• Sosyal İcatlar Enstitüsü, ağlayan bakan ve ezber!

    Sosyal İcatlar Enstitüsü..

    İngiltere’deki devlet okullarında dört yıldan bu yana çalışmalar düzenleyen, özellikle çocukların yaratıcı sorun çözme becerilerini artırmayı amaçlamış bir kurumdur.

    Adresi; 20 Heber Road, London NW2 6AA,

    telefonu; 081-208 2853,

    faksı; 081 452 6434 ve

    İnternet erişim adresi;

    <<newciv.org/worldtrans/ISI.html>>dir[1].

    Okullarda yürütülen proje basittir. 7-18 yaş arasındaki öğrencilere, okullları ya da çevrelerindeki bir sorunu çözmeleri için geliştirebilecekleri bir proje için £25 (yaklaşık TL3,330,000) para yardımı yapılır. Projenin, haftada iki saat hesabıyla bir yarı-yılda tamamlanması istenir.

     Örneğin..

    Londra’daki Essendine İlkokulu’nun 7 ila 8 (yazı ile yedi ve sekiz) yaşlarındaki 23 öğrencisi, çevrelerindeki sorunları listeler ve içinden hangisini seçeceklerine karar vermek için de “beyin fırtınası” yöntemini kullanırlar. Yapılan bu çalışmada, karar verdikleri sorun, özellikle okul çevresinde dolaştırılan ev köpeklerinin pislikleri olmuş.

    “Köpek pisliğinden iğreniyorum” yazan resimli pankartları, motosikletli kuryelerin sırtlarına yapıştıran çocuklar, basın bildirisi ve belediye başkanını ziyaret yollarıyla konuya dikkat çekip bu sorunu çözmüşler.

    Bakan ağladı..

    Geçtiğimiz günlerde, Marmaris ormanlarını yakıp bitiren yangın nedeniyle, orman bakanı ve eski Muğla valisinin ağladıkları, bir gazete haberidir ve doğruluğu gazeteye aittir.

    Bilinen tarihi onbeşbin yıl olan Anadolu’ya gelmiş daha beceriksiz bir nesil var mıdır bilinmez, ama bilinen, bu yangının, Anadolu tarihinin en büyük yangını olduğudur.

    Milletvekili, bakanı ve 200,000 mevcutlu orman bakanlığı teşkilatı ile, yangın karşısında çaresiz kalıp ağlayan bir başka jenerasyon bulunamaz.

    Geçtiğimiz yıl Çanakkale ormanlarını yok eden yangında, orman bölge müdürü bizzat yangın söndürmeye çalışırken alevlerin arasında kalmış ve hayatını kaybetmişti. Bu ölüm o zaman “şehadet” başlığı ile verilmişti. Ama madalyonun öbür yüzü, yangını söndürmek değil, söndürme çalışmalarını koordine etmesi gereken bir görevlinin, o işini bırakıp -ya da yapamayıp- bizzat yangın söndürmeye kalkarak vicdanını rahatlatmaya çalıştığını gösteriyordu.

    Marmaris yangınınında da, orman bakanı, elinde bir çalı parçasıyla alevlere vuruyor ve belki bu yolla ya çevresindekileri motive etmeye çalışıyor ya da gerçekten yangın söndürmeye çalışıyordu.

    Bu olayın beceriksizlik boyutu nettir..

    Kadrosu, 200,000 kişiden daha az olmayan orman bakanlığı içinde tek bir kişi yokmudur ki, Avrupa’daki sefaretlerimiz aracılığıyla, o ülkelerdeki orman yangını söndürme organizasyonlarıyla temasa geçsin ve ücretini ödemek kaydıyla buralardan hizmet satın almayı düşünebilsin. Ve bunu ortada yangın yokken yapmayı akıl edebilsin.

    Komşumuz Rusya’da bile bu tür havadan söndürme teşkilatının bulunduğunu gazete muhabirleri dahi bilirken, bir tek uyanık insan yokmudur ki bu yangının çalı vurmakla sönmeyeceğini bilsin. Yaratıcılıktan bu denli yoksun bir başka toplum olabilir mi? Ya da yoksun olanların bu denli güç sahibi olabileceği bir başka yer düşünülebilir mi?

    Bu olayın beceriksizlik boyutunun altında bir boyut daha vardır. Her nerede yaratıcılık gerekse, orada bu acı gerçek boyutuyla karşılaşırız: Kendine belletilenlerin dışında bir şey bilmesi, bir şey düşünmesi söz konusu olmayan “ezber nesilleri”, bu tür basit yaratıcılıkları dahi düşünemezler ve bakan yaptıkları kimseler çalı vurarak yangın söndürmeye çalışırlar ve sönmeyince de oturup ağlarlar.

     İlkokul çocuklarına fikir üretme eğitimi..

    İlkokul çocuklarının beyin fırtınası tekniğini öğrenerek yetiştirildiği bir dünyada, sorun çözme kabiliyeti bu denli düşük bir nesle sahip olduğumuz için gerçekten ağlamalıyız.

    Dünyanın artık bu çeşit toplumlara tahammül etmediğini, bir yolunu bulup onlardan kurtulmaya çalıştığını hissederek de ağlamalıyız.

    Çevrelerindeki sorunlara, yaratılıştan sahip oldukları yaratıcılığın üzerine birazcık akıl katarak yaklaşan Essendine ilkokulu çocuklarını saygıyla selamlıyorum.

    Sonuç..

    Uzun uzun ünvanları ve çok bilmiş tavırlarıyla, ancak okulda ezberlediklerini tekrarlayabilen, yaratılıştan sahip olduğu yaratıcılığı ezberle öldüren, çalıyla yangın söndürmeye kalkıp sonra da ağlayanları ise: selamlamıyorum!

    Perşembe, 08 Ağustos 1996

     


    [1] Artık bu adres geçerli değildir.

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Sivil manifesto (önerisi)

    Bir dizi fırsat ve tehdit birlikte..

    Üçüncü binyıl Türkiye’miz için bir dizi fırsat ve tehditle başladı. Etnik terörün önce şiddetini kaybedip sonra tekrar azması ve AB’ne adaylığımız konusundaki çalkantı bunlardan yalnızca ikisidir. Her fırsat ve krizin, bir potansiyel kriz ve fırsatı içinde barındırdığı unutulmamalıdır.

    Nitekim, terörün bütünüyle ortadan kaldırılabilmesi, başka formlarda tekrar tekrar ortaya çıkmaması, yalnız Doğu ve Güneydoğu’nun değil tüm gerice yörelerin sosyal ve ekonomik gelişmesine bağlıdır.

    Demek ki paradigmalarımızda sorunlar var..

    Bunu gerçekleştirmek için Cumhuriyet tarihimizin girişimleri yeterli olamamıştır. Bellidir ki, bir “gelişme felsefesi” sorunu vardır ve geleneksel kalkınma paradigmamız sorgulanmadıkça bu yetmezlik sürecek ve yeni -ve daha başa çıkılamaz- olumsuzluklara yol açabilecektir.

    AB adaylığımız da benzer bir fırsat-kriz ikilemini bünyesinde barındırmaktadır. AB ile uyum, bireysel, toplumsal ve kurumsal anlamda tüm sistemlerimizi gözden geçirip köklü değişimler yapmamız yükümlülüğünü önümüze koymuştur. Bunları yerine getirebilen gelişmiş bir Türkiye ile, yerine getirmediği için AB kapısından geri çevrilip aşağılanmış bir Türkiye, henüz birarada yaşamakta bulunan iki olasılıktır.

    Bu ve benzeri tabloları birer fırsat olarak kullanabilmemiz, mevcut düşünme biçimimiz ve kullandığı değer yargılarının değiştirilmesini gerektiriyor.

