• Hastaneler birleşti, neler birleşmedi?

    SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığına devri yıllardır konuşulurdu, nihayet devredildi, SSK ve devlet hastaneleri birleşmiş oldu.

    Birleşmeden yana olanların savunusu “farklı bakanlıklara bağlı kurumların farklı tellerden çalacağı, aynı telden çalmaları için aynı bakanlığa bağlanmalarının zorunluğu” mealindedir.

    Birleşmeye karşı olanlar ise SSK hastanelerinin işçilere ait olduğunu (ne demekse), işçilerden yapılagelen kesintilerle kurulan bu hastanelerin onların ellerinden (!) alınamayacağını savunmaktadırlar.

    Her iki tarafın savunuları da temelsizdir. Bu ikinci dayanağın çürütülmesi çok kolaydır. Birincisi SSK hastanelerinin -bir kısmının- kuruluşunda işçilerden kesilen SSK pirimlerinin payı vardır, ama gerek geri kalanların kurulması gerekse işletmesi daima bütçeden karşılanmıştır.

    İkincisi, toplumun her kesiminden yapılan özel kesintiler karşılığında oluşturulan kurumların o kesimlere ait olması diye bir saçmalık olamaz. Bu takdirde her kesim kendinin olduğunu iddia edeceği kurum -hattâ inşaata- sahip çıkmaya kalkar.

    Üçüncüsü, SSK da bir kamu kuruluşudur ve devletin bir bakanlığına bağlıdır. Bakanlıklar toplum kesimlerine tahsisli olarak değil, genel idari ihtiyaçlara göre kurulurlar. Çalışma Bakanlığı (uzuncası Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı) işçilere ait olmadığı gibi Sağlık Bakanlığı da memurlara ait değildir.

    Dördüncüsü, SSK hastanelerinin devlet hastanelerine göre daha iyi hizmet verdiği gibi bir iddia ya da gerçek varsa, israr edilmesi gereken herhalde o iyi sistemin devlet hastanelerine de yaygınlaştırılmasını istemektir.

    Daha başka olmazlar da bulunabilir ama vakit kaybından başka bir işe yaramaz.

    Gelelim birleşmeyi savunanların gerekçelerine: Önce basit bir soru: Birleşme ne demektir? SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığına bağlanması ise “bağlanma” ne demektir?

    Bunun, “SSK hastanelerinin personelinin -maaş, tayin, terfi vbg- özlük işlemlerinin Çalışma Bakanlığınca değil Sağlık Bakanlığınca yapılacağı” demek olduğunu, yoksa ameliyatların bundan böyle Sağlık Bakanlığının ideolojik tercihlerine göre yapılacağı anlamını çıkarmanın -hem de koalisyon dönemi olmadığına göre- pek doğru olmayacağını anlıyoruz.

    Peki şimdi yine akla ziyan gibi görünebilecek bir soru: iki grup hastaneyi aynı bakanlığa bağlamanın ne gibi yararları olabilir?

    Herhalde en güçlü iddia “havuz sistemi” oluşturulacağıdır. Yani, çok sayıda hastaya, toplam açısından kısıtlı imkânların tahsisinde aynı bir merkezden yönetilen sistemin daha yüksek verimle cevap verebileceği iddiası.

    İşte, işin püf noktası buradadır. İki grup hastanenin aynı bakanlığa bağlanması, bu “ihtiyaçlara daha yüksek verimle cevap vermesi” amacını gerçekleştirebilecek bir araç değildir. Bambaşka araçlara gerek vardır.

    Nitekim, hergün TV’lerde izlediğimiz saatlerce ambulans bekleme olayları da göstermektedir ki, aynı merkeze (örneğin Sağlık Bakanlığı, Çalışma Bakanlığı, Belediye ya da bir başka merkezi kurum) bağlı ambulanslar arasında -yukarılarda anılan- “bağ” yoktur. Neredeyse her ambulans ayrı bir merkezden yönetilmektedir.

    Sık sık, bir kurumda -hatta özel kurumlarda- kaybolan evraklarımız için, “öbür arkadaş şey yapmış benim haberim yoktu” şeklinde cevaplar alırız. Ambulans gecikmesi ve evrak kaybolması arasındaki bağlantı, SSK ve Devlet Hastaneleri açısından ve de tüm kamu ve özel kurumlarımız -ve şirketlerimiz- için geçerlidir.

    Bir yarar elde edebilmek için önce sorunu doğru tariflemek gerekir. Sorun, çeşitli amaçlarla (yani ihtiyaçlarla) kurulmuş kurumlar, hattâ aynı kurumlar bünyesindeki birimler arasında işlevsel bir işbirliğinin kurulamayışıdır.

    Eğer bir hastaya hangi SSK hastanesinde uygun yer ve tedavi imkânları olduğunu, o hastaneleri tek tek dolaşmadan ve de yetkilileri ile mecelleşmeden bildirebilecek bir koordinasyon ağı yok ise -ki yoktur-, bu hastaneleri Sağlık Bakanlığına “bağlayarak” bu sorun çözülebilir mi?

    İhtiyaç olan, bir koordinasyon ağı sistemi tanımlayıp hayata geçirmek, yapılan ise iki ayrı hastane grubunun aynı bakanlığa bağlamaktır. İhtiyaç ile yapılan arasında bir bağ yoktur.

    Benzer sorun cankurtaranlar için de geçerlidir. Aynı bir kurumun farklı hastanelerinde bulunan cankurtaranları ihtiyaçlara göre yönetebilen bir ağ sisteminiz yoksa o kurumu sağlık bakanlığına bağlayarak sorunu çözebilir misiniz?

    Bu şekilde düşünülerek şu noktaya gelinebilir: Mesele hangi hastanenin hangi bakanlığa bağlı olması değildir. Hattâ, hastanelerin bakanlıklara bağlı olması da değildir. Çeşitli kurumların -belediyeler, özel idareler, sendikalar, özel hastaneler, şirketler, vakıflar vd- ellerinde çeşitli nitelik ve nicelikte tedavi imkânları vardır. Bunları aynı bir bakanlığa bağlamak hem mümkün değildir hem de son derece gereksizdir.

    Yapılması gereken, her imkânı yerinde muhafaza etmek, fakat:

    (1)Tüm tedavi imkanlarının belirli tıbbi ve işletmecilik standartlarında hizmet üretmesini sağlamak,

    (2)Bu imkânların ihtiyaçlara tahsisinde akılcı ve verimli bir “tahsis algoritması” çevresinde tüm bu kurumlarla uzlaşı sağlamak,

    (3)Bu algoritmanın işleyişini denetlemektir.

    Sağlık Bakanlığının teknik otoritesi sayılan bu 3 gereklilik için de gerek ve yeter koşuldur. Sağlık Bakanlığının tam olarak işi budur.

    Böylece ister kamu ister özel, ister SSK isterse Devlet hastanesi ya da bir yerel idarenin küçük kapasiteli sağlık tesisi olsun tüm imkânlar bir yerlere “bağlanmadan” tek elden yönetiliyormuş “gibi” koordinasyon içinde ihtiyaçlara tahsis edilebilir.

    Aksi halde, her kurum başkalarıyla imkân paylaşmaya yanaşmadan vergilerden aldığı paylarla kendi kesimine en iyi hizmeti vermeye kalkar ki bu Türkiye değil en zengin ülkelerin dahi katlanamayacağı bir israf olur.

    Sonuç: Hiyerarşik “bağlama”lara gitmeksizin -ki bir işe yaramazlar- ağ sistemleri kurmayı, bu sistemlerin gerektirdiği etkileşim anlayışını (https://tinaztitiz.com/3302/biz-icatci-insanlariz/) içimize sindirmeyi öğrenmek zorundayız.

    Çarşamba, Mart 16, 2005

  • Çıkarma Gemisi..

    Heybeliada’da neredeyse bir mahalleninyanmasına yol açan yangından sonra bir yayın kanalı belediye başkanı ile görüşüyor:

    –        Sn. Başkan, bu ve bundan evvelki yangınlarda hep itfaiyenin yetersizliği ve geç gelişinden şikayet ediliyor. Ne diyeceksiniz?

    –        İlk olarak şu var. Bu evlerin çoğu tahta, yani odundan; ahşap deniliyor. Birincisi, evler tahta olduğu için çabuk yanıyor.

    –        İkincisi; mevcut itfai takımı böyle büyük yangınlarda yetersiz kalıyor. Bu defa Anadolu yakasından yardım istiyoruz, onlar da ancak geliyorlar. Bizim çıkarma gemimiz olsa daha çabuk gelebilirler; dolayısıyla çözüm çıkarma gemisi almaktır.

    Özet olarak aktarılan bu görüşmede küçük bazı farklılıklar olabilir ama anlam aynen böyledir. Yani;

    –        Evler tahta(!)dır, tahta yanar,

    –        İtfai ekibimiz iyidir ama yangın büyüktür,

    –        Yardımsız olmaz, yardım ise çıkarma gemisiz olmaz,

    –        Ve sonuç: ne kadar çıkarma gemisi o kadar çabuk sönen yangın.

    Bu görüşme mümkünse hiç değiştirilmeden, band çözümlemesi olarak basılmalı, çoğaltılmalı ve ilköğretim okullarından üniversitelere kadar tüm eğitim kurumlarında okutulmalı ve okutulması -mümkünse- bu bir devlet politikası haline getirilmelidir.

    Bu görüşmenin kayıtlarının ardına şu aşağıdakilerin de eklenmesi gerekmeyebilir; çünkü kafası karışık olmayan normal insanlar şu birkaç maddeyi doğal izanlarıyla akıl edebilirler:

    a)     Yangın bombası veya alev makinesi kullanımı ile, LPG tankı patlaması, uzun süre için için yanıp birdenbire parlayan pamuk, hububat, tütün deposu gibi yangınlar birden çıkarlar ve çıktıkları anda ‘büyük’türler. Heybeliada’da ise yangınlar ev veya küçük iş yerlerinde çıktığı için ‘küçük’ başlar, çıkarma gemisi beklerken(!) büyür.

    b)     Küçük yangınların çıkarma gemisi olmadan söndürülmesi için ilk çağlardan bu yana geliştirilmiş yöntemler vardır.

    c)     Yangın söndürme tüpü bulundurmanın zorunlu kılınması; belirli yerlerde belediyeye ait büyük kapasiteli söndürücülerin bulundurulması,

    d)     Bu tüplerin kullanımları için sık sık (bıkmadan) eğitimler düzenlenmesi,

    e)     Halkın yangın konusunda bilinçlendirilmesi,

    f)      Adaların muhtelif yerlerine denizden su çekip basabilecek sabit ve seyyar yangın pompalarının tesis edilmesi,

    g)     Tahta ve odundan(!) yapılmış bina sakinlerinin yangın söndürme önlemleri almaya zorlanması,

    h)     Orman Genel Müdürlüğü ile anlaşma yapılarak söndürme helikopterlerinin süratli müdahale edebilecek hale getirilmesi,

    i)       Yangın riski yüksek bölgelerde (adaların hepsi), yangın gönüllülerinin özendirilmesi ve desteklenmesi (550 yıl önce İstanbulda vardı, şimdi ABD’de de var),

    j)       Bu tür yangınlarla mücadelenin aynı zamanda beklenen deprem açısından da zorunlu bir önlem olduğunun idrak edilmesi.

    k)     Adalarda mevcut itfai ekiplerinin eğitimlerinin tazelenmesi, eğitimlerinin çekirdekten yetişmiş itfai erleri yerine bu konuda taze bilgilere sahip kişi ve kurumlarca (üniversite, TÜBİTAK vbg) yapılması; kısacası bilimden yararlanılması,

    l)       Bu güne kadar adalardaki yangınların, çıkış yerleri, nedenleri, tahribat düzeyleri, müdahale gecikmeleri vb açılardan analiz edilmesi,

    m)    Adalar ile İstanbul arasındaki denizin, hava koşullarına bağlı olarak değişkenlik gösterdiğinin hiç olmazsa balıkçılara sorulması ve çıkarma gemilerinin özellikle fırtınalı havalarda -ki yangın için en uygun zamanlar- erişimlerinin imkansız olabileceğinin bu yolla idrak edilmesi,

    n)     Halkın, cahil belediye başkanlarından korunması için sık sık Tanrıya yakarmaları.

    1 Nisan 2005

     

  • Düğmeler ülkesi..

    Ülke adlarının anlamları

    Thailand (Özgür Ülke), Netherland (Çukur Ülke), Iceland (Buz Ülkesi), Greenland (Yeşil Ülke) ve Türkiye: (Düğmeler Ülkesi)

    Türkiye ne zaman sıkışsa birilerinin düğmeye bastığı ileri sürülür.

