• Dil sürçmesi mi kasti mi?

    Televizyon tartışmalarında konu ne olursa olsun mutlaka döner bir tarafından laikliğe gelir. Fakat tartışmaların bir yerinde –tercihan başında- laikliğin tanımını hatırlatıp öylece devam etmek yerine, laikliğin –o anda konuşan açısından- yararları sayılır. Hatırladıklarım şunlar:

    –       Laiklik çağdaşlıktır,

    –       Gelişmişliktir,

    –       İnsan onurudur,

    –       Herkesin inancını özgürce yaşayabilmesidir,

    –       İnanç özgürlüğüdür,

    –       İnanmama özgürlüğüdür,

    –       Dinsizliktir,

    –       Dinsizlik değildir,

    –       ….

    Wikipedia’ya göre ise tanımı:

    Kamu yönetimlerinde dini müdahalenin olmayışıdır; özellikle de devlet politikalarının belirlenmesinde dini etkilerin yasaklanmasıdır. Aynı zamanda dini işlere kamu yönetimlerinin karışmayışıdır”.

    Düz Türkçe ile “kamusal söylem, karar ve eylemlerin dini referanslara dayandırılmaması”dır.

    Son yıllarda ortaya atılan “sert laiklik – yumuşak laiklik” (ne demekse) ise, zaten sözcüğün başındaki (la) nedeniyle Arapçadan gelme (-siz, -sız) çağrışımı yoluyla (dinsiz) olarak yorumlanan kavram hakkında iyiden iyiye kafaları karıştırdı.

    Halbuki kavram son derece basit; “kamu yöneticileri herhangi bir dine mensup değillermiş ya da tam aksine tüm dinlere mensuplarmış gibi, içlerinden birisini öne çıkararak konuşamazlar, karar alamazlar, eylemlerde bulunamazlar”. Bu yöneticiler (muhtar, belediye başkanı ya da cumhurbaşkanı) son derece dindar ya da aksine dinsiz olabilirler. Onların söz, karar ve eylemlerine (takıları, kokuları, kılık kıyafetleri de dahil) bakarak inançları hakkında hiçbir ipucu elde edilememeli. Böylece, herhangi bir inanç ya da inançsızlık sahibi, kamu yöneticisince ötekileştirildiğini düşünmeyecek, söz ve eylemlerinde kendini tam özgür hissedecektir.

    Peki toplumun çoğunluğu aynı dini benimsemişse n’olacak?

    “%99’u Müslüman olan bir toplum halinde, kamu yöneticiler de büyük olasılıkla Müslüman olacağına göre laiklik pratik bir anlam taşır mı?”

    Bu soru, muhtemelen toplumumuzda laikliğin bir türlü yerleşemeyişinin ipucunu veriyor.

    http://goo.gl/5lHS1B adresinde İslam’ın kendi içindeki dallarından “küçük bir bölümü” görülüyor. Grafikte görünmeyen bölüm ise, toplumumuzun parçalanma konusundaki geleneksel becerisi nedeniyle oluşmuş dallanmadır.

    Bu kesimlerin kuşkusuz ki ortak inançları, ritüelleri vardır. Ama, kamu yönetimlerinin söylem, karar ve eylemleri büyük ölçüde İslam’ın iman ve ibadet ilkeleriyle ilgili olamayacağına göre, yüzlerce ayrı “inanç grubu” olduğu kesin bir gerçekliktir. Ayrıca da, her bir grubun içinde de yüzbinlerce kişi bulunduğuna ve o kişilerin inançlarında da farklılıklar olabileceğine dikkat edilmelidir.

    İyi de laik olacağız diye inancımızı özgürce yaşayamayacak mıyız?

    Eğer, inancınızı yaşama yollarınız, başkalarının inançlarına doğrudan veya dolaylı bir baskı oluşturmaya neden olacak ise, inancınızı yaşama alanınızı, başkalarının inançlarını yaşama yollarıyla kesişmeyecek şekilde sınırlayacaksınız. Çünkü en az sizin kadar başkaları da inançlarını özgürce yaşamak hakkına sahiptirler.

    İşte tam da bu nedenlerle kamu yöneticilerinin bu inanç gruplarına eşit uzaklıktaki konumlarını sürekli korumak zorunlukları vardır.

    Korumamak ne anlama gelir?

    Kamu yöneticileri, bu çok sayıdaki inanç grubundan birisine dahilse ve o grubun diğerlerinden daha doğru bir inanca sahip olduğunu düşünüp, geri kalanları da:

    (a)  Kendileri gibi inanmaya zorlamaya ve/ya

    (b)  Buna razı olmayanları kamusal imkanların dışında tutmaya veya yok saymaya

    kalkarlar ise bunun anlamı nedir? Cevap basittir: Güç bendedir; kendi dini yorumuma göre toplumu şekillendiririm!

    Aslında laiklik, bir arada yaşamak isteyen ve bireysel inanç tercihleri dolayısıyla baskı altında kalmak istemeyen özgürlüğüne düşkün bir toplumun ilk mutabakat kurması gereken en basit ve somut bir ilkedir. Bütün diğer ilkeler bundan sonra gelir. Hemen bütün önemli kavramlarda olduğu gibi laikliği tanımlamayı önemsemeyip, herkesin kendi tanımına göre hareket etmesine meydan veren “kendini laik olarak tanımlayan kesim”, 15 Temmuz darbe girişiminin en azından vicdani sorumlularından değil midir?

    17 Ağustos 2016

  • Nereden başlamalı?

    15 Temmuz darbe girişimi konusunda medya organlarında bol miktarda analiz ve çözüm okuyor, dinliyoruz.

    Hemen tamamında geçen anahtar sözcükler arasında, girişimin nedenleri bağlamında aldatılma, dış güçler, hıyanet vbg; çözüm bağlamında ise, kapatma, sistem, yapılanma, demokrasi gibi kelimeler ön sıralarda yer alıyor.

    3 Ağustos tarihli bir köşe yazısında (http://goo.gl/QOE0WQ) darbe girişimine yol açan nedenler bağlamında çoklukla tekrarlanan çelişkiler dile getirilirken, çözüm bağlamında laiklik ilkesinin önemi şu cümleyle vurgulanıyor: “Laiklik Türkiye için bir ölüm kalım meselesi. Bu göz ardı edilirse, istenen tedbir alınsın, işin sonu uçurumun dibidir”.

    Bu doğruya ne denilebilir? Demokrasinin önkoşulu sayılmak gereken laiklik ilkesinin göz ardı edilmesi rejimin ortadan kalkması demek değil midir?

    Yoksa öyle değil mi?

    Öyle olup olmadığını anlamak için başka bir örneğe bakmak lazım: Toplumumuzun fanatik bir bölümü haricinde Atatürk’ü sevmeyen var mıdır? Yok gibi görünüyor. Bunun için bir asit testi olsaydı kimin ne kadar sevdiğini (daha doğrusu saydığını) anlayabilirdik, ama yok.

    Yok mu?

    Aslında var. Atatürk’ün düşünsel mirasının tam ortasında “akıl yetisini kullanma aracı olan bilimin yol göstericiliği ” yer aldığına, bilim ise kuşku – merak – sorgulama üçlüsü, yani rasyonel ve kritik düşünme demek olduğuna göre,  öz’ü oluşturan bu kavramı önemseme bir asit testi olamaz mı?

    Okuduğunu anlama konusundaki düzeyi, uluslararası güvenilirlikteki testlerde –yani PISA- belgelenmiş[1] bulunan ve çoğu da kendini laik ve Atatürk’çü olarak tanımlayan genç nüfusumuz ve onları yetiştiren aile – okul – toplum üçlüsünün Atataürk’ün rasyonel ve kritik düşünme konusundaki mirasına saygısı anılan test yoluyla belgelenmiş değil midir? E peki hangisi doğrudur: Sözel Atatürk sevgi ve saygısı mı, yoksa yabancıların integrity = bütünlük (bizdeki karşılığı namus) dedikleri anlamda yaptıkları ?

    Bu, ağzından çıkanın anlamını düşünmemiş olmak değil mi?

    Gelelim benzer biçimde laiklik konusuna: Geçtiğimiz haftalar içinde TBMM Başkanı Sn. Kahraman, anayasadan laiklik ilkesinin çıkarılması gerektiği yolunda bir test söylemi ortaya attı. Nasıl bir tepki oluşacağını merak etmiş olabilir. Beklenebileceği gibi bir tepki oluştu ve ardından sözün şöylece düzeltilmesi yoluna gidildi (mealen): “Laiklik yararlı bir şeydir; her inanç sahibinin inancını dilediğince yaşayabilmesi demektir”.