    Albert Einstein’in deyişiyle, sorunlar, onları yaratan düşünme biçimleri kullanılarak çözülemez. Bu denli doğru bir diğer gerçek de, hiçbir değişimin ondan olumsuz etkileneceğini düşünenlerce gerçekleştirilemeyeceği, hatta desteklenmeyeceğidir.

    Bu durumda görünen tek çıkar yol, değişimin olumlu etkileyeceği tüm kurumların birlikte hareket etmeleri ve böylece olası dirençleri aşmalarıdır.

    Şu dört konuda değişim ihtiyacı mutlak ve acildir:

    • Ahlaki Yargılarımızda Değişim

    Ekonomik ve toplumsal gelişmenin olmazsa olmaz koşulu, az sayıda temel ahlaki ilkeden türetilebilecek bir değerler sistemidir. “Yaşamın sürdürülmesi” temel ilkesi, toplumsal hayat kesitlerinde değişik biçimlerde kendini göstermektedir.

    Nasıl ki doğum-yaşama-ölüm doğal süreci bireysel yaşamın sürdürülmesinin anahtarı ise, zamanı geldiğinde yerini, gençler içinden liyakat sahiplerine terkedebilmek de kurumsal yaşamı sürdürebilmenin ahlaki kuralıdır.

    Tüm kurumlarımızın kendi alanlarında, az sayıda ahlak kuralını “Etik Güvenceler” olarak belirleyip ilan etmeleri ve onları bağımsız denetçilerin denetleyip sonuçlarını da afişe etmelerine rıza gösterdiklerini ilan etmeleri gerekiyor. Toplumumuzun bütününde bir ahlaki diriliş ancak böyle bir yöntemle sağlanabilir. (http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=78)

    • Saydamlık

    Özel ya da resmi, birey ya da kurum, tümünün, sır sayılabilecek olan ve açıklandığında toplumun ortak çıkarlarını tehlikeye düşürebilecek olan sınırlı genişlikteki alanların dışında kalan tüm eylemlerinin kamuoyunun denetimine açık olması, çağdaş anlayışın bir diğer olmazsa olmaz koşuludur.

    Sivil toplum kuruluşları da dahil olmak üzere tüm birey ve kuruluşların, saydamlık yöntemlerini belirleyip hayata geçirmeleri beklenir.

    Gizliliğin, ulusal çıkar vb adlar altında, çeşitli yetersizlik ya da daha kötüsü eğrilikleri örtmek amacıyla herhangi bir kamu görevlisince kolayca kullanılabilir bir araç olmaktan çıkarılmasını teminen, başta sivil toplum kuruluşları, kamuoyuna örnek olması gereken kişiler, meslek örgütleri olmak üzere tüm kişi ve kuruluşların hesaplarını, kararlarını ve eylemlerini ve de bunları rutin hale getirecek yöntem niyet ve planlarını açıklamaları ve bu yolla devlet kuruluşlarını özendirmeleri, bu yolla bir ölçüde de zorlamaları beklenmektedir.

    • Katılım

    Kararların, o kararlara taraf olanların gıyaplarında ve onlar için doğru olduğu varsayımıyla alınması, sivil ve resmi kişi ve kuruluşlarımızın büyük çoğunluğunun geleneksel yaklaşımıdır.

    Okullarda öğretilenlerin neredeyse tümünün öğrenciler için “iyi”; belediyelerin icraatının tamamının halk için “yararlı”; devlet kurumlarının eylemlerinin de yine toplum için “gerekli” olduğu, bu anlayışın birer türevidir.

    İkinci bin yılda, çoğulcu demokrasilerde çoktan norm haline gelen yaklaşım ise bu değildir. Kararların, o kararlara taraf olanların katılımlarıyla, ortak akıllarıyla alınması geçtiğimiz yüzyılın bir standardı olmuştur.

    Halk adına ve onlarsız alınan kararların nasıl yanlış olup halka zarar verebildiği, 1999 yılında yaşanılan deprem felaketinden sonra inşa edilen prefabrik konutlar konusunda somut olarak yaşanmış ve depremzedelerin de içinde bulunduğu “taraflar”ın ortak akıllarına başvurmadan alınan kararların sonunda, bu konutlara girecek kişilere yalvar-yakar olunmasına yol açtığı görülmüştür.

    Biz sizin için iyisini biliriz” yaklaşımının terkedilerek, “ancak hepimiz, ortak aklımız yoluyla doğru kararları alabiliriz“in benimsenmesi, yine kamuoyunu etkileyen kanaat önderlerinin ortaya çıkıp örnek davranışlar sergilemelerini beklemektedir.

    Özel ya da resmi birey ya da kurumların, benimseyecekleri katılım ve ortak akıl yöntemlerini ilan etmeleri, medyanın bunları duyurması ve bu yolla devlet kurumları üzerinde bir demokratik baskı ortamı oluşturulması beklenmektedir.

    • Farklılıkların Bütünlüğü

    Farklılıklar korunmadan, hiçbir sistemin işe yarar bir ürün üretmesi mümkün değildir. Değeri olan ürünlerin ortak yanı daima sıradanlık dışı birşeyler içermesidir. Bir başka deyimle her türlü değerli ürün, farklılıkların yönetilmesiyle ortaya çıkar.

    Pratikte ise -genellikle- olan bu değildir. Farklılıkları belirleyip, onların savunulabilecek sıradışılıklarını farketmeye çalışmak, sonra da diğer farklı olanlara karşı durabilmek çaba harcamayı gerektirir. Bunun yerine kitlesel tekdüzelik daha kolaydır.

    Bir konuda kurallar koymayı planlayanların genellikle ilk akıllarına gelen risk, kurallara muhatap olacak olanlardan gelmesi olası itirazlardır. Buna karşı ilk akla gelen ise, herkese “eşit” muamele yapıldığı önlemidir. “Eşit”in ne zaman istendik ne zaman istenmedik bir şey olduğu düşünüldüğünde, kural koymadaki eşitliğin teklik, birlik yani farksızlık değil, gereğince davranmak olduğu kolayca görülür.

    Yaşamın yüzlerce kesitinde eşitlik, tek düze muamele değil gereğince muameledir. Eşitliğin en geçerli olduğu “kanun önünde” eşitlik dahi birlik, teklik ve farksızlık değil, yine “gereğincelik”tir ve yasaların, taraflara onların durumları göz önüne alınarak uygulanması demektir. Hatta denilebilir ki, binlerce sayfalık hukuk düzeni, hep bu “gereğince”lerin gözden kaçırılmaması için uyarılardan ibarettir. Eşitliği böyle değil de farksızlaştırma gibi almak ise, bu konulara pek kafa yormamış kişilerin itirazlarını önlemek için kullanılabilecek ilkel bir yoldur.

    Din, mezhep, dil, etnik köken ve diğer farklılık kaynakları, devletin en önemli birkaç görevinden ancak birisi yoluyla bir zenginlik kaynağına dönüştürülebilir. Bu görev şu iki ilkeyle betimlenebilir:

    1. Hiç kimse, hiçbir amaçla, hiçbir konuda bir başkasını koşullandıramaz. İnsanın koşullanmaya açıklığını kullanarak kendi doğru, iyi ve güzel saydıklarını benimsetmeye girişemez. Yalnızca, bilgilendirmek istediği alanlarda, koşullandırmasız öğrenme ortamları oluşturabilir.
    2. Belli bir ideoloji yönünde kendi özgür seçimleriyle arzu edenleri bilgilendirmek amacıyla öğrenme ortamları oluşturanlar, ideolojilerini hiçbir yönü gizli kalmayacak biçimde açıkça ilan etmek zorundadırlar.

    Devlet bu ilkelerin sadık bekçisi olarak alabildiği sürece farklılıkları sömürmek, bir farklılığı bütüne egemen kılmak isteyenler daima “katlanılabilir bir azınlık” olarak kalmak durumundadırlar.