    Bu yazı bu iddianın kısmen doğru olduğunu, ama tam doğru olmadığını savunmaktadır.

    İlişkilerde temel ilke: Koz!

    Artan dünya nüfusu, kıtalan kaynaklar, vahşileşen rekabet karşısında günümüzde uluslararası ilişkilere egemen olan temel ilke, “doğrudan ve/ya dolaylı kozların yönetimi; daha da Türkçesi koz üstünlüğünü elde etmek“tir. Bir ülkenin bir diğerine karşı “koz”u, birincinin herhangi bir üstünlüğü ve/ya diğerinin herhangi bir zafiyetidir.

    Doğrudan koz, bir ülkenin topyekün ya da bir kesimiyle (ticari, politik, askeri, sektörel, kurumsal vd) , bir diğer ülkenin mütekabil yanına karşı isteklerini yaptırabilme imkanlarıdır. Bu bir tarafın üstünlüğü ya da diğer kesimin zafiyeti biçiminde olabilir. Nitekim geleneksel mücadele (power strugle) ‘doğrudan koz’ anlayışına dayalıdır.

    Dolaylı koz ise, bir ülkenin bir diğerine karşı bir veya daha çok ülke üzerinden isteklerini yaptırabilme yeteneği olarak anlaşılmalıdır. Bunun için ise, aralarında doğrudan koz bağlantısı bulunan ülkeler, birbiri peşisıra dizilerek kesintisiz bir zincir oluşturabilmelidirler.

    Bu durumda zincirin başındaki ülke diğer ucundakine karşı bir koz üstünlüğü elde etmiş demektir ki bu da dolaylı koz adı verilebilecek kavramdır. Bu kozların aynı türden (aynı bir üstünlük ya da zafiyet türü) olması gerekmez.

    Yoğun ilişki -ki dostluk, düşmanlık, ittifak ilişkileri olabilir- içindeki ülkelerin birbirlerine karşı sahip oldukları doğrudan kozlar -normal olarak- bilinir. Ancak, ‘koz AR-GE’ si denilebilecek bir yöntemi geliştirmiş olan ülkeler, diğerinden daima bir adım önde bulunacaktır.

    Bu karşılıklı bilinirlik bir doğal denge oluşturur ve her iki taraf için yaşam çevresini oluşturur, bozulmadığı sürece de ‘barışık ülkeler’ olarak kalırlar (kalmak zorundadırlar).

    Ama ülkelerden birisi, diğerinin ilişkide bulunduğu ülkelerle olan koz dengeleri hakkında bilgi sahibi ise durum değişir. Bu defa bu ülke, karşı tarafa yalnız doğrudan kozlarla değil, diğer ülkelere karşı sahip olabileceği dolaylı kozlar üzerinden de üstünlük sağlayabilir. Hatta bu yeni koz aritmetiğini iyi anlamışsa, sahip olmadığı kozları dahi üretmeye girişebilir.

    İhtiyaç halinde koz üretimi..

    Canlı bir örnek Fransa’nın, zaten sahip olduğu seçimlik bir yetkiyi, zorunlu hale getirmesidir. Bugüne kadar cumhurbaşkanının referanduma başvurma yetkisi, bu defa da bir anayasa hükmü olarak zorunlu hale getirilmiştir. Türkiye’nin AB üyeliğini önlemek için başvurulan bu yöntem, mevcut olmayan bir kozun üretimine iyi bir örnektir.

    Türkiye, dolaylı koz konseptine yabancıdır. İlişkide bulunduğu ülkelerle koz ilişkileri doğrudan kozlarla sınırlıdır ve onlar da Türkiye açısından daha ileri götürülemez durumdadır. Yeni koz üretme konusunda ise diğer alanlardaki icatçılığı kadar yaratıcıdır.

    Koz yerine düğme!

    Dolaylı koz konsepti henüz gündeminde değildir. İlişkide bulunduğu ülkeler ise bu konuda bir uzmandır ve Türkiye’nin çok sayıda noktası ‘düğmeler’ ile donatılmıştır.

    Hangi düğmeye basılırsa o taraftan canı yanmaktadır.

    Bu nedenle ‘birilerinin düğmeye basması’ deyimi yerine, ilişkide bulunduğumuz tüm ülkelerin tüm kesimlerinin (ticaret, diplomasi, siyaset, askeri) istedikleri anda gereken düğmelere basabilmesi söz konusudur.

    Türkiye bir ‘düğmeler ülkesi’dir. İlişkilerimizi ‘koz’ ve ‘dolaylı kozların yönetimi’ kavramlarına oturt(a)madığımız, bunu anlamamakta direndiğimiz ya da ayak sürüdüğümüz sürece, her yanımızdaki düğmelere basıldıkça oynatılacağız.

    Ama biz oynamak istediğimiz şekilde değil, başkalarının işine nasıl geliyorsa öyle!

    Nisan 9, 2005

     

     

  • Trilyon dolarlık kaynaklar..Eyvah!

    Medyada ve özellikle de internet’te son zamanlarda sıkça görülen, maden kaynakları ile ilgili haberlerin kaynak(lar)ı ve amaç(lar)ı hakkında bilgi sahibi değilim. Ama her ne hâl ise, bu haberlerin çoğu yurttaşta bir sevinç bir ümit yarattığı da kesindir.

    Birkaç milyar dolar için bunca mücadele yanında en küçüğü birkaç trilyon dolar değerindeki kaynakların üzerinde oturuyor olmak -hem de bundan habersiz olup da birdenbire ortaya çıkışı daha bir sürpriz oluşturuyor- müthiş bir şeydir.

    Ülkemizin bütün önemli konularında son söz sahibi durumunda olan kahvehane müdavimi yurttaşlarımızın yanısıra, mürekkep yalamış kesimden de insanlarımızın yaptıkları hesaplara göre, nadir elementlerin büyük rezervlerine sahip olan ülkemiz, bunları çıkarıp sattığı takdirde bir anda dünyanın en zengin ülkesi olması işten bile değildir.

    Vedat Özdemiroğlu’nun “Selam Dünyalı Ben Türküm” kitabını ilk gördüğümde bu adlandırmanın hoş bir espri olduğunu düşünmüştüm. Ama artık giderek bunun bir şaka olmadığını, benim farkında olmadığım sıradan bir gözlem olduğu sonucuna vardım. Başka örneklerin yanısıra, gerçekten de böyle bir hesabı ancak dünya dışından gelmiş birileri yapabilirdi.

    Bu tür düşünce sahiplerini rüyalarından uyandırmanın ne mümkün ne de gerekli olmamakla beraber, sadece ümidi kırılabilecek çocuklarımızı böyle bir psikolojik travmadan koruyabilmek için birkaç noktayı belirtmekte yarar olabilir.

    • Bor minerali başta olmak üzere, peryodik tabloda yer alan nadir elementlerin birçoğunun ülkemizde bulunduğu, bunlardan bazılarının (görünür + muhtemel + potansiyel) rezervlerinin dünya toplamının %40’larına vardığı bir gerçektir (http://www.jmo.org.tr).
    • Bir “rezerve sahip olmak” ile onun “içerdiği değere sahip olmak” arasındaki fark siyah ile beyaz arasındaki farktan daha keskindir. “İçerdiği değere sahip olmak“, o kaynağın fiyatını belirlemede söz sahibi olmak demektir. Bu ise masaya yumruk vurmak ya da benzer hamasi söylemlerle mümkün değildir.
    • Bu mineralleri -neredeyse- ham olarak satmaktayız. Taşından toprağından ayıklayıp satılan bu maddeler bu halleriyle ancak deniz suyu kadar değerlidir. Bunlara bu büyük değeri katan şey onlara sahip olmak değil, onları daha işe yarar hale getirebilecek -yani katma değer ekleyebilecek- teknolojilere sahip olmaktır ve o teknolojilere biz sahip değiliz.
    • Üniversitelerimiz bu araştırmaları yapabilecek düzeyde değildir. Her ne kadar panel, sempozyum vbg sıcak oda toplantılarında neredeyse uzayı da fethettiğimiz söylenirse de, örneğin bor mineralinin katma değerini bir miktar artırabilecek araştırmaları her bakımdan destekleyecek bir bakanlığın çabasına karşın -birkaç iyi niyetli girişimin dışında- üniversitenin ciddi bir katkısı olamadığı ayniyle vakidir.
    • Ülkemiz yalnız mineral rezervleri açısından değil, örneğin temiz su potansiyeli açısından da zengindir. Diğer yandan bitki ve hayvan türlerinin çeşitliliği açısından da dünyanın önde gelen topraklarında yaşıyoruz. Kültürel zenginlikler açısından ise tartışmasız ön sıralardayız. Dünyada giderek azalan kolay çıkarılabilir petrol kaynakları azaldıkça değerlenecek olan “kayaç gözenekleri içindeki katı petrol” varlığı açısından da zenginiz. Kısacası bir hazine -hem de çok yönlü bir hazine- üzerinde oturuyoruz.
    • İşte sorun da burada başlıyor. En ciddi tehdit, onu koruyabilecek kadar gelir elde edemediğiniz kaynaklara sahip olmak şeklinde tanımlanabilirse, bütün bu kaynakların Türkiye için çok ciddi birer tehdit kaynağı durumunda oldukları görülecektir.
    • Bu tehdit giderek artmaktadır. Yeni malzeme teknolojileri geliştikçe, hava, su, toprak gibi dün bol olan nesneler kıtaldıkça bu tehdit somut yaptırımlara dönüşecektir. Bu topraklar üzerinde artık dünkü akıl, fikir, enerji düzeyimizi değiştirmeksizin yaşamımızı sürdüremeyiz. Kıbrıs, Güneydoğu, bu konulardaki ABD ve AB politikaları ve benzeri sorunlara böyle bakılırsa durum daha kolay anlaşılabilir.
    • Ama bu durumu görebilecek olanlar yığınlar değildir, onlara böyle bir yük yüklemek haksızlıktır. Hangi öğrenim düzeyi, ünvan, sosyal statü, zenginlik, saygınlık, önem düzeyi vs’ye sahip olurlarsa olsunlar “yığınlar” mazurdurlar. Onlarla uğraşmaya gerek -ve de imkân- yoktur. Onlar giderek birbirlerini üretir, birbirlerini payelendirir, onurlandırır, mevkilendirir, destekler, korur, kollarlar. Onlar bir yumaktır. Birbirlerini tanımasalar da aralarında sessiz ve güçlü bir dayanışma vardır. Onlar için tehdit başörtüsü ile açık göbek arasındadır. Başörtüsü ya da göbek serbest kaldığı sürece onlar için başkaca tehdit yoktur. Dolayısıyla gerçek tehditin ne olduğu konusunda bu yığınların uyanması diye bir şey söz konusu olamaz.
    • Uyanması gerekenler yığın dışındakilerdir. Onları diğerlerinden ayırabilecek somut bir işaret de maalesef yoktur. Belki tek işaret, yığındakilerin onları “hayalci” olarak nitelemeleri olabilir. Çünkü yığın somut peşindedir. Soyut onlar için hayaldir, yani yoktur. Halbuki gerçeklik -o da var ise- soyutlu somutu bağlayan zincir baklalarındadır. Her ne hâl ise onların kendilerini bilmelerini yeter saymak gerekir.
    • Yığın dışındakiler için en yaşamsal sorun, kısıtlı enerjilerini dikkatli kullanmak, yığın ile çatışmaya girmemek, ne olup bittiğini iyi anlamaya, olaylar ve onların kökleri arasındaki ilişkileri her gün yeniden anlamaya ve böylece “büyük resmi”i görmeye çalışmaktır. Bu resim üzerinde ancak bundan sonra etkili olunabilir.
    • Bu topraklarda yaşayan insanların tümü için, tüm etnik ve dini kökenli insanlar için bu doğal zenginlikler, bugünkü nitelik dokumuz, yani değer yargılarımız, bilgi-beceri, ahlâk düzeyi ve ruhsal sağlık düzeyimiz karşısında birer tehdittir. Bunun, büyük resmi manipüle edenlerin dolduruşlarına gelerek, pastadan pay alacaklarını sananlarca bilinmesi iyi olur, boşuboşuna birbirimizi tüketmezdik. Ama bu mümkün olmadı, olamıyor. Ama yine de bu kesimlerin kanaat önderleri arasında bulunması mümkün yığın dışı kişiler bulunabilir. Bu gerçeği onların görmesi önemlidir.
    • Bu tehdit bugün bir oranda aktüel, daha büyük oranda ise potansiyeldir. Her geçen gün aktüel-potansiyel dengesi değişmekte, potansiyel tehditler aktüele dönüşmektedir.
    • Bu potansiyellerin katma değerini artırma konusunda teknolojilere ve daha kötüsü bu teknolojileri geliştirme konusunda bilim ve teknoloji kabiliyetlerine sahip değiliz. Yazılan makalelere pirim vererek ülkenin bilim düzeyini geliştireceğini düşünen ve bunu BT politikası olarak yazıp çizen kurumlarımız, zaten az olan kıt maddi kaynakları bu yolda kullanma kavgası veriyor.
    • Eğer kısa vadede bunun üzerine bir de -bu eksiklerin farkında olmayan- bağnaz bir sağ ya da sol milliyetçilik biner ve çala kılıç “kaynaklarımızı kimseye yedirmeyiz” politikası binerse, bu potansiyelden aktüele dönüşüm süreci birdenbire hızlanabilir. Irak’ın başına gelen ikinci felaket (Saddam dışında) işte budur ve aynısının Türkiye toprakları için olmamasını güvenceye alabilecek hiçbir şey yoktur.
    • Geri kalan az sayıda mümkün çözümden en yapılabiliri, Türkiye’nin doğrudan ve dolaylı tüm varlık ve yüklerini (assets and liabilities) konsolide biçimde bilmesi ve de bu bilgileri sürekli güncelleyebilmesidir. Oyun, bu çok boyutlu matriks üzerinde oynanırsa çıkış “mümkün olabilir”. Neo ancak böyle başarılı olabilir!