    İlginç olan, bu ifade üzerine kamuoyundan gelen rahatlama tepkileridir: “Hah işte böyle, tepkiler gelince düzeltmek zorunda kaldı” vs.

    Laikliğe saygı (Atatürk’e saygı gibi) için asit testi de bu tepkilerdir. Yani ölesiye bağlı olduğu söylenen laiklik için, laikliğin tanımını değil, laikliğin yüzlerce yararından işine gelen birisini duyunca rahatlayan, duyduğunu anlamlandırma konusundaki bu yetersizliktir. Genellemek istemem ama, hiçbir yerde “kamusal kararların herhangi bir inanca dayandırılamayacağı; çünkü kamu denilen çoğulun içinde her inanç / inançsızlıkta kişilerin bulunacağı ve onların tercihlerine (yani egemenliklerine) saygı gösterilmesinin tartışmasızlığı” dile getirilmedi.

    Ne demek istiyorsun?

    Her yazı yazan karşısına sanal bir kişi alıp, yazdıklarına o sanalın vereceği tepkileri tahmin ederek devam eder. Ben de okuyanların neler diyeceklerini tahmin edebiliyorum.

    Demek istediğim o ki, Atatürk ya da laiklik ya da demokrasi gibi onlarca kavram tanımlanmamıştır. Bu, lafazan ve çok geniş bir kesimin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Her kavram, içinde bulunan kabın şeklini alacak şekilde sıvılaşmıştır.

    Demokrasi, cumhuriyet, laiklik, laikçilik, dindarlık, dincilik gibi onlarca kritik kavram, içleri boşaltılmış, isteyenin istediği şekle sokabileceği girişimleri beklemektedir.  Nitekim 15 Temmuz girişiminin de kod adı “Yurtta Sulh” değil midir? Her yeri kaplayan Atatürk posterlerinin içleri boşalmış “araçlar” değil midir?

    Yani tam ne demek istiyorsun?

    Atatürkçü, seküler, yaşam tarzına müdahaleden korkan, ama bu konularda sadece eleştiren, bağıran, başkalarını göreve çağıran, her bireysel çabayı “iyi niyetli ama naif” bulan, ama kendisi –yukarıda açıkladığım konularda- bir çivi bile çakmaktan uzak duran ve kendini aydın olarak niteleyip, Hüseyin Cimşit dostumun ifadesiyle “ bir şeyler olsun, iyi olsun, çabuk olsun, ama benden bir şey istenmesin” beklentisi içindeki kişilere önerim, bütün bu olumsuzlukların temelindeki yapı taşlarını anlamaya ve onlar üzerinde uğraşmayı denemeleridir.

    Örneğin:

    • İçi boşalmış kavramları ortak akılla tanımlamak için Gezi Olayları’ndan sonra başlatılan çalışmalara katkı yapmalarıdır (http://goo.gl/hGfTqu),
    • Her biri, toplumun önemli bir sorun yapıtaşını hedef alan çalışmalara katkı yapmalarıdır (http://goo.gl/qGidbd),
    • 15 Temmuz girişimine yol açan nedenleri doğru tanılamak ve sonra da onları giderecek yüzlerce projeyi toplumun ortak aklını harekete geçirebilecek teknolojilere (örn. http://goo.gl/4IhpOz, http://goo.gl/7u8Kgz) bizzat katılmak için çaba harcamaları;
    • Bu topraklarda parçalanmış, aşağılanmış, çöp kamyonlarıyla sarılmış; güçlendirmek için esas yapılması gerekenin kozlarını bilme ve kullanabilme araçları geliştirmeyi bir kenara atıp, en değerli assset’lerin başında gelen kültürel birikimi yok edilmiş bir TSK’nın, düşmanlarımıza en değerli hediye olacağı gerçeğinin anlaşılmasına katkıda bulunmaları
    • Ve eğer bir şey yapmayacaklarsa gölge etmemeleridir.

    4 Ağustos 2016

     

    [1] Bkz. http://goo.gl/3qAKDR, PISA sinavlarinda Türkiye’nin performansi

  • Çare arayışları

    İki soru..

    15 Temmuz darbe girişimi sonrasında hemen herkesin tek tek ve gruplar halinde kafa yorduğu, tartıştığı konular genel olarak ikiye ayrılıyor: Niye oldu? ve Ne yapalım da bir daha olmasın?

    Bu bence sağlıklı bir tutumdur; rasyonel akıl da bunu gerektirir. Bununla beraber toplumumuzun nitelik (http://wp.me/p2t6mi-UR) dağılımı uyarınca, çözüm arayışları genellikle kestirme yollar bulmaya, eğer yok ise icat etmeye dayalıdır ki aslında bu da iyidir, yeter ki kendi zihinlerimizdeki yargı kalıplarını (http://goo.gl/v4B3fc) evirip çevirip, bunun da adını düşünmek olarak koymayalım.

    Medya ve internet kanalıyla gördüğümüz kadarıyla, darbe girişiminin “niçin” olduğu ve bundan sonra tekrar olmaması için “ne yapılması” gerektiği konularında ortaya atılan fikirlerin ağırlığı, askeri kurumların sivilleştirilmesi (askeri okulların kaldırılıp MEB’e bağlanması gibi) çevresinde toplanıyor.

    Girişimin açık yaralarının henüz taze olduğu günlerde bu tür çözümler düşünülse de zaman içinde ortak aklın galebe çalacağı, askeri kurumsal kültürlerin değerinin daha iyi anlaşılacağı beklenir.

    Aranan ipucu şu özlemdir:

    Bu bağlamda naçizane öneride bulunmama, İçişleri sayın bakanının bir gazetede okuduğum şu cümlesi yol açtı: “öyle bir düzen kuralım ki bir daha askeri darbe yapmak mümkün olamasın”. Bu bir anahtar özlemdir ve çare üretmek isteyenler –tüm yargılarını askıya alarak- bu özlem doğrultusunda fikir üretmelidirler.

    Askeri kurumların sivil otoriteye tabi olması demokratik rejimin bir ilkesidir; ama bu, askeri kurumları sivillere bağlamakla gerçekleştirilebilir bir şey değildir. Ülkemizde bol miktarda bulunan dini örgütler, sivil kurumlar içine de sızabilirler, nitekim sızmışlardır da. O halde aranan çözüm bu olamaz, aksine TSK’nın iyiden güçsüzleşmesinin yolunu da açar; bu da temeldeki amaca hizmet eder.

    Ne yapmalı yerine “ne yapmamalı”..

    Tam bu noktada, özlemimizi ifade eden cümleyi ters çevirerek bir soru sormalıyız:

    Bugüne kadar yapageldiklerimiz içinde en önemli neyi yapmayalım ki bir daha askeri ya da diğer türlerde darbeler yapmak mümkün olamasın?

    CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın 26 Temmuz’daki Tarafsız Bölge programına katılanlardan Eray Güçlüer (E.Jand.K.Alb), “TSK’dan çeşitli kumpaslarla ilişiği kesilenlerin ortak özelliği nedir?” sorusuna şu cevabı veriyordu: “bu soruyu yıllardır düşündük; sonunda bulduğum ortak özellik biat etmezlik idi”.

    ve bir gün sonra aynı TV’nin haber saatinde Deniz Harp Okulu’ndan mobbing yoluyla atılan bir öğrenci (Ufuk İmrek) de, bu yolla atılan öğrencilerin ortak özellikleri olarak yine “biat etmezlik” niteliğine dikkat çekiyordu.

    Bu bir rastlantı değildir ve son derece anlaşılabilir bir nedene dayanmaktadır: Sadece 15 Temmuz girişimi için değil, Dünyadaki tüm kökten dinci hareketlerin ihtiyaç gösterdiği insan malzemesinin ortak özelliği “biat kültürüne yatkınlıkları” olarak görünüyor.

    Aranan cevaba bir adım daha..

    Peki buradan, “ne yapmayalım ki bir daha darbe olmasın?” sorusunun cevabına giden bir ipucu var mı? Evet var; hem de ipucu değil, cevabın tam da kendisi var: Her ölçekteki eğitim sistemi içinde, biat’ın ana elementi olan sorgulanamazlık (ezber) öğeleri tek tek temizlenmelidir (http://wp.me/p2t6mi-Ok).

    Yani..

    Askeri ya da sivil, hangi türden olursa olsun, her nerede sorgulanamazlık (ezber) var ise orada darbeci (en azından otoriter) eğilimleri özendirip besleyen bir iklim oluşur. Darbe istemiyorsanız her gün yemek öncesi alınacak ilaç “sorgulanamazlık”tır.

    Daha da ötesi..

