• Karmaşık olayları anlamak için..

    http://bit.ly/MOcLcw adresinde grafik biçimde, silgili bir kurşun kalemin bütünüyle “enerji” olduğu –ki E=mc2 dolayısıyla değil- gösterilmişti. Bununla anlatılmak istenilen ise aşağıdaki birkaç ana-denklemdi.

    • Maslow’un ihtiyaçlar denklemi:

    – Kendini gerçekleştirmek (bireysel potansiyellerini harekete geçirmek)
    – Saygı görmek (kendine saygısı olması ve başkalarından saygı görmek)
    – Ait olmak (Sevgi, şefkat, bir grubun parçası olmak)
    – Güvenlik (Barınma, tehlikelerden uzak kalmak)
    – Fizyolojik (Sağlık, yiyecek, uyku)

    • Bu ihtiyaçların tümü refah ve mutluluk türleridir.
    • İnsan, en alttaki ihtiyaçlar en öncelikli olmak üzere, tüm imkanlarını bunları tatmin etmek için uğraşır. Altlara dğru indikçe bu uğraş en vahşi formlarda ortaya çıkabilir (aç kalan kişilerin birbirlerini yemeleri gibi).
    • Silgili kurşun kalem bütünüyle enerji olduğu gibi, tüm refah ve mutluluk türleri, tamamen enerjinin –çeşitli yoğunluktaki formları [1]- cinsinden ifade edilebilir. Bunlara “değer” denilebilir.
    • Buna göre, ancak enerjiye (veya onun yoğun hali olan değerlere) sahip olan birey ve toplumlar refah ve mutluluğa sahip olabilirler.
    • İnsanlar değer peşinde koşarlar.
    • Değerler nadir, peşinde koşan sayısı ise çoktur. Buradan çatışma çıkar.
    • Çatışmada üstün olabilmek yine enerji ve türevleri (değer) yoluyla mümkündür.
    • O halde değere sahip olmak varlığını sürdürmek için zorunludur.
    • Bu zorunluk, insanlar tarafından konulabilecek tüm kuralları geçersiz kılar. Kurallara uyulmasını sağlayabilmek (iktidar) değerlere (enerji ve türevleri) sahip olmakla mümkündür.
    • Bir toplum sahip olduğu ve varlığından haberdar olmayabileceği değerleri korumaz. Bu, istismara açık bir alandır ve bu değer, ihtiyacı olanlarca –aralarındaki mücadelenin galiplerine göre- ihtiyaç duyanlara transfer edilir.
    • Bir toplum sahip olduğu değerlerin varlığından haberdar, ama onları koruma gücüne yeterince sahip değilse yine istismara açık alanlar oluşur. Bu defaki transferler hile veya zor kullanarak gerçekleşir.
    • Transfer işinde ustalaşan toplumlar giderek güçlenirler.
    • Bir kişi veya toplumun çözebildiği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarından değer transfer edebilme kabiliyetini giderek artırır.
    • Bir kişi veya toplumun çözemediği sorunlar onun Sorun Çözme Kabiliyetini, dolayısıyla da başkalarının değer transfer edebilmelerine direnebilme kabiliyeti giderek azaltır.
    • Herhangi bir anda bir transfere konu olmayabilecek sorunlar, güçlü olanlarca birer koz (Bkz. http://bit.ly/O97njP adresindeki ALEGAR başlığı) halinde biriktirilir ve zamanı geldikçe, girişecekleri transfer süreçlerini kolaylaştıracak şekilde devreye sokulur.
    • Koz formunda buzdolabına konulanlar tasnif edilerek etkililik, kullanılabilirlik vb karakteristiklerine göre saklanırken, bir yandan da koz stoklarının zenginleştirilmesine çalışılır.
    • Uluslararası ilişkiler ve değer transfer süreçleri “koz” konsepti çerçevesinde yürür.
    • Dünya toplumları ikiye ayrılır: Koz konseptinin farkında olup onu kullananlar ve farkında olmayıp –ayrıca farkında olma konusunda dirençli olup- sürekli ağlaşanlar, bağıranlar, geçmişiyle övünerek adım adım yok olmaya ilerleyenler.
    • SON

    23 Ağustos 2012 Perşembe

     

     


    [1] En az yoğun enerji formu güneşin ışımasıdır (http://bit.ly/SvYB1X).  Güneş kollektörleri bir derece daha yoğun enerji üreteçleriyken, foto-sentez yoluyla oluşan bitkiler, güneş ışımasının biraz daha yoğunlaşmış formu, kurutularak (enerji yoluyla) odun haline getirilen bitkiler daha da yoğun, toprak altında karbonlaşan bitkiler daha yoğun, canlılar daha yoğun, onların ürettikleri bilgiler en yoğun enerji formlarıdır.

  • Ne oluyor, ne olacak?

    Bu ara en çok konuşulan konunun, “uluslarası ölçekli kaos ortamında Türkiye’nin ne olacağı, ne kazanıp ne kaybedeceği” olarak ortaya konulsa pek yanlış sayılmaz.

    Yakın dönem ve Suriye ve PKK ile ilgili mikro ölçekli olayları yorumlayıp, ne gibi önlemler alınması gerektiğini tartışmak yararlı görünmüyor. Bir yandan da sürekli değişkenlik gösterme karakterindeki bu süreç için reçeteler önermek yerine, uygulanabilir nitelikli ilkeler ortaya koymak daha yol gösterici olabilir.

    Başlıklar şöyle sıralanabilir:

    • Herhangi bir andaki olayın (bir terör saldırısı, komşu ülke tutumu, Obama’nın sopası vbg) ertesinde ne yapılması gerektiğini tartışmak için harcanan zaman ve enerji, o olayın kök-nedenlerinin anlaşılmasına harcanmalıdır.
    • Bu ilke basit ve yararlı olsa da, uygulanabilmesinin önünde –sadece bugün için değil ilkesel olarak- önemli bir engel vardır. O engel, kaba dilde “tükürdüğünü yalamak” denilen ve daha açık anlamı “önceden söylediğini savunmaya zorunlu hissetmek” demek olan kavramdır.
    • Bu engelleyici kavramın aksi ise, hiçbir fikir ve ona dayalı tahminin mutlak doğru olamayacağı’dır. Ama, söylediklerinin bir dizi ön-koşula dayalı olduğu, bunlarda bir değişiklik olduğunda söylemini de değiştireceği gibi ifadede bulunanları halkımız hoşgörmediği için, kestirme ve koşulsuz ifade sahipleri öne çıkar. Böylece, bir fikir bir yetkilinin ağzından dile getirildi mi artık ona “yapışmış” sayılır ve onun aksine bir fikir ileri sürmesi güçleşir.
    • Buna göre, kısa vadeli ve mikro ölçekli olaylar yerine, onları doğuran en temeldeki kök-nedenlere yönelerek “tedavi edici” çarelere harcamak; bir yandan da “semptomatik tedavi” niteliğindeki uygulamalara yönelmek daha doğru görünüyor.
    • Semptomatik önlemler neler olabilir?

    —    Herhangi bir anda ortaya çıkan bir sorun’un, o anda alınacak önlemlerle tekrarının önlenemeyeceği, bir benzetmeyle “uzun bir borunun ucundan akan suyun, çok önceden boruya girmiş olan suyun kaçınılmaz çıkışı” olduğunu; sonucu doğrudan etkilemeye yönelik her girişimin, ancak olayın tekrarına yardımcı olacağını kabul etmek,

    —    Her olayın ardından söylenmesi kalıplaşmış sözlerden kesinlikle ve bir defada vazgeçmek. Hiçbir yararı olmadığı gibi, sinirlendirici etkisinden başka etkisi olmadığı herkesçe bilinen tehditvari ifadeler yerine, yapılabilecek bir şey varsa onu yapmak, yoksa susmak.

