zamlara tepkiler sürüyor. Tepki gösterme demokratik yönetim biçiminin vazgeçilmez aracı olduğu gibi, yönetenlerin de en değerli yardımcısıdır.

    Tepki göstermeyen, ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir toplumun yönetimini ancak diktatörler becerebiilr.

    “Tepki” aracı ne denli yararlı ise, onun “doğru tepki” olması da o denli bir ön koşuldur ve ancak o takdirde yönetene de yönetilene de faydası dokunur. Aksi halde yanlış gösteren bir ölçü aleti gibi, alet sahibini yanıltıp kaza belaya yol açabilir.

    Bu nedenle şu noktaların serinkanlılıkla tesbit edilip, tepki gösterilecekse ona göre şekillendirmek gerekir:

    (1) Geçim sıkıntısı (hayat pahalılığı da denilebilir) ve enflasyon (hayatın pahalanma hızı) birbirinden farklı şeyler olup, birbirinin yerine kullanılmaması gerekir. Zaman zaman, bu konularda yanlış yapmaması gerekenler bile “enflasyon yani hayat pahalılığı” gibi inciler saçmaktadırlar.

    Hayat pahalılığı, geliri giderini karşılayamayanlar için “var” iken, enflasyon, ancak ondan korunmayanlar için “var”dır.

    Asgari ücret ile 4 çocuk bakmak zorunda olan bir kişi için geçim sıkıntısı had derecede vardır.

    Ama eğer bu kişinin ücretine daima enflasyon oranında zam yapılırsa, bu kişi için enflasyon “yok”tur. Nitekim kamu çalışanlarının çoğunun durumu budur. Görülüyor ki, geçim sıkıntısı ve enflasyon ayrı şeylerdir.

    (2) Toplam ücret, ücret düzeyi ve ücret dağılımı üç farklı şeydir. Kamu çalışanlarının (işçi, memur, sözleşmeli vb.) ücret düzeyi, yaşamak istedikleri yaşam düzeyine göre düşüktür. Ama yaptıkları işin miktar ve kalitesine göre ise çoktur.

    Ücret dağılımı ise bozuktur. Ancak bir kişilik iş bulunan iki kişilik bir iş yerinde toplam olarak 1 kişilik ücret ödeniyor ve o işi de yalnız 1 kişi yapıp diğeri boş oturuyorsa:

    – toplam ücret doğrudur,

    – ücret düzeyi düşüktür,

    – ücret dağılımı bozuktur.

    Boş duran ikinci kişiye, birincinin yarı işi yaptırılırsa bu defa:

    – toplam ücret doğrudur,

    – ücret düzeyi düşüktür,

    – ücret dağılımı doğrudur.

    Bu kişilerden biri işten çıkarılırsa:

    – toplam ücret doğrudur,

    – ücret düzeyi doğrudur,

    – ücret dağılımı doğrudur.

    Aksine iş yerine üçüncü bir kişi alınır, iş 3 kişiye bölünür ve toplam ücret artırılırsa bu defa:

    – toplam ücret fazladır,

    – ücret düzeyi düşüktür,

    – ücret dağılımı doğrudur.

    Bu kombinezonların sayısı artırılabilir. Ama görülüyor ki her defasında tepki gösterilmesi gereken olgu farklı olmaktadır.

    Ülkemizde ise durum şudur:

    – Toplam ücret çok çok çok fazladır (bütçenin % 60’ı)

    – Ücret düzeyi düşüktür,

    – Ücret dağılımı bozuktur.

    Toplam ücretin fazla olmasına karşın ücret düzeyinin düşük olmasının nedeni kalabalık kamu kadrolarıdır.

    Onun da nedeni, idarelerin en kolay iş yaratma yolu olarak kamuya ilave personel alması, iş yaratmayı bir teknoloji olarak görmemeleridir.

    Ücret dağılımının bozuk olması ise, belli bir yöntemle çalışan ve çalışmayanı ayırmak yerine rastgele zamlarla yapının çarpıtılmasındandır.

    (3) “Yüzdeleri toplamak” bir ulusal aritmetik yetmezlik hastalığıdır. Bir ücrete peşpeşe 2 defa %50 zam yapılsa, ücret %100 artmaz, %125 artar.