    22 Aralık 2003

  • Süreç parçalanması, kar, deprem vb..

    Ocak 2004 karı, sorunlarımızı anlamak -ve çözüm üretmek- isteyen amatör, profesyonel ve gönüllülere mükemmel bir örnektir.

    Yanlış anlaşılmasın, bu ders yerel idarelerin performansı açısından değildir. Genel kanının aksine yerel idarelerin performansı açısından hiçbir sorun yoktur. Çoğunlukçu demokrasinin ilkel denilebilecek 49-51 mantığından, çoğulcu demokrasinin çok katmanlı yapısına geçememiş toplumumuzda, çoğunluğun seçtiği yerel yönetimler eğer daha “iyi” performans gösterselerdi, eminim ki kendilerini seçen “çoğunluğun” eleştirilerine maruz kalırlardı.

    Kendi yapması gereken ne kadar işlev varsa onları yap(a)mayıp, işi, kendi direktiflerine göre uygulama yapmakla sınırlı olan “hizmetkârlara” –civil servant– değil de “yönetici” -hattâ daha aşağılayıcı olarak “bizi yönetenlere”- ihale eden toplumumuza müstahak olan “yönetici” tipi bunlardan daha farklı olabilir miydi?

    Bu açıdan bakılırsa vali, il ya da ilçe belediye başkanı gibi kişilerle onlara uygun çevrel kişilerden oluşmuş kadrolara küfür etmek haksızlıktır.

    Bilgi-beceri temelli bir yaşam örgüsü içinde -Çetin Altan’ın deyimiyle- çoğu işsiz kalacak olan bu kişiler, nasıl olduğunu anlamadan bu denli büyük yetki ve imkânlara kavuşunca, bu gücü kendi küçük algılama dünyalarının çerçevesi dışında kullanabilirler mi? Ders bu değildir.

    Söz konusu ders, kamu yönetimi kadar -özel, akademik, gönüllü, ticari, askeri vd- kurum yönetimlerini de ilgilendiren “süreç parçalanması” olgusu ile ilgilidir.

    Bir “bütün” olarak korunması gerekirken, -açıklanacak olan nedenlerle- parçalara ayrılan süreçler yönetilemez, hattâ bırakınız yönetilmeyi “anlaşılamaz” hale gelmektedir. Süreç parçalarının her birisinden sorumlu (ve yetkili) olanlar için, sürecin diğer parçaları tanımsızdır. Negatif sayıların kare kökünün olamayacağı öğretilen bir öğrenci için imajiner sayılarla işlem yapmak nasıl algı-dışı bir iş ise, kendi süreç parçacığının tanımladığı uzay içinde düşünmeye alışmış -hattâ bu konuda bilgi-beceri kazanmış- bir kişi için sürecin diğer parçaları da algı-dışı’dır.

    Belediye başkanı ile TV’de yapılan bir görüşmede, İstanbul belediye sınırları dışındaki bir yerde mahsur kalan karzedeler için “ama onlar bizim sorumluluk alanımız içinde değiller ki” diyen başkan gerçekten de haklıdır. Aslında söylemek istediği, “onlar bizim algı sınırımız dışında” biçimindedir, fakat o sınırın dışı kendisi -ve çevresi- için “yok”tur ve bu yüzden de ancak öyle ifade edebilmektedir.

    Fakat her şeye karşın yine de kendi uzayının dışında bir şeyler olduğunu ve birşeyler yapmak gerektiğini idrak etmekte ve bu yapılması gereken şeyin “çok farklı bir şey” olduğunu da farkettiği için, “en yüksek alarm düzeyi olan C planına geçilmiş bulunmaktadır” şeklinde duyurular yapmaktadır.

    O yaptığına göre benim neyim eksik” diye düşünen ve böylece büyükşehir başkanlığına adaylığını ilân eden bir ilçenin belediye başkanı ise, kendisine sorulan “bir kar kenti bu duruma nasıl getirebiliyor?” sorusuna ise yine kendi uzayının dışından bir sesle “kentin refleksi kniz tetikliyor” gibi acayip bir yanıt vermektedir.

    Peki, bütün olarak korunması gereken süreçler niçin parçalanmış -ve parçalanmaya devam etmekte-dir? Buna göre bütün işleri tek merci mi yapmalıdır? İş bölümü denilen şey neyin nesidir?

    Parçalanmanın başlıca nedenleri şunlardır:

    (1)    İşsizlikle mücadelede araç eksikliği: Tüm medyayı tarayınız; uzman yorumları, tartışma oturumları, gazete yazıları vb. hepsini. Bunların içinde hiç, “işsizliğin nedenleri nelerdir?” -ya da buna benzer- bir söz duyamaz, okuyamazsınız. Çünkü işsizliğin nedeni bellidir(!) ve yatırım yapılmamasıdır. Çözüm de, hortumlara engel olup onları yatırımlara yöneltmektir.

    İşsizliğin nedenlerinin irdelenmesi bu yazının kapsamı dışında olsa da hiç olmazsa ana başlıkların dahi verilmesi, bu bakış fıkaralığının derecesini anlatabilir. Bu nedenler* tek tek giderilmeden işleri ancak Tanrı yaratabilir.

    Bu sayılanlar sadece başlıklardır. Bunların alt-nedenleri ve onların nedenleri (ilh.) giderek daha az sayıda kök-nedene bağlanır.

    Bu nedenlerin her biri için yeteri sayı ve etkinlikte araç tanımlayan bir “İstihdam Politikası” bundan 18 yıl evvel hazırlanmış, bir süre uygulanmış ve sonra -herhalde daha kestirme yollar(!) düşünenler sayesinde- kenara bırakılmış ve bugünlere gelinmiştir.

    Şimdilerde ümit yatırımlara ve o yolla tüm işsizlerimizi inşaat işçisi -ve sonra da türkücü- yapmaya bağlanmış görünüyor.

    İşsizlikle mücadeledeki “araç yetersizliği” ile “süreç parçalanması” arasındaki sıkı bağlantı ise şudur: sayılan araçlara boş verilip yatırımlara ümit bağlanır ve o ümit de bitince işsizlerin yönelebileceği tek yer kalmaktadır: mevcut kamu kadroları.

    İnsanımızın ortalama niteliğindeki sorunlar yüzünden zaten yetersiz hizmet veren kamu kadroları bir de işsizlerin baskısı altında kalınca, bir kişilik iş için birden fazla insan çalışmaya başlamıştır.

    Bu insanlar şu nedenden dolayı süreçleri parçalamışlardır: Her süreç, içinde yer alanlarca yönetilmesi gereken kaynakları içerir. İşsiz iken kamuda iş verilen insanlar, yanıbaşlarında duran ve iş arkadaşının kullandığı -yönettiği- kaynakları gördüklerinde -hepsi değilse de- bir kısmı bundan pay almak isteyecektir. Bunun çaresi o süreci parçalayarak koparılan parçaya ait kaynağı yönetme durumuna geçmektir.

    (2)    Bütünleri ancak parçalayarak algılayabilme: Süreçlerin parçalanmasının ikinci nedeni ise bütünleri algılayamamak, süreçleri parçalayarak “ancak” algılayabilmektir. Neanderthal insan muhtemelen bu şekilde -ve gayet iyi niyetlerle- yok olmuştur.

    Birbirinden farklı gibi görünenlerin aslında bir bütünün parçalanmaması gereken elementleri olduğunu farkedemeyen Neanderthal insanı, örneğin ısınmak, pişirmek ve vahşi hayvanlardan korunmak için ateş yakmanın bir bütün olduğunu kavrayamamış ve muhtemelen bu denli çok işle başa çıkamadığı için ya aç kalmış, ya soğuktan ya da vahşi hayvan saldırısından ölmüştür.

    İstanbul’da “beyaz felâket” diye adlandırılan olayın görüldüğü gibi karla bir ilgisi yoktur. Parçalanarak un-ufak edilmiş ve bu yolla onları kontrol edenlerin algı ve tırtık -her anlamda- sınırları içine girmiş süreçler, kar ile birleşince “beyaz felaket”, trafikle birleşince “trafik canavarı”, depremle birleşince “doğal felâket”, kumar makinesi ile birleşince “kollu canavar” haline dönüşmektedir.

    Bu yüzden lütfen “bizi yönetenler”e kızmayınız ve ilgili olduğunuz süreçleri parçalamayınız, parçalatmayınız.

    10 Mart 2004

    (*) İşsizlik tanımı içine girmeyenlerin işsiz sayılması / Gelir yetmezliğinin işsizliği de üreten daha temel bir sorun olduğunun anlaşılmamış oluşu / Bilimin toplum yaşamına egemen kılınamayışı / İşgücünün nitelik yetersizliği / İşgücü nitelikleriyle ihtiyaçların çakışmaması (mismatching) / Ürettiği katma değerden fazlasını tüketerek yaşama isteği / Çocuklarına nitelik kazandırma imkân ve bilinci yetersiz olanların hızlı, imkân ve bilinci yüksek olanların ise az çoğalması (çarpık nüfus artışı) / İcat (invention) ve yenileşimler (innovation)yoluyla yüksek katma değer üretemeyen, giderek düşük ücretlendirme yoluyla ayakta kalmaya çalışan sanayi / Teknolojik yenilenmeyi yapamadığı için rekabet gücünü kaybetmekte olanların durumu (potansiyel işsiz durumundaki çalışanlar) / Kârlı çalışamadığı için rekabet gücünü kaybetmekte olanların durumu (potansiyel işsiz durumundaki çalışanlar) / Girişimciliğin önündeki engeller / Kamunun haksız rekabeti / Verginin tabana yayılamayıp az sayıda kayıtlının üzerine binmesi nedeniyle rekabet gücü düşüklüğü ve istihdamdan kaçış / İşsizlik ithalâtı (lüks tüketim malları bu demektir) / Toplumsal değer ölçülerini şekillendiren öğelerin -medya, rol modelleri vbg- çalışmayı aşağılayan tutumları / Toplumun sorun çözme kabiliyetinin düşüklüğü / Kalabalık kamu kadroları / Yüksek enflasyon / Özel iş ve işçi bulma bürolarına (marriage bureau) izin vermeyen tekelcilik / Kamudaki israf / Tasarrufun en etkili gelir yaratma yolu olduğu bilincinin yaygınlaşmamış oluşu / Mevcut işleri korumak için sürekli zorlamaların işgücü esnekliğini azaltması nedeniyle istihdamdan kaçış / Erken emeklilik nedeniyle çalışanlar üzerindeki yük vd.

  • Şort ve kepin misyonu var da…

    Çocuklar arasında yapılan bir beyin fırtınasında şu soruya cevap vermeleri istenmişti: “bir bardak ne işlere yarar?”

    Verilen cevaplar (https://tinaztitiz.com/3499/bir-bardak-ne-islere-yarar/) yalnız bir bardağın değil herhangi bir şeyin ne kadar çok işe yarayabileceğini gösteriyordu.