    —    Medyanın, terör konusundaki eğitim programlarını [1] askıya alması,

    —    Tüm il ve ilçe belediyelerinin 1 numaralı görevinin, kendi çalışma alanı ile ilgili kuralları eksiksiz ve sıfır tolerans ile uygulamak olduğunu idrak etmeleri, her büyük yanlışın daha küçük yanlışlar üzerinde yapılandığı gerçeğini görmeleri ve böylece, tüm terör olaylarının bu tür yanlışları kullandığı ortamları verimsizleştirmek,

    —    Yumuşak karın olarak görünen etnik ve dini temelli sorunlar bağlamında birincil konu durumundaki, toplumun dindar-dindar olmayan, Sünni-Sünni olmayan, Kürt-Kürt olmayan biçiminde ayrışmaya başladığı olgusunu farkedip gereğini yapmak,

    —    Gerek Türkiye gerekse komşu ülkelerdeki Kürtler ile ilgili sorunların temelinin, bu bölgelerdeki enerji kaynaklarının [2] kontrolu amacıyla, kendi içinde istikrarlı olamayacak Kürt Bölgeleri kurmak olduğunu, yurt içinde ve dışındaki Kürtler’e –ve kışkırtılan diğer halklara- anlatmak.

    • Tedavi edici önlemler neler olabilir?

    —    Şu benzetmeyi göz önünde tutmak: Çok topla oynanan bir bilardoda, diğer toplardan küçük olan bir tane varsa –ki bilardoda böyle şey olmaz, ama burada örnek diye varsayılıyor-, o küçük kütleli topun nereye gideceğini büyük kütleli toplar belirler. Eğer küçük top kendini büyük top görme yanlışına düşer, oraya buraya kendini çarparak toplara yön vermeye çalışırsa en çok kendisi savrulur! Türkiye’nin cüssesi her bakımdan küçük bir top gibidir. Yüksek kabiliyetli insan kaynağı, mevcut az sayıdakiler arasında ağ oluşturabilme kabiliyeti, başkalarını sömürmeden ayakları üzerinde durabilirliği, örgütlenerek kendi başına çözemediği sorunları çözebilirliği, hatalarından ders alabilirliği, bilmediklerini öğrenebilirliği, bilmediklerini bilebilmeyi ve bunların tümünden oluşan sorun çözebilirliği son derece sınırlıdır ve sorunludur.

    —    Bu durumuyla Osmanlı İmparatorluğunu canlandırma, geniş topraklara hükmetme gibi hayalleri ancak alaya alınmasına ve dahası kullanılmasına yol açar. Okur-yazar kesim arasında da savunucuları bulunduğu görülen bu hayalin farkına varılması iyi olur.

    —    Bu sorunlu toplum üstüne üstlük son derece değerli topraklar üzerinde oturmaktadır. Katı petrolü, suyu, madenleri, coğrafi konumu açısından nadir durumdadır. Bu yetmezmiş gibi, iyi yönetilebilirse birer zenginlik, yönetilemezse potansiyel birer çatlak olabilecek kültürel farklılıklara da sahiptir. Bütün bunlar birer istismara açık alan [3]’dır ve istismar, oyunun 1 numaralı kuralıdır.

    —    Thedore Roosvelt’in ünlü sözünü (https://tinaztitiz.com/3791/buyuk-sopa/) TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” sözünün altına yazmak ve bunu hiç unutmamak: “Yumuşak konuş ama elinde iri bir sopa bulundur; daha uzağa gidebilirsin”.

    —    Tüm kararlarımıza yön veren düşünme biçimimiz, çıkarları Türkiye ile zıt yönde olan gelişkin toplumlarla başa çıkabilecek düzeyde değildir.

    Hemen her fırsatta övünmeyi, özellikle de birer öğrenme fırsatı olarak kullanımı gereken hatalı hallerde daha da çok övünmeyi bir “milli huy” haline getirmiş toplumumuzda, “bir fikrin işe yarar kısımlarını ayırmaya dayalı düşünme biçimi” demek olan kritik düşünme biçiminin yaygınlaştırılmasından daha önemli bir konu var mıdır?

    Bunun daha kısa erimli bir adımı olarak, “kullana kullana birer kalıp haline gelmiş söylemlerin sorgulanmalarını”, çocuk ve gençler arasında bir moda haline getirilmesi düşünülebilir.

    —    Uluslararası ilişkilerin başat olgusunun, güçlülerin güçsüzleri sömürmesi gerçeğini kabullenip, güçsüzlüğümüz nedeniyle uğradığımız muamele (ve operasyonların) çaresinin ancak ve yalnız güçlenmek olduğu; diplomasi vd araçların güçlülerin elinde işe yaradığı unutulmamalıdır. Burada yol gösterici ilke bilimdir.

    —    Güçlü olabilme yolunda koz kavramını iyi kullanılabilmesi, varlığımızı sürdürebilmenin olmazsa olmazıdır [4]. İlişkilerde kullanılabilecek tek geçerli para birimi, “koz çantanızın zenginliği”dir.

    Bu kavram yoluyla uluslararası topluluğun daha saygın bir üyesi haline gelmeye çalışırken, kendine yönelik tasallutları özendiren “sorun çözebilirlik yetersizliği”nin kısmen de olsa giderilmesi mümkündür.

    Bu kadar çok ve geniş kapsamlı bir listenin bütünü ya da bir bölümünün yerine getirilmesi bir dizi koşula bağlı olsa da, koşulların en başında, yazının başlarında değinilen “yapışmışlık” en güç aşılabilir olandır.

    Herkese kolay gelsin.

    11 Ağustos 2012 Cumartesi

     



    [1]Teröristler yüzlerini örtmedikleri için mobese’ye yakalandılar”, “bombacı, bıraktığı sigadan yakalandı”, “gaspçılar çaldıkları aracı yanlış park edince yakayı ele verdiler” gibisinden ve “bu hataları yapmazsanız daha zor yakalanırsınız” mesajlı haberler(!)..

    [2]  Türkiye toprakları içindeki katı petrol (oil shale) varlığı ile ilgili ve gerekli referansları içeren bir makale http://www.kirj.ee/public/oilshale_pdf/2008/issue_4/oil-2008-4-444-464.pdf adresindedir.

    [3]  Bkz. T.Titiz, “Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler”, PEGEM Yayınevi, Ankara, 2011, www.pegem.net, (4.1. İstsmara Açık Alanlar)

    [4] Bu konu –geçmişte- devletin en önemli makamlarına anlatılmış, ama cari paradigmaya uymadığı için hayata geçememiştir.

  • Demokrasi kimler içindir?

    En çok kullanılan terim: Demokrasi

    Medyadaki tartışmalara bakıldığında –eğer saymak mümkün olsa idi-, kişilerin birbirlerini suçlamak ve/ya kendilerini övmek için en çok kullandıkları terimin demokrasi olduğu görülecekti.

    Her kalıba bu kadar kolayca sokulabilen bir kavramın bu kargaşadan kurtarılıp, yüzlerce kaynakta çeşitli akademik derinlikteki tanımlarının ötesinde, herkesin yaşamlarında bir işlevsel araç olarak kullanabilmesine yarayabilecek bir tanımının yapılması gerekmez mi?

    Kültürümüzde tanımlar genellikle “özellik sayarak” yapılır. Buna göre örneğin şöyle tanımlara sıkça rastlanır: Demokrasi:

    –       herkesin eşit muamele gördüğü,

    –       seçilenlerin geçici bir süre için seçenleri temsil ettiği,

    –       seçimler yoluyla seçilenlerin değişebildiği,

    –       çoğunluğun oylarıyla seçim yapılan ama azınlıkların da haklarının gözetildiği,

    –       ifade özgürlüğüne dayanan,

    –       basının özgür olduğu,

    –       ve benzer “özellikler”…

    Çoğu kaynakta “demokrasi bir yönetim biçimidir” biçimde bir tanım var.

    İyi de demokrasi “niçin”dir?

    Yukarıdaki ifadeler amaç açısından bir anlam ifade etmiyor; çünkü, bir yönetim sisteminin demokratik olup olmadığında bir anlaşmazlık ortaya çıktığında başvurulabilecek hakem niteliğindeki bir “ayırıcı özellik” belirtmiyor.