    Benzer şekilde, her üç ayda bir %12 zam yapılsa yıllık zam %48 olmaz, %57 olur.

    Tepkiler doğru noktalara yöneldiğinde, bu çarpıklıkları düzeltici etkisi olur, aksi halde bir kördöğüşü doğar. Kördöğüşlerinin ise galibi olmaz, herkes biraz dayak yer.

  • MOTOR KORKUSU !

    Yurt içinde üretilen sakat arabalarının motorlu olanlarının lüks sayılıp %20 KDV ile vergilendirildiğinden yakınan bir okurumun mektubu, bana bu “ulusal fobi” mizi hatırlattı.

    Belediye yasamıza bu gözle bakıldığında, hemen genelinde bir motor kurkusu görülür. Çeşitli beygir güçleri, o kuruluşun tabi olacağı hükümleri değiştirmekte, beygir gücü yükseldikçe kuruluş acayip bir cendere içine girmektedir.

    Bu olgu, Osmanlı’yı kontrol eden ülkelerin biraz aymazlık biraz da zorlamayla mevzuatımıza ve onunla da kalmayıp kültürümüze soktuğu melunca düşünülmüş bir “geciktirici” dir.

    En güçlü insanın 0.15 beygir gücünde olabileceği düşünülürse, çeşitli mevzuat içine serpiştirilen bir iki tane “motor kullanımını caydırıcı” hükmün uzun vadede nasıl bir toplum yapısına yol açacağını tahmin etmek pek güç değildir.

    Muhtemelen, teknolojiye yabancı (hatta bazen düşman), teknoloji üretmeyen, yeni buluş konusunda olağanüstü kısırlaşmış toplumumuzun temelinde bu melun tezgah ve bizim aymazlığımız yatmaktadır.

    Bir hastalığın tedavisinin ilk adımı o hastalığı tam ve doğru anlamaktan geçer. Motorlu sakat arabalarının motorundan korkan kafalar bu hastalığın belirtileri olup, mesele böyle anlaşılınca tedavisi de mümkün görünmektedir.

    Patent mevzuatımıza göre herhangi bir buluş yapıp onun ihtira beratını alan bir kişi, ihtira beratının devamı süresince bir harç ödemek zorundadır. Bu harcın yatırımındaki bir günlük bir gecikme dahi mucidin icadı üzerindeki haklarının kaybolmasına yol açmaktadır.

    Bu anlayış, motor korkusu ile çok yakından ilişkilidir. Toplumu ekonomik açıdan geliştirebilecek her türlü olasılığa karşı önlemler (!) tamamdır. Bu türlü bir silahın bürokrasimizin elinde ne acımasızca kullanıldığına ilişkin sayısız örnekler vardır.

    Araştırma denizaltısı yapan buluş adamının devletin valisi tarafından ağır ceza mahkemesine verilmesi, kansere karşı bir tedavi yöntemi geliştirdiğini ve bilim adamlarının bunu incelemesi istediğini belirten bir hekimimizin defalarca mahkemelere verilmesi, engellemek için özel yönetmelikler çıkarılması, tabip odasının yapması gereken işlerini bırakıp bu buluşu caydırmaya çalışması, bu teknoloji korkusunun birer dışavurumudur.

    Artık bu hastalığımızı anlamalı, hayali düşmanlar yerine iliğimize işlemiş bu hastalıkla mücadele etmeliyiz.

  • İSTİKRAR

    Çok sık kullanılmasına rağmen anlamı üzerinde uzlaşma olup olmadığı pek belli olmayan bir kavram var: istikrar ya da yeni Türkçe’siyle kararlılık.

    Herhangi bir şeyin değişmeden sürmesine deniliyor. Hatta bu “herhangi bir şey” bir değişimin kendisi de olabilir. Örneğin nüfusumuz her yıl belirli bir oranda artıyorsa, “nüfusumuz istikrar içinde 70 milyona yaklaşıyor” denilebilir.