    Bu çeşitliliğe karşın bardağın temel varlık nedeni tektir ve o da “sıvı içmek”tir.

    Bir şeyin “nelere yaradığı” ile “temel varlık nedeni” arasındaki basit görünümlü ama derin fark, kurumsal yönetim açısından değerli bir araçtan -ülkemizde- niçin yeterince yararlanılamadığını bize düşündürmelidir.

    Bu araç “temel varlık nedeni”, “öz-niyet”, “misyon” gibi adlarla anılmaktadır.

    Otomobil üreten bir şirketin temel varlık nedeni “otomobil üretmek”, danışmanlık yapan bir şirketin misyonu “danışma hizmeti vermek”, gazete çıkaran bir kurumun öz-niyeti “halka haber vermek” değildir. Bunlar iştigal (uğraşı) konularıdır ama temel varlık nedenleri değillerdir.

    Bu şirketlerin birer öz-niyetleri olabilir ya da olmayabilir. Eğer yok ise bunlar, birkaç kez geri-dönüşüme uğratılarak bağlayıcı selüloz lifleri iyice kısalmış, böylece dış görünüşü mükemmel ama en ufak çekiştirmede yırtılan kağıtlar gibidirler.

    Hisseleri el değiştire değiştire sahipleri belirsiz hale gelmiş şirketlerin durumları böyledir. Sağlıklı görünüşlü ama içten çürümüş; niçin var oldukları belli olmayan ticari tümörlerdir.

    Bir ara yaygın olan çok ortaklı işçi şirketlerinin durumları tam olarak böyleydi. İçlerinde bayağı büyük sermayelerle kurulmuş devasa şirketler vardı, ama onlara can verebilecek bir temel varlık nedeni ortaya koyabilecek sahipleri yoktu.

    Öz-niyet, misyon ya da temel varlık nedeni, bir kuruluşun başlıca sahibinin parmak izi gibi özgün bir niteliğidir. Doğruluğu-yanlışlığı, iyiliği-kötülüğü ya da güzellik-çirkinliği tartışılmaz.

    Bir kişi temel varlık nedeni olarak “muhtaç insan bırakmamak” kavramını benimsemişken bir diğeri pekalâ “kendisine rakip bırakmamak, bir yolla hepsini yoketmek” öz-niyetine sahip olabilir. Bir başkası “yeni bir dünya görüşünü egemen kılmayı“, bir diğeri ise “her şirketi, sanata destek olacak bir kurum haline getirmek” kavramını misyon edinmiş olabilir. Bunların hiçbiri diğeri ile karşılaştırılmamalıdır.

    Bunlar birbiriyle karşılaştırılmaması gereken varlık nedenleridir ama hepsinin ortak bir yanı vardır: bu varlık nedenlerini ortadan kaldırdığınızda kuruluşlar, sağdan soldan esen rüzgârlara karşı nereye gideceği belli olmayan bir yelkenli haline gelirler.

    Ticari şirketlerle yapılan çalışmalarda “temel varlık nedeniniz nedir?” sorusuna genellikle verilen cevap “para kazanmak, kâr etmek” şeklindedir. Kâr etmek bir şirketin -hattâ herhangi bir kurumun- varlığını sürdürmesi için zorunlu bir gerekliliktir, ama temel varlık nedeni değildir.

    Para kazanmak, kâr etmek, bir başka şey için gereklidir. İşte o “şey” -her ne ise- kuruluşun misyonu, öz-niyeti, temel varlık nedenidir.

    Peki böyle bir misyon belirlenmeden kurulmuş şirketler ne olacaktır? Onlar, içlerindeki ve hattâ dışlarındaki kişi ve kurumların sürükledikleri yerlere doğru gideceklerdir. Misyonsuz bir şirketi örneğin genel müdürü kendi misyonu doğrultusunda bir yerlere götürebilir. Bu misyon çok insancıl bir varlık nedeni olabileceği gibi “müstakil bir villada huzurlu ve rahat bir gelecek yaşamak için dünyalık yapmak, bunun için de şirket sahip(ler)ini soymak” biçiminde de olabilir.

    Şirket sahibinin bir öz-niyet sahibi olması, kuruluşun tüm karar ve eylemlerinin o niyet yönünde olması için gerek koşul‘dur ama yeter koşul değildir. Kendi misyonunu yeterince yaygınlaştıramamış çok sayıda kuruluş yine de başkalarının misyonları doğrultusunda oradan oraya sürüklenebilirler.

    Kuruluşlara niçin var oldukları sorulduğunda genellikle “ne gibi yararlar sağladıklarını” anlatırlar. “Şu kadar kişiye iş imkânı sağlıyoruz; şu kadar vergi veriyoruz; şu kadar katma değer üretiyoruz, ihracat yapıyoruz vs vs“. Sorunun cevabı halâ açıktır: “sağladığınız yararlar tamam, ama siz niçin varsınız?”

    Eleştirilere başlarken genellikle ülkemizde, toplulumuzda gibi nitelemelerle başlamak adet olmuştur. Bu yazının başında da öz-niyet yoksunu kurumlardan söz açarken “ülkemizde” vurgulaması yapılmıştı. Peki ülkemizde böyledir de başka ülkelerde durum nedir? Ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde temel varlık nedeni o denli yaygın bir kurumsal yönetim aracıdır ki, misyonu net ifade edilmemiş kuruluş yoktur demek bile caizdir.

    Hattâ daha ileri gidip, mal ve hizmetlerin dahi misyonları bellidir. İşte bir örnek: spor şortları, kepleri gibi malzemeler üreten bir Avrupa firmasının keplerine taktığı karton etiketlerin üzerinde, bu kepin temel varlık nedeni şöyle yazılıdır (ve gerçekten de öyle olduğu tecrübeyle sabittir): “Amacımız basittir: sizi hiçbir şeyin -rüzgâr, yağmur, soğuk ya da sıcak- ferahlatıcılığı deneyimlemenizden alıkoymamasını sağlamak.”

    Peki, kep ya da şortun niçin var olduğunu bilmesi, ama koca koca kuruluşlarımızın göğüslerini yumruklayıp paragraflar dolusu palavraları misyon diye üretip arşivlerine koyması ne demektir?

    Bir deyiş, bunun ne demek olduğunu söylüyor: “bir kül tablasına bakıp tüm evreni anlayabilirsiniz“.

    Peki şimdi bir soru: Cumhuriyet de bir kurum olduğuna göre, temel varlık nedeni nedir, yani niçin vardır?

    Niçin var olduğunu düşünmemiş ve/ya bunu kuruluşun içinde yaygınlaştıramamış kurumlar varlıklarını -bugün ne olurlarsa olsunlar- sürdürme açısından tehlikededirler. Bu soruyu sormaya gerek görmeyen, cevapladıklarını zannedenler ise çoktan ölmüşlerdir.

    6 Temmuz 2004

  • Doğru soruları sorabilmek..

    Birkaç deyiş..

    • Kişi, sorabilmek için okumalıdır. Franz Kafka
    • Doğru soruları bulunuz. Cevapları icadetmenize gerek kalmayacak, mevcut cevapları bulacaksınız. Jonas Salk
    • Sorma eğilimi edinmiş kişiler ve sorma kültürü yaratabilmiş kurumlar başarılı olacaklardır.
    • İş idaresi okulları ve sayısız kitap, istatistik, örgütlenme, değişim yönetimi gibi konuları öğretirken, soru sorma sanatı hakkında çok az işe yarar görüş kazandırırlar.
    • Aşikar olanın irdelenebilmesi için çok sıradışı bir akıl gerekir. A.N.Whitehead
    • Önemli olan sorgulamayı kesmemektir. Merak, varoluş için kendinin sebebidir. A.Einstein
    • Bilmemek kötüdür, bilmeyi arzu etmemek daha da kötüdür. Nijerya atasözü
    • Sağduyulu bir soru bilgeliğin yarısıdır. F.Bacon
    • İyi sorular kolay cevaplardan üstündür. P.Samuelson
    • Etkili lider doğrudan emir vermez soru sorar. Dale Carnegie
    • Cehalet asla soru üretmez. B.Disraeli
    • Hiç kimse, sormayı durdurana kadar gerçek bir aptal olmaz. Charles Steinmetz
    • Akıllı bir kişinin soruları, yanıtların yarısını içerir. Solomon Ibn Gabirol
    • İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil bir soru olarak anlaşılmalıdır. Niels Bohr
    • Bir insanın zeki olup olmadığını yanıtlarından anlayabilirsiniz. Onun bilge olup olmadığını ise sorularına bakarak söyleyebilirsiniz. Naguib Mahfouz
    • Yanıtlarım için sorularınız var mı? H.Kissinger

    İletim bombardımanı

    Adına iletişim devrimi denilse de aslında bir iletim bombardımanı altındayız. Ekonomi, siyaset, uluslararası ilişkiler, magazin, spor, eğitim, medya ve akla gelebilecek tüm alanlarda bu geçerlidir.

    Bu bombardıman yoluyla iletilenlerin bu denli dağınık olmasına karşın, değişmeyen bir ortak yanı vardır: her kurumun kendi (doğru), (iyi) ve (güzel) saydığı değerleri iletmek.

    Peki, kurumlar kendi değerlerini yaymada niçin bu denli isteklidirler? Çünkü, kişileri etkileyebilmek için onların değer sistemlerinin, etkilemek isteyenlerle benzer kılınmak zorunluğu vardır.

    Sıradan insanın -özellikle de çocuk ve genç olanlar- bu iletim saldırısına karşı tutumları nedir? Genellikle 2 tür “cevap” üretiyorlar: koşullanma (iletilen değerlere itâat, biat, sormadan kabullenme vb) ya da reddetmek (iletilen değerlerin reddi, nefret, olumsuzluk, karşı kimlikler geliştirme, anti-sosyal davranışlar sergileme vb).

    İletim bombardımanından korunmak mümkün mü?

    Evet bu mümkündür. Özellikle çocuk ve gençlerin karşı karşıya bulundukları tek yanlı iletime karşı kendilerini koruyabilecekleri ve de bunların içinden işe yarayanları bulup çıkarabilecekleri bir yöntem, her türlü ifadeyi, içindeki dayanak ve sonuçlara göre sınıflandırmaktır.

    Bir ifade -yazılı ve/ya sözlü- içindeki dayanak ve sonuçlar genellikle şu alt-sınıflardan oluşmaktadır:

    Dayanaklar

    • Veriler,
    • Tez, hipotez, teoriler,
    • Alıntılar,
    • Gözlemler,
    • Öne sürülen koşul, varsayım, tahminler,

    Sonuçlar

    • Tasvir,
    • Övmek, övünmek,
    • Yermek, yerinmek,
    • Temenni, öneri, direktif,
    • Yargı,
    • Soru.

    Bir ifadenin -özellikle sözlü olanlarda- her parçasının, yukarıdaki alt-sınıflardan hangilerine ait olduğunu belirtmesi istenildiğinde, konuşmacılardan kimilerinin oldukça zorlanacağını tahmin etmek güç değildir.

    Yoğun bilgi iletim ortamındaki tüm ifadelere bu yöntemin uygulanması -hiç olmazsa bugünün teknolojileriyle- neredeyse ilmkânsız ise de, bir süre sonra, bir ifade içindeki çeşitli alt-sınıfları çaba harcamadan ayırdetmek gibi bir meleke gelişebilmektedir. Bunlardan özellikle varsayım ve yargılar en önemlileri olup, kısa bir gözlem, ifadelerin büyük bölümünün bu iki parça ağırlıklı olduğunu göstermektedir. Eskilerin doğruluğu kendinden menkûl (kendinden başka kanıtı bulunmayan anlamında) dedikleri cinsten.

    Bir diğer korunma yöntemi olarak da “soru sormak” önerilmektedir.

    Soru sormak o denli güçlü bir araçtır ki, en güvenilir görünüşlü (doğru), (iyi) ve (güzel) yargılarını bir anda kuşkulu, hattâ komik duruma düşürebilir. Örneğin:

    • Tarih bunun böyle olduğunu daima göstermiştir“,
    • “Bu yolla hiçbir şey elde edilemez”,
    • “Bu, yapılabileceklerin en iyisidir”,
    • “Yeni işler ancak yeni yatırımlarla mümkündür”,
    • “2 kere 2 daima 4 eder”,
    • “Eğitime daha çok parasal kaynak ayrılırsa kalitesi gelişir”,
    • “AB Türkiye’yi sömürür”,
    • “Türkiye’nin kurtuluşu AB’ndedir”.