    Çeşitli nedenlerle biat’tan vazgeçmeyip, bir yandan da darbe eğilimlerini önlemek için, okullara dersler koymak, anti-darbe yolunda beyin yıkamak, darbe cezalarını daha artırmak, sivil kurumlara bağlamak ve benzeri önlemlerin, sonuçta daha da baş edilemez belalara yol açması kaçınılmaz görünüyor.

    Esas suçlular..

    Genellikle her kriminal olayda, bir görünenler bir de hiç dikkati çekmeyenler vardır. En barizlerinden birisi eğer cinsel içerikli suçlar ise, bir diğeri de darbeler veya girişimleridir.

    Cinsel içerikli suçlar için nasıl ki sorgulama yerine hadım etme gibi zihni sinir türü bir önlemi alkışlayanlar bir anlamda bu tür suçlar için uygun iklim yaratmaya katkıda bulunuyor iseler; benzer şekilde darbe girişimleri için de, esas bakılması gereken yer eğitim sistemimizdeki ezber[1] uygulayıcıları ve yandaşlarıdır.

    İyi de kısa kes, “ne yapmayalım?”..

    Bu konularda –tam bu sözcüklerle olmasa da- sık duyduğum kestirmeci itirazını varsayarak tekrar etmeme lütfen izin veriniz: Her toplumun kültürü içine yerleştiği için farkına varılmaz hale gelen kültürel öğeler olması doğaldır. Toplumumuzun kültürü içinde de olumlu ya da olumsuz, diğer kültürlerden ayıran öğeler olduğu söylenebilir. Misafirperverlik, cesaret, tehlike anında dayanışma gibi bileşenler birkaç olumlu unsur iken, olumsuzların başında (sorgulanamazlık) gelmektedir.

    Eğer mutlaka bir şeye savaş açmak gerekiyorsa buna savaş açılmalı ve kim(ler) karşı çıkarsa çıksın açılmalıdır. Biata alıştırılmış topluluklar ile bir arada bulunamayacak bir şey varsa o da demokrasidir.

    Toplumumuzun en azından aydın (http://goo.gl/dER6ZE) kesiminin, kendisi ve ulusunun varlığını sürdürmekten daha önemli bir misyonu olabilir mi?

    Lütfen nasıl diye sormayınız, “nasıl” kavramını ince ve saklı bir itiraz aracı olarak kullanmayınız.

    Darbe = otoriter eğilimler = ezber = sorgulanamazlık = biat

    denklemini görünür bir yerlere yazınız; sonra da nasıl’ını konuşalım.

    28 Temmuz 2016

     

    [1] 1994 yılından itibaren 15 yıl, ezber sözcüğü –anlam kayması nedeniyle farklı anlam (yani “bellemek”) kazanmış olduğunu bile bile ısrarla- “sorgulanamazlık” yerine kullanılmış, eğitim sınıfının bunu idrak etmesi beklenmiştir. Ancak 2010 yılından itibaren, biraz da zorlama bir sözcük olan sorgulanamazlık terimi  kullanılmaya başlanmıştır.

    Çoğu öğretmen bir yandan (ezber)in yıkıcılığını az da olsa farketmiş, ama bir yandan da gerek (belleme)nin yabancı dil öğretimi, hemen hatırlanması gereken bilgilerin bellekte tutulması gibi yerlerde gerekli olması, gerekse (sorgulama)yı nasıl yapacağını bilememesi, bunun için gerekli çabayı göstermemesi nedenleriyle alışkanlıklarını sürdürmüştür.

    Bu yolda harcadığım yıllar boyunca edindiğim izlenim, eğitim sınıfı’nın %95+’nin, ezber kavramının sorgulanamazlık anlamına gelen esas anlamını bilmediği ve öğrenmek yolunda bir çabasının olmadığıdır. Daha da ilerisi, bir ulusal yıkım aracı olarak kullanılabilecek (ve de 15 Temmuz’da kullanılan) sorgulanamazlık konusunda yüksek öğrenim görmüş kesimin de hem yeterli beceriye ve de ilgiye sahip olmadığıdır.

  • 15 Temmuz Darbe Girişimi ve Alınacak Bir Ders

    Kimi konular doğrudan irdelenip üstünde söz söylemeye uygunsa da bazıları üzerinde bir şeyler söyleyebilmek için kimi ön tanımlamalar yapmak gerekebiliyor. Üzerinde duracağım konu 15 Temmuz darbe girişimi ile, “inisiyatif kullanma” kavramı arasındaki önemli ilişkidir. Ama önce birkaç hazırlık paragrafı.

    “Strateji” kavramı, bir hedefe erişmek amacıyla, o hedefe giden yolu tıkayan öğeler arasındaki “mevcut uzlaşıların kırılması” (breaking the  compromise) olarak  tanımlanabilir   (http://goo.gl/BxxHyr).

    Ticaretten askeri kurumlara kadar çok geniş bir alanda geçerli olan bu kavram, 15 Temmuz darbe girişimi açısından büyük önem taşıyor. Sahip olduğu yetkileri birlikte çalıştığı ekiple paylaşma bağlamında hasis davranma eğiliminde olan, gerek askeri gerekse siyasi yöneticilerin -tabii ki her tür kurum yetkilisinin- burada değinilecek olgudan ders çıkarmaları naçizane önerilir.

    Önerilir, çünkü yetki paylaşımı konusundaki bu hasisliğin zararsız bir insani cimrilik olmayıp, otoriter eğilimlerin bir numaralı göstergesi olduğu; ne gibi felaketlere yol açabileceği, ister demokrasinin isterse bir kurumun ticari sürdürülebilirliğinin bekası ile eş anlamlı olduğu böylece anlaşılabilir.

    Önce iki soru:

    • İnisiyatif körelmesi ne demek?

    Kişinin, kendine tanımlanan alan içindeki kararları, olası risklerini hesaplayarak alması ve sonuçlarına da katlanmasına inisiyatif kullanma”; bu durumda kişinin bağlı olduğu üstün, olası riskleri üstlenerek, ortaya çıkabilecek zararları, birer öğrenme fırsatı olarak görmesi ise “onurlu hata” olarak adlandırılıyor.

    Onurlu hata ilkesinin benimsenmesi, kişilerin öğrenebilirliklerinin giderek daha çok kullanılmasını ve bu yolla da gelişmelerini tahrik edecektir.

    İnisiyatif körelmesi ise, kişinin –herhangi nedenlerle- karar almayı caydıracak ortamlar içinde bulundurulması sonunda ortaya çıkan “önce bilinçli, giderek de kendiliğinden çekiniklik” haline denilebilir. Bu durumda kişi giderek, sadece söylenenleri –daha yetersiz bir performans trendiyle- yerine getiren bir kişilik kazanacaktır.

    Meselenin daha vahim yanı, bu sürecin tersinir olmayışı, bu durumdaki bir kişiye inisiyatif kullanma yetkisi verilse dahi, kişinin gerçekten de onu kullanamayacağı bir beceriksizlik düzeyine gerileyeceği gerçeğidir.

    Bu durumdaki bir kişinin kendini koruyabilmek için, ne gibi yanlış davranışlara girebileceği tahmin edilebilir.

    • Hangi durumlarda inisiyatif körelmesi iyi, hatta gereklidir?

    Bir işin, -hangi nedenle olursa olsun- tam olarak tarif edilenin dışında yapılması halinde geri dönülmez zararların doğması olasılığının yüksek olduğu hallerde inisiyatif kullanımı istenmeyebilir.

    Örneğin, askerlik mesleğinde bazı rütbelerin durumu böyledir. Süngü takılıp hücum edilmesi ya da pimi çekildikten sonra ona kadar sayılıp bombanın atılması emri verilen kişilerin, yarı yolda geri dönmenin ya da bombayı 20ye kadar elinde tutmanın daha doğru olduğu yolunda inisiyatif kullanmaları halinde hem kendilerine hem de başkalarına zarar vereceklerdir.

    • Körelme sarîdir!

    Organizasyon şemasında herhangi bir pozisyon yöneticisinin inisiyatifsiz çalışmaya mecbur kalması halinde, o pozisyona rapor eden tüm pozisyonlar da inisiyatif kullanamazlar; çünkü herkes inisiyatif kullanınca eleştirileceğinden korkar hale gelir. Bu nedenle söz konusu pozisyon ne denli yukarıda ise, organizasyonun o kadar büyük bölümü körelme olgusuyla karşı karşıya demektir.

    Her iş dalında her iki inisiyatif kullanma türüne de ihtiyaç olabilir. Dolayısıyla inisiyatif kullanımına izin verip vermeme değil, hangi pozisyondaki kişiye bu imkanın tanınıp tanınmayacağı önem taşır.