    Buna göre cevaplanması gereken soru şudur: “Demokrasi, hangi başat  ayırıcı özelliği yoluyla, diğer yönetim biçimlerinden farklıdır?”

    Demokrasi, sorun çözmeye yarar..

    Demokrasi, –geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış olan-bireylerin, onlardan oluşan kurumların ve de bu ikisinden oluşan toplumların, sorunlarını örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi güçlü sorun çözme araçları kullanarak –ve gerekirse yenilerini icat ederek– çözebilme yoluyla kendi kendilerini yönetebilmenin bir yoludur.

    Başka yollar da var mı?

    Birey, kurum ve toplumlar yaşamları boyunca karşılaşacakları sorunlarını çözmek için kuşkusuz başka yollar da seçebilirler. Bilge ve yetkin olduğundan emin oldukları otoriter bir başa biat ederek yaşamış ve halen yaşayan nice toplumlar olduğu gibi, bir aile ya da bir sınıf tarafından yönetilenler de olagelmiştir.

    O halde, örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi yollarla kendi bireysel, kurumsal ve toplumsal sorunlarını çözerek yaşam sürdürme, net bir ayırıcı özelliktir.

    Peki “çözüm üretmek” yeter mi?

    Örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme yollarıyla çözüm üretmenin tek başına yeterli olamayacağı bellidir. Çözümlerin gerektirebileceği kuralların (yasa, tüzük vd) konulması, bunlara uyulup uyulmadığının denetlenmesi, uygulanmaları için yaptırımlar uygulanması ve anlaşmazlıklar halinde adil çözümler bulunması da “kendi kendini yönetme” sürecinin vazgeçilmez parçalarıdır.

    Yerel ve merkezi yürütme organları, kural koyma organları (belediye meclisleri, TBMM) ve yargı mercileri bu vazgeçilmez parçalar olarak bireylerin sorun çözme çabalarının tamamlayıcısı olurlar.

    Net olarak görüleceği gibi demokrasinin itici gücü, halkın [1] sorun çözme eylemleridir. Neyin nasıl yapılacağına, yapılmadığında hangi yaptırımlar uygulanacağına, anlaşmazlıkların nasıl çözüleceğine bütünüyle halk karar verecektir.

    Her düzeydeki idare ve onların memurları, halkın tercihlerini değiştirmeden onları uygulamak durumundadırlar.

    Ancak bir olmazsa olmaz var..

    Dikkat edilirse sistemin işleyişi bütünüyle halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır. Bu kabiliyette:

    –       herhangi bir nedenle düşüklük var ise veya

    –       halk, sorun çözme yerine sorun ihale etme gibi bir alışkanlık edinmişse veya

    –       kendisinin halktan daha doğru-iyi-güzel [2] düşündüğüne inanan kişiler, halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’in (ortalamasının) düşüklüğünden yararlanarak:

    • bu devredilmemesi gereken yetkiyi devralmışlar veya
    • el koymuşlar (askeri darbeler) veya
    • çoğulculuk yerine çoğunluk ilkesini uygulamışlar ise

    bu durumda demokrasi, böylece tanımlanan sistem içine oturtulamadığı için sürekli olarak sorun üreten bir “yanlış üreteci” haline dönüşür.

    Uzun sözün kısası!

    Sorun Çözme Kabiliyeti düşük insanlardan oluşan bir toplum demokrasi içinde yaşayamaz. Demokrasi onlar için bir sorun kaynağıdır.

    Yapılması gereken demokrasiden vazgeçmek değil, demokrasi ortamı denilebilecek Sorun Çözme Kabiliyeti düşüklüğünü kabul edip geliştirmeye çalışmaktan ibarettir. Başlangıç noktası ise sorgulanamazlık kültürü yerine sorgulanabilirliği yerleştirmekten ibarettir; okuldan başlayarak.

    23 Nisan 2012



    [1] Halk deyimiyle, yukarıki bölümlerde de değinilen, geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış bireyler kastedilmektedir. Halk, aynı zamanda kurumları ve toplumu da oluşturur.

    [2] Doğru-Yanlışlar’ın akıl boyutunu oluşturdukları ve gerçekleştirme aracının bilim olduğu; İyi-Kötüler’in ahlâk boyutunu oluşturduğu ve çeşitli inanç sistemlerince (ateizm de dahil) yaşama geçirildiği; Güzel-Çirkenler’in ise estetik boyutunu oluşturduğu ve sanat yoluyla artiküle edildiği varsayılmıştır. Bkz. Grafik gösterim.

  • Koşullanmama Hakkı..

    Bu konuda yazdığım birkaç yazı nedeniyle bildiğim, “koşullanma” denilince birçok kimseden geleceği garanti olan “koşullandırma olmadan eğitim olmaz” itirazıdır.

    Eğitim’in koşullandırma ile özdeş sayıldığı uzun yıllar boyunca sadece ülkemizde değil hemen tüm toplumlarda eğitim, egemen kesimlerin değerlerinin -koşullandırma yoluyla- zihinlere kazınması, bunun yanısıra, o kesimlerin ihtiyaç duydukları insan profilinin yetiştirilmesi anlamına geldi; halen de gelmekte. Bu müşterek kabul görmüş sürecin temelini de, insanoğlunun bir beyaz sayfa (tabula rasa) olarak dünyaya geldiği ve kendi haline bırakılırsa yanlışa-kötüye-çirkine yöneleceği varsayımı oluşturuyor.

    Öyle ya, küçücük bir çocuk -eğer koşullandırılmaz ise- nasıl bir kişilik oluşturur ve gereksinimi olan bilgi-beceri-tutum-davranışları (BBTD) nasıl kazanabilir? Birileri (aile ve okul), bu ihtiyaçları çocuğun zihnine -silinmeyecek şekilde- kazımalıdırlar!

    Anlaşmazlığa yol açan kritik nokta burasıdır: Zihne kazımak!

    Çocuğun dünyaya geldiği -hatta muhtemelen ana rahmine düştüğü- andan itibaren, organik ve sosyal yaşamını sürdürebilmesi için gereksindiği BBTD’lar olduğu bellidir. Mesele bunların edinilmesi sürecinin “zihne kazıma” yoluyla mı yoksa bir başka yolla mı yapılması gerektiğidir.

    Geleneksel anlayış birincisinden yana olup, bu anlayışın uygulama aracı da “tekrar” denilen usuldür. Bunun alternatifi ise, kişinin (çocuk ve/ya erişkin) Zengin Öğrenme Ortamları içinde bulunmasına ve bu ortamlarda doğru rol modelleriyle karşılaşmasına özen gösterilmesinden ibarettir.

    Koşullanmama hakkı ilk anda kuşkuyla karşılanabilen bir kavram olabilir. Eğer, bu kavramdan değil de şu ilkeden hareket edilirse, bu hakkın ne denli temel bir insan hakkı olduğu kolayca görülecektir: Her insan, öğrenmek isteyeceklerinin kaynağını özgürce seçebilmelidir.

    İnsan fıtraten öğrenme eğilimlidir. İhtiyaçlarının gerektirdiği BBTD’ları doğal bir kolaylıkla öğrenir. Bunu da içinde bulunduğu Zengin Öğrenme Ortamları içindeki doğru rol modelleri aracılığıyla yapar. Eğer bu sürecin içine herhangi bir nedenle -ideolojik, dini, siyasal, kişisel vbg- kişinin ihtiyaçları dışındaki farklı ihtiyaçlara ilişkin müdahaleler girerse, doğal öğrenme sürecinin sihiri bir anda bozulur ve eğitim bu defa bir melanet üretme sürecine dönüşür.

    İnsanlarımızı koşullandırmaktan vazgeçelim. Eğitim kadrolarına, zihinsel taciz sayılabilecek “zihnine kazıma” yönteminin tehlikelerini farkettirelim. Unutulmasın ki, zihne kazınmış BBTD’lar kolayca üzerine kazınacak yenilerine zemin hazırlar. Bunun insan dahil hiçbir canlıya yapılmaması gerekir..