    Ancak, istikrar’ın genellikle olumlu süreçler için kullanıldığını, hızlı nüfus artışı, trafik kazalarındaki ölü sayısı ve benzeri olumsuzluklar için ancak kinaye amacıyla kullanılabileceğine de işaret etmek gerekir.

    Yani mesela çevremizin giderek kirlendiğini anlatmak için “çevre, istikrarlı biçimde bozulmaktadır” denilmemesi gerekir.

    Dilimizde istikrar’ın en çok kullanıldığı alan politikadır.

    “Uyguladığımız istikrarlı politikalar sayesinde 31.12 itibariyle Avrupa geçilmiş bulunmaktadır” ya da “istikrar istiyorsanız bizi bırakmayın” gibi beyanat hemen her zaman duyulur.

    Bu örtülü tehditin, vatandaşı ne kadar güç durumda bırakacağı kolayca tahmin edilebilir. Öyle ya hakkın emri gereği, bunu söyleyen ölecek olsa bu durumda istikrar ne olacaktır?

    O halde vatandaş istikrarı koruyabilmek için çok gayret etmeli, yemeyip yedirmeli içmeyip içirmeli ki istikrarı kurmuş olanlar allah korusun bir zarar görmesin.

    Bu işin iyi tuttuğunu görenler ipin ucunu kaçırıp olur olmaz her vesile ile “dikkat et yoksa istikrar bozulur” şeklinde konuşmaya başlamışlardır.

    Artık istikrarın bozulmaması için herkes suspus oturmaya başlamıştır. TV de gördüğü cikleti isteyen afacanı annesi “sus yoksa istikrar bozulur” şeklinde durdurabilmektedir.

    Yeni açılan dükkanlar, “İstikrar Bakkalı”, “İstikrar Kasabı” gibi adlar alırken, yeni doğan çocuklara göbek adı olarak “istikrar” konulmaktadır.

    Şaka bir yana şu görülmüştür ki, siyasi alanda istikrarın korunabilmesi kişilerin değişmemesine değil, uygulanan politikaların “keyfi” olarak değiştirilmemesine bağlıdır.

    Burada önemli nokta “keyfilik”tir. Yoksa herhangi bir alanda uygulanan politika, değişen koşullara göre değişecektir, bu bir zorunluktur.

    Bir alandaki politikanın değişen koşullarla uyum içinde değişebilmesi, o politikanın “istikrarlı bir politika” olduğunu gösterir.

    Değişen şartlara uyum göstermeyip aynı kalan bir politika ise istikrarlı değil “yetersiz” bir politikadır.

    Bir politikanın istikrarlı olabilmesinin ya da istikrarlı uygulanabilmesinin şartları nelerdir?

    İlk şart, bir politikanın mevcut olması, ikincisi de bunu uygulamak durumunda olanların gerçek amacının doğru iş yapmak olmasıdır.

    Uygulamada her iki şartın da yerine getirilmesinde önemli boşluklar vardır. Çeşitli alanlarda politikaların mevcut olabilmesi, o alandaki sorunların belirli bir metod ile analiz edilmesini, sonra da o alanla ilgili kişi ve kuruluşların katılımı ile çözümlerin geliştirilmesini gerektirir. Aslında “politika” denilen işte bu “çözümler”dir. Bu şekilde geliştirilmiş politikalar yok değildir, ama çok azdır.

    Politikaların uygulanmasına gelince o konudaki durum daha da vahimdir. Aynı hükümetlerin içinde dahi, kişiler değiştikçe uygulamalar tamamen değişmektedir. İşte istikrarsızlık esas budur ve mücadele edilmesi gereken hastalıktır. Bunun bir sebebi yine birinciye, yani politikaların mevcut olmayışına bağlanabilir. Bir alanda bir politika mevcut değilse uygulamayı kişilerin tercihleri belirleyecektir. Tercihler kişiden kişiye göre değişeceğine göre istikrarlı bir uygulama da söz konusu olamayacaktır.

    Çeşitli alanlardaki sorunların analizi ve bu analizlere dayalı olarak katılımlı çözümler üretilmesi sürecine ait bir eğitim, yalnız bir eğitim kurumuzda ve çok sınırlı ölçüde vardır.