    Tek görevi çağrı karşılamak ve bunu 20 saniye içinde yapmak olan bir çağrı merkezi operatörünün, bu işi 5 dakikaya yayarak daha mutlu bir müşteri oluşturma fikrine inisiyatif kullanma imkanı tanımak ne kadar yanlış ise, bir üst düzey yöneticinin toplantıda nereye oturacağına kendisinin karar veremeyeceğinin varsayılması da o denli inisiyatif körelticidir.

    Gelelim darbe girişimi ve inisiyatif körelmesi meselesine.

    CNN Türk TV kanalında, CHP milletvekili (eski asker) Dursun Çiçek’e, darbe girişimiyle ilgili olarak Ahu Özyurt son derece akıllı bir soru soruyor: “Genel Kurmay Başkanı’nın pasifize edilmesi sonrasında, serbest durumda bulunan üst düzey bir komutan –örneğin 1nci Ordu komutanı- niçin önceden belirlenmiş bir yetki paylaşımı planı uyarınca inisiyatif almamıştır?” Soru kelime kelime tam böyle değil ama anlam tam böyle.

    Cevap ise çarpıcı: “Eskiden olsa kullanırlardı, ama Balyoz ve Ergenekon davaları sonunda kimse inisiyatif kullanmak istemez oldu”.

    Şimdi eminim, TSK içinde inisiyatif kullanmaya ne kadar önem verildiği, bunların Harp Okullarında eğitiminin verildiği vs. yolunda –konu ile hiç mi hiç ilgisi olmayan- argümanlar ileri sürülecek. Ama mesele bilgiçlik meselesi değildir.

    Yetkilerini paylaşmak istemeyen, aksine tüm yetkileri tek noktada toplamak isteyenlerin yol açtığı inisiyatif körelmesinin nelere yol açtığının görülebilmesidir.

    İnisiyatif körelmesi konusunda hepimizin tekrar kendimize dönüp, bu değerli aracın tutum ve davranışlarımızdaki yerini içtenlikle sorgulamamız ilerisi için çok yararlı olur.

    17 Temmuz 2016

  • İnovasyon teşvikle değil sorgulamakla mümkündür..

    (Eğer…. ise / Eğer ….değilse) Yöntemini Kullanarak Geliştirilebilir İnovasyon (yenileşim) Örnekleri (Rev 0 – 25.03.16) Lütfen aşağıdaki tabloyu incemeden önce Eğer … ise konulu ppt sunuma tıklayıp izleyiniz.

    TABLO >> egerdegilse_inovasyondur

    Toplumumuz inovasyonla yatıp yenileşimle kalkıyor. Devlet teşvik veriyor, inovasyon yapılırsa ne gibi “iyi şeyler” olacağı anlatılıyor.

    Yukarıdaki basit örneklerden görüleceği gibi, inovasyon talimat, teşvik ya da rica ile olmuyor. Görüldüğü gibi tek yol, “eğer ….değil ise” alanındaki inovasyon fırsatlarını görebilecek “gözlükleri takmak”.

    Bu gözlüğün adı “sorgulama”dır. Çocuklarımız Dünya’ya doğal bir sorgulama becerisiyle gelirler. Gelirler ama biz onları -kendi ideolojilerimiz yönünde- ezberletir ve yaratıcılıklarını öldürürüz.

    Gelişmemizi daha çok cahil yetiştirmeye ya da okuduğunu anlamadan Kuran’ı yüzünden okuyacak çocuklar yetiştirmeye bağlamış eğitim sınıfı mensupları ve yaranmaya çalıştıkları siyasi görevliler, tuttuğumuz bu yolla ancak başkalarına muhtaç insanlar yetiştirdiğimizin farkına varıp, inovasyonun teşvikle değil özgür düşünceli her şeyi -ama her şeyi- sorgulayabilen çocuklarımızın beyinlerini iğdiş etmekten vazgeçmekle mümkün olabileceğini idrak etmelidirler.

    25 Mart 2016

  • Çapraz Kozlar Sistemi

    21 yıl önceden bir yazı: ÇAPRAZ KOZLAR SİSTEMİ

    Bu yazının aslı, 1987 yılında, o dönemin başbakanı Turgut Özal’a yazılmış bir not idi. Daha sonraki yıllarda, bilişim hakkında yazılar yazan Çağdaş Monitor adlı bir tabloid gazetede (bugünkü BT Haber) yayımlanmıştı.

    Bilişim sektöründen bir tepki gelmeyince de 2003 yılında Yıldız Teknik Üniversitesine ait TEKMER’de bir yazılım projesi olarak ele alınmış ve ALEGAR (Alternatif Etki Güzergahları Arama) adıyla gerçekleştirilmişti (tıkla). Aşağıda, 1995’te yayımlanan gazete haberini, “niçin çok şehit veriyoruz?” sorusunun cevaplarından birisi olarak sunuyorum:

    Bir küresel köy haline gelen Dünyamızda, sınırlı kaynaklardan yararlanma önceliği elde edebilmek artık giderek bir bilgi savaşı haline gelmeye başladı. Eskiden, iki güçlü ve akıllı liderini dövüştürerek kendilerini savaş yapmış sayan insanoğlu bu akıllıca yöntemi nedendir bilinmez terketmiş, önce ordularla sonra da topyekün imkanlarıyla savaşma gibi bir çıılgınlığın içine düşmüştür.

    Bugün bu çılgınlık evresi de aşılmış, artık toplumlar gerek bir bütün, gerekse o toplumları oluşturan bireyler ya da kesimler olarak, tüm imkanları, kabiliyetleri ve fırsatlarıyla “savaşmakta”dırlar. Bu yeni savaşın adı “küresel rekabet”tir.

    Bu yeni savaş yönteminde güçlü ordular, stratejik silahlar kuşkusuz ki hala önem taşımaktadır. Ama, yakın geçmişte yaşanan Körfez Savaşı’nın da gösterdiği gibi yıllar boyu petrol gelirini silahlanmaya, ülkesini bir savaşa hazırlamaya harcamış olan bir ülke dahi, yalnız askeri yolla başarı kazanamamaktadır.

    Küresel rekabet düzeninde, ortalama olarak daha az uyuyan bir toplum çok uyuyandan; daha hızlı yürüyebilenler yavaş yürüyenlerden; yabancı dili daha iyi bilen diplomatlara sahip olanlar sahip olmayanlardan ya da daha iyi bilgisayar programı yazabilenler yazamayanlardan daima daha önde bulunmaktadır. Daha önde bulunmanın ödülü refah ve mutluluk, geride kalmanın bedeli ise işsizlik, gelir yetmezliği, sorunlarını çözememe gibi hastalıklardır.

    Bu ve benzeri yarışlarla dolu küresel rekabet ortamının değişmez motifi, çeşitli toplumlar arasındaki doğrudan ya da dolaylı “çatışma”lardır. Türkiye’nin görünürde hiçbir konuda çatışmadığı bir ülke, çatışma içinde olduğu bir ülkeyle ilişki içindeyse, o da çatışmanın taraflarından birisi demektir.

    Bir çatışmada tarafların her birinin elde etmek istediği, çatıştığı rakibine karşı varsa doğrudan üstünlüklerini kullanarak, bu yok ya da yetmiyorsa rakibinin güçsüz yanlarını kullanarak, bu da yetmiyorsa kendisi ve rakibinin dolaylı ilişkilerini değerlendirerek üstün duruma gelebilmektir.

    Bir toplumun, kendisi ve rakiplerinin dolaylı ilişkilerini belirli “amaç fonksiyon”larını gerçekleştirmek üzere her an kullanabilir durumda bulunması, ordulardan daha kesin bir caydırıcılık sağlayabilecek bir araçtır.

    Bilgi toplumunun güçlü silahı denilebilecek bu yöntemin işlerliği başlıca iki koşula bağlıdır: İstihbarat ve bu yolla edinilen bilgileri değerlendirebileceği bir algoritma!

    “Bilgi toplumunda istihbarat”, ayrı işlenmesi gereken bir konudur. İstihbarat yoluyla edinilecek doğrudan ve dolaylı üstünlük, zafiyet ve ilişki bilgilerinin bir “algoritma” ile işlenip birer eylem önerisi haline getirilmesi ise, bilişim sektörünü ilgilendiren ilginç bir konudur.

    Böyle bir sisteme “çapraz kozlar sistemi” denilebilr ve çok boyutlu bir “ilişkiler matrisi” nin işlenip, çok taraflı çatışmalar uzayımızda en yararlı -ya da en az zararlı- eylem biçimlerinin neler olabileceği hakkında sağlam öneriler sağlanabilir.