    20 Haziran 2012

     

  • Bakanlara niçin kurban kesilir?

    Bir gazete haberi ve bir fotoğraf..

    Yere göçertilmiş bir dana. Üzerine çullanmış 6-7 kişi, elde bıçaklar ve dana ile boğuşan ve fişmanca yöreyi ziyaret eden bakana hoş görünmek için bu çağ dışı gösteriyi yapanları izleyen boş bakışlı insanlar…

    Her ziyarette, her açılışta, her fırsatta kurban kesmek adı altında sergilenen bu vahşetin gerekçesi sanıldığı gibi “dini” değildir. Kurban kestirenler, kesenler, adına kurban kesilenler ve bu tabloyu izleyenler acaba dini bir vecibeyi yerine getirmeye mi çalışıyorlar? Hiç şüpheniz olmasın ki hayır.

    Bunun adı cinayetle karışık yağcılıktır. Herhangi bir fırsatta kan dökmeye hazır ve kurban kesiminin kuralları hakkında hiçbir bilgisi ve deneyimi olmayan insanların çoğu, kör bıçaklarıyla hayvanın boğazını kesip çırpına çırpına ölmesini beklerler. Adına kurban kesilenlerin çoğu da bu insanlık dışı tabloyu seyrederler.

    Ondan sonra da, Dünyanın bizi niçin sevmediğini bir türlü anlamayan yetkililer, devlet bütçesinden bizi tanıtmak ( ! ) için para sarfeder ve yetkililerimizin fotoğraflarını batılı yayın organlarında yayımlatırlar.

    Balık baştan kokar. Adına kurban kesilen insanlar yalnız bakanlarımız değildir. Ama onlar birer toplum örneğidirler.

    Onlar hıçkırsa toplum öksürür.

    Lütfen etraflarından, danışmanlarından, kendilerini karşılayanlardan bu tablolara son verilmesini istesinler.

    Bunun islamiyetle, dinle, inaçla bir ilgisi yoktur. İslamiyet, kurbanın hangi koşullarda ve hangi usullerde kesilebileceğini tarif etmiştir. Hiç olmazsa ona uysunlar. Böylece hem danalar kurtulur, hem de tanıtma masrafları azalır.

    25 Eylül 2001

  • Yanlış konu (türban) üzerinden bu sorun çözülemez!

    Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir. Basit bir trafik kazasında dahi doğru tartışma yolu benimsenmez, hele hele konu kaza ile doğrudan ilgili olmayan yan konulara çekilirse ne umulmaz sonuçların doğabileceğini hep biliriz. Türban işi de benzer gelişmelere gebedir.

    Toplumun bir bölümünün “türbanın siyasal simgeleştirilmesi”, diğer bölümünün ise “milletin dinine tasallut” olarak adlandırdığı sorun aslında her iki bölümün de tamamen uzlaşı içinde bulunduğu başka bir kavramdan kaynaklanmaktadır. Bu kavram “koşullandırma”dır.

    Şeytan çıkarmak

    İnsanlık, aykırı düşünce taşıyanların içinden şeytanın çıkarılması için yakıldığı dönemlerden geçip ilerleyen bir süreç yaşıyor. Bu nedenle bugünlere de, bu sürecin geride kalan ve birçok bakımdan ilkelliğine hayretle bakılacak dönemler olarak bakılması gerekir.

    Her ne kadar bugün kimseyi içinde şeytan var diye -pek- yakmıyor isek de pekala başka yöntemlerle içindeki şeytanı çıkarmaya uğraşıyor, sonra da kedisini yıkarken değil de sıkarken öldüren çocuk gibi masum tavırlar takınıyoruz.

    Koşullanmama hakkı: sıfırıncı hak

    Günümüzde, insanın temel hak ve özgürlüklerinin neler olduğu belirlenip bir evrensel bildirgeyle ilan edilmiştir. Ama bildirgede öyle birkaç nokta atlanmıştır ki, bugün yaşadığımız -ve o atlanan noktalar insanlar tarafından farkedilmedikçe de yaşanacak olan- temel hak ve özgürlük ihlalleri bütün Dünya’da sürecektir. Bu noktalardan birisi, “koşullanmama hakkı” adı verilebilecek bir haktır.

    Sağım solum koşullanma

    Yaşamımıza dikkatli bakılırsa, önemli bir bölümünde, bizim dışımızdakilerce ve çeşitli konularda sürekli olarak koşullandırılmaya çalışıldığımız görülecektir. Çamaşır tozu ya da kola satıcısı, kendi malının iyi olduğunu düşündüğü özelliklerini öne çıkararak bizi koşullandırmaya çalışır. Tüm reklamların yapmak istediği ve büyük ölçüde yaptığı da budur. Politikacı, kendi yaptıklarının en iyiler olduğu konusunda çeşitli yollara başvurarak insanları koşullandırmaya çalışır. Eğitim ise başlıbaşına bir koşullandırma sürecidir.

    İstemeyen kulak vermeyebilir mi?

    Bütün bunlara karşı genel kabul görmüş savunma, “isteyen dinler istemeyen dinlemez” biçimindedir. Acaba gerçekten böyle midir? Herhangi bir konudaki koşullandırmanın etkisinde kalmak istemeyen bir kişi, bunlardan kendisini kurtarabilir mi? Sokakta ve evde, reklamlar, çeşitli propaganda araçları, gazeteler, TV programları ve bu gibi kanallarla insanları koşullandırmaya çalışan onca «saldırı» varken acaba birisi çıkıp da “ben bunları dinlemiyor ve etkisinde de kalmıyorum” diyebilir mi?

    En güçlü yanımız, en zayıf yanımız

    İnsan beyni koşullanmaya uygundur. Çünkü öğrenmeye uygundur. Ama, doğal koşullarda ihtiyacı olan bilgi, beceri, tutum ve davranışları yine doğal yollarla -yaparak, yaşayarak- öğrenmeye göre uygundur. Çünkü evrimini öyle sürdürmektedir. Koşullandırma, eğitimin açtığı kapıdan sızmıştır. İnsanlar, kendi isteklerine uygun tipte bir örnek insanlar yetiştirebilmek için “eğitim”i, “hakkında eleştiri yapılamaz” kavramlar sınıfına koymuşlardır. Dikkat edilirse, eğitim ve onun dışındaki koşullandırmalar daima aynı yöntemi kullanmaktadır: tekrar!

    Eğer, “isteyen dinler, istemeyen dinlemez” mantığı doğruysa, mesela, düşünme gücünü yavaşlatıp ikna olmayı kolaylaştıran belirli bir kimyasalı güzel çöreklerin hamuruna katıp piyasaya sürmek, sonra da “istemeyenler yemesin” demek de o kadar doğrudur. Sağlık sorunları diye adlandırdığımız, giderilmesi için de büyük kaynaklar ayırdığımız sorunlar aslında, fiziki ve ruhsal yapımıza hiç de uygun olmayan bir yaşam biçimini «medeniyet» adı altında benimseyip yaşamaya kalkışımızdan doğuyor. Bireysel ve toplumsal ölçekli birçok sosyal sorunuz da, benzer şekilde benimseyip tartışmaya kapadığımız «değerler kümesi»nin sonuçlarıdır.

    Türban değil koşullandırma yanlıştır

    Türban ya da herhangi bir diğer ideolojik öğreti koşullandırma amacı ile birleştiğinde yanlıştır. Yoksa tabii ki herkes, koşullandırma amacını taşımayan hallerde –örneğin evinin içinde- türbanlı ya da çıplak dolaşabilir. Koşullandırma amacı taşıyıp taşımadığını ölçebilen bir alet (!) geliştirilene kadar ise her türlü –ama her türlü- ideolojik öğretinin herhangi bir yolla sergilenmesi, insanın bu çabuk öğrenen yönünün istismarı anlamına gelir. Nitekim tüm ahlaki norm sistemleri insan –ve diğer varlıkların- istismara açık yönlerinin etkilenmesini bunun için yasaklamışlardır.