    Farklılıkların Bütünlüğü açısından beklenen, devlet kurumlarımızın bu ilkeyi özümlemeleri, dini, mezhepsel ve etnik farklılıklara böylece yaklaşarak gereklerini yapmalarıdır. Özgürlük tanınacak ve aksine hiç tolere edilemeyecek alanlar kesin sınırlarıyla bellidir.

    Ne dersiniz, böyle bir manifestoyu siyasi partilerimizden beklemeye hakkımız yok mu? Hem de şimdi tam zamanı iken!

    Pazar, Temmuz 15, 2007

  • “Laiklik” -bu tanımla- niçin satmadı ve de satmaz!

    Niye satmıyor?

    22 Temmuz 2007 seçimleri üzerinde nicel ve nitel değerlendirmeler yapıladursun, anlaşılmak için çaba harcanması gereken nokta, CHP’nin -çeşitli türevleri de bulunan- başlıca ürünü olan “laikliğin korunması” argümanının nasıl olup da hiç satmadığıdır.

    Bunun anlaşılabilmesi, CHP’nin performansı açısından değil çok daha önemli nedenlerden dolayı gerekir. Korunmaya çalışılmasına rağmen hemen hiç etkili olunamadığı AKP’nin gerçekleştirdiği büyük oy patlamasıyla tescil olunan laiklik, büyük halk kitleleri tarafından acaba başka bir şey olarak mı anlaşılmaktadır?

    Anayasamızın başlangıç maddesi laikliği şöyle tanımlamıştır: “kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırılmaması“. Türk Dil Kurumu’nun tanımı da tamamen benzerdir.

    Peki, laikliği anayasada tanımlandığı şekliyle doğru anlayan bir yurttaş, “dindar bir cumhurbaşkanı isterim” ya da “cumhurbaşkanı eşinin başı örtülü olabilir” denildiğinde, bundan “laiklik tehdit altındadır” anlamını çıkarır mı? Bence çıkarmaz, çıkarmaması da doğaldır.

    Ne ilgisi var?

    Cuhurbaşkanının veya bir yüksek bürokratın dindar ya da eşinin başının örtülü olması ile “devlet ve din işlerinin birbirine karıştırılmaması” ilkesinin ilgisi nedir?

    Anayasamızdaki tanımıyla laiklik, devlet işlerini ve politikayı ilgilendiren kararların -öznel olan- dini duygulara göre değil, daha nesnel olan akılcılığa göre alınmasını öngörmektedir. Yani kişinin dindar olup olmaması ya da eşinin kıyafetiyle ilgili değildir.

    Bu argüman, her akıl fikir ya da eğitim düzeyindeki insana çok kolay anlatılabilir. Bunun aksi yönde bir telkin ise telkinde bulunulanı mazlum, bulunanı ise zalim olarak nitelendirmeye yeter.

    Bu laiklik tanımını doğru kabul eden insanlar şöyle de düşünebilirler:

    • Din ve devlet işleri niçin karıştırılmamalı? Çünkü din işleri öznel din duygularına dayanır, doğrular herkese göre değişir; devlet işleri ise nesnel olmak zorundadır.
    • Peki devlet işleriyle, örneğin “demokrasi“, “serbest piyasa ekonomisi“, “liberalizm” gibi çokça öznellik içeren ideolojiler nasıl karıştırılabiliyor?
    • Örneğin vicdan bir ahlaki ideoloji kavramıdır ve dini ideolojinin bir parçası -mükemmelen- sayılabilir. Buna göre, vicdanına göre hüküm veren bir hakim dini duygularından arınıp da mı karar vermektedir?
    • O halde -bu tanımıyla- laiklik pek de önemsenecek bir kavram değildir!

    O halde neden belli..

    Eğer bir siyasi parti, laikliğin bu tanımına dayalı bir tehdit ve bu tehdide dayalı bir koruyuculuk önerirse bunun satmamasından daha doğal ne olabilir.

    Neredeyse kesin olan, bugün satmayan -bu tanımla- laikliğin, yarınlarda da satmayacağıdır; genel başkan kim olursa olsun, yıl kaç olursa olsun.

    Ayrıca, yine kesin olan bir başka şey, hangi parti olursa olsun, -bu tanımla- gerçek laikliğin daima ve de bizzat onu koruduğunu savunanlar tarafından sağlanan destekle tehdit altında olacağıdır.

    Hele hele geniş halk kesimleri laikliği, tesettür ile açık baş gibi iki somut simgeye indirger -ki başka türlüsü de olamaz- laiklik artık tehdit altında dahi sayılmaz, çünkü artık laiklik filan tamamen laf salatasından ibarettir.

    Nitekim, cumhurbaşkanı adayının eşi kalkıp “ben başımı açmanın laiklik gereği olduğunu idrak ettim, açıyorum” dese laiklik savunucularının hemen tamamı büyük bir sevinçle onu desteklemez mi?

    22 Temmuz seçimlerinden alınması gereken ders, bu tanımıyla laikliğin bir işe yaramadığının anlaşılmasıdır.

    Eğer şöyle anlamaya başlarsak:

    Eğer bir mucize gerçekleşir de, laiklik kavramının değil “bir başka ilkenin” korunması gerektiği, laikliğin o ilkenin türevlerinden sadece birisi olduğu anlaşılırsa o zaman bambaşka bir özgürlük ortamı doğacaktır.

    O ilke “koşullanmama hakkı”dır!

    Hukukçular, ceza yasalarının en belirleyici ilkesinin “verilen kalıcı zarar” olduğunu söylerler. Tamamen eşit koşullarda iki kişiye 1 santim kadar saplanan bıçak, birisinde para cezasına diğerinde onlarca yıl cezaya neden olabilir. Çünkü bıçak birisinde kaba ete, diğerinde ise gözüne saplanmıştır.

    Bir insana verilebilecek en kalıcı zararların başında, onun tüm yaşamı boyunca kararlarını etkileyebilecek zinsel kurgusunu (mind set) onun istemi dışında ve yaşam alanını daraltacak şekilde şekillendirmektir. Böylece diş fırçalamanın, kişisel hijyenin, toplum içinde bir arada yaşama kurallarının öğretilmesinin, kişinin yaşam alanını daraltmadığı aksine genişlettiğine de işaret edilmektedir.

    Bunu ister eğitim, ister başka bağlamlarda yapmak, dindarlar için günah, diğerleri için ise ayıptır, insanlık suçudur.

    Bu niçin böyledir?

    Çünkü -tüm diğer canlılar gibi- insan türü de yüksek öğrenebilirlikle donanımlı olarak dünyaya gelmektedir. Yaşamına yönelik her türlü tehdide ancak öğrenebilerek karşı koyabilen bu tür, bu yolla çok keskin bir öğrenebilirlik geliştirmiştir.

    Nereden, kimden, nasıl öğreneceği konusunda da -yine atalarından öğrenerek- bir model geliştirmiştir: güven duyduğu kişileri rol modeli alıp, onların sözlerine kulak vererek!

    Nasıl ki ceza yasasında “güveni kötüye kullanma” en ağır cürümlerden biriyse, kişide güven oluşturup sonra da bunu kendi doğrularını ona ezberletmek için kullanmak, tam olarak güveni kötüye kullanmaktır.

    İşte bu nedenle, kıskançlıkla korunması, her tür tehdite karşı uyanık olunması gereken,  algıların kalıcı  olarak değiştirilmesi demek olan “koşullandırma girişimleri“dir.

    Dindar cumhurbaşkanı değil, dindarlığını -çeşitli yollarla- yaymaya çalışan, makamı nedeniyle sahip bulunduğu yüksek güvenilirliği kullanarak, kendisine güvenenleri dindarlığı konusunda koşullandırmaya kalkması kabul edilemez. Dindarlığını, bu tür bir koşullandırmaya yönelmeden yaşayan bir kişiye ise kim ne diyebilir?