    Dışişleri örgütümüz, çeşitli bölge ya da ülkelere göre, bir miktar da konulara göre “masalar” biçiminde örgütlenmiştir. Ama bütün bu “masa”lardaki bilgilerin eşzamanlı değerlendirilebileceği bir çapraz kozlar sistemi yoktur. Bu işlevi deneyimli diplomatlar yapmaya çalışır. Ama deneyimli diplomatların, bir bilgi destek sistemine sahip olmaksızın tüm ilişkileri bilip değerlendirebilmelerine imkan yoktur.

    Gümrük Birliğine girme süreci içindeki ülkemizin bugün her zamankinden daha fazla böyle bir bilgi destek sistemi’ ne ihtiyacı vardır.

    Bu ihtiyaç bilişim sektörümüz için bir iş imkanı, toplumumuz içinse yaşamsal öneme sahip bir hayatta kalabilme aracıdır.

    Pazar, 6 Ağustos 1995

  • “Ortak Kullanım Trajedisi” ve “Likit Demokrasi”

    Önce biraz önbilgi:

    Ortak Kullanım Trajedisi (Tragedy of Commons) ilk olarak William Forster Lloyd, daha sonra da Garrett Hardin tarafından, ortak kullanılan kaynakların, kaynağın sahibi olanların tümüne en yüksek çıkarı sağlayacak şekilde değil de, herkesin sadece kendi çıkarını gözetecek şekilde kullanımını ifade etmek amacıyla kullanılmıştır.

    (Her ne kadar daha sonraları, ortak varlıkların kullanımları ile ilgili -trajediye yol açmayacak- paylaşım modellerinin mümkün olduğu ortaya konulmuş ise de, önerilen modellerin -henüz- “öneri”den ileri gidemediği, gezegenimizin durumundan görülmektedir

    Kullanımı kurallara bağlanmamış meralardaki aşırı otlatma konusunda, Victoria döneminin bir ekonomisti olan W.F. Lloyd tarafından 1883 yılında yazılan bir yazıda kullanılan bu kavram, 1968 yılında da G.Hardin tarafından yazılan bir makaleyle geniş kesimlerin ilgisini çekmiştir.

    Kendi alanında bir klasik sayılabilecek bu makale, küresel ısınma da dahil birçok sorunun kaynağını ortaya koyuyor: Grup (aile, kurum, kesim,, ulus vb.) çıkarı karşısında bireysel çıkar!

    Hardin makalesinde, söz konusu sorun’un teknik yollarla çözülemeyeceğini; teknik çözümün, doğal bilimler alanında gerçekleştirilen, insani değerler veya ahlâki düşüncelerde herhangi bir değişikliğe pek az yer veren ya da hiç̧ yer vermeyen bir çözüm olarak tanımlıyor[1].

    Kavramın gerek ortaya koyuluşu gerekse yaygınlaşması maddesel kaynaklarla ilgili; otlaklar, ormanlar, atmosfer, denizler, deniz ürünleri gibi.

    Ortak kaynakların bireysel çıkarlar uğruna aşırı kullanımı gibi, eksik kullanımları da aynı derecede ciddi bir sorundur. Örneğin, toplumun aydın tavırlı[2] insanlarının ilgi göstermeleri gereken konulardan geri durmaları da yine Ortak Kullanım Trajedisi kavramıyla ilgilidir.Çünkü aydın tavır (ya da örnek tavır) aynen otlaklar, denizler vd. kaynaklar gibi toplumun ortak kaynağıdır, hatta en değerlisidir.

    Ortak kaynakların aşırı kullanım yoluyla istismarına nasıl ki doğal bilimlerin “teknik” çözümleriyle engel olunamıyorsa, benzer şekilde eksik kullanımlarının da kurallar vazederek artırılması imkansızdır.

    Giderek karmaşıklaşan toplum yaşamının gerektirdiği “aydın tavır” katkısının, dünlere göre çok daha fazla olması gereği kolayca görülebiliyor. Bu bağlamda, plüralist demokratik yaşama öykünen insanımız açısından, giderek de artacak bir katkı söz konusudur.

    Daha düz Türkçe ile, dünün az karmaşık ve çoğunlukçu demokrasinin normlarına göre insanlarımız sorumluluklarını yönetimlere ihale edegelmiş; yönetimler de yetmezliklerini anlaşılmaz söz söyleme ustalığı yoluyla muhaliflerine fatura etme yolunu seçmişlerdir.

    Bugünün –öykünme de olsa- çoğulcu demokratik yaşamın daha karmaşık ilişkileri içinde ise, gerçekleştirmesi gereken uyum için artık bireysel olarak değişmek zorundadır. Bu değişim, söz kalabalığı, unvan ardına sığınma, kalabalığa karışma, sürekli yakınarak kendini unutturma, mazeret gösterme, “zaten” değişim içinde olduğunu iddia etme ya da benzer kurnazlık ve/ya vurdumduymazlıklarla geçiştirilebilir türden değildir.

    Daha daha düz Türkçe ile, dünün zihinsel donanımı ile bugünün karmaşıklığı içinde ve de dünün refah koşulları içinde yaşayamazsınız; eğer yaşayabiliyorsanız, bu mutlaka “aşırı otlama” yoluyla kendi çocuk veya torunlarınızdan çalınarak oluyordur.

    Buna göre milyon dolarlık soru!

    Madem Ortak Kullanım Trajedisi sorunu doğal bilimlerin teknik çözümleriyle (yasaklama, teşvik etme gibi) çözülemiyor ve madem toplumsal nitelikli sorunlarımızın çözümleri, aydın tavırlı kategorisindeki insanlarımızın katkılarına gereksinim gösteriyor,

    Bir yanda herhangi bir bedel ödemeden yaratılan sonuçlardan yararlanan –ama sürekli de yakınan- “bedava biniciler[3]” ile diğer yanda o sonuçları üretmek yolunda çeşitli türde çaba harcayanlar. Bu ikilem nasıl kırılabilir, dahası kırılabilir mi?

    Kırılabilir, kırılmalı!

    Bu ikileme tek neden yol açamayacağına, ama yüzlerce neden de eşit ağırlıklarda olamayacağına göre, kritik[4] (eleştirel) düşünerek bunların en ağırlıklılarını eleyip, onlara çareler düşünmek tek çıkar yol gibi görünüyor. Buna göre en önemli görünen dört neden için şöylesi bir sıralama olabilir:

    Olası neden 1.         Ne “bedava binici” ne de “çaba harcayan” kategorisinde olmasına karşın, önemsenmedikleri için katkı süreci dışında kalmış olan gençlerden katkı alınmaması.

    Çözüm önerisi 1    Aydın olmanın belki de temel kuralı sayılması gereken “bildiklerinden emin olmamak, kuşku duymak” yeteneğine doğal olarak sahip olan, fakat kısa bir süre sonra bu yeteneklerini kaybedebilecek olan gençler (ve çocuklar), erişkinlerimizin çok sözünü etmelerine rağmen hemen hiç kullanmadıkları –hemen her konudaki- ortak akıl süreçleri için mükemmel birer paydaştırlar.

    Onları –hangi eğitim düzeyinde olurlarsa olsunlar- ortak akıl süreçleri içine katmak gerekir.

    Olası neden 2.         Network, Ortak Akıl, Doğru Soru Sorma vb. teknikler konusunda kendilerini yeterince iyi hissetmeyenler.

    Çözüm önerisi 2    Oluşturulacak Sorun Çözme Gruplarına, bu konularda mentorluk edilmesi yeterli olabilir.

    Olası neden 3.         Katkıda bulunabileceği eylemlerin paydaşlarının herhangi diğer bir hatta aynı konudaki çözüm önerisine tepki duyduğu için katılmayanlar (örn. Nükleer karşıtı –ya da yandaşı- olduğu için veya her konuya din –ya da bilim- odaklı yaklaştığı için, … gibi).

    Çözüm önerisi 3    Evet-Hayır Demokrasisi (https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/01/E-H_Demokrasisi.pdf) yerine Likit Demokrasi (http://bit.ly/1H4HLwO) yaklaşımını yaygınlaştırarak.

    En basit anlatımla, temsili demokraside tüm seçimlerimizi bizim yerimize yapması için birer kişi (milletvekili) ya da siyasi parti yetkilendiririz. Böylece, yetkilendirdiğimiz kişi / parti dışındakileri -hiç öyle düşünmesek de- “işe yaramaz” olarak nitelemiş oluruz. Bu sistemin garabeti bellidir.

    Likit demokratik sistemde ise, her konu için ayrı bir kişi / partiyi görevlendiririz. Böylece, her konuda en yetkin olanları yetkilendirmiş oluruz.