    Benimki seninkinden daha beyaz!

    Bu yaklaşımın toplumun neredeyse bütünü tarafından reddolocağı kesindir. Çünkü hemen herkes kendi ideolojisinin doğru diğerlerininkinin yanlış olduğunu varsaymaktadır. Çözüm ise doğrularımızı askıya alabildiğimiz, doğru sanıp ölesiye –ve öldüresiye- sarıldığımız inançlarımızı sorgulamaya başlayabildiğimiz zaman mümkün olabilecektir. Üzerindeki bütün uzlaşıya karşın koşullandırma bir insanlık ayıbıdır. İnsanın, evrenin –ve tabii ki Tanrı’nın- tam bir modeli olduğunun reddi, onun kendi dar kalıplarımıza göre yeniden şekillendirilmesi girişimidir.

    Gün gelecek tüm koşullandırıcılar ayıp sayılacak

    Geçmişte benzer şekillerde üzerinde uzlaşılmış doğruları bugün barbarlık, çağdışılık olarak değerlendiriyoruz. Yarınlarda koşullandırmanın da aynı sınıfa gireceği beklenmelidir.

    Men dakka dukka!

    Çok masum bir doğruyu benimsetmek için dahi izin verilebilecek koşullandırma, başkalarının da kendi doğrularını aynı yöntemle benimsetmeye kalkmasına yol açacaktır. Bugün, ezbere bellediği doğrulara dayanarak o doğruları ezberlememiş olanları dışlayanları ayıplamak yerine bunun niye olduğunu anlamaya çalışmak daha doğrudur.

    3 Temmuz 2005, Pazar

  • Beklemediği yerden yumruk yemek!

    Başarım ölçütleri olmayan örgüt “yok”tur!

    Bir şirket, bir dernek ya da devlet sonuçta hepsi birer örgütlenmedir. Her örgütlenmenin çeşitli gereksinimleri içinde acaba en önemlisi hangisidir diye düşünülse sanırım birinci sıraya “başarım ölçütleri” oturmalıdır.

    Tanım olarak “başarım ölçütü”, bir örgütün neleri – ne kadar gerçekleştirebildiğinde “başarılı” sayılması gerektiğinin göstergeleridir. Bir yarış otomobili için istenilen başarım hızı olabilir. Ama hızları eşit iki yarış arabası için bu tek ölçüt yetmez; bunun için örneğin sıfırdan yüz kilometreye kaç saniyede çıkabildiği ikinci bir ölçüt olarak kabul edilebilir. Bunlar da yetmezse özgül yakıt harcamaları, pitstop’ta harcadıkları süreler gibi daha fazla sayıda ölçüt gerekecektir.

    Ölçütler dolaylı da olabilir

    Kuşkusuz ki söz konusu örgüt büyüdükçe, ilişki alanları genişledikçe bu tür sayısal ölçütler yetmeyecek, dolaylı ölçütler kullanılmaya başlanacaktır.

    Örneğin bir dernek için başarım ölçütlerinden birisi de “üyelerinin memnuniyetleri”dir. Bu ise doğrudan değil ama ancak bir(kaç) dolaylı ölçütle değerlendirilebilir. Örneğin, bir memnuniyet anketinde sorulabilecek “dernekten temel beklentiniz nedir?” gibi bir soruya verilebilecek hemen hepsi de öznel yanıtlar birer “dolaylı ölçüt” olarak kullanılabilir.

    Sistem beklentileri temsil etmelidir

    Eğer tüm beklentileri yeteri doğrulukta temsil edemeyen bir başarım ölçütü sistemi -ya da sistemsizliği- varsa pekala son derece mutlu bir şekilde yaşam son bulabilir. Örneğin sadece aracın hızını ölçüt almış, gerisine boş vermiş bir yarış otomobili firması, aşırı yakıt harcaması nedeniyle pistin ortasında yakıtsız kalma tehlikesine açıktır.

    Devlet gibi, sadece o an yaşayanlar için değil, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacakların da beklentilerini tatmin etmekle yükümlü örgütlenmelerde başarım ölçütleri, işte bu nedenle küçük örgütlere göre çok daha yaşamsaldır.

    Cari açık önemli mi önemsiz mi?

    Birkaç yıldır Türkiye’de ekonomistler ve ekonomi yorumcuları cephesinde bir tartışma var: Bir bölümü cari açıktaki artışın önemli olmadığı, ekonominin büyük bir değişim içinde olduğu, dolayısıyla da dünyayla bütünleşimin bütün olumsuzlukların ilacı olacağını savunuyorlar.

    Bir diğer kesim ise cari açık artışının olası bir kriz riskini giderek büyüttüğünü, bu açığın halen sıcak para girişi ile finanse edildiğini, bu finansman kaza ve/ya manipülasyon yoluyla durursa büyük bir ekonomik çöküntü yaşanacağını savunuyorlar.

    Büyük resim ne?

    Bu görüşlerden hangisinin ne dereceye kadar doğru olduğu bu işin uzmanlarının konusudur; ama neredeyse kesin olan, her iki görüşün de bütüncül bir başarım ölçütleri sistemine değil, büyük resmin ancak “bir parçasına” dayandığıdır. Aksi halde birbirine taban tabana zıt iki sonuç (zafer ve kriz) aynı anda söz konusu olamazdı.

    Alternatifler tabii ki olacaktır, ama!

    Bu karmaşıklıktaki bir başarım ölçütleri sistemi kuşkusuz matematiksel kesinlikte olmayabilir. Ekonomi gibi büyük ölçüde irrasyonellik içeren bir alan, halkın memnuniyeti gibi sosyolojik bir alan, güvenlik gibi yine ancak dolaylı ölçütlerle değerlendirilebilen alanlardan oluşan “bütün” için alternatif başarım ölçütleri sistemleri tanımlanabilir.

    Ama bu, bu tür sistemlerin bulunmamasının değil olsa olsa birden fazla önerinin çarpışmasının bir gereğidir.

    Bu söz tarihe geçmelidir:

    Bundan 25 yıl kadar önce ünlü bir üniversitemizin iktisat fakültesi dekanının sözleri kulaklarımda çınlar gibi oluyor: “Tabii ki olsa iyi olur ama imkansız denecek kadar zordur!”.

    Yani:

    Kendini başarılı olarak görmek insanoğlunun en doğal beklentisidir. Ama beklemediği yerden yumruk yemek istemeyenler için zorlukları aşabilecek insanlara ve üniversitelere ihtiyaç vardır.

    25 Şubat 2007

  • Kentlerimizde gelişme arayışları

    Sevinelim

    Son yıllarda giderek hızlanan -sevindirici- bir eğilim, yurdumuzun çeşitli yerlerindeki kentsel / yöresel ekonomik kalkınma, sosyal gelişme konularındaki girişimlerdir.

    Bu sevindirici gelişimin daha da olumlu bir yanı, itici gücün genellikle Devlet Dışı Örgütlenmeler (DDÖ-NGO) kanalından gelmesidir.

    Kimi yerde turizmin geliştirilmesi, kimi yerde bir yerel potansiyelin kullanıma sokulması gibi amaçlar, meslek örgütleri, yerel dernek ve vakıflar, kişiler, ticari kuruluşlar tarafından başlatılmakta, yanlarına yerel idareleri ve resmi kurumları da alabilmektedirler. Bir yöre ancak bu tür ortak girişimlerle kalkınıp gelişebilir. Buna hep birlikte sevinmeliyiz.

    Ama şu noktaya dikkat!

    Bu sevindirici eğilimin beklenen sonuçlarını verebilmesi için şu tuzağa düşmemek gerekiyor: Gelişim amacıyla alınan ortak akıl kararlarının bir plana -ve sonra da zamanlanmış bir programa- dönüştürülmeyip, tekrar tekrar aynı konuların irdelenmesi.

    Böylece zaman içinde hem emek, zaman gibi kaynak kaybı, hem de “bu iş olmaz” gibisinden bir yaygın kanı oluşması gibi zararlar da ortaya çıkabilir.