    Soru sormak yalnızca çürük yargıları ortaya çıkarmaya değil -çünkü böylelikle her şeyin yanlışını bulabilen ama doğrusunu üretmekle ilgilenmeyen kişilikler ortaya çıkar-, sağlam yargılar tesis ederek sorun çözmeye yarayan bir araçtır.

    Bu ve benzer keskin yargılara karşı tek cümlelik bir soru yeterlidir: “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun ya da bu güveninin nesnel bir dayanağı var mı?” Bu geçer-geçmez testini aşabilecek kesin hüküm üretmek güç, ama çok güçtür.

    Ancak, bu denli yararlı bir aletin kullanımı, belirli bir sistematikle uygulanarak “doğru sorular”ın üretilmesine bağlıdır. Aşağıdaki bölümde bu sistematiğin önemli kısımlarına değinilecektir.

    Doğru soru, şu 3 özelliği yerine getirebilen sorulara denilebilir:

    (1)  Tekillik

    Yani, birden fazla sayıda soru tek soru içinde birleşmiş olmamalıdır. Örneğin, “nasıl iş bulabilirim?” gibisinden -pek de anlaşılır görünen- bir (soru) içinde en azından aşağıdaki (soru)lar vardır:

    • Hangi işleri yapmaya razıyım?
    • Hangi işleri yapmaya yeterliyim?
    • İhtiyacım olan geliri hangi işler sağlayabilir?
    • Yapmaya razı ve yeterli olduğum ve de ihtiyacım olan geliri sağlayabilecek olan işe -yani mal ve/ya hizmet üretimine- ihtiyaç var mı?

    Görüldüğü gibi bir sorunun içinde, ayrı ayrı yanıtları bulunabilecek çok sayıda soru bulunmaktadır. Çoğu işsiz insanın kendi kendine sorup cevabını da muhtemelen bulamadığı (soru) tekil değildir, dolayısıyla da bu haliyle yanıtlanamaz.

    Yanıtları verilebilecek hale getirilse iş yine de bulunamayabilir, fakat en azından yukarıdakilerden hangi(ler)i nedeniyle bulunamadığı daha açık olarak bilinmiş olur ve belki de bazı tercih değişikliklerine gidilebilir.

    (2)  Bulanıklığın belirliliği

    İçindeki anahtar sözcüklerin bulanıklık düzeyi belirli (definite fuzziness) olan, “aldatıcı belirlilik” (deceptive definitiveness) içermeyen (soru)lardır. Bu kavrama çeşitli örnekler  aşağıdaki TABLO’da verilmiştir:

    (3)  Netlik

    İçi boşalmış, kulağa / kaleme hoş geldiği için kullanılan, fakat, muhatabında zihinsel karışıklığa yol açan kavramlar “net” değildir. Örneğin, “ürün kalitemizi geliştirmek için nasıl bir sistem uygulamalıyız?” ya da “eğitimde kaliteyi geliştirmek için alt-yapı sorunları nasıl çözülmelidir?” gibi sorulardaki “sistem” ve “alt-yapı” deyimleri net değildir.

    Netlik aynı zamanda, dilbilgisi kurallarına uygunluğu da içermektedir.

    TABLO: “Bulanıklıktaki belirlilik” açısından kimi örnek soruların değerlendirilmesi

    Soru örnekleri Anahtar sözcük(ler) Bulanıklıktaki belirlilik Soru kalitesi hakkında düşünceler
    Bu durumun sonu ne olacak?
    • durum
    • n’olacak?
    • yüksek
    • yüksek
    Her iki anahtar sözcüğün de belirsizlik düzeyi yüksektir; ama aldatıcı bir belirlilik de iddia edilmemektedir. Bu sorunun cevabı da benzer bulanıklıkta olabilecektir. Örn. “iyi olur herhalde”, “belli olmaz” gibi.Sohbet amaçlı kullanıldığı, belirtilen türde yanıtlarla yetinildiği takdirde “doğru soru” sayılabilir.
    Bir üçgenin iç açılarının toplamı kaç derecedir?
    • üçgen
    • iç açılar
    • orta
    • yüksek
    Nasıl bir yüzey üzerinde bulunduğu belli olmayan bir üçgen söz konusudur. Belki bir düzlem üzerinde de buluyor olabilir, ama olmayabilir de. Düzlem üzerinde bulunduğu gibi bir izlenim verilmekte ise de bu belli değildir. Aldatıcı bir belirlilik vardır. Dolayısıyla “doğru soru” saymak pek yerinde değildir.
    Bir küre yüzeyi üzerine çizilmiş bir üçgenin iç açılarının toplamı kaç derecedir?
    • Yüzey
    • iç açılar
    • yüksek
    • yüksek
    Bir belirsizlik ya da aldatıcı bir belirlilik yoktur. Dolayısıyla “doğru soru” sayılmalıdır.
    İşsizlik nasıl önlenir?
    • işsizlik
    • önlemek
    • düşük
    • düşük
    Gerek işsizlik tanımının çeşitliliği, gerekse önleme deyimi ile: (a) halen işsiz olanlara iş mi bulunacağı, (b) halen işi bulunanların işlerinin güvence altına mı alınacağı, (c) gizli işsizlerin açık işsize dönüştürülüp kurum verimlerinin mi artırılacağı ya da bunların dışında bir amaç mı belirtildiği belirli değildir.Diğer yandan, bu haliyle sıkça kullanıldığı için aldatıcı bir belirlilik de kazanmış olan soru “doğru soru” sayılamaz.
    Yabancı dil öğretimindeki başarı nasıl artırılabilir?
    • başarı
    • düşük
    Ne amaçla öğretileceği (ya da öğrenileceği) belli olmayan bir konuda “başarı”dan söz etmek doğru değildir.Turist olarak gidilecek bir ülkenin dilinin çat-pat düzeyinde öğrenilmesi, bir mağazada tezgâhtarlık yapan bir kişinin belirli sorulara cevap verebilecek düzeyde yabancı dil öğrenilmesi, bir bilimsel kongreyi izleyebilecek derecede dil öğrenmek ya da bu amaçlar içinden bir veya birkaçını seçebilmeye imkân verebilecek bir temel edinmek üzere yabancı dil öğrenmek birbirinden çok farklıdır.Bu kadar belirsizliği içinde barındırmasına karşın aldatıcı bir belirlilik -hem de yüksek düzeyde bir belirlilik- içeren bu soru katiyetle “doğru soru” sayılmamalıdır.
    İrtica ile mücadele stratejisi nasıl olmalıdır?
    • irtica
    • mücadele
    • düşük
    • düşük
    Her 2 anahtar kavram da belirsizdir, fakat sıkça kullanım sonunda aldatıcı bir belirlilik kazanmışlardır. Bu nedenle “doğru soru” sayılmamalıdır.
    Sanayimizin rekabet gücü nasıl artırılabilir?
    • rekabet
    • artırmak
    • orta
    • düşük
    TL değerini devalue etmek, ihracata pirim vermek ya da diğer yollarla rekabet gücü kısa süre için artırılabilir. Ama bu uzun vade için sürdürülebilirbir rekabet gücü artışı değildir.Diğer yandan, sürekli olarak bu formlarda kullanımı nedeniyle aldatıcı bir belirlilik kazanmıştır. Dolayısıyla “doğru soru” sayılmamalıdır.

     

    Sorular niçin sorulur?

    Bir soruna, cevap(lar)ı bilinmeyen soru(lar) olarak bakılmalıdır. Soru formunda ifade edilmemiş olsalar da, örneğin, “erozyon sorunu” denildiğinde “erozyon nasıl önlenir?” ya da “sanayiin rekabet gücü düşüklüğü sorunu” denildiğinde ise “sanayiin rekabet gücü nasıl yükseltilebilir?” (soru)ları kastedilmektedir.

    Bu sorular bu halleriyle genellikle yanıtlanamazlar. Soruların bu ilk hallerine “ham sorular” denilebilir.

    Bunları yanıtları bilinen ya da bilinebilecek olan soruların birer bileşkesi olarak ifade etmek gerekir; matematikteki çarpanlara ayırma işlemi gibi!

    Bir (soru)nun değeri

    Bir ham (soru)nun parçalarından birisi durumundaki bir (soru)nun “değeri”, söz konusu ham soruyu ne ölçüde anlaşılabilir -ya da çözülebilir– kıldığı ile ölçülebilir.

    Buna göre, bir ham soru çok sayıda soruya parçalandığında, ortaya çıkacak soruların hepsi eşit “değer”de olmayabilecektir. Bazıları yüksek değerli, bazıları düşük değerli sorular bir araya gelerek ham soruyu oluşturmaktadırlar. İşte mesele, bu yüksek değerli soruları sorabilmektir.

    Yüksek değerli sorular nasıl üretilebilir?

    Her sorun kendi değerler sistemi içinde geçerlidir. Buluğ çağına giren bir erkek çocuğun avcılıkta yeterli becerileri kazanamamış olması, vahşi yaşam içindeki kabile topluluklarının değerler sistemlerine göre bir sorun iken, modern yaşamın değerler sisteminde bunun tam aksi -hayvanları beceriyle avlayabilen bir çocuk- bir (sorun) sayılır.

    Değerler sistemi, (sorun)ların tanımlandığı bir koordinat sistemi gibidir.

    Değerler sistemi, adından da anlaşılabileceği üzere çok sayıda değerden oluşmaktadır. Bunların içinde bazıları çağdaş değer normlarıyla uyuşum içindeyken kimileri de aykırı olabilmektedir. Yozlaşmış birçok değer yargısının değerler sistemi içinde pekalâ yer bulabildiğine sıkça şahit oluruz. (Bu yazının amaçları açısından ve bu yazıyla sınırlı olmak kaydıyla, “çağdaş değer normları” deyimiyle, insanlık ailesinin geçmişten bu yana, bilim, ahlâk ve sanat alanlarında üretip, zamanın aşındırıcılığına dayanabilmiş ve de değişen koşullarda geçerliğini sürdürebilmiş “değerler” kastedilmektedir. “Bu çağa ait” anlamına gelen kavrama ise, bir başka sözcük -örneğin çağcıl- karşılık olarak kullanılabilir.)

    Söz konusu yozlaşma, toplum yaşamını oluşturan şu 3 boyutta da olabilir: Bilim, ahlâk ve sanat. (Burada bilim en genel anlamıyla kullanılmakta olup, yalnızca bilimsel disiplinin tanımladığı alanı değil, akıl ve sezginin birlikte yer aldığı tüm süreçleri de -keşifler, icatlar, mühendislik, felsefe gibi- kapsamaktadır.

    Ahlâk ile, dinleri de içine alan tüm öğretilere konu olan çerçeve kastedilmektedir.

    Benzer şekilde sanat ile de belirli sanat dalları değil, en genel çerçevesiyle estetik kastediliyor.)

    Bilim boyutunu oluşturan değer yargıları (doğru) ve (yanlış)lar arasında yer alırken, ahlâk boyutundaki değerler (iyi) ve (kötü)ler arasında, sanat boyutundakiler ise (güzel) ve (çirkin) uçları arasında değerlendirilmektedir.

    İşte, yüksek değerli (soru)lar, bir (sorun)un, içinde yer aldığı değerler sisteminin bu 3 boyutunun olumsuz uçlarındaki (yanlış), (kötü) ve (çirkin) değerlerinin keşfedilip, bunların değiştirilmesine yönelik (soru)lar sorarak üretilebilir. Bu, bir anlamda matematikteki koordinat sistemi değiştirme işlemine benzetilebilir.

    Sorunlar, yoz değer uçlarında oluşur..

    O halde, doğru soru üretimine geçmeden önce, söz konusu (sorun)u çevreleyen değerler sistemini ve özellikle de bu sistemin (yanlış), (kötü) ve (çirkin) uçlarında yer almış olabilecek -soruna ilişkin- değer yargılarını incelemek gerekir.

    Çünkü, sorunların önemli bir bölümü -hepsi dememek için- bu uçlardaki değer yargıları nedeniyle oluşmakta, fakat toplumda ya genel kabul görmekte oluşu ya da paradigmaların körelticiliği nedeniyle üzerlerinde durulmamaktadır.

    Sanayide, politikada, toplum yaşamının çeşitli alanlarında sorun saptama ve çözme işiyle uğraşanların ilk bakmaları gereken yer işte bu “uç”lardır.

    Bir örnek..

    Tarım sektörü nasıl yeniden yapılandırılabilir?” formundaki bir ham soru -ki buna karşılık gelebilecek onlarca sorun üzerinde sürekli tartışılmaktadır- için yüksek değerli (soru)lan neler olabilir?