    Bu durumda politikacılarımıza yöneltilen “belirli bir politikanız yok” eleştirisi pek haklı görünmemektedir. Yapılması gereken, sadece politika alanında değil her alandaki sorunları çözmekle yükümlü kişileri bu tür bir eğitime tabi tutmaktır.

  • ENFLASYON VE ÇIĞ ETKİSİ!

    Uzun yıllardan beri ya anlaşılamayan ya da bilerek gözardı edilen bir gerçek var: Türkiye’de hemen her alandaki eksik rekabet koşulları, herhangi bir nedenle herhangi bir mal veya hizmete yapılan zamın aynen (hatta fazlasıyla) diğer alanlara yayılmasına ve bir “Çığ Etkisi” oluşmasına yol açar.

    Günlük hayattan bir örnek: Taksi ücretlerini belirleyen maliyet ögelerinin hemen hepsine %100’e varan zamlar gelse ve bunun üzerine de derhal taksi ücretlerine % 100 zam yapılsa, bu durumda taksi sahipleri açısından zamlar ve ona bağlı enflasyon “yok” demektir. Hatta, taksi maliyetlerinin içinde benzin, parça, amortisman gibi %100 zamlanmış olabilecek girdilerin yanısıra, şoför ücreti gibi zamlanmamış veya %100’den daha az zamlanmış bileşenlerin de varlığı dikkate alınırsa, taksi sahiplerinin bu işten bir miktar karlı çıkmış oldukları da anlaşılacaktır.

    Bazı işverenlerin, toplu sözleşmelerde -sendikanın istemeyişine rağmen- yüksek oranda ücret zammı yapmak isteyişinin nedeni de budur.

    Böylece toplumun çok önemli bir kesimi zamlardan ve enflasyondan etkilenmemekte ama buna karşı beş çeşit istenmeyen olgu doğmaktadır;

    1. Zamlardan beklenen etkilerden en önemlilerinden birisi olan “tüketim eğilimlerinin frenlenmesi” mümkün olamamaktadır.
    2. Büyük bir kesim enflasyondan yapay olarak korunduğu için enflasyonla mücadele dışında kalmaktadır.
    3. Enflasyondan gerçekten koruması gereken kesimler daha ezilmekte ve sosyal çöl olgusu derinleşmektedir.
    4. Enflasyondan olumlu etkilenen -ve zaten güçlü olan- kesim daha güçlenmekte ve bir enflasyon lobisi yaratılmaktadır.
    5. Ve nihayet fiyatlar genel düzeyini artıran bir Çığ Etkisi tetiklenmiş olmakta, hiperenflasyon ve sonra da stagflasyon için uygun koşullar yaratılmış olmaktadır.

    Bu konuda yapılan bir çalışmanın* sonucu şunu gösteriyor: Mal ve hizmetler içinde öyleleri vardır ki (bunlara kritik mal ve hizmetler diyorum), bunların fiyatlarına yapılacak %x oranında bir zam, fiyatlar genel düzeyini %x’ten de fazla artırabilir. Benzer şekilde, bu kalemlerin fiyatlarında yapılacak %x oranındaki bir indirim, fiyatlar genel düzeyinde %x’ten daha fazla bir azalmaya yol açar.

    Bu, ilk bakışta inanılamayacak gibi görünüyor. Ama, düşünüldüğü zaman niçin böyle olduğu anlaşılabiliyor. Birbiriyle karşılıklı olarak girdi-çıktı ilişkisine sahip mal ve hizmet ürünlerinden birisine herhangi bir nedenle zam yapıldığında -ki bu tamamen haklı nedenlerle olabilir-, onu girdi olarak kullanan kalem(ler)in fiyatlarının de eski denge durumuna gelebilmesi için zamlanmaları gerekir. Bu olgu herkes tarafından bilinmektedir.

    İlginç olan nokta bundan sonra başlamaktadır: İlk zamlanan ve başka mal ve hizmet ürünlerine girdi olan kalem bu defa, zamlanan kalemlerden girdi olarak kullandıklarının (varsa) fiyat artışları nedeniyle “yeniden” zamlanmak durumunda kalmaktadır.