    Peki bu niye oluyor?

    Bu sorunun altındaki en önemli kök-neden, söz konusu arayışların “tek, etkili ve kolay bir çözüm”e oturtulmaya çalışılması, bu gerçekleşmediğinde tekrar aynı arayışın içine girilmesi ve bu sürecin yöredeki çeşitli kurumlarca defalarca tekrarlanmasıdır.

    Gelişme bir dizi eylemin birlikte uygulanmasının sonucunda doğabilir

    Bir yörenin gelişiminde -en azından- şu eylemlerin yer aldığından emin olunmalıdır:

    • Çalışmaların yürütülmesini izleyip gereken rota düzenlemelerini yapacak / önerecek bir daimi çalışma grubu oluşturulması,
    • Yapılacak ortak akıl çalışma(lar)ı sonunda bir Politika Belgesi (Policy Paper) oluşturulması,
    • Gelişmeyle ilgili yöredeki sektör örgütlerinin, “kök sorun” (root problem), “hayalet sorun” (phantom problem) kavramları konusunda aydınlatılmaları ve sektörlerin ortak kök sorunlarının belirlenerek çözüm planlarının bunlar üzerine inşa edilmesi. (Aksi halde, az sayıdaki kök sorunun birbirinden farklı görüntüsü olan yüzlerce sorun ile uğraşılmak gibi imkansız bir durumla karşı karşıya kalınabilir).
    • Devletin, serbest rekabet ortamına dayalı ekonomilerde işlevlerinin neler olduğu konusunda toplumumuzda önemli yanılgılar mevcuttur. Devletin işlevleri konusunda genel bir iletişim kampanyasının yürütülmesi [1],
    • Yöredeki her sektörle ilgili olarak etik kuralları belirleyip ilan edecek örgütlenmelerin özendirilmesi amacıyla “her alandaki iyilerin dayanışması”nın özendirilmesi [2]
    • Yöreyle ilgili gelişme çabalarını destekleyebilecek iç ve dış kaynaklı bilgi ve belgelerin -ya da bunların bilgilerinin- bir bilgi merkezinde toplanması (LEDIS, [3] benzeri).
    • Herhangi bir sorun -aynen bir kimyasal bileşikte olduğu gibi- birden fazla sorunun bir araya gelerek oluşturduğu bir “bileşik” şeklindedir [4]. Gelişmeyle ilgili herhangi bir kesimin sorunlarının önemi (ya da değeri) “doğurganlığı” ile orantılıdır. Bir sorun ne kadar çok soruna kaynaklık ediyorsa o denli değerlidir. Çünkü çözülmesi halinde, içinde yer aldığı sorunlar ya ortadan kalkacak ya da en azından bileşik içindeki bir girdi ortadan kalkmış olacağı için sorunun tahripkarlığı azalmış olacaktır.
    • Bir sorunun değerini takdir ederken kullanılabilecek asit testi, kendisini oluşturan sorunların sayısıdır. Bir sorun temel sorun elementi denilebilecek -aynen kimyadaki temel elementler gibi- sorunlara ne kadar yakınsa o denli değerlidir. Aksine, birkaç temel elementten oluşan bir sorun ve/ya birkaç sorundan oluşan bir bileşik sorun ya da birkaç bileşik sorundan müteşekkil daha karmaşık bir sorun ise o denli az değerlidir.
    • Yapılacak ortak akıl çalışmalarına katılacak olanlar kuşkusuz gelişmeyle ilgili gerçek sorunları dile getirirler. Çünkü o sorunlarla beraber yaşamakta, onların sıkıntılarını bizzat çekmektedirler. Fakat üzerinde durulması gereken nokta, bu sorunların ne kadar “değerli” olduklarıdır. Yani, ne kadar soruna kaynaklık ettikleri -doğurganlıkları- önemlidir.
    • Yapılacak olan çalışmalarda geliştirilecek olan çözümlerin yaygınlık ve derinlik açılarından değerlerini artırmak amacıyla, daha geniş bir SORUN ÇÖZME ARAÇLARI PORTFÖYÜ içinden seçilmeleri yararlı olacaktır. Bunu teminen, Sorun Çözme Araçları konusunda bir kılavuzun hazırlanması önerilir.

    Bu ve gelecek yüzyıllar artık Ağ Tipi Örgütlenmeler çağı olacaktır. Herhangi düzeyde sorumluluk taşıyan herkesin ilk özümsemesi gereken bilgi bu olmalıdır.

    11 Mart 2007, Pazar

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=130

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457

    [3] http://www.ledis.co.uk/

    [4] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=237

     

     

     

  • Bir söyleşi: Kamu Yönetiminde Kalite

    Ülke sorunlarının çözümüne etkili yaklaşabilme de kamu yönetiminin oynadığı rol nedir? Türkiye’de bu durumun pek de parlak olmadığı aşikar. Sizce kamu yönetimi neden çerçevesini kıramıyor?

    Bir an için, kamu yönetimlerinin tüm birimlerinde görevli üst, orta ve alt yöneticileri ve hatta bununla da yetinmeyip tüm kadroları, zihinsel-bilişsel-ruhsal-ahlaki açılardan 6 sigma kalitesinde insanlarla değiştirdiğimizi varsayalım. Bunun olup olamayacağı değil, yapılabilirse ardından neler olabileceğini tahminlemeye çalışalım.

    İlk olacak olanlardan birisi muhtemelen, bu insanların kendi birim ya da kurumlarıyla ilgili mevzuatı gözden geçirip, kamunun genel çıkarları açısından doğru olmayan kuralları kaldırmaya çalışmalarıdır.

    Çünkü Kural Kirlenmesi (regulation pollution) [1] kamu yönetimlerini çıkmaza sokan önemli etmenlerin başında gelmektedir.

    Ancak ilk büyük gürültü buradan çıkacak ve her kaldırılmak istenilen kuralın ardındaki haksız çıkar grupları, bu işe girişenler aleyhinde bir karalama kampanyası başlatacaklardır.

    6 sigma kamu kadroları bir yandan da yeni kurallar ihdas etmek için siyasi kadrolardan destek isteyeceklerdir. Halbuki haksız çıkar grupları siyaset içinde de örgütlenmiş olacakları için burada da sorunlar çıkacaktır.

    Özet olarak, bu kaliteli kamu yönetimi kadroları bir süre sonra toplumun önemli bölümünce dışlanır hale gelecektir. Çünkü toplumun büyük bir bölümü şu ya da bu yolla bu tür haksız çıkar grupları ile -doğrudan veya dolaylı olarak- etkileşim içindedir. Üstelik bu yeni bir uygulama olmayıp asgari 600 yıllık bir geçmişi vardır.

    Bu kısa akıl yürütmeden hemen çıkarılabilecek bir sonuç, sorunun bütünden yalıtılıp yalnızca kamu yönetiminin kalitesini artırarak çözülemeyeceğidir.

    Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi ise, halkı içine almayan, halkın zihinsel-bilişsel-ruhsal-ahlaki dokusu’nu dikkate almayan bir yaklaşım demokrasi olamaz. Adına “Nitelik Dokusu” [2] diyebileceğimiz kalite düzeyi halkı da kapsar şekilde anlaşılmadıkça ve halk da kendini “emredilenleri yapan kullar” olarak görmeye devam ettiği sürece, bütünün parçaları üzerinde yapılabilecek reformların bir yararı olamamaktadır.

    Dolayısıyla kırılamayan çerçeve sadece kamu yönetimine özgü olmayıp, toplum bütününün nitelik dokusu yetmezliğinin giderilemeyişidir.

    Çözüm ise sorunun bu şekilde tanımlanmasıyla görünür biçime gelmektedir. Her ne yapılacak ise bütünü (yani halkı) içine alan biçimde tasarımlanmalıdır.