    Buna göre, bir topluluk içinde, kimi görüşleri onaylamadığı ve karar alma süreçlerinde de ya hep ya hiç şeklinde hareket edileceğini bildiği için topluluğa katılmayı ret eden kişiler, likit oylama yöntemiyle karar alınması halinde çalışmalara katkıda bulunabileceklerdir.

    Olası neden 4.         Girift hale gelmiş ve sebep ve sonuçları birbirine karışık hale gelmiş sorunlar yumağının neresinden tutulacağı konusunda tereddütte oldukları, ortalıkta dolaşan çeşitli çözüm önerilerinin hiçbirisinin derde deva olamayacağına inandığı için geri duranlar.

    Bu gruba “şimdi ve burada” tipi çözüm (http://wp.me/p2t6mi-1PH) arayışları içinde olup, uzun vadeli çözümleri hayalci bulanlar da dahil edilebilir.

    Çözüm önerisi 4    Sorunları doğrudan çözme yerine önce onları anlama, bunun için de Kök-sorun, Sorun Kimyası gibi yaklaşımlarla kavram dağarcıklarını zenginleştirici programlar önerilir.

    Katkısı alınamayanlar içinde büyük çoğunluğu oluşturan bu dört grup içindeki her birey için etkili yöntemler kuşkusuz farklıdır. Bununla beraber bu konuların işlendiği TV ve radyo programları[5] ile, bunların kayıtlarını içeren DVD’lerin hazırlanması yararlı olabilir.

    26 Ekim 2015

    [1] İlgili makaleler için bkz. http://bit.ly/1Xqmxmm

    [2]Eğitim düzeyi veya herhangi bir alandaki kariyerinden çok, çevresindekilere daha doğruyu, daha iyiyi ve daha güzeli bizzat örnek olarak göstermek, aydın olmanın bir ölçütüdür denilebilir.

    Bir diğer ölçüt ise, aydınlatma işlevini bir toplumsal sorumluluk olarak duyumsayarak özellikle de bunu uygun sayılmayabilecek koşullarda da yerine getirmektir.

    Kişiliğinin tüm yönleriyle olmasa da bazı yönleriyle çevresindekilere örnek olabilmek, daha gerçekçi bir beklenti olup, o kişiye örnek tavır sahibi denilebilir. Hemen herkesin en az bir konuda örnek tavrının olabileceği unutulmamalıdır.

    [3] Bedava binici problemi (free rider problem), (bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Free_rider_problem) ekonomide mal ve hizmetlerden ücretsiz yararlanmaya verilen bir addır. Problem, bu durumlardaki olumsuz etkilerin nasıl sınırlanacağıdır. Örneğin, 65 yaş üstü kişilerin kamu taşıtlarından ücretsiz yararlanmaları bir “bedava binici problemi” olup, bu tür kişilerin örneğin yoğun sabah trafiğinde işe gidenleri engellememesi için kimi ülkelerde sabah ve akşam saatlerinde ücret ödemeleri gibi önlemler alınmaktadır.

    [4] Kritik, Grekçe krisis = elemek kökünden türeme. Eleştiri de benzer kökten.

    [5] Bu bağlamda bir dizi konunun işlendiği TV ve radyo programları için bkz: http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=224, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=504, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=585, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=251

  • EVET-HAYIR DEMOKRASİSİ ARTIK YETMİYOR

    Düşünce tarihimizin bütünü, evet-hayır mantığı’na (binary logic) dayalı olarak gelişti. Teknolojide alınan yola bakıldığında, o gelişmenin bütünüyle evet-hayır mantığının ürünleri olduğu görülecektir. Özellikle de son 25 yılın bilgisayar alanına getirdiği gelişmeler tamamen bu mantık sisteminin muhteşem eserleridir.

    Bu yüzden de hemen her değeri, her sistemi sorgulayan insanlar, bu mantık sistemini sorgulamadı. Ama acaba aynı şey, insan davranışları ve toplum yaşamı için de söylenebilir mi? İnsanlığın bugün karşıkarşıya bulunduğu ‘kaos’un oluşumunda acaba bu kutuplaştırıcı mantık sisteminin rolü ne olmuştur?

    1980 öncesinde ülkemiz insanlarının sağcı ve solcu olarak iki-ye ayrılma “zorunluğu”, Cumhuriyet mi yoksa Tercüman mı okuduğu, bıyıklarının pos mu, pala mı olduğu hep bu ikili mantık sisteminin ürünleri değil miydi? Bir insanın, bir kısım değerleri sağ (denilen) ve bir kısmını da sol (denilen) Dünya görüşünden alması, iki gazeteyi de okuması ve mesela bıyıksız olması acaba mümkün değil midir?

    Bugün bunları geride bıraktık. Ama ikili mantık sistemi aynı gücüyle yerinde oturup düşüncelere yön veriyor. Artık kimse kimseye sağcı mı solcu mu olduğunu sormuyor ama bu defa da Türk mü Kürt mü olduğunu merak ediyor. Ve kimse de hem Türk hem de Kürt olabilmenin mümkün olup olmadığını tartışmıyor.

    Teknolojide çok kullanışlı olan, hatta toplum yaşamı pek karmaşık değilken o alanda da pekala geçerli olan evet-hayır mantığı artık toplum yaşamında hatta artık teknolojide ve özellikle de evet-hayır mantığının en çok kullanıldığı bilgisayar alanında da yetmemektedir. Bu yetmezlik nedeniyle, yeni nesil bilgisayarların tasarımında ikili mantık yerine Fuzzy Logic denilen ve 0 ile 1 arasında başka değerlerin de bulunabileceğini kabul eden yeni bir mantık sistemi kullanılmaya başlanmıştır.

    Teknik alanda dahi yetersizliği ortaya çıkan bu mantık sistemine dayalı olan demokrasi anlayışı da artık Demokrasinin başlıca aletlerinden biri olan “seçim”, ikili mantığın en çarpık ürünlerinden birisidir. Bir seçmen A, B, C gibi ü. adaydan birini seçmek zorunda bırakıldığında, oy vereceği adayın dışında kalan iki adayı -birbirlerinden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar-, “yaramaz” safına koymaktadır.

    Halbuki, bu üç adayın hepsi de yarayışsız, üçü de yarayışlı olabileceği gibi, herbirinin bazı özellikleri “tercih edilebilir” durumda olabilir. Zaten genellikle karşılaşılan durum da bu olmasına karşın sırf mantık sisteminin gereği olması nedeniyle doğru olan yerine, bu acayip tercih yapılmak zorunda kalınmaktadır.

    Nitekim, sistemin bu eksikliğini gidermek için “koalisyon” denilen araç geliştirilmiş, seçmenlerin katılmadığı, muhtemelen olurlarının da bulunmayabileceği bir süreç parçası sisteme dahil edilmiştir. Bütün bunlar ikili mantık sisteminin eksikleridir.

    Her nekadar demokrasimizin iyi işlemeyişinin nedeni yalnızca, sistemin esas aldığı mantık sisteminin yetersizliği değilse de, restorasyonu kaçınılmaz olan demokrasimizin geçireceği onarım sürecinde bu temel yetmezliğin de dikkate alınması zorunludur. Hiç olmazsa böylece önemli bir konuda Dünyaya bir örnek vermiş de olabiliriz.

    İkili mantık sisteminin yıkılması, benimle beraber misin- bana karşı mısın? mantığına dayalı tüm kurumların yeniden yapılanmasına, belki de bazılarının tamamen ortadan kalkmasına yol açacaktır.

    Bir senet etrafında -ki bu bir dernek tüzüğü ya da bir parti programı olabilir- bir araya gelmeye mecbur kalan insanlar, birbirine zıt görüntüler verseler dahi artık aynı anda birden fazla sayıda kümenin üyesi olabilmektedir.

    Bu eğilimin doğal bir sonucu “çok az sayıda kişiden oluşan kümeler” dir. Bunlar birer “uyum ve güven grubu” olacaklar, birbirleriyle birçok konuda -herhangi zorlayıcı bir senet olmadan- anlaştıkları için, kurumlardaki geleneksel zorlayıcı ve yapay (ve de işlemeyen) denetim, yetki devri (delegasyon) ögeleri ortadan kalkacaktır.

    Bugünkü siyasi sistemimizi ve özellikle de siyasi partilerimizi bu anlayışla yeniden yapılandırmaya mecburuz. Bu, belirli özellikler çevresinde uyum ve güven oluşturmuş, küçük ve çok sayıda siyasi partinin parlamentoyu oluşturması, bunların da aralarında uzlaşacakları konular yönünde icraat yapacak hükümetleri görevlendirmesi demektir.