    Benzer durum tesettür için de geçerlidir…

    Dini inançları nedeniyle örtünmek isteyen bir eş, -benzer güvenilirlik nedeniyle- yüksek bir koşullandırıcılığa sahip olduğu için toplum önünde, saklı koşullandırma simgesi olabilecek kıyafet öğelerini kullanmaktan sakınmalıdır.

    Dini öğretiler, uyulması gereken kuralları koşullara bağlamıştır, hiç birisi koşulsuz değildir. Namaz kılmak müslümanların uymaları gereken bir kuraldır, koşulu ise sağlığının elverişli olmasıdır. Benzer durumda hacca gitmek de, maddi durumu uygun olanların uyması gereken bir kuraldır.

    Bulunduğu konum, başkalarının rol modeli olarak kabul edebileceği durumda olanlar için, bir çeşit zorlama olan koşullandırmadan kaçınabilmek için simgesel kıyafetler kullanmamak pekala mümkündür. Dindarla dinci arasındaki fark budur. Dindar bunu yapabilen, dinci ise bunlara aldırmayan, her yolla ideolojisini yaymaya çalışandır.

    Bir de tersini düşünelim!

    Hiçbir dini simge taşımayan, ağzından laiklikten başka söz çıkmayan, ama doğrularını koşullandırma yoluyla yaymayı, zorlamayı adet edinmiş bir kimsenin durumu nedir?

    Bu kişilere bir ad vermek gerekirse “laikçi” demek yerinde olabilir.

    Ortak yan!

    Sürpriz gibi gelebilir ama laikçiler ve dinciler aynı kişiler olup sadece kıyafetleri farklıdır; kafalarının içleri ise tamamı tamamına aynıdır. İkisinin de tek amacı vardır: kendi doğrularını başkalarına da benimsetmek ve böylece kendini güvende hissedebileceği bir çevre yaratmak.

    Nasıl kurtulunur?

    Koşullandırmanın vazgeçilemez olduğunu o kadar çok “laikçi”den ve “dinci”den duydum ki, artık laik ve dindarların kendi aralarında dayanışarak bu sosyal tümöre (koşullandırma) karşı ortak mücadele vermesinden başka yol görünmüyor.

    Yani çözüm laik dindarlardadır.

    Temmuz 25, 2007

     

  • Fransa’ya ne yapmalı?

    Ermeni iddialarının reddini suç saymayı öngören yasa tasarısı nedeniyle, hemen hemen akla gelebilecek tüm önlemler(!) ileri sürüldü. Hatta Türkiye’de kaçak çalışan Ermenistan vatandaşlarının sınırdışı edilmeleri gibi akla ziyan -ve tam ters etki yapabilecek- düşünceler dahi gündeme getirildi.

    Bence bunlar bir bakıma da iyidir; toplumsal beyin fırtınası biraz da böyle oluyor. Beyin fırtınalarında ileri sürülen düşüncelerin alabildiğince özgür -hatta uçuk- olması istenen bir özelliktir.

    Bu ihtiyaç geneldir ve öyle kalacaktır..

    Konuyu sadece Fransa ve sadece Ermeni iddialarıyla sınırlı saydığımızda sorun daha bir kolay görünebilir. Her şeyin para olduğu ya da para birimince ifade edilebildiği günümüzde, örneğin büyük ihalelerden Fransa’nın dışlanması gibi önlemler -olmaz ya- belki kısa bir süre etkili olabilir.

    Peki diğer ülkeleri ve diğer sorunları ne yapacağız?

    Hollanda ve İsviçre başta olmak üzere diğer ülkelerde de aynı yolda yasalar çıkarıldı, çıkarılıyor; gerisi de gelebilir.

    İş bununla bitmiyor. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunu ayıran haritalar NATO toplantılarına getirilmek bir yana, örneğin dünyadaki futbol sahalarını gösteren bir internet sitesinde Türkiye parçalanmış olarak gösteriliyor.

    Fransız Ulusal Meclisinde alınan karara gösterilen ilk köpük tepkilerden sonra ilk somut deney, şeker bayramında Paris’e yapılacak turistik turların iptal edilip edilmeyeceği idi. Turizmcilerin söylediğine bakılırsa şu ana kadar herhangi bir iptal olmamış.

    Nişanları alırken sormak iyidir!

    Bir de YÖK başkanının geri verdiği liyakat nişanı var. Aslın da onu alırken sorması daha doğru olabilirdi.

    Bu satırların yazarına bir zamanlar, gitmediği bir beldeden bir ödül plaketi -postayla- gelmişti: “beldemizi ziyaretiniz nedeniyle onurlandık vs” gibisinden. Başkan aranıp da “sayın başkan ödüle teşekkür ederiz ama beldenize gelmedik, size de özel bir yararımızın dokunduğunu zannetmiyoruz, bu ödül biraz boşluğa düşmüyor mu?” denilince alınan cevap bu konuda bir içtihat olacak cinstendi: “nasıl olsa ya bir gün gelirsiniz ya da bize bir faydanız dokunur!”.

    Önlem 1: savaş ilanı

    Fransa’nın bu tutumuna karşı yapılabilecek olanlar sıralanınca etki ağırlığına göre şu gruplar ortaya çıkıyor: (1) Fransa’ya savaş açmak, (2) Şiddetle kınamak, (3) Mallarını boykot etmek (turlar dahil), (4) İhalelere sokmamak, (5) Elçilik kapısına siyah çelenk koymak, (6) Geleneksel öfkemizi göstermek, (7) vesaire.

    Bunlardan en etkili olanı kuşkusuz savaş ilanı ise de öldürülecek Fransızları gömecek yer bulmaktaki güçlükler nedeniyle pratik değildir.

    Şiddetli kınama, siyah çelenk gibi tepkiler kullanmaktan aşındığı için olmaz.

    Mal boykotu ise kendimizi ilaçsız, yedek parçasız ve işsiz bırakacağı için bumerang gibidir. Ayrıca da tüm ithalatımızı kessek bile Fransız dış ticaret hacminde ancak %1.5luk bir etki yaratabiliriz.

    İhalelere sokmamak ilk anda çok parlak görünse de şu soru sorlunca birden parlaklığı kaybolur: “Biz Fransa’yı ihalelere onlara yardım olsun diye mi yoksa ihtiyaçlarımızı iyi ve ucuz karşılama amacıyla mı çağırıyoruz?”..

    Geleneksel öfkemiz konusunda ise Batılıların dilinde şöyle bir söz var: “Türkler kızarlar ve unuturlar!”.

    Bu kısa akıl yürütmeden çıkarılabilecek basit sonuç şudur:

    Fransa -ve diğer güçlü ülkeler- Türkiye’ye karşı işlerine gelen ne muamele varsa yapabilirler -zaten de yapıyorlar-, biz ise işe yarar bir karşılık veremeyiz, veremiyoruz da.

    Ayrıca da hasmane tutum içinde bulunan ülke sayısı o kadar çoktur ki, yukarıdaki 7 önlemin hepsi dahi uygulanabilir olsa hepsine karşı önlem alındığında bir zamanların Arnavutluk’u gibi tek başımıza kalırız.

    Bu gerçek acı gibi görünse de en yararlı ipuçlarını içinde barındırıyor.

    Çünkü, işe yaramaz 7 maddelik önlemlere(!) güvenilmeye devam edildiği sürece başkaca bir önlem düşünülmesine gerek görülmeyecektir. Arabasındaki stepnenin patlak olduğunu bilmeyen sürücünün komik özgüveni gibi.

    Halbuki çaresizliğimizin farkına varabilsek düşünmeye başlayabiliriz.