    Sihirli nokta budur. Çünkü hemen anlaşılabileceği gibi bu döngü sonsuzdur. Yani ilk duruma geri dönülmüş olmaktadır. Bu defa ilk kaleme ikinci bir zam daha yapılmak zorunda kalınacak ve döngü işlemeye başlayacaktır.

    Tabii ki, her döngü sırasında yeni dengelerin oluşması için daha az oranda bir zam yapılmak gerekecek ve bu nedenle fiyat artışları sonsuza varmayıp bir yerde doyacaktır.

    İşte soru buradadır: Doyum noktası (satürasyon) nerede duracaktır? Bu, ilk zamma göre kabili ihmal bir fark mı yaratır yoksa bir çığ etkisi başlatabilir mi?

    Eğer mal ve hizmetler, bu basit örnekte olduğu gibi yalnızca 2 adet olsaydı, muhtemelen bir çığ etkisi olmayacaktı. Gerçekte ise ekonomiyi temsil edebilecek mal ve hizmet ürünlerinin sayısı daha fazladır. DİE modeline göre 65 kalem ile temsil edilebilmektedir (DİE I/O tablosu).

    Örneğin ücretler, hemen tüm mal ve hizmetlere girdi olmakta, aynı zamanda onları girdi olarak da kullanmaktadır. Ücretlere yapılan bir zam, ilk döngü sırasında makul ölçülerde başka mal ve hizmetlere yansımakta, fakat ondan sonra bunları kullanmak durumunda olan ücretli, bu çok sayıda girdinin zamlanmasından doğan büyük etki altında bunalarak yeniden ücret zammı talebi geliştirmektedir. Ücret taleplerinin bir türlü bitmek bilmeyişi insanların açgözlülüğünden değil, deniz suyu içerek susuzluk gidermeye pek benzeyen bu ölümcül süreçten kaynaklanmaktadır.

    Şu gerçeğin unutulmaması lazımdır: Temel mal ve hizmetlere yapılacak zamlar, bu mal ve hizmetleri kullanan ürünler piyasasında eğer eksik rekebet var ise yalnızca Çığ Etkisi yaratmaya yarar.

    Ülkemizde, girişimciliğin devlet eliyle engellenmesi nedeniyle rekabet koşulları bir türlü gelişememektedir.

    Taksi ve ekmek fiyatlarının belediyelerce belirlenmesi yetmiyormuş gibi, bu piyasalara yeni gireceklerin yine devlet marifetiyle sınırlanması, bu kesimlerde rekabeti yok etmiştir. Rekabete son derece açık bu kesimde rekabetin zorla önlenmesi , bunun devlet eliyle yapılması ve de bunun serbest piyasa adına yapılması yalnızca bizim toplumumuza has bir acayiplik (başkasına dilim varmıyor) dir.

    Girişimcilerin yapabileceği işlerin, girişimcilerden alınan vergilerle maaşları verilen kamu görevlilerince yapılmaya kalkışarak (ve de yapılmayarak) engellenmesi, ülkemize özgü bir kollektivizm türüdür.

    Fiyat ve ücretlerin serbest oluşumu, serbest rekabet ekonomisinin bir ayağıdır. Ama öbür ayağıda rekabettir.

    Eksik rekabet koşulları altında enflasyonla mücadele ise önce ücret ve fiyat oranlarının geçici süreyle sınırlanıp Çığ Etkisi’nin durdurulması, bu arada kazanılan zaman içinde ise süratle üretim ve girişimciliğin önündeki engellerin kaldırılmasıyla olur.

    Bu durumda ne yapılmalı?

    1976 yılında Kanada’da uygulanan ve 2 yıl içinde olumlu sonuç veren “ücret ve fiyat artış oranlarının sınırlanması” önlemi, bu çığ etkisini kontrol altına almanın etkin bir yoludur. Bunun yapılmadığı hergün, ücret ve fiyat artış oranının değil bizatihi ücret ve fiyatların dondurulmasına yaklaşılıyor demektir.

    Liberal ekonomik sistemin rafa kaldırılması demek olan bu “dondurma” işlemine zorunlu olarak başvurmak istemiyorsak artış oranlarını sınırlamak zorundayız.