    İkili mantık sistemi yerine geçecek olan Fuzzy mantığı ‘na göre, seçimlerde birden fazla partinin seçilmesi mümkün olabilecek, daha doğrusu partilere birer not verilecektir. Böyle bir değerlendirmenin sonuçları muhakkak ki geleneksel evet-hayır mantıklı seçime göre farklı sonuçlar, yani farklı parlamento yapıları verecektir. Bunun ise, insanların tercihlerini çok daha doğru olarak yansıtacağı bellidir.

    Bugün için spekülasyon gibi görünen bu konu yakın bir gelecekte -bir biçimde- yaygın olarak Dünyada tartışılmaya başlanacaktır*. Niçin önce Türkiye’de tartışmaya başlamayalım? Temiz Siyaset platformunun oluşumuna en büyük katkı bu olacaktır.

    Aralık-1993

    Rev. Eylül 2016

    (*) Nitekim şimdilerde gündemde olan Likit Demokrasi kavramı tam olarak budur.

  • “Emperyalizm”in başlıca kök-nedeni: Ezber geleneği!

    İnternet’ten gelen ve bir akademisyenin yazdığı belirtilen “A.B.D.nin Karanlık Tarihi” başlıklı bir yazı, kuzey Amerika topraklarının ele geçirilişinden başlayıp Suriye, IŞİD meselesine kadarki geçmişte A.B.D.nin oynadığı çoğu zalimce rolleri popüler bir dille anlatıyor.

    Benzer yazı, anlatı, kitap, internet mesajları vb. birikimleri zihnimde bir araya getirince ilginç bir nokta dikkatimi çekti. Bunların neredeyse tamamında anlatılanlar –bir bölümü dayanaksız, duygusal, kişilerin kendilerinden menkul olsa da- çoğu toplumsal sorunların kaynağı olarak “emperyalizm”i gösteriyor.

    Birikimleri gözden geçirince ikinci dikkatimi çeken ise, her sorunun getirilip emperyalizm’e, çözümlerinin de emperyalizm ile mücadele’ye dayandırılması ve katiyetle bir adım daha ileri gidilmeyip bu meşum olgunun sorgulanmaz (ezber[1]) oluşu, zihnimde emperyalizm = Tanrı eşitliğinin oluşmasına sürükledi.

    Madem ki kavram olarak Tanrı da kendinin nedeni ve sonucudur, öncülü yoktur, bu kadar insan ağızbirliği etmişçesine emperyalizmi nihai suçlu gösterdiğine göre, onun da tanrısal bir niteliği var demektir.

    Emperyalizm, üstünde yatılacak yastık olamaz!

    Bir zamanlar bir meslek ağabeyim, yaptığımız hataları geçiştirmek için özür dileme enstrümanını keşfettiğimizi görünce, “özür, üstünde yatılacak bir yastık değildir; önce, tekrarlamamayı güvence altına alacaksınız sonra da bir cila olarak özür dileyebilirsiniz” demişti. Emperyalizm de her melanetin ihale edileceği, sonra da yapılanların yapılmaya devam edilip sonuçlarının yine aynı yere fatura edileceği bir yastık olamaz. Eğer bu bir uyanıklık değilse –ki çoğu kimsenin bu amaçla kullandığını düşünüyorum- mutlaka bir aymazlık boyutu vardır.

    Aslında biraz düşünülürse, tamamen soyut bir kavramı suçlu ilan edip savaş açmanın, bedava kahramanlık için çok da uygun bir araç olduğu görülecektir.

    Önce adlandırmayı doğru yapalım: Sömürü!

    Emperyalizme fatura edilen ne varsa “sömürü” kavramıyla açıklanabilir. Sömürü ise son derece somuttur ve “değer transferi” denilen olgunun ta kendisidir.

    –     Maslow ihtiyaçlar piramidinin her basamağındaki kişiler, bir üst ihtiyaç basamağına tırmanmak ister. Ender haller haricinde bu eğilim insan türünün ortak bir özelliğidir denilebilir.

    –     Herhangi bir –somut ya da soyut- ihtiyacın giderilmesi, mutlaka bir enerji harcamayı gerektirir. Çünkü her şey:

    1. Ya doğrudan bir enerji (güneş),
    2. Ya güneş yoluyla doğrudan üretilenler (bitki, odun, kömür, petrol, gaz, madenler),
    3. Ya bu ilk ikisi kullanılarak elde edilmiş daha karmaşık bileşik ürünler (bina, alet, makine),
    4. Ya da bunların tümü kullanılarak üretilmiş daha karmaşık ürünler (bilgi, beceri, ar-ge)

    dir[2]. Bunların tümüne bir ad vermek gerekirse en uygun isim “değer”dir[3].

    –     Maslow’un her ihtiyaç basamağı, bir alt basamaktakinden daha fazla enerji (ve/ya türevine) ihtiyaç gösterir. Örneğin, üzeri ağaç dallarıyla kaplı bir barınak sahibi insanlar, üstü akmayan –mesela kamış paketlerinden yapılmış- çatıya sahip barınağı nispeten daha kolay elde ederken, vahşi hayvanlara karşı daha korunaklı taş duvarlı bir ev yapmak daha fazla enerji gerektirir.

    –     Toplumlar, yukarda sıralanan 4 kategorideki enerji (ve türevleri) kaynaklarına bütünüyle sahip değillerdir. Çünkü, sahip oldukları enerji ve türevleri arttıkça, o toplumdaki insanlar da daha üst ihtiyaç basamaklarına tırmanmak istemekte, kendilerini yönetenlerin üzerinde başa çıkılamaz bir baskı kurmaktadırlar.

    –     Bu baskıların kaçınılmaz iki sonucundan birisi, bir toplumu oluşturan çeşitli kesimler arasında, söz konusu enerji ve türevlerinin birbirilerinden transferi çatışmalarıdır. Sınıf çatışmalarının, toplum içi sömürülerin başlıca nedeni budur.

    Diğer sonuç ise, ihtiyaç duyulan enerji ve türevlerinin, başka toplumlardan ya barışçıl yollarla (ticaret gibi) ya daha az barışçıl yollarla (sömürü yoluyla) ya da zorla (işgaller, savaşlar yoluyla) transfer edilmesidir[4].

    –     Bir toplum ortalama olarak ihtiyaçlar piramidinde ne kadar yukarılara tırmanmış ise (kalkınmış, gelişmiş) ise, daha üstlere tırmanmak için toplumdaki arzu o kadar fazla, bu ek tırmanışa karşılık gelen enerji ve dolayısıyla da transfer etmek ihtiyacında olacağı enerji ve türevi o kadar büyük olacaktır. Bu ise, barışçıl-az barışçıl-saldırgan araçların tümünün birden sonuna kadar kullanılması demektir. Nitekim bugün fiilen olan da budur.

    –     Buradaki kritik kavram, her iki halde de geçerli olan yöntemin “değer transferi” olduğudur. İnsanlığın ilk çağlarından bugüne kadar çatışmaların büyük çoğunluğunun nedeni “değer transferi” olgusudur.

    –     Bu mekanizmayı anlamaya çalışmak yerine, emperyalizm, kapitalizm gibi “değer transferi” yöntemlerinden ya da bu yöntemleri kullanan X, Y, Z gibi ülkelerden yakınmak, ilkel kabilelerin gök gürültüsüne karşı keçi kurban etmeleri kadar etkilidir. Yapılması gereken “sorgulamak yoluyla anlamak” ve “gereğini yapmak”tır.

    İkinci adım: Sömürmek için sömürülecek birileri lazım!

    Böylece açıklanan “sömürü” olgusu kendi kendinin sebebi (Tanrı gibi) değildir; tam aksine bir neden dolayısıyla ortaya çıkar ve sonrasında da o neden ile birlikte sürekli olarak birbirlerini üretirler (yumurta ve tavuk arasındaki döngüsellik gibi).

    “O neden” sorun çözme kabiliyeti yetersizliğidir!

    Her bakımdan birbirine eşit güçte iki kişi arasında sömürü olamaz; aralarında potansiyel farkı yoktur. Aynen aynı yükseklikteki iki havuzdan birbirlerine su akımı olamayacağı gibi.

    Bu potansiyel eşitliği bozabilecek herhangi bir neden (akıl, bilgi, kurnazlık, acımasızlık, biat, ahlaksızlık, ezber, yaratıcılık vb farkı) dolayısıyla taraflardan birisinin, karşılaştığı sorunları çözmedeki yetersizliği derhal bir “sömürüye açık alan” yaratır. Sömürüye açık alan bir iştah açıcı gibidir ve o ana kadar sorunsuz –hatta dost- birlikte yaşayan iki kişiden göreceli olarak daha yüksek sorun çözebilirliğe sahip olanın sömürme iştahını tahrik eder; teknik olarak, arada bir potansiyel farkı oluşur.