    O halde öyle görünüyor ki ilk yapılması gereken (gerçekten stratejik), bu 7 çare önerisinin işe yaramazlığını kabullenmek, bunlardan ümidimizi -tamamen- kesmektir.

    İkinci yapılacak: dostluk diye bir şey yoktur!

    Türkiye’nin, parçalanma planları da dahil kendisine kurulan tuzaklara etkili önlemler geliştirebilmesi için bir koşul daha vardır: O da, uluslararası ilişkilerde o çok sözünü ettiğimiz “dostluk”un hiç mi hiç yerinin olmadığını idrak etmektir.

    Bugün, fırsat bulunsa ABD, İngiltere ya da Fransa’yı 1 gün içinde , hem de en yakın müttefikleri parçalarlar (Bkz. Şekil 1A, SSCB).

    Toplum ve devlet olarak içimize bu soğuk(kanlı)luğu yerleştirmemiz, 7 önlemi de unutmamıza (unlearning anlamında) yardımcı olacaktır.

    Fransa’ya karşı mutlaka bir şey yapılmak isteniliyorsa, bu gerçeği idrak etmemize yardımcı oldukları için içtenlikli bir teşekkür etmek gerekir.

    Öncelikle yapılacaklardan üçüncüsü, halkın önerilerinin tümünü dikkate alıp hiçbirisinin ardındaki kalabalığa itibar etmemektir. Yoksa, halkın heyecanı kolaylıkla karar vericilere sirayet edebilir.

    Bu üç idrakle aydınlanacak aklımız gerçekçi ve etkili önlemler geliştirmeye açık hale gelecektir.

    Türkiye’nin iç ve dış güvenliğinden sorumlu kurumları bir araya getiren bir organ vardır: Milli Güvenlik Kurulu – MGK.

    MGK, kimin elinde ne bilgi varsa tümüne erişme yetkisine sahip tek kurumdur. Bu kurum hemen çalışmaya başlayarak, yaklaşık 20 ülkenin birbirlerine karşı hangi kozları bulunduğunu incelemeye başlayıp, bunları sürekli güncel biçimde tutabilecek bir sistem kurmalıdır. (Koz temelli yaklaşım için bkz. http://tinyurl.com/bvu3yw5, http://tinyurl.com/brz2lv3)

    Ayrıca, yine bu andan başlayarak, tüm resmi, ticari, gönüllü, sivil ve askeri kişi ve kurumlar, “koz sistematiği” içine girebilecek, üstünlük ve/ya zafiyet sayılabilecek öğeleri derlemeye ve belirli bir merkezi kuruma aktarmaya başlamalıdır.

    Bu işin bir “kozlar savaşı” olduğu kavranabilmelidir..

    Bu tür belalarla uğraşabilmek için sadece Türkiye’nin tüm alanlardaki üstünlük (koz) ve zafiyetlerinin (karşı koz) bilinmesi, standardize biçimde depolanması ve belirli bir amaç için arandığında kolay erişilebilmesi yetmez.

    Başka ülkelerin de birbirlerine karşı tüm üstünlük ve zafiyetlerinin bilinmesi de gerekir.

    Bundan sonraki adım ise, Fransanın, ABD’nin ve diğer güçlü ülkelerin halen yaptıkları iş, yani “koz yönetimi”dir.

    Yeni dünya düzeni adı verilen kaotik düzen içinde eski düzenin araçlarıyla ayakta durulamaz..

    Yurtta barış dünyada barış” ortak ütopyamız olmaya layıktır; ama ona güvenerek herkesin de Türkiye’ye karşı barışçıl davranacağını varsaymak ancak safdilliktir.

    Şimdi artık her kişi ve kurum bilgilerini ortak bir “birim”e çevirebilmelidir. Bu yeni birimin adı “koz”dur (http://tinyurl.com/cssjbd2).

    Kozları iyi yönetebilenler varlıklarını sürdürebilecekler, diğerleri ise yem olacaklardır. Parçalanarak ya da bütün olarak yutularak.

    Ekim 18, 2006

    Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))

  • Mikrofonlu büyük salonlar..

    TV’de zaman zaman yurt içi ve dışında, devlet yönetimleriyle ilgili çeşitli toplantılarına ait salonlar gösterilir. Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulu gibi organların çalışmalarının yapıldığı salonlar.

    Bir ara şöyle bir gözlemim oldu: Yüzölçümü küçük ülkelerin bu tür toplantılarının yapıldığı salonları da küçük oluyor. Örneğin İsrail Bakanlar Kurulu toplantıları öyle küçük bir salonda yapılıyor ki oturanlar neredeyse birbirine değiyor, karşılıklı oturanlar ellerini uzatsalar birbirlerine değiyor…

    Bir zamanlar Türkiye’de de Bakanlar Kurulu salonu öyleymiş. Ama herhalde o ülkenin küçüklüğünden ziyade parasızlığı ile ilgiliydi, büyük salon yapacak para yoktu.

    Krallık İngiltere’sinde karşılıklı oturanlar zaman zaman birbirlerine kılıçla saldırdıkları için masa genişliği iki kılıç boyu kadar yapılmış.

    Sonunda, gelişmiş ülkelerin, bu tür “etkili iletişim ve etkileşim[1]” gerektiren toplantılarını küçücük salonlarda yaptıklarına karar verdim.

    Artık, birbirinden neredeyse birer metre ara ile oturmuş, karşılıklı olarak aralarında yaklaşık beş metre bulunan, dolayısıyla da birbirini ancak mikrofon ve hoparlör sistemiyle duyabilen toplantı salonlarının, gerek “böcek güvenliği” gerekse “katılımcıların özgür fikir beyan etme motivasyonlarını yoketme” açılarından son derece yanlış olduğunu akıl edebilecek bir kişi arıyorum.

    Niye mi? TV haberlerindeki toplantılara bakınız anlarsınız.

    Cumartesi, Aralık 30, 2006

    [1] bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=18

  • Ben bunlara inanmıyorum!

    Din temelli tehdit yoktur!

    İrtica, teokratik devlet, çağdaş hukuk yerine şeriat ve bu tür tehdit iddiaları doğru değildir, olamaz da.

    Türkiye birkaç milyon nüfuslu, okumuşluk oranı düşük, birkaç kıytırık üniversitesi bulunan bir ülke olsaydı, bu tür tehditlerin kaynağını arayacak kişi ve kurum bulunabilme olasılığı çok düşük olurdu. Halbuki öyle değildir.

    70 milyon nüfusu, 80 üniversitesi, 83 yıllık cumhuriyet geleneği olan, Avrupa ülkelerindeki toplam vatandaşlarının varlığı birkaç Avrupa ülkesinden daha büyük Türkiye’de altını çizerek ifade ediyorum ki din temelli bir tehdit söz konusu değildir, olmamıştır, olamaz.

    Olmaz çünkü..

    Eğer böyle bir tehdit olmuş olsaydı, ilâç için birkaç kişi çıkar, ne yapar yapar sesini duyurur, bu tehditin kaynağının ancak ve yalnız tek olabileceğini mantıksal olarak gösterirdi.

    Böyle bir tehdit ancak tüm bireylerin düşünce sistemleri içinden -ya da beyinlerinin içinden bir yerlerin- “kuşku, sorgulama” bölgelerinin çıkarılması veya işlemez hale getirilmesiyle mümkün olabilirdi.

    Yani öyle olacak ki insanlar, önlerine tek ve mutlak doğru olarak her ne konulursa onun dışında gerçek olmadığına inanacaklar ve soru sormayacaklar. Böyle bir şey olur mu, olmaz.

    Kaldı ki 2.5ncu bir ihtimal olmasın!

    Öncelikle, 1/2’lik bir ihtimal bütün bu nüfusun -spreysiz filan- düz ahmak olmasıdır ki bu da -pek- düşünülemez.