    Bu sınırlama, çalışan ve çalıştıranlar arasındaki bir uzlaşmaya dayanmalıdır. Çalışan kesimlere bu Çığ Etkisi olgusunu anlatmalı ve sınırlanmamış ücret artışlarının, çalışanların kendi elleriyle kendi paralarını çalmak demek olduğu bilinci verilmelidir.

    Piyasa ekonomisini benimsiyorsak, onu bozan en büyük etkenlerden biri olan Kronik Enflasyona karşı bu önlemi almalıyız. Aksi halde sistem daha acı ilaçları kendisi üretecektir.

    İkinci yapılması gereken, “biz kimseyi enflasyona ezdirmeyiz” söyleminin ne demek olduğunun anlaşılmasıdır.

    Türkiye’de uzun süredir kullanılan ve artık hemen herkesin doğruluğuna inandığı bir sav, “ücretlilerin enflasyona ezdirilmemesi için, enflasyon oranından daha yüksek ücret zammı” verilmesidir. Yalnız kamu kesiminin değil özel sektörün de benimsediği bu yaklaşımın, kronik enflasyonunun önemli bir nedeni olduğu henüz görülememekte, görenler ise ücretlilerin tepkisini çekmemek için seslerini çıkarmamaktadırlar.

    Kamu ve özel sektör, yaptığı ücret zamlarını biraz da fazlasıyla ürünlerinin fiyatlarına yansıtarak kendilerini enflasyondan korumaktadırlar.

    Çalışanlar ise enflasyondan daha yüksek zamlarla enflasyondan korunmaktadırlar. Tarım kesimi ise taban fiyat uygulamasıyla enflasyonun dışında tutulmaktadır.

    Devlet memurları ise katsayı yoluyla enflasyonun etkisini telafi etmektedirler. Bütün bu kesimler için hayat pahalılığı var, fakat pratik olarak enflasyon “yok”tur.

    Böylece enflasyonla mücadele etmesi gereken insanlarımızın çok büyük bölümü enflasyondan korunmaktadır.

    Bu kesimlerin dışında kalan ve enflasyonun ağırlığını -fazlasıyla- taşıyan, çok küçük kuruluşlarda çalışan sendikasız ve vasıfsız işçi, işsiz, maliyetini fiyatlarına yansıtamayacak güçteki küçük esnaf -ki bir bölümü fiyatlarını ayarlayarak kendisini korumaktadır- ise enflasyonun gerçek kurbanlarıdır.

    Ücret artışlarının kronik enflasyonu besleyen ve tekrar tekrar fiyat artışlarına ve ücret artışı baskısına yol açan bir “spiral” olduğu matematik olarak gösterilmiştir*.

    Fiyat artışlarındaki bu “çığ etkisi” ve neden olan az sayıda mal ve hizmete kritik ürünler adı verilmektedir. enflasyondan tamamen farklı bir olgu olan “kronik enflasyon”a bu gözlükle bakıp, “işçimizi köylümüzü enflasyona ezdirmeyiz” demenin, aslında, “biz enflasyon ile mücadele etmeyeceğiz” demek olduğunu anlamamız gerekmektedir.

    Üçüncü olarak yapılması gereken, hayat pahalılığı, çevrimsel enflasyon, kronik enflasyon gibi üç temel kavramın geniş yığınlara anlatılması, enflasyonun bir canavar tarafından yaratılmadığını, böyle bir canavarın bulunmadığını geniş kitlelere anlatmaktır.

    1976 Kanada tecrübesinde bile, eğitim düzeyi bizden bir hayli yüksek olan Kanada’lılara bu olguların anlatılması için sloganlar aranmış ve “bedava yemek yok!” sloganı benimsenmiştir.

    Nihayet tüm toplumumuza şu gerçek benimsetilebilmelidir: Üretmeden tüketmenin faturası enflasyon başta olmak üzere tüm sosyal hastalıklardır. Ve şu anda bu imkansızı başarmak üzere toplu olarak çabalamaktayız!

    20 Eylül 2001

  • HABİTAT REKLAMLARI KİME NE DİYOR?