    Bir kural olarak bir kişi ya da bir toplumun çözemediği her sorun, çevresindekiler için birer sömürüye açık alandır. Bu alan, düşük potansiyelli olanın sömürülmesine yol açarken, yüksek potansiyelli olanlar arasında da bir paylaşım kavgasına yol açar. Sevr’e giden yol boyunca bunu bizim kadar somut yaşayan toplum galiba yoktur.

    Bu süreç kin, nefret, beddua, öbür dünyada hesaplaşma vs ile ilgisi olmayan, yer çekimi, rüzgar oluşumu gibi doğal bir olgudur. Tek çaresi ise önce ne olduğunu, niye olduğunu sorgulamak, sonra da yol açan nedenlere karşı araç geliştirmektir.

    O da ne: Ezber sorgulamayı imkansız kılıyor!

    Ezber, sosyal laboratuvarlarda üretilmiş bir virüs ya da kendiliğinden ortaya çıkmış bir mutant olabilir, bunun bir önemi yok; çünkü sonuç değişmiyor. Değişmiyor ve okul dahil tüm kurumların dokuları içine yerleşiyor ve sadece kendisine belletilenleri, söylenenleri yapıp, sonra da ortaya çıkan sonuçlardan yakınıp küfür, kahır, nefret, göğüs yumruklama, övünme, öbür dünyaya havale gibi işe yaramaz –ama enerji tükettirerek doğru işler yapmayı imkansızlaştıran- yollardan medet uman bir zavallılar topluluğu haline getiriyor.

    Evet emperyalizm, ezber’in ta kendisidir!

    Ezber, toplumumuzun sorgulama (dolayısıyla anlama, anlamayı önemseme) yetisini yok eden bir hastalıktır ve sürekli olarak sorun çözebilirlik potansiyelini azaltıp, sömürüye açık alan yaratmaktadır.

    İnanmayanlar, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67 adresindeki bildirgeyi 5 yıl içinde niçin sadece 621 kişinin imzaladığına, her ay siteyi ziyaret eden 50,000e yakın kişinin niçin bu konuya aldırmadığına bakıp şaşabilirler.

    18 Temmuz 2015

     

    [1] Farsça “kalpten” (ez: kalp, yürek, göğüs , ber: -den eki), by heart (İng), par coeur (Fr), Sorgulanmazlık, sorgulanamazlık (Tür)

    [2] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1vI, http://bit.ly/1taV5J3

    [3] Bkz. http://bit.ly/1xa9iuL

    [4] Bkz. http://wp.me/p2t6mi-1Dd

  • Aksi halde demokrasi olmaz!

    Bir TV söyleşisi (benzetmesi):

    •  “Toplum kesimleri tam temsil edilmez ise demokrasi söz konusu olamaz
    • Sadece sandık yoluyla demokrasi olmaz
    • “Kurumsal alt-yapı eksikse demokrasi olmaz”
    • “Eğitimsiz kitlelerle demokrasi olmaz”
    • “Sivil toplum örgütlenmemişse demokrasi olmaz”
    •  …… olmaz
    •   …… olmaz ve
    •   …… katiyetle olmaz.

    Sanırım, uzun yıllardır günde üç öğün, demokrasinin hangi koşullar var olmayınca söz konusu olamayacağını dinleye dinleye artık öğrendik, ezberledik. Ayrıca, bu yolla demokrasinin çok önemli bir şey olduğu da dolaylı yoldan beyinlerimize işlendi.

    Peki, bütün bunlar olmazsa demokrasinin olamayacağı tamam da, bunlar olup da demokrasi gerçekleşir ise ne olacak? Yani demokrasi bize ne verecek o belli değil.

    Demokrasi işsiz olana iş mi verecek, işi olana daha çok para mı verecek, parası olana başka mutluluklar mı verecek? Gizemli, şiirsel ifadelere başvurmaksızın bunu anlatmanın bir yolu yok mudur?

    Demokrasi halkın kendini yönetmesidir; hadi daha kısacası öz-yönetim diyelim; demek ki demokrasi olunca toplum kendi kendini yönetecek; olmadığı takdirde ise toplum kendi kendini yönetemeyecek, toplum adına başka birileri toplumu yönetecek. Daha açıkçası, kendi-kendini-yönetmek, yani öz-yönetim yerine birilerinin -mesela seçilerek belirlenmiş birilerinin- toplumu yönetmesinin ne gibi bir sakıncası var?

    Daha da Türkçesi, “yönetmek” ne demek? İster kendi kendini yönetsin ister başkası yönetsin, bunun somut anlamı nedir?

    “Sorun”, istenmeyen ve/ya istenen ama gerçekleşmesinin önünde engel bulunan ‘durum’lar olduğuna göre, yönetmek sorun çözmek anlamına geliyor. O halde, önemli olan sorunların çözülmesi ise, bunu kimin çözdüğünün ne önemi olabilir ki? Üstelik de toplumun kendi kendinin sorunlarını çözmeye çalışması yerine, seçeceği birilerine (bir çeşit taşeron) bu işi ihale etmesi daha az zahmetli bir yol değil mi?maslow

    İhtiyaçlar piramiti’nin en alt katmanındaki yaşam-sürdüme-ihtiyaçlarını karşılamak derdindeki çoğunluğun meselesi, toplumu kimin yöneteceği midir ki demokrasiyi önemsesin? Üstelik de canını dişine takmış yaşamaya ve ailesini yaşatmaya çabalayan insanların sorunlarının çözümünü üstlenecek birileri varsa daha ne istenebilir ki?

    Ben bu yönetme yani sorun çözme işini kimseye ihale etmem; çünkü sorun çözmek demek çeşitli seçenekler arasından tercihler yapmak demektir. Ben yaşamımın her alanındaki tercih yapma özgürlüğümü kimseye bırakamam” diyen birileri varsa, bu kişiler yukarıda anılan “ihtiyaçlar piramiti”nin üst katmanlarına çıkmışlar, yaşam sürdürme ihtiyaçlarının giderme endişesini aşmışlar demektir.

    Burada “yaşam tercihleri” deyimiyle kast edilen, giyim-kuşamından neye inanacağına, kaç çocuk sahibi olacağından neler içilip içilemeyeceğine kadarki geniş alandaki irili-ufaklı yüzlerce tercihtir.

    Buradan net olarak görünen odur ki, yaşam sürdürme savaşını verenlerin “yaşam tercihlerini kimin yapacağı” konusunda bir dertleri olamaz; ta ki bir üst ihtiyaçlar katmanına çıkıncaya kadar.

    Bu durumda, çoğunluğu ihtiyaçlar piramitinin ilk basamaklarında yaşamaya çalışan insanlara durup durup “şöyle olmazsa demokrasi olmaz, böyle yaparsanız demokrasi olmaz” demenin pratik bir anlamı yoktur. Onların öncelikli sorunu; demokrasi = öz-yönetim = kendi sorunlarını çözmek = kendi yaşam tercihlerini yapmada özgür olmak = birey olmak değildir. Onlara, neleri tercih edecekleri, seçtikleri insanlarca söylenecek ve onlar da ister istemez uyacaklardır.

    Ancak, o kesimler bu durumun pekala farkındadırlar ve bir üst refah katına ulaştıklarında derhal “tercih özgürlükleri”ni talep edecek, hattâ talep etmeksizin kullanmaya başlayacaklar; kendi adına tercih yapmaya kalkanlarla çatışmaya başlayacaklardır.

    Toplumumuzun ortalama refah düzeyi, çeşitli hesap yöntemlerine göre değişse de pek düşük değildir (bkz. http://bit.ly/11iNX6f). Fakat iller ve kişiler arasındaki dağılım dikkate alındığında durum değişiktir (bkz. http://bit.ly/1v5b291).

    Refah düzeyi dağılımındaki bu çarpıklık, toplumumuzdaki –hattâ diğer toplumlardaki- kutuplaşmanın temel nedenlerinden birisi olarak ortaya çıkıyor.

    Bir toplumun gerek iç gerekse dış güvenliğini sağlayacak öğelerin başında, o toplumu oluşturan kişilerin içindeki “birey” sayısının geldiği söylenebilir. Birey sayısı arttıkça alınacak kararlar daha sağlıklı olmaya başlarken, birey sayısı az olan bir toplum, kendi içindeki ve/ya dışındaki niyet sahiplerinin güdümünde –sonunda kendilerini de yok edebilecek- yönlere doğru hareket eder, ettirilebilirler.

    13 Kasım 2014 Perşembe