    Meşum olasılıklardan birisi tüm ülkenin üzerine akılları kör eden bir sprey sıkılmış olmasıdır. Bu durumda uyanık kimse kalması ihtimali neredeyse sıfırdır.

    İkinci ihtimal bir “üstün akıl” ile karşı karşıya olmamızdır. Yani, bütün insanların akıl gözlerini kör edebilecek bir soft teknolojiye sahip bir kişi -ki ikinci bir kişi daha bulunamaz- vardır ve tüm melaneti o kişi planlamakta ve kör ettiği kişiler de sormaksızın bu melaneti uygulamak için çalışmaktadırlar. Bu durumda gerçekten bir şey yapılamayabilir.

    Peki din temelli devlete karşı olduğunu iddia edenlere ne demeli?

    Ben onların -en azından- samimi olmadıklarını düşünüyorum. Akıl fikir düzeylerini değerlendirme yetkisini kendimde görmüyor, dolayısıyla onlara böyle sıfatlar yapıştıramıyorum. Ama en azından içtenlikli değiller.

    Çünkü eğer içtenlikli olsalardı:

    Eğer bu tehdit algılamasında samimi olsalardı, din temelli eğilimlerin yaygınlaşabilmesinin vazgeçilmez tek koşulu olduğunu idrak ederler ve onun üzerine giderlerdi.

    O tek koşul, “kendisine söylenenleri sorgulamadan mutlak doğrular olarak kabul etmek ve herkesi o doğrulara zorlamayı görev edinmek“tir. Bu kabulden türetilemeyecek olan bir eğrilik gösterilebilir mi?

    Bu kavramın adı “ezber”dir. Türkçe olmayan bu sözcük (yürektenlik veya sorgulanamazlık) olarak çevrilebilir. İngilizce’de by heart, Fransızca’da par coeur, Farsça’da ezber; yani yürekten (ez=..den, ber= yürek, göğüs).

    Anlam kaymasıdenilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir.

    Ezber her tür militan yetiştirmenin etkili aracıdır..

    Tüm okul, aile ve toplum kurumlarının sıkı sıkıya sarıldığı, eğitim sınıfımızın İSTİSNASIZ anlamadığı, en çağdaş görünümlü okullarımızın en etkili biçimde uyguladığı ezber kavramı, herhangi bir konuda radikal militan yetiştirmenin en etkili yöntemidir. İster etnik, ister dini, isterse siyasal ideolojiler olsun, ihtiyaç gösterdiği insan tipi tektir ve o da “sorgulamayan insan”dır.

    Yığınlar -hemen bütün toplumlarda- tembeldirler, özellikle de zihinsel olarak. Onların sorgulayabilecek bilgileri, esneklikleri, enerjileri yoktur. Onlar lider olarak bellediklerinin arkasından giderler. Faşizmi tek başına Mussolini, nazizmi tek başına Hitler uygulamamış milyonlarca insan gönüllü ve sorgulamadan bu rejimler için canlarını vermişlerdir. İran’daki molla rejimi de Humeyni tarafından değil yığınların desteğiyle kurulmuştur. Bu -sosyolojik olarak- anlaşılabilirdir, yani normaldir.

    Anormal olan aydın geçinenlerin aymazlığıdır..

    Hiçbir bilimsel inceleme yapmadan çevresinde rastgele kesimlerden birkaç on kişiyle konuşan, ilköğretim ve üniversitelerin birkaç dersine girip dinleyen, TV’da haber ya da tartışma dinleyen herkes kolayca şunu görebilir: En dogmatik öğretileri savunan “işte gerici budur” diyebildiklerinizden, ağzından çağdaş sözler eksik olmayanlara dek geniş bir kesimin en ortak yanı bu “doğrularından kuşku duymama” özelliğidir.

    Akıldan yana olduğunu savunanlar sadece kendi aklından; inançtan yana olduğunu savunanlar da sadece kendi inançlarının tekliğine ve mutlaklığına inanmaktadırlar. Bu bağlamda her ikisi de fanatik birer dincidir.

    Şunu anlamamız için ne lâzım?

    Türkiye, kendisine söylenenlere kolay inanan, onları sorgulamayı akıl edemeyen tek doğrulular ülkesidir.

    Eğitim fakültelerimiz seri imalat biçiminde -iki farklı modelden- tek doğrulu öğretmen yetiştirmekte, onların içinden en keskin tek doğrulular seçilerek diğerlerini eğitecek olan akademisyenler üretilmektedirler. Ondan sonra kendilerine ezbere belletilen doğruları yaygınlaştırmak üzere kendi kesimlerinin okullarına (ilköğretim, lise, yüksek okul) gönderilmektedir.

    Bu iddianın ağır olduğunun farkındayım. Ama kanıtı açıktır. Yirmi yıla yakın süredir, ezberin ne olduğunu gerçekten anlamış sadece 1 (yazıyla bir) kişiye rastladım. “Rakibini yenmek için önce silahını iyi anlayacaksın” sözü demek ki boşuna değilmiş.

    Ama ezbersiz eğitim lafını eden binlerce kişiyle tanıştım. Bunların tamamı (1 kişi hariç) ezberin ne olduğu, ne güçlü -ve yıkıcı- bir araç olduğunun farkında değildi. Ama sözel olarak cumhuriyetin bekçileri olduğunu söylüyor, belki kendileri de buna inanıyorlardı.

    Sorun ideolojik iddia sahiplerinde değildir..

    Her toplumda her tür ideolojinin savunucuları, liderleri, kadroları, sempatizanları bulunabilir. Sürekli olarak bunları konuşmak, tehlikelerden söz etmek, soyut uyanmaya davetiyeleri yayımlamak aptalcadır, zavallıcadır.

    Gerçekten bir şeylerin farkında olanlar, bu toplumu sürekli geriye götürenin de, bilimden hiç nasibimizi alamamanın altında da aynı şeyin bulunduğunu idrak etmek zorundadırlar. Bu şey kuşkusuzluk (yani yürektenlik, sorgulamamak, söylenene inanmak), dilimize sokuşturulan sözcükle (ezber)dir.

    Körpe beyinlere mutlak doğruları sokuşturup toplumun bölünmesine yol açanlar ile, bunu anlamaya çalışmayanlar, anlayıp da dile getirmeyenler arasında bir fark yoktur.

    Cuma, Mayıs 5, 2006

  • “Kavram Tabanında Uzlaşma”, ulusal bütünlüğün ta kendisidir..

    “Kavram birliğini sağlayamamış olmak” sorununu yazıma konu almak istiyorum.

    Azeri Türkçe’siyle Türkiye Türkçe’si arasındaki kimi farklar, kavramsal uzlaşının sağlanamadığı hallerde doğabilecek tuhaflıkları ne güzel vurgular. “Karı” sözcüğünü, “saygın hanım, hanımefendi” anlamında kullanan Azeri halkı ile, aynı sözcüğe birisi “eş, zevce”, diğeri yse “pek saygın olmayan kadın” gibi iki değişik anlam yükleyen Türkiye insanı arasında, yok yere bir takım anlaşmazlıklar çıkması kaçınılmazdır.

    Hürriyet istediğini yapmaktır..

    1950’de, Demokrat Parti seçimleri kazandığında, aklına gelen her şeyi yapmayı hürriyet sanan iyi niyetli birçok insanın torunları, bugün, demokrasinin yalnızca hak ve özgürlüklerden ibaret olduğunu, sorumluluk gibi üçüncü bir ayağın bulunmadığını zannederek bir kültürel genetik oluşturmuşlardır.

    Serbest piyasa ekonomisini başıbozukluk; de-regulation‘ı kuralsızlık gibi anlayan, daha doğrusu ne olduğu konusunda bir merakı bulunmayan insanımız, bu belirsizlikler üzerine ekonomik, sosyal, siyasal ve diğer yaşam türlerini inşa etmeye çabalamaktadır.