    (Bilim), (ahlâk) ve (sanat) boyutlarından ilk ikisinin daha yüksek ilgisi nedeniyle, (yanlış) ve (kötü) uçlarında yer alan değer yargıları düşünüldüğünde şunlar görülebilir:

    (Yanlış) uca yakın kimi değer yargıları

    • Devlet “önder”, diğer paydaşlar ise “tabi”dir.
    • Sektörün yeniden yapılanması, onu oluşturan kurumların yeniden yapılanmaları demektir.
    • Örgütlenme hiyerarşik olmalıdır.

    (Kötü) uca yakın kimi değer yargıları

    • Etik kurallar, kurumsal örgülerin düzgün işlemesi için kullanılabilecek etkili bir araç değildir. Bunu ancak emredici yasalar yapabilir.

    Yüksek değerli sorular bu değer yargılarından üretilebilir mi?

    Tarım sektörünün yeniden yapılandırılmasıyla ilgili söz konusu ham soru ile ilgili (yanlış) ve (kötü) değer yargılarının yukarıdaki örnekleri kullanılarak bazı sorular üretilebilir. Örneğin:

    Soru 1 : Tarım sektörünün yeniden yapılanması (YY), sektör paydaşlarının teker teker yeniden YY’ndan mı ibarettir? Paydaşların aralarındaki 2’li, 3’lü, çoklu ilişkiler, en az paydaşlar kadar önemli değil midir? YY’da bu ilişkiler de dikkate alınmalı mı? Bu denli karmaşık ve çok sayıda ilişki nasıl bir yöntemle dikkate alınabilir?

    Soru 2 : Hiyerarşik örgütlenme türü dışında başka yollar da var mıdır, olabilir mi, nasıl?

    Soru 3 : Birlikte yaşama kuralları içinde etik ve yasa’ların payları nedir, ne olmalıdır? Başka kural türleri de var mıdır? Bunlar, paydaşların birlikteki yaşamlarını düzenlemekte kullanılabilir mi, nasıl?

    Bu soruların her biri yüksek değerli sayılabilir. Çünkü, söz konusu (sorun)un anlaşılmasına -ve dolayısıyla da çözülmesine- yüksek derecede katkıda bulunabilirler. Şöyle ki:

    Soru 1 yoluyla: Çok paydaşlı sektörlerin YY, gerek paydaşların YY ve gerekse aralarındaki çeşitli ilişkilerin YY demektir. Bunların tümünü birden göz önüne alabilecek bir yöntem Paydaşlar Matriksi denilebilecek ve satır ve sütunlarında paydaşların yer aldığı bir tablodur.

    Her satır ve sütunun kesiştiği hücrede, o satır ile sütundaki paydaşlar arasındaki ilişkileri tanımlayabilecek bilgiler yer alır.

    Satır ve sütun aynı paydaşa aitse, o hücrede, o paydaşın iç yapısını tanımlayabilecek bilgiler bulunur.

    Buna göre, birisi YY öncesi, diğeri ise YY sonrasına ait olmak üzere 2 adet YY matriksi oluşturulur. YY, paydaşların iç yapılarının ve aralarındaki ilişkilerinin yeni durumlarının belirlenip uygulanması olarak anlaşılmalıdır. Bu durumda YY net bir anlam kazanmakta ve (sorun)un çözülmesine yardımcı olmaktadır.

    Soru 2 yoluyla : Ağ tipi örgütlenme, çok paydaşlı yapılar için kullanılabilecek etkili bir örgütlenme modelidir.

    Soru 3 yoluyla: Toplum ilişkileri, çeşitli kurumların birlikte yaşamalarını düzenleyecek kurallar yoluyla sağlıklı yürüyebilir. Bu kurallar, kesin sınırlı kurallar (yasalar ve ona dayalı mevzuat) ile, bulanık sınırlı (fuzzy) kurallardan (gelenekler, dini kurallar, etik kurallar gibi) oluşur.

    Bu kurallar bütünü içinde her bir kural diliminin ağırlığı dengeli olmalı, hiçbiri diğerinin üzerinde tahripkâr bir etki yapmamalıdır. Etik kurallar, çok paydaşlı bir sistemde kesin mantık kurallarına bağlanamayacak birçok ilişkiyi düzenlemekte yararlı kurallar olarak kullanılmalıdır.

    Peki, uçlara yakın bu değer yargıları nasıl belirlenecek?

    Yukarıdaki örnekten görüldüğü gibi, değerler sistemini oluşturan boyutların olumsuz uçlarına yakın değer yargıları verimli birer (soru) üretecidirler. Peki ama, bir dizi değer yargısı içinde hangilerinin üretken -yani olumsuz uçlara yakın- oldukları nasıl anlaşılacaktır? Eğer bir yöntem kullanılmaz ise bu güç olabilir.

    Bir yöntem önerisi..

    (Sorun)un, içinde tanımlandığı bilim-ahlâk-sanat boyutları içindeki değer yargılarının hangilerinin yanlış, kötü ve çirkin olduklarına bakılmaksızın, önemli değer yargıları öncelikle saptanmalıdır. Buna değer dökümleme (value audit) denilebilir. (Bkz. https://tinaztitiz.com/3247/deger-dokumleme/)

    Bu dökümleme bir ortak akıl çalışmasıyla yapılabilir. Bir beyin fırtınasında üretilebilecek çok sayıda değer önerisi, onu takibedecek süzme oturum(lar)ı yoluyla daha az sayıda önemli değere indirilir. Bunlar içinden hangilerinin olumsuz uçlara (yanlış, kötü, çirkin) ait olduğu, yine benzer bir yöntemle belirlenebilir.

    Sonuç

    Görüldüğü gibi doğru soruların sorulması oldukça meşakkatli bir süreçtir, ama varılabilecek sonuçların işe yararlılığı açısından da değerli bir yöntemdir.  Peki, sorunları çözebilmek için doğru sorular sormanın alternatifi yok mudur? Kuşkusuz vardır. Tarih boyunca öyle insanlar görülmüştür ki en karmaşık sorunları dahi zihninde -nasıl olduğu bile anlaşılamayan yollarla- işlemlere tabi tutmuş ve devrim yaratıcı değerde çözümler üretmiştir. Bilim tarihi bu gibi kişiliklere şahittir.

    Bu gibi kişiler nadir olacağına göre, toplumun gündelik sorunlarını çözebilmek için sıradan sayılabilecek çoğunluğun kullanabileceği ve yine de doğru sonuçlara götürebilecek olan yöntemlere ihtiyaç vardır. Doğru soruların sorulması bu yöntemlerin başlıcasıdır denilebilir.

    Unutulmaması gereken bir nokta da, sorunların çoğunun, doğru sorulmamış -bilindiği varsayıldığı için- sorulara verilen yanıtların yol açtığı sorunlardır. Yanlış, kötü ve çirkin uçlardaki değerlere dayalı çözümler, sorulmamış sorular yoluyla üretilmişlerdir. Pazartesi, 05 Ağustos 2002

  • Demokrasi, kalite, erozyon ve pilav lezzeti..

    Bir bilmece..

    Birbiriyle ilişki kurulması güç dört kavram bulunması istenilse, acaba başlıktaki dörtlüden daha iyisi bulunabilir mi?

    Amerikan bilmecelerinin yanıtlarında olduğu gibi, “hepsi dondurulamaz”, “hiçbiri fakirleri ilgilendirmez” gibisinden laf cambazlıkları bir yana bırakılırsa, ilişkisizlik testi açısından her halde bu dörtlü epey iyidir.

    İlişki bulma yolunda daha fazla kurcalama yapmadan önce, pilavın lezzeti ile o lezzeti oluşturan girdiler arasındaki bağlantıya bir göz atmakta yarar vardır.

    Bu satırların yazarınca 1994 yılında yazılmış bir yazıdan kimi alıntılar..

    «Pirinç, yağ, su, aşçılık hüneri gibi somut girdilerden oluşan pilav değil, tamamen soyut bir çıktı olan pilavın lezzeti önem taşır. Bu yalnız pilava özgü bir özellik olmayıp, insanlara yarar sağlayan hemen her şey aynı ilginçliğe sahiptir. Somut girdiler soyut yararı oluşturur, tek başlarına pek bir önem taşımazlar.

    Bu gerçek, şu şekilde de doğru ve belki daha da çarpıcıdır : İnsanlara yarar sağlayan soyut kavramlar, ancak onların somut girdileri mevcutsa söz konusudur, yoksa kendi başlarına “yok”turlar. Yani bir lokantada, “pirinçsiz”, “yağsız” ya da “pilav pişirme hünersiz” bir “pilav lezzeti” bulamazsınız.

    İnsan hakları (onun bir alt-küme’si olan kadın ya da çocuk hakları ya da daha doğru bir kavram olan canlı hakları) veya demokrasi adı verilen kavramlar da aynen pilavın lezzeti gibidirler. İnsanlar için çok yararlıdırlar ama girdileri yoksa onlar da yoktur, ne kadar var olmaları arzulansa da var olamazlar.

    Örneğin, (soyut) demokrasinin (somut) girdilerinden birisi ve de en önemlisi, “yüksek nitelikli insan malzemesi“dir. Bu olmaksızın demokrasiden söz etmek, pirinçsiz pilav istemeye benzer.

    Demokrasi her şeyin ilacıdır; demokrasinin kurumları oluşturulursa o kendi girdilerini de oluşturur” gibisinden bir “temenni”, pilavın lezzeti’nin, pirinci, yağı, suyu yoktan üretebileceği anlamına gelir ki bu, mümkün bir iş değildir.

    Girdileri mevcut bulunan bir demokrasinin dönerek girdilerinin de niteliğini geliştirdiği ise, yalnız demokrasi için değil tüm “somut girdi – soyut yarar” döngüleri için doğrudur. Pilavın lezzeti arttıkça, onu pişiren aşçı daha nitelikli pirinç ve yağ kullanmak, aşçılık hüneri’ni daha da geliştirmek eğilimine girer.

    Ama bu, “çıktının, girdilerin niteliğini yükselmeye zorlaması” özelliği aşırıya vardırılıp, “çıktının, mevcut olmayan girdileri bile yoktan var edebileceği” gibi anlamsız bir noktaya getirilmemelidir.

    Yıllardır en yetkin sayılan ağızlar, bu “yoktan var etme”nin savunusunu yapagelmiş, demokrasi, insan hakları, kadın hakları gibi “lezzet”ler yoluyla, çağdaş niteliklerle donanmış bir toplumu, yani pilavın pirincini üretmeye çalışmaktadırlar.

    Çağdaş niteliklerle donanmış toplumu oluşturacak olan yüksek “nitelik dokusu”na sahip bireylerin özelliklerini belirleyip, eğitim – aile – sosyal çevre üçgenini ona göre tasarlayıp yönlendirmesi gereken aydın kesim ise bu özellikleri yanlış belirlemiş, ağzı kalabalık, sokuşturma bilgi ezbercisi çocuk ve gençler üretmeye “eğitim” adını vermiştir. Bu yolla yetişen(!) insanlarımız şimdilerde kendisinin benzerlerini yetiştirmek üzere bol bol okul binası inşa etmekte, öğretmen çalıştırmakta, sistemler kurmaya çalışmakta ve bu yolla “lezzet”lere (demokrasi, insan hakları gibi) ulaşmaya çabalamaktadır.

    Ama, hedeflenen topluma varmak bir yana, her geçen gün ondan uzaklaşılmakta, onun yerine fanatizmin her türü gelişmekte, bunun sebepleri ise yetiştirilen insan tipinde değil, o “tip”in yol açtığı vakum ortamında yeşeren karanlık kafaların içinde aranmaktadır. Bir diğer deyimle sebep, o sebebin yol açtığı sonucun içinde sanılmaktadır.

    “Ne” olduğuna değil “neden” olduğuna gözlerimizi çevirene, “nedensel düşünme” yetersizliğimizi keşfedip bunu geliştirmeyi bir “ulusal akım”, hatta bir moda haline getirene kadar bu çöküş devam edecektir??…»

    Talip olan ödemeli..

    Aralarında bağlantı yokmuş gibi görünen bu dört kavram arasındaki bağlaç, “soyut lezzet isteyen, onun somut girdilerini sağlamalıdır” biçiminde özetlenebilecek bir yargıdır.

    Aydınlarımızın önemli bir bölümünün, her sorunun çözümü olarak “bütün kurum ve kurallarıyla işleyen bir demokrasi”yi -yani lezzeti- önermeleri, doğru bir önermenin yanlış kullanımına en iyi örneklerden birisidir.