    “256 milyon Amerikalı İstanbul’a geliyor”, “6 milyar Dünyalı İstanbula geliyor”. Bir süredir TV’lerde HABİTAT toplantısı için bu ve benzeri reklamlar izliyoruz.

    Bu abuk reklamlar birçok çıkarsamaya yol açabilir. Ama en önemlisi, Türkiye’nin hiçbir konuda kaynak sıkıntısı olmadığı, yalnızca akıl sıkıntısı -had derecede- bulunduğu sonucudur.

    Bu olay tek değildir. Sık sık gazetelerde kamu kuruluşlarının milyarlık reklamları çıkar. Bir ara özelleştirme için benzer ilanlar çıkardı.

    Bunların, akıl eksiğinin yanısıra ikinci bir ortak özellikleri de, kime ne dediğinin belli olmayışı, daha doğrusu hiç kimseye hiçbir şey demediğidir.

    Bununla beraber, bunların tamamen amaçsız, can sıkıntısı ve para bolluğundan verilmiş reklamlar olduğu da zannedilmemelidir. Kendilerine reklam ajansı, halkla ilişkiler bürosu vs gibi adlar yakıştıran ve gerçek reklamcı ve halkla ilişkiler uzmanlarıyla yakın ya da uzak herhangi bir ilişkisi bulunmayan bir kısım uyanık geçinen vatandaşımız, nerede bir fon varsa onun kokusunu alıp bu tür işe yaramaz reklamlarla değerlendirirler. Bu reklamlar üzerinden de %25’den az olmayan komisyonlar alırlar.

    Bu fonların kaynağı ise bazen devlet bütçesi, bazen uluslararası kuruluşların ayırdıkları proje bütçeleridir. Uluslararası kuruluşların bütçelerinin kaynakları ise üye ülkelerden aldıkları paylardır. Dolayısıyla her iki halde de harcanan para vatandaşın parasıdır.

    HABİTAT reklamlarının parası da benzer biçimde Birleşmiş Milletler, yani Türkiyenin katkı payı, yani vergilerimizden karşılanmakta, sonra da bir kısım uyanık insana aktarılmaktadır.

    Bu işe izin verenlerin muhtemelen, “Dünyanın en büyük organizasyonlarından birisi gerçekleşiyor. Bu reklam az bile” diyebilecekleri bellidir. HABİTAT’ın Dünya’nın en büyük organizasyonlarından birisi olduğu doğrudur. Ama bu, mevcut kaynakları, bu büyüklüğe yaraşır bir organizasyon yapmaya harcamanın bir gerekçesi olabilir. Yoksa, organizasyona hiçbir katkısı olmayan, reklamlar yapmanın gerekçesi değil.

    HABİTAT toplantısı sırasında doğabilecek aksaklıklar şimdiden bellidir. Toplantı bittikten sonra bunlara gerekçe olarak para yetersizliği gösterilecek, “bu kadar paraya bu kadar organizasyon denilebilecektir”.

    Bu işleri yönetenlerin dürüstlük ve erdeminden kuşku yoktur. Ama, geniş kadrolarla çalışanların kendilerinin ahlaklı ve dürüst olmaları yetmemektedir. Onların aynı zamanda çevrelerine de dikkat etmeleri, kendilerine teslim edilmiş kaynakları çarçur etmeyecek biçimde çalışmaları da şarttır.

    Peki niçin böyle oluyor? biçiminde bir soru sorulsa, bunun yanıtı ne bu reklamları yapan şirketlerin, ne de yaptıran kamu otoritelerinin kusuru değildir.

    İşte burada ulusça bir eksiğimiz ortaya çıkmaktadır: Bu reklamları izleyen 35-40 milyon vatandaşımız, mevcut iletişim imkanlarını kullanarak bir anda TV’leri, ilgilileri protesto bombardımanına tutmalıydılar. Bunun yapılmayışı, insanımızın henüz bu noktada olmadığını göstermektedir.

    Biz yeterince uyanık olmadığımız sürece başka uyanıklar çıkacaktır. Bu kaçınılmazdır.

    Salı, 21 Kasım 1995