    Birlikte yaşama isteği..

    Bir insan topluluğu, hangi şartlar altında birlikte yaşama isteği duyar?

    Aynı coğrafyada doğmuş olmak, pek bağlayıcı bir öğe değildir. Toplumbilimciler, dil ve değer birliğinin birlikte yaşam için zorunlu koşullar olduğunda birleşiyorlar.

    Dil ve değerler temelde sıkı bağlantılıdır. Belirli bir şeyi farklı adlandıran, ama bunun farkına vardığında uzlaşma yolunu seçen iki insan, değer uzlaşısı yoluyla birlikte yaşayabilirler.

    Şeyleri farklı adlandıran, uzlaşmak da istemeyen, ama yine de birbirine baskı yapmayan iki insan da, “karşılıklı değerlere saygı” ve “ortak yaşam alanlarıyla sınırlı bir uzlaşı”ya razı oldukları takdirde yine birlikte yaşayabilirler.

    Bir arada yaşaması güç olanlar..

    Ortak yaşam alanları da dahil olmak üzere hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayanlardır. Ama bunlar yine de bir şeyin farkındadırlar: hangi kavramlar üzerinde uzlaşamadıklarının!

    Bir arada yaşaması neredeyse imkansız olanlar bu sayılanlar değildir. Kullandıkları kavramlar arasında fark olup olmadığını bilmeyen, üstüne üstlük bunu merak da etmeyen, bunu bir sorun olarak görmeyenlerin bir arada yaşamaları imkansızdır. Bu insanlar sürekli olarak çatışacaklar, fakat çatışma nedenlerini kavram uyuşmazlığına değil bambaşka nedenlere bağlayacaklardır. Bu tür insanlar ve onlardan oluşan toplumlar, toplu yaşamın dayanışmasından yararlanamaz ve birlikte yaşamanın değerini anlayamazlar. Bu toplumların, kavram bütünlüğü olgusunun öneminin farkına varmış olanlarca yutulması kaçınılmazdır.

    Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.

    Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –örnek tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?

    Az sayıdaki kök nedenden birisi..

    İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.

    Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiye’nin önünü açacak bir adımdır.

    Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “askıya alınmış yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.

    Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.

    Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?

    14 Haziran 2000

  • Egemenlik kimindir ve kim kullanır?

    Son okuduğum bir yazıda cumhuriyet ve demokrasi konusunda şöyle bir tanım vardı: Cumhuriyetle demokrasi ayrı ayrı şeylerdir. Demokratik cumhuriyet çok anlamlı bir kelimedir. Cumhuriyetimiz olabilir; yalnız, bunun demokratik nitelikleri haiz olması lazımdır. O zaman “demokratik cumhuriyet”tir. “Organize işler” fiminde Cem Yılmaz soruyor: “Sizin kafanızda iki soru var: Bir, dayak nedir, iki neden atılır?” Cumhuriyet ve demokrasi konusunda da böyle iki soru sorulursa mesele daha iyi anlaşılır: Egemenlik kimindir ve kim kullanır? 4 Ocak 2007

  • “Söyleme” ve “açıklama”

    Bu iki sözcük dilimizde çoğunlukla birbirinin yerine kullanılıyor. Gerçekte ise bunlar arasındaki ortaklık yalnızca, “açıklama”nın bazen “söyleme” yoluyla yapılabilmesinden ve her ikisinin de öznelerinin aynı kümenin elemanları olmasından ibarettir.

    “Söyleme”, bir ikna zorunluğu bulunmaksızın yapılabilirken, “açıklama”da ise ikna mecburiyeti vardır. Bir davranışın nedeni “söylenebilir” ya da “açıklanabilir”. Bu neden mantıklı ve ikna edici olabileceği gibi saçma ve kabul edilemez de olabilir, ama bu “söyleme” fiilini etkilemez, söz söylenmiş olur.

    Söz konusu davranışın nedeni “açıklanmak” gerektiğinde durum değişir. Karşınızdaki(ler)i ikna edebilecek argümanları bulmak zorunluğu vardır. Bu bir yasal bir zorunluk değildir, ama bir toplumun çağlar boyunca oluşmuş bulunan ortak anlayışları, bir zorunluktan daha güçlü etkilere sahiptir.

    Örneğin bir kişiden, kendine ait olmayan bir şeyi nasıl bir başkasına verdiğinin “açıklama”sı istendiğinde, bunu yukarıda söz konusu edilen ortak anlayışlara uygun biçimde anlatabilirse yaptığı “açıklama”; “keyif benim değil mi size ne yahu!” biçiminde bir şeyler üretirse bunun da adı “söyleme” olacaktır.

    Bir lira’nın zamanla şişmanlayıp nasıl bir milyon lira olabildiği de keza iki şekilde dile getirilebilir: “Hasetlik etmeyin Allah size de verir” biçiminde bir “söyleme” ile geçiştirilebileceği gibi, “bir lirayı, onun nasıl bir milyon olacağını söyleyebilecek birisine verdim, böylece zengin oldum” biçiminde mantıklı bir “açıklama” da yapılabilir.

    Şaka bir yana, “söyleme” fiziki bir eylem, “açıklama” ise akılcılık ağırlıklı bir kavramdır. İşte bu fark, akılcılıktan kaçılması gereken yerlerde zaman doldurmak, bir şey söylemiş olmak için konuşmak, karşısındakileri bıktırarak açıklama istemekten vazgeçirmek amaçlarıyla çok kullanılan bir araçtır.

    Genellikle politikacılar tarafından kullanıldığı sanılabilirse de her meslek mensubu tarafından başarıyla kullanılabildiği -hatta daha iyi kullanıldığı- tecrübeyle sabittir.

    Toplumumuzda bir çok kavramın içinin boş olduğu, bunların içlerinin yerine, zamanına, kullananın amaçlarına göre doldurulabildiği bilinen bir hastalıktır. Ama bunlar içinde öylesine kavramların içleri boştur ki bunların eksiklikleri sorunların çözülemeyişine, çözülmek bir yana daha karmaşık formlara bürünerek karşımıza çıkmasına neden olmaktadır.

    İşte bunlardan birisi “açıklama” kavramıdır. Bunun ne anlama geldiğini tüm yolları kullanarak toplumumuzun bütününe özümsetmek, sonra da “açıklama” yerine bilerek “söyleme” aracını kullananlara karşı tepki göstermelerini sağlamak, kendini aydın sayan herkesin bir numaralı önceliği olmalıdır.

    Yoksa daha gözümüzün içine baka baka çok “açıklamalar” dinletecek uyanıklar göreceğiz demektir!

    Pazar, 11 Aralık 1994

  • Açık mektup!

    17 Ağustos ’99 depremi sonrasında birşeylerin değişeceğini uman çok kimse var. Ben de onlardan birisiyim. Ama, bunun kendiliğinden olmayacağının, hatta herkesin hep bir ağızdan, tek yürek halinde değişimi istemesinin dahi yetmiyeceğinin de bilincindeyim.

    17 Ağustos’un gerçek bir milat olabilmesinin herhalde bir dizi ön-koşulu olsa gerekir. Bu ön-koşullardan en önemlisini dikkatinize getirmek, benzer düşünceler içindeysek de bunu gerçekleştirmek için işbirliği yapmayı önermek amacıyla bu mektubu yazıyorum.

    Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü ve güzel ya da çirkin her ne oluyorsa, bunların durup dururken değil, kendimiz ve toplumumuzun bilinçli ve/ya bilinçsiz tercihlerimizin bir sonucu olduğunu; bunun da “toplumsal değer yargıları” sistemimiz ile doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum.

    Daha somut olarak, dün kullandığımız düşünsel araçlar ve dünkü değer ölçülerimizi kullanarak 17 Ağustos sonrasının sonuçlarından başkaca sonuçlara varmamız imkanı yoktur. Ne kadar arzularsak arzulayalım, ne denli birlikte arzularsak arzulayalım.