    Pilav lezzeti ve demokrasi arasındaki bu bağlantı, son yılların gözde kavramlarından “kalite” ve “erozyon” için de geçerlidir.

    Kalite ya da erozyon -ile mücadele-, elde edilmek istenilen “lezzet”lerdir. Ama bu üst-kavramları oluşturan alt-kavramlar, yani onları oluşturan somut girdiler ön plana getirilip onlar üzerinde çalışılmadığı sürece, bu üst-kavramların adlarından sürekli söz edilir, ama kendilerine ulaşılamaz. Aynen pirinçsiz pilavın lezzetine ulaşılamayacağı gibi.

    Kalite, kalitesizliğe yol açan yüzlerce nedeninin tek tek ortadan kaldırılması demektir. Bir mal ya da hizmet ürününün tasarımından müşteriye sunum sonrası hizmetlere varıncaya kadar her aşamasında, “müşteri isteklerine uygunluk” demek olan kaliteyi zedeleyebilecek onlarca öğe vardır. Bu öğelerin her biri, insanlarımızın alışkanlık dokuları içine işlemiş, onların doğal davranış tercihleri haline gelmiştir. Öyle ki, hiç kimse, davranışlarını kalitesizliğe yol açması için değil, aksine doğru-iyi-güzel değerler yolunda yaşarken yaptığına inanmaktadır.

    Karısına iki gün boyunca işkence yapan sadist bir adamın kız kardeşi ağabeyini, “iyi yapmış, az da yapmış, ben olsam daha beterini yapardım” diye savunurken kendi doğruları yönünde davranmaktadır.

    Bu basit açıklama dahi, her sorunu için kestirme -ve uydurma- bir yol arayan insanlar için kalitenin ne denli erişilemez olduğunu göstermeye yeter.

    Denilebilir ki, kalite, bir toplumun değer ölçülerinin mal ve hizmet biçiminde kristalleşmiş halidir.

    Kaliteyi övmenin etkisi..

    Peki, kalitesizliğe yol açan bu değerler değişmedikçe, boyuna kaliteyi övmenin nasıl bir etkisi olur?

    Ortaçağ Avrupası’nda henüz su ile temizlenme adeti yokken, çeşitli esanslar yoluyla pis kokuların giderilmesi nasıl bir etki bırakıyor idiyse, kaliteye yol açan değerlere sahip olmayan insanlara kalite propagandası yapmak benzer etki yaratacaktır. Ama iş, kalite esansı -örneğin TSE’nin ISO 9000 belgeleri- sürünmüş kalitesizlik olgusunun daha ilerisine varır.

    Kalitesizlik özleri değişmeden kalite propagandası yapıla yapıla bir süre sonra kalitesizlik kalite olarak anlaşılmaya başlanır. Nitekim bugün durum bu değil midir? Uyduruk malı için ne yapıp edip bir kalite sertifikası edinen kuruluşlar, kaliteyi geliştirebilecek bir şey yapmadan kaliteye kavuşabilmektedirler ve de bu devlet eliyle yapılmaktadır. Kurtlar sofrası haline gelen global rekabet ortamında, bir toplumun rekabet gücünü kırmak isteyen güçler melun bir yöntem arasalar acaba bundan daha etkin bir yol bulabilirler mi?

    Ulusal kalite kampanyası“, “kalite bizim canımız feda olsun kanımız“, “siz de kaliteyi seçin” gibisinden sloganlar eğer böyle bir bilinçli tasarımın eseri değilse acaba neyin ürünüdür?

    Kalite “lezzet”tir; ona erişmek isteyenler, adıyla uğraşmayı bırakıp somut girdilerine -değer sistemi gibi- bakmalıdırlar. Erozyon ile kalite arasındaki paralellik açıktır. Erozyon, tek nedenden kaynaklanmayan -aynen kalitesizlik gibi- bir olgudur. Hatta doğrudan doğruya, “erozyon bir kalitesizlik türüdür” denilebilir.

    Çok sayıda ve birbiriyle doğrudan ilişkisi bulunmayan -herşey dolaylı olarak ilişkilidir- nedenin birleşerek ürettiği sorunlara, ifade kolaylığı bakımından kısa bir ad vermek doğrudur. Trafik terörü, ayrılıkçı terör, irtica, erozyon gibi adlandırmalar bu işlevi görmektedir. Ama diğer yandan da sorunun -adı kadar- kısa ve yalın olduğu, eğer o ada karşı bir savaş açılırsa sorunun altedilebileceği gibi bir kanı da yaratmaktadırlar.

    Erozyon da bu yalınlaştırma eğiliminin sonunda savaş ilan edilen bir sorun haline gelmiştir. Aynen trafik ya da enflasyon canavarı olarak sıkıştırılmış-adlandırılmış -somutlaştırılmış ve böylece mücadele edilebilir bir düşman haline getirilmiş sorunlarda olduğu gibi. Halbuki bu sorunlar da birer “lezzet”tirler -lezzetin mutlaka güzel olması gerekmez- ve tek başlarına “yok”turlar.

    Evet, ülkemizde trafik, enflasyon, erozyon, kalitesizlik, insan hakları ihlali, demokrasi eksiği gibi sorunlar “yok”tur. Bunları “var” ilan edip mücadele etmek -eğer bilinçli bir tasarımın eseri değillerse-, yalnızca sorunların bu koruma altında serpilip irileşmelerine ve sorun kimyası (https://tinaztitiz.com/3359/sorun-kimyasi/) uyarınca yeni sorunlar üremesine yol açmaktadır.

    Şimdi bir saptama..

    Özellikle son yıllarda iletişim açısından altın bir çağ yaşıyoruz. Ulusal ölçekte olduğu kadar yerel ölçekte de yayın yapan çok sayıda radyo ve TV istasyonumuz, sayıları yüzlerle ölçülebilecek dergilerimiz, büyük bir hızla yayılan internet kullanımımız, panellerimiz, sempozyumlarımız ve benzer kitlesel iletişim etkinliklerimiz var. Buralarda, en yakası açılmadık konular bile tartışılıyor. Bir anlamda bir iletişim sarhoşluğu yaşıyoruz.

    Bütün bu iletişim yoğunluğunun büyük bir bölümünü “sorunlar” kaplıyor. Bu da doğaldır.

    Ama ilginç olan nokta, sorunların -yukarıdaki örneklerde olduğu gibi- daima “sorun adları”ndan ibaret olması, o “lezzet”leri oluşturan somut girdiler ile çıktılar arasındaki ilişkiden tek kelimeyle dahi söz edilmemesi.

    Bunda bir tuhaflık var. Bu eğilim normal olamaz. Normal dağılım kuralı uyarınca, işin bu yönünü gündeme getiren bir radyo, bir TV, bir yazar nasıl olamaz. Hayır bu bir kabustur. Ve mutlaka uyanılacaktır. Uyanılmalıdır.

    Aralık 2003

  • Ücret kargaşası nasıl önlenebilir?

    Şikayetleri gruplayalım..

    Ücret şikayetlerini, özellikle de kamu kesimindekileri birkaç grupta toplamak mümkündür:

    1. Yaşamak istediği hayat standartı için geliri yeterli olmayanların şikayetleri (hemen herkes),
    2. Kendini mukayese ettiği kişiler / kesimler dolayısıyla gelirinden şikayet edenler -ki bunlar da ikiye ayrılır-:

    (a) Ücretini hak etmemekle birlikte, başka hak etmeyenlerin de varlığına dayanarak şikayet edenler

    (b) Ücretinin karşılığından fazlasını verdiği, objektif ölçülere göre sabit olup da şikayet edenler

    Bu üç grup içinde ilk ikisinin şikayetlerini karşılamak oldukça kolaydır. Toplum olarak zenginleştikçe, düşlediğimiz yaşam düzeyine yaklaşacağımız tabiidir.

    Bu ise, daha çok ürettikçe olabilecek bir iştir. Daha çok üretebilmenin koşulları da bellidir. Bu koşulların bağırmakla gerçekleşmesi imkansızdır.

    Dolayısıyla bu bağlamda sızıldanmanın fazla bir anlamı yoktur.

    İkinci grup için ise bu kadar dahi bir açıklamaya ihtiyaç yoktur. Yalnızca, “kötü örnek örnek alınamaz” demek yeterlidir.

    Böylece şikayetlerin %66.6’sını karşılamış olmakta, geriye sadece %33.3’lük gibi bir azınlığın (!) şikayetleri kalmaktadır. Ancak ne var ki bu azınlık, sesine çok kulak verilmesi gereken bir azınlık olup genellikle sesi pek çıkmayan, kamu kesiminin ürettiği her ne yararlı iş varsa onları üreten bir azınlıktır.

    Bir azınlığın ücret sorunu gibi görünen sorun aslında, Türkiye’mizin birçok farklı görünümlü sorununun kıyafet değiştirmiş bir bileşkesidir.

    Ürettiğinin karşılığını almak..

    Ürettiğinin -toplumun zenginlik sınırları içinde- karşılığını alamamak” şeklinde formüle edilebilecek bu sorunun çözülebilmesi için,  soruna nelerin yol açtığına bakılmalıdır. Aksi halde sorun, “filan genel müdürün haksevmezliği” veya “baba’nın çalışanlara sahip çıkmayışı” gibi gerçekle ilişiği bulunmayan biçimlere bürünebilir ve bürünmüştür bile.

    Bu nedenlerin hangisinin öbüründen daha önemli olduğu konusu biraz karışıktır. Dolayısıyla, bu sebepleri -hiç olmazsa başlangıçta- eşit önemde saymak daha doğrudur. Kanımızca, yukarıdaki şekilde formüle edilen soruna ait gerçekler şunlardır:

    (a) Ücret tanımındaki karışıklık

    Üzerinde bu denli yoğun şikayet bulunan “ücret”in tanımı konusunda, ülkemizde inanılması güç bir karışıklık vardır.

    Bir kısım vatandaşımız ücretin, devletin kendilerine ödemesi gereken ve yaptıkları ya da yapmadıkları işlerle ilgisi olmayan zorunlu bir ödeme olduğuna inanmaktadırlar.

    Bir diğer kısım ise ücreti, yaptıkları iş karşılığında kendilerine ödenen TL cinsinden bir bedel olduğunu, bunun dışındaki ödentilerin (adına yanlış olarak sosyal hak denilmektedir) ise ücret sayılamayacağını düşünmektedirler.

    Bir başka grup insanımız ise ücretin, örgütlerinin gücü ile orantılı olarak alınabilecek bir karşılık olduğunu savunurken, çok ufak bir azınlık da ücretin, işgücü piyasasına arz ettikleri akli ve/ya bedeni emeğin, arz-talep dengesi içindeki karşılığı olduğunun bilincindedir.

    Ancak her ne olursa olsun ücretin tanımı konusunda sağlıklı bir fikir birlikteliği yoktur. İnanmayanlar, rastgele 10 kişiye ücretin tanımını sorup, alacakları cevaplardan şaşkalabilirler.

    (b)Ücret verenler için de karışık tanım

    (a) şıkkında belirtilen kavram kargaşası yalnız ücret alanlar için değil, ücret verenler için de geçerlidir.

    Buna inanmayanlar da 1475 sayılı iş yasasındaki “ücret” tanımına bakabilirler.

    (c)Ücret düzeyi ve ücret yapısı

    Ücret sorunları ile ilgilenenlerin ne kadarının “ücret düzeyi” ve “ücret yapısı” kavramları gibi iki anahtar kavram hakkında doğru bilgi sahibi olduğu da şüphe götürür.

    Bu da ikinci bir eksiklik olup inanmayanlar bunu da test edebilirler*.

    (d) Gelir yetmezliği:  Kök sorun

    Şikayetlerin büyük bir bölümü, adına “Gelir Yetmezliği” denilebilecek olan ve enflasyondan tüketim ahlakı yetmezliğine, beceri yetersizliğinden hızlı nüfus artışına kadar yayılan geniş bir sorunlar yelpazesinden kaynaklanmaktadır.

    Ortalama gelir düzeyi düşük, harcama konusundaki motivasyon yüksek oldukça bu sıkıntılar azalmayacak, aksine artacaktır.

    (e)Enflasyon= Kemirgen

    Enflasyon, ücretleri kemiren -ve büyük parçalar koparan- bir etkendir.

    Enflasyon, toplumun az üretip, ondan daha çok tüketmesinden kaynaklanmaktadır.

    Hal böyle iken, birçok sektörde “en az enflasyon oranında zam yapmak”, genel kabul gören bir uygulama haline gelmiştir.