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın (BNGV) bu konuda önerdiği projeler vardır ve 1994’den bu yana çeşitli kanallar kullanılarak anlatılmaya çalışılmaktadır. Bu projelerle tanımlanan çözüm araçlarının sayısı çokça ise de bunlardan ikisinin son derece etkili olduğunu söyleyebilirim: bunlardan birisi Seçkin Tavır Ağları adı verilen yaklaşımdır ve kısaca şudur:

    Toplum bütününün -yani 70 milyon bireyin-, nitelik dokusu’nun 4 öğesinin (zihinsel yetkinlik, bilişsel yetkinlik, ruhsal sağlık ve ahlaki yetkinlik), normal dağılım uyarınca dağıldığı kabul edilebilir.

    Yani içinde, zihinsel yetkinlik açısından “süper” olanlar ile, “çok geri” olanlar ve bu ikisi arasında da çeşitli tonlarda griler bulunacaktır.

    Benzer şekilde, eğitilmişlik açısından ya da ruhsal sağlık açısından da iki uç ve arasında griler vardır.

    Ahlaki açıdan da “ahlak abidesi” ve “ahlaksızlık abidesi” arasında gri ahlaklı olarlar bulunacaktır.

    Ayrıca bunların ikili, üçlü, dörtlü kombinezonları da söz konusu olabilecektir. Örneğin, zihinsel ve bilişsel yetkinliği (süper), ruhsal sağlığı yerinde fakat ahlaksız kişiler olabileceği gibi; yüksek ahlaklı, sağlıklı, yüksek eğitimli ama aptal insanlar da bulunabilecektir [3].

    Buna göre, toplumu oluşturan çeşitli kesimler (sanatçılar, zenaatkarlar, tüccarlar, sanayiciler, öğretmenler, akademisyenler, bürokratlar ve bunların daha alt kategorileri) içinde, normal dağılımın seçkin nitelik denilebilecek taraflarında yer alanları bir araya getiren ağ’ların oluşturulması ve bunun kamu yönetimlerince desteklense de bizzat o kesimlerin kendilerince yapılması, Seçkin Tavır Ağı denilen çözüm aracını oluşturmaktadır.

    BNGV®, SÖZ adı verilen kampanya ile, sürücüler için böyle bir Seçkin Tavır Ağı oluşturmaya çalışıyor. Böylece 5 temel trafik kuralına zaten uymayı -herhangi bir yasal zorlama olmasa dahi- bir yaşam biçimi olarak benimsemiş sürücüler, araçlarının camlarına birer yapışan (sticker) koymaktadır. Üzerinde görünür biçimde SÖZ yazan bu yapışanları araçlarında taşıyan sürücüler, birbirlerini tanımasalar dahi benzer etik güvence ağına ait olduklarını bilmektedirler.

    Toplumda, doğru duruş sergileyen insanların başlıca ihtiyaçları yalnız olmadıklarını bilmektir. Seçkin Tavır Ağları bunu sağlamaktadır.

    Bu çözüm aracının yalnızca trafikte değil, örneğin (kopya yapmayan öğrenciler), (ezber yaptırmayan öğretmenler), (karısını dövmeyen erkekler), (rüşvet almayan bürokratlar), (rüşvet vermeyen sanayiciler), (imkanlarını seçim bölgesine aktarmayan bakanlar) gibi çeşitli toplum kesimlerinin uygulamaları halinde toplumun nitelik dokusu tedrici olarak düzelmeye başlayacak, bir diğer deyişle bu seçkin tavır ağları toplumun geri kalan kesimleri için birer rol modeli olmaya başlayacaktır.

    Bu yaratıcı çözüm aracı bir yanda, her yıl trafikte, bir savaşta kaybedilen kadar insanını telef eden Türkiye’de SÖZ kampanyasını destekleyen bir otomotiv ya da taşımacılık kuruluşu yoktur. İşte sorun da bu noktadadır. Varlığını kendini ve birbirini övmeye bağlamış kesimler bu kampanyaya ilgi göstermese de vakıf kendi kaynaklarıyla 4 yıldır yaygınlaştırma yapmaktadır.

    BNGV’nin, toplumun bütününü saran çözüm araçlarından bir diğeri, Öğrenme Evleri® adı verilen kavramdır [4].

    Tüm bireylerin en yüksek yetkinliğinin öğrenebilirlikleri olduğunun görülmesi ve bu konuda 2003’ten bu yana yapılan deneysel çalışmaların olumlu sonuçlar vermesi üzerine küçük illerde birer tane, büyük illerde birden fazla ÖğrEv® kurulması planlanmıştır.

    Kısaca açıklamak gerekirse, ÖğrEv’lerde uygulanan seminerler yoluyla bireylerin donmuş bulunan öğrenebilme yetenekleri harekete geçirilebilmekte ve kendi belirledikleri amaçları gerçekleştirme yolunda birer plan hazırlayıp uygulamaktadırlar.

    Bu proje kapsamında şu ana kadar 2 ÖğrEv® açılmıştır. Birisi Ankara Mümin Erkunt Öğrenme Evi, diğeri ise İzmir Melahat yılmayan Öğrenme Evi’dir.

    25 ilde daha açılması planlanan ÖğrEv’ler için sponsorlar aranmaktadır.

    Kavramları yeniden tanımlamak çözüme katkı sağlar mı?

    Kavramların yeniden tanımlanması değil ama kavramların tanımlanması ve bu yolla toplumda bir ortak kavram tabanı oluşturulması büyük yarar sağlayabilecek bir girişimdir. Tanımlanmış kavramların yeniden tanımlanarak arzu edilen kavramları içerecek hale dönüştürülmesi ise bu birinciden tamamen farklı bir eğilimdirve kuşkusuz doğru değildir.

    Toplumumuzun çok sayıdaki “hayalet sorunu”nu doğuran az sayıdaki “kök sorun”dan birisi de “toplumumuzun bir ortak kavram tabanı oluşturamamış oluşu”dur [5].

    Siz bir süreden beri Beyaz Nokta Gelişim Vakfı Başkanı olarak farklı bir proje üzerinde çalışıyorsunuz. Toplumun sorun çözme kültüründe farklı bir yaklaşımı uygulamaya sokmak için farklı illerde çeşitli toplantılar düzenliyorsunuz? Burada amaç toplumun sorun çözme pratiğinde pek de yeri olmayan “soru sorma kültürüne” olumlu bir katkıda bulunmak ve doğru sorulara dayalı cevaplar üretmek….

    Konuyu biraz açarsak, ne tür bir geri dönüşüm bekliyorsunuz? Bugüne kadar düzenlenen toplantılarda neler oldu? Nihai hedef ne? Tüm bunları yaşamda kalite bağlamında değerlendirirsek özetle neler söyleyebilirsiniz?

    1994 yılından bu yana, toplumumuzun sorun çözme kapasitesi bağlamında sürdürdüğümüz çalışmalar sırasında net olarak belirlediğimiz bir nokta, sorun çözme süreçlerinin “sorunu tanımlama“, “sorun için alternatif çözümler geliştirme” ve nihayet “sorunların paydaşları arasında bir uzlaşı sağlayarak alternatiflerden birisi üzerinde karar kılma” aşamalarından oluşan sorun çözme sürecinin ilk ve en önemli adımı olan “tanımlama” aşamasının yeterince önemsenmediğidir.

    Sorunları çözmekle yükümlü kişiler ve kurumlar enerjilerinin büyük bölümünü iyi tanımlanmamış sorunları çözme yolunda harcamakta ve her paydaşın tanımladığı sorun farklı olduğu -ama aynı bir adla adlandırıldığı- için de çözümler üzerinde bir türlü uzlaşılamadığıdır.

    Sorun tanımlamadaki bu yetersizliğin başlıca nedeninin soru sorma becerisi yetmezliği olduğu sonucuna varılmış, hatta doğru sorulmuş soruların, çözümlerin önemli bir bölümünü içinde barındırdığı görülmüştür [6].