    Düne kadar inanç sistemimiz içinde “yanlış” kategorisine soktuğumuz bir değer ölçüsü mevcut olup, bundan uzak durmayı da bir marifet sayıyoruz. Bu değer ölçümüz, “bir şeyin eğri olduğunu bilsek de sesimizi çıkarmamak, hele bu eğriliği yapan(lar) ailevi, mesleki ya da bir başka anahtarla bizden iseler katiyen sesimizi çıkarmamak” şeklinde özetlenebilir.

    Toplumumuzdaki yüzlerce meslek ve çalışma alanındaki milyonlarca insanı birer idealizm abidesi yapamıyacağımızı, bunun hiçbir yerde de başarılamamış bir iş olduğunu biliyoruz. Böyle bir hayalin peşinde olmak ancak vakit kaybı sayılmalıdır.

    Ama bu, bu meslek ve çalışma alanlarındaki yaşam kurallarını “eğri’lere eğilimli çoğunluğun” belirlemesi gerektiği anlamına da gelmez, gelmemelidir. Her meslek ve ilgi alanındaki “doğru’lara eğilimli azınlık“, o alanda rol modeli olmak, o alanın etik kurallarını belirlemek gibi bir yazılı olmayan bir yükümlülüğe sahiptir.

    Bu azınlıklar, emredici bir hüküm olmasa dahi depreme dayanıklı inşaat yapan müteahhitler, kimse görmediği zaman dahi temel trafik kurallarına uyan sürücüler, kârından fedakarlık etmek pahasına rüşvet vermeyen ithalatçılar, ezber yaptırmayan öğretmenler ya da elindeki imkanları kendi seçim bölgesine kanalize etmeyen bakanlar olabilir.

    Eğer şimdi bu azınlıklar bir araya gelerek kendi alanlarına ait etik kuralları belirleyip ilan etmez ve bunlara uyup uymadıklarının denetimi için bağımsız gözlemciler görevlendirmezlerse, yakındığımız her ne varsa bunlar aynen devam edecek, hatta belki felakete karşı edindiğimiz bağışıklık nedeniyle daha da kötü olarak devam edecektir.

    Önerdiğim bu yeni davranış biçimi benimsendiği takdirde ayrıntılar üzerinde çalışılabilir. Ama bu aşamada beklenen, “bizden” olanların eğriliklerini görmezden gelmeye devam edip etmeyeceğimize karar vermektir. Bu noktadaki tercihlerimiz bundan sonraki yaşamımızı şekillendirecektir.

    Bu mektubun muhatabı, akla gelebilecek tüm kesimlerdir. Bir bankanın reklamında olduğu gibi, hakime, futbolcuya, inşaat müteahhidine, doktora, hemşireye, sanayiciye, bakkala, öğretmene ve de akla gelebilecek onlarca kesime hitap edilmektedir.

    Varsayılan şudur ki, bu kesimlerin her birinin ahlaken uymak zorunda olduğu ve uyduğunda da o kesimde büyük oranda düzelme sağlayacak çok az sayıda temel kural vardır; ve bunlar kolayca denetlenebilecek somutlukta ilkelerdir. Bir de, bütün kesimlerin uymak zorunda oldukları ortak ilkeler vardır.

    Kesimlerin tamamen kendi özgür iradeleriyle belirlenmek ve yalnızca bir örnek olarak alınmak kaydıyla, örneğin bilişim kesimi için şu tür ortak ve özel ilkeler benimsenebilir:

    Ortak ilkeler

    • Başka insanlara, kurumlara, kendine ve doğanın tüm varlıklarına zarar vermemek,
    • Tüm ilkelere, özellikle de çıkarlarımıza aykırı olduğu zaman uymak,
    • Bu ilkelere uyulduğunun denetimine karşı hiçbir engel koymamak.

    Özel ilkeler

    • Bir kişiye erişme ve/ya üretme imkanı tanınan bilgilerin, hiçbir suretle, bu imkanı veren aleyhine sonuç doğurabilecek şekilde kullanılmaması,
    • Başkalarınca üretilen bilgilerin onların izinleri olmaksızın kullanılmaması,
    • Ortak kullanıma açık araçların, başkalarının genel kabul gören haklarını zedeleyecek biçimde kullanılmaması.

    Her kesim, kendi kesimiyle ilgili ilkeleri ortak akıl yoluyla belirleyebilir ve kendi etki alanında yaygınlaştırabilir. Toplumu oluşturan çeşitli kesimlerde, kamu otoritesinin bir telkini ve/ya baskısı olmaksızın başlatılabilecek böylesine bir kampanyanın -eğer yeteri yaygınlığa erişirse- nasıl bir olumluluk atmosferi yaratacağını düşünebiliyor musunuz?

    Hergün, birilerinin çıkıp Türkiye’yi temiz toplum yapması bekleniyor. Neredeyse tüm düşünürler bunun özlemi ve bir türlü çıkmadığı için de hırçınlığı içindeler. Böyle birisi çıkabilir mi, ayrıca da çıkmalı mı? Özlediğimiz tam demokraside, yurttaşların bilinçili çabalarına dayanmayan böylesine girişimlere yer var mıdır?

    Bu tür bir otokontrol mekanizmasının yerini hiçbir yasa maddesi, kaynağı kişinin dışındaki hiçbir yaptırım aracı tutamaz. Tamamen gönüllü olarak başlatılabilecek böylesine bir girişimde, çeşitli kesimlerin aynı ilkeleri benimsemesi gerekmediği gibi, aynı bir kesimin içinde dahi birden fazla etik taahhüt bulunabilir.

    Böylelikle, kalabalık kesimlerin, az sayıdaki ortak ilke çevresinde birleşmelerinin yaratabileceği pratik güçlükler de aşılmış olacaktır. Hatta neredeyse denilebilir ki, herkes ayrı ayrı bir şeylere söz verse dahi, bunun anlamı Türkiye’de gönüllü bir “temiz toplum” hareketinin başladığıdır.

    İtalya’dakine benzer biçimde bir savcının çıkıp kovuşturma yapmasına dayanan bir temiz toplum girişiminin başarısı kuşkuludur. Nitekim, bunca gürültüden sonra İtalya’nın ne ölçüde temiz topluma dönüştüğü, kirlilik kaynaklarının ne denli kuruduğu ve daha da önemlisi İtalyan toplumunun değer yargılarının -ki temizliğin esas kaynağının orası olması gerekir- ne ölçüde değiştiği tartışmalıdır.

    Toplumumuzun akıl ve erdem yolundaki mücadelesinde genellikle bireylerin dışında arayışlar vardır. Birileri birşeyler yapacak ve toplum temizlenecektir.

    Böyle bir şeyin mümkün olmadığını artık net olarak görebilmeliyiz. Taksi şoförü, “önce büyüklerimiz düzelsin, ben sonra trafik kurallarına uyarım”; öğretmen, “önce bana iyi maaş versinler, ben de sonra kendimi yetiştiririm”; sanayici, “önce rüşvet almayı önlesinler, ben de ondan sonra vermeyeyim” dedikçe, bunların hiçbiri gerçekleşemez.

    Toplumumuzun bu kurt kapanından kurtulması, “başkası eğri davranabilir, ama ben doğrusunu yapıyorum” diyebilen, böyle davranabilen akıl, erdem ve yürek sahibi insanlarının varlığına ve onların çevrelerinde yaratacakları etkiye bağlıdır. Akıl, erdem ve cesaret yerine, yakınma, başkalarından bekleme ve görüp sesini çıkarmama yolunu seçenler ve de onlara seslerini çıkarmayanların büyük sistem içinde yerleri yoktur ve bunda bir yanlışlık da yoktur. Katı gerçek budur.

    Eylül 1999