    Bu ise, bazı kesimlerin enflasyondan korunurken (kısmen, tamamen ya da fazlasıyla), bazı kesimlerin ise bu yükü olduğundan daha ağır olarak taşımalarına yol açmaktadır.

    Enflasyonun kendisi haksızlıktır. Ama bu haksızlığın haksız biçimde dağılımı, haksızlığı ortadan kaldırmamakta aksine daha da büyütmektedir.

    (f)Kalabalık kamu kadroları

    Kamu kadrolarının gereğinden fazla kalabalık olması, bu kesimde çalışanların ücretlerini düşüren en önemli etkendir.

    Kalabalık kamu kadrolarının başlıca sebepleri ise, adına İş Yaratma teknolojisi denilebilecek metodların uygulanması için çalışmak yerine, işsizliğe karşı kolay bir önlem (!) olarak kamuya ek personel almak ve ikinci olarak da özel girişimcilerin yapmaları gereken işleri (ayakkabı, bez, tuz ve süt üretiminden temizlik ve taşıma hizmetlerine kadar) kamunun yapmaya “kalkışması” dır.

    “Doğru sistem kuramamak” gibi başka nedenler varsa da ilk iki sebep zaten yeterlidir.

    (g)Yoz siyaset anlayışı

    Mevcut siyaset anlayışımız ve buna dayalı örgütlenme (ki hepsine birden yanlış siyaset anlayışı denilebilir), ücretlerin, teknik bir hesaplama işi olmaktan çıkıp, “birilerinin birilerine haksız çıkar sağlama yarışı” na dönüşmesine yol açmıştır.

    Örneğin sözleşmeli personel uygulamasının dejenere edilerek, kollanmak istenilen personele bol keseden dağıtılması, işini dürüstçe yapan insanların dolaylı olarak cezalandırılmasına yol açmıştır.

    (h)Müktesep hak

    Her ne şekilde olursa olsun bir defa alınan ücretin derhal müktesep hak haline gelmesi, sorunu içinden çıkılamaz hale getirmiştir.

    (i) Gereksiz korumacılık

    Belirli sektörlerdeki gereksiz korumacılık, o sektörlerdeki ücretlerin olması gerekenin üstüne çıkmasına ve onun da başka sektörler için “belirleyici” olmasına yol açmıştır.

    (j) Zam için manivela

    Belirli sektörler, işçi ücretlerini bir manivela olarak kullanmakta ve ürettikleri malların fiyatlarına bu yolla aşırı zam yapmaktadırlar.

    Ürün maliyeti içindeki işçilik payı örneğin %10 olan bir malı üreten özel sektör kuruluşu, işçisine toplu sözleşmede %150 zam yapmakta, ondan sonra da bunu bahane ederek ürün fiyatına yüksek oranda zam yapabilmektedir.

    Piyasa ücret yapısını bozan bu uygulama son derece yaygındır.

    (k) Yapıyı bozan ekler

    Tazminat, ek ödeme, yan ödeme vs gibi adlar altında ödenen ve güya belirli bir kesimin diğerlerine göre mağduriyetini önleyeceği sanılan acayiplikler tek sonuç vermektedir: Genel ücret yapısının daha da bozulması!

    (l)”e şit işe eşit ücret” nedir ne değildir?

    Hemen herkesin ağzında (özellikle de en çok çiğneyenlerin ağzında) slogan olmuş “eşit işe eşit ücret” in ne demek olduğunda büyük bir kavram kargaşası vardır.

    Bir kesim (çoğunluk), “eşit iş” derken, gerçekten birbirinin aynı olan işleri anlarken, çok küçük bir azınlık ise “iş değerlemesi yöntemi uygulanarak bulunan ağırlık puanlarının eşit olduğu işler” i anlayabilmektedir.

    (m) Söke söke almak!?

    “Söke söke alırız” inancı, ücret yapısı deformasyonunun önemli bir nedenidir.

    Toplu pazarlıklarda ücret zammını gerçekten “söke söke” alanların cebinden, enflasyonun “usulca” geriye aldığı zamlar, daha az “sökme” (her ne demekse) gücüne gücüne sahip olanları mağdur etmektedir.

    Toplu pazarlığın bir ilkesi serbest pazarlık ise, onun ayrılmaz ikizi de serbest rekabet olmalıdır. Çoğu tekel durumunda olan kamu kuruluşlarının ürettikleri mal ve hizmetlerdeki tekelcilik, bu “sökme” işini, tek taraflı bir eylem haline getirmektedir.

    Bu genel gerçeklerin dışında, “genel ücret yapısı” ndaki sorunlar şu özel nedenlerden de beslenmektedir:

    (n) İlke eksikleri

    657 sayılı Devlet Personel Yasası, toplumumuzun uygulayamadığı bazı ilkelerinden dolayı, kamu personeli ücretlerini bir haksızlıklar manzumesine dönüştürmüştür.

    Adına, “Başarı Değerlemesi” (Merit Rating) denilen ve ölçülmesi güç işlere (çoğu kamu hizmetleri böyledir) uygulanan metodun, kamu yöneticilerinin çoğunluğunca bilinmeyişi veya uygulanmayışı ya da uygulanamayışı ve bunun yerine bambaşka ölçülerin kullanılması, kamu personeli ücret yapısını önemli ölçüde bozan etkenlerden birisidir.

    (o) Kurtuluş ünvanda görülünce..

    657 sayılı yasanın öngördüğü ücret modelinde ücretin, ancak “yüksek ünvan” ile mümkün olabilmesi, zorlamayla birçok anlamsız ünvanın ve dolayısıyla da ücret bileşeninin doğmasına neden olmuştur.

    (p) Beceri kazandırma sistemi

    Kamu personelinin yapmakla yükümlü oldukları işlere uygun nitelikler edinmelerini sağlayabilecek bir “Beceri Kazandırma Sistemi”nin yokluğu, ücretlerin nitelik ve liyakata değil, amirine yaranma, iktidar partilerine yakın olma (veya görünme) gibi unsurlarca etkilenmesine ve sonuçta da ücret yapısının bozulmasına yol açmıştır.

    (q) Sözleşmeli statü

    Başlangıçta, ancak çok az sayıdaki üst düzey görevlisine “teminindeki güçlük” ücretini verebilmek amacıyla çıkarılan sözleşmeli personel uygulamasının kısa sürede dejenere edilip yaygınlaştırılması, müdüründen çok maaş alan sekreter ve şoförleri yaratmıştır.

    (r) Sendikalı ve sendikasız yanyana..

    Aynı kuruluş içinde, benzer görevleri yapan kişilerin bir bölümünün sendikalı bir bölümünün sendikasız oluşu önemli bir çelişkidir.

    Tanım itibariyle serbest pazarlık, serbest rekabete açık işler için uygulanabilir. Rekabeti olmayan işlerde (örneğin köy hizmetleri, sağlık hizmetleri ya da belediyelerin temizlik işlerinde), bir kısım personelin serbest pazarlık imkanına sahip olmasının, sonuçta farklı ücret alan “eşit işler(!)” yaratması kaçınılmazdır.

    Bunun sebebi de bu tür hizmetlerin, “hizmet satınalma” yoluyla değil “kamu görevlisi” eliyle yapılmasıdır.

    Bu tablonun çıkış yolu var mıdır?

    Tabii ki vardır: Bunlardan en kolayı, tüm kamu görevlilerinin ücretlerini mesela 20 milyon TL’den başlatmaktır. Böyle bir çözüm aslında işsizlik meselesine de büyük katkıda bulunacaktır. Her kamu görevlisi asgari bir kişi tutup işini (yapılacak bir iş varsa) ona yaptıracak, kendisi de bilgi ve becerisini kullanabileceği daha yararlı hizmetler üretecektir.

    Böyle bir çözümün uygulandığı ilk pazartesi günü işe gelen olursa bu çözüm pekala yürütülebilir.

    Ancak bu çözümün uygulanmasında bazı pratik güçlükler vardır. Örneğin T.C. bütçesinin 900 trilyon kadar olması gereği filan gibi!

    Başka çözüm var mıdır?

    Pek hoş görünmese ve kısa sürede şikayetleri dindiremese de çözüm, yukarıda başlıcaları sayılan yanlışları ortadan kaldıracak bir “paket”in uygulanmasıdır.

    Yapılmaması gereken ise birçok şey olabilir. Ama bunlar içinde bir tanesinden özenle kaçınmak gerekir: O da sistemin orasına burasına yama yapmaktır. Yani, en fazla bağıran kesime yeni bir ad altında (tazminat vs gibi) bir ödeme yapmak, daha sonra en fazla bağıran kesime aynı hakkı tanımak ve bu yolla vakit geçirip, sorunu daha da büyüterek ileriye taşımak!

    Tabii bir başka (ve belki de en etkili) çözüm de, işlerin güçlüğü ile ücretlerini tam ters orantılı hale getirmeye devam etmek ve sonuçta herkesin birer trilyonluk maaşlarıyla ekmek alamayacak hale gelmesini görmek ve ancak ondan sonra yukarıdaki “paket” çözümü uygulamaya mecbur kalmaktır.

    Yeni bir ücret sistemi..

    Kamu kuruluşlarında uygulanan çeşitli ücret statüleri, çeşitli nedenlerle dejenere olmuş ve bugün, ne çalışanlar ne çalıştıranlar ne de hizmet alanları memnun edemeyen, memnun etmek bir yana her kesimi ayrı ayrı çileden çıkaran bir duruma gelmiş dayanmıştır.

    Artık “iyi bir ücret sistemi” ne sahip olmak, “olursa iyi olur ama olmazsa da böyle idare eder” çizgisinin ötesine geçmiştir.

    Ancak, “iyi bir ücret sistemi” ni gerçekleştirmek bir yana tanımlamak dahi pek kolay değildir. “İyi bir ücret sistemi”:

    –       Çalışanlara en yüksek ücreti veren sistem midir?

    –       İşlerin güçlüğünü ücretlere yansıtan sistem midir?

    –       Çalışanların performanslarını dikkate alan sistem midir?

    –       Piyasa ücret yapısına uyan sistem midir?

    –       Arz-talebe göre şekillenen sistem midir?

    –       “Yalnız talep”  e göre belirlenen sistem midir?

    –       “Yalnız arz”  a göre oluşan sistem midir?

    –       Yoksa bunların karmakarışık bir bileşimi midir?

    Halen yürürlükte bulunan kamu çalışanları ücret sistem(ler)i, en çok bu sonuncusuna uymaktadır. İçinde, yukarıdaki parçaların herbirisinden renkler bulunmaktadır.

    Bu ücret yapısı bu hale nasıl gelmiştir? Bu, ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur.

    Bu irdeleme yapıldığında varılacak ilk sonuç şudur: Kurulacak yeni sistem, büyük ölçüde eski “bozucu etkiler”  in etkisinde kalmaya devam edecektir.

    Gerek 657 sayılı Devlet Personel Yasası, gerek Sözleşmeli Personel statüsü ve gerekse daha dar ve özel ücret sistemlerinde (istisna akdi vbg) göz atıldığında görülen ortak yan, herbirinin bazı “duyarlık alanları”  içerdiğidir. Bunların başında, “amirin takdiri” gelmektedir.

    Bu “duyarlık alanı”  , bizim insan niteliği dokumuz  ile çok kolay dejenere edilebilecek bir alandır.

    İkinci bir “duyarlık alanı”, “eğitim” olup dejenere edilmesi oldukça güçtür. Bir diğeri “kıdem” dir ve  o da çok güç dejenere edilebilir.

    Dejenere edilmeye çok yatkın bir alan “görevin gereği”dir. Bazı görevlerin kişilere göre tanımlandığı, gereklerinin kişilere göre “ayarlandığı” çok görülmüştür.

    O halde yeni sistem, bu gibi “duyarlık alanları”nı olabildiğince az içermelidir.

    Bu, yeni ücret sisteminin son derece basit bir sistem olacağı anlamına gelir. Bu acıdır ama bir gerçektir.

    Madem ki dejenere edilemeyen birkaç alan vardır, o halde yeni sistem bu birkaç alana dayalı olmalıdır. Bunlar, “kişilerin eğitim düzeyi” ve “kıdemi” dir.

    Kişilerin “eğitim” ve “kıdem”inden başka faktörü dikkate almayan bir ücret sistemi uygulansa acaba nasıl sonuçlar ortaya çıkar? Başlıca ikisi şunlar olabilir:

    (1).       Kamu çalışanları arasındaki eğitim düzeyi dağılımında düşük eğitim düzeyliler ve kıdemi