    İşte bu noktadan hareketle, önce İstanbul ve Ankara’da başlamak daha sonra İzmir ve diğer illere yaygınlaştırılmak üzere BEYAZ NOKTA® SORULARI (BNS) adında aylık birer toplantı düzenlenmesi fikri projelendirilmiştir. Akşam üstleri 19.00-21.00 saatleri arasında 2 saat süreceği ve böylece katılımın kolaylaştırıldığı bu toplantılarda Türkiye gündeminin çözüm bekleyen soruları ele alınacak ve o sorunları en iyi ifade edebilecek az sayıda soru’nun üretilmesine çalışılacaktır.

    Bu ana kadar ilki Ankara Mümin Erkunt Öğrenme Evi’nde, diğeri İstanbul Bizim Tepe lokalinde iki BNS toplantısı yapıldı.

    İlk toplantıda seçilen sorun “Türkiye’nin eğitim Sorunları ya da Eğitim Çıkmazı” başlığını taşıyordu.

    Toplam 15 katılımcının (eğitim sorunlarıyla ilgili paydaşlar) 2 saatlik çalışması sonunda, bu sorunu en iyi ifade edebilecek 5 soru olarak şunlar belirlendi:

    (1)   Merakı nasıl yok ediyoruz, nasıl geliştirebiliriz?

    (2)   Eğitimin amacı ne?

    (3)   “Yaşam Boyu Öğrenme” nasıl ihtiyaç haline getirilir; nasıl gerçekleştirilir?

    (4)   Dogmaları nasıl sorgulanır kılarız?

    (5)   Öğretim ve eğitimden öğrenmeye nasıl geçeriz?

    Görüleceği gibi, “eğitim sorunları” şeklinde son derece yuvarlak olarak tanımlanagelmiş sorun bu defa daha iyi tanımlı hale getirilmiştir.

    Amaç, bir yandan önemli sorunların daha iyi tanımlanması yoluyla onların çözülebilirliklerini artırmak; bir yandan da yeni sorun çözme pratiklerini tedavüle (dolaşıma) sokmaktır.

    İkinci toplantıda ise üzerinde soru üretilmesi istenilen sorun, “ülke sorunlarının çözümüne etkili yaklaşabilmek ve bu bağlamda BNGV’nın işlevlerini etkili yapabilmesi” şeklinde tanımlanmış ve yine 5 soru üretilmesi istenmişti.

    Bu soruna karşı üretilen 5 soru ise şunlardır:

    (1)   Temel kavramlar konusunda anlaşabilmemiz için bir ortak kavramlar tabanı nasıl geliştirilebilir?

     

    (2)   Benimseticilik ve koşullandırma yoluyla doğruların tek ve tartışılmaz olduğu, bu doğruların da bize kendi dışımızdan öğretilmesi geleneği sonunda, kendi doğrularını toplumun geri kalan kısmına dayatmaya çalışan kesimler (etnik, dini, ideolojik vd) ortaya çıkmaz mı? O halde, Her bir bireyimizi kendi başına öğrenebilen ve bu yolla sorunlarını daha iyi çözebilen hale nasıl getirebiliriz?

     

    (3)   Siyasetin, düzgün insanları uzaklaştırıcılığının nedeni, menfaat arayıcılara hayır diyemeyen liderler ile liderlere hayır diyemeyen vesayet bağımlısı-menfaat arayıcısı kişiler ve bütün bunları öğretilme-benimsetilme yoluyla onaylayan halk değil midir?

     

    (4)   “İyilerin dayanışması ağları (İDA)” yoluyla yüksek ahlakın egemenliğini sağlamak niçin bir sorun çözme aracı olarak düşünülmez? Her alanda ağlar kurmanın demokrasinin ta kendisi olduğunu idrak ediyor muyuz? Buna göre BNGV, en önemli projelerinden birisi olan İDA yolunda hangi STK’lar ile ve hangi konularda ağlar kurmalı?

     

    (5)   Doğruların tek ve tartışılmaz olmadığı, sürekli olarak gerçekleri aramak peşinde sorgulamak demek olan bilimi toplum yaşamına niçin egemen kılamadık ve nasıl egemen kılarız? M.Kemal’in “en hakiki mürşit ilimdir?.” sözünün ne anlama geldiği niçin hiç tartışılmaz? Sorun Çözme Kabiliyeti bir toplumun bağışıklık sistemi ise bilim de bunun en etkili aracı değil midir?

    Yine 2 saatlik bir süre içinde tamamlanan ve basın, iş dünyası, STK gibi kesimlerden 15 paydaşın katıldığı bu toplantıda üretilen soruların ne denli yol açıcı olduğu görülmektedir.

    Bu bir sorun tanımlama -dolayısıyla da çözme- teknolojisidir. BNGV bu yaklaşımları yaygınlaştırmak ve yurdun her köşesinde bolca yapılan -genellikle sonuçsuz- toplantıların işlevselliğini artırmak amacını taşımaktadır. Toplumun yaşam kalitesi de bununla, yani sorunlarını çözebilme kabiliyetiyle bağlantılı değil midir?

    M.Tınaz Titiz

    3 Haziran 2007

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=665

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=392

    [3] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=945

    [4] http://tinyurl.com/353ekss

    [5] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=90

    [6] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=661

  • Dostluğa sığmayan senaryo!

    Ayıp ettin abi!

    Washington D.C.’de Hudson Institute, bir dizi varsayıma dayalı bir senaryo uyarınca bir analiz yapmış.

    Varsayımlar üst düzey bir devlet görevlisine suikast, ardından 50 kişilik bir katliam ve ardından Türk silahlı kuvvetlerinin 50,000 kişilik bir güçle Kuzel Irak’a girmesi şeklinde. Bunun üzerine neler olabileceğinin tahminlenmesi ise bu çalışmanın amacı imiş.

    “Çirkin” olay!

    Bu haber üzerine Türkiye’de fikri sorulan hemen herkes, bu “çirkin” olayın geleneksel Türk-Amerikan dostluğuna sığmadığı, inşallah böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceği, bu deli saçmalarının nasıl olup da akıllara gelebildiği ve benzeri yorumlarda bulundu.

    Bu olay bence de çok vahimdir, çünkü:

    • Akla gelebilecek ve kim için iyi ya da kötü olduğuna bakılmaksızın her türlü kötü olayın varsayıldığı senaryoların tasarımlanması, bu senaryoların, rastlantıların etkilerini en aza indirecek şekilde binlerce defa tekrarlanarak simüle edilmesi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=365), bunlara dayalı olarak da önlem tasarımı, Yöneylem Araştırması disiplininin yani bilimin uluslararası ilişkilere uygulanmasından başka bir şey değildir.
    • Senaryolara konu olabilecek (bizim için) kötü olaylara karşı caydırıcı önlemlerden birisi kuşkusuz Tanrıya sığınmak olabilir. Bunun yolu da “inşallah” teslimiyetiyle dile getirilebilir.
    • Bir diğer etkili önlem ise bu tür çalışmaları yapanları kınamaktır.
    • Bununla beraber, Tanrının bu konudaki sorumluluğu biz kullarına bıraktığını düşünenler için alınması gereken önlemler bağlamında:
      • ne gibi kötü olaylar olabileceğini “düşünmek”,
      • bunların olasılıklarını “sorgulamak”,
      • vukubulduğu takdirde neler yapılabileceğini “düşünmek”,
      • bunlar için “hazırlık yapmak”,
      • zaman ilerleyip koşullar değiştikçe senaryoları ve bunların benzetim algoritmalarını “güncellemek”

    gibi bazı “küçük” ayrıntıları unutmamak gerekir.

    • Yalnız dış politikada değil tüm kararlarda “eğer ….ise ne olur?” analizleri yapmayan, bunları “kem düşünceler” olarak gören zihniyet, en ağır fiili faturaları ödemeye müstahaktır, bunda da yanlış bir yan yoktur.
    • ABD ya da Kongo’luların bu tür analizler yapmasından daha doğal bir şey yoktur. Vahim olan, bu analizleri bizim yapmayışımız, bunları inşallah yoluyla defetmeye çalışmamızdır.

    Pazar, Haziran 17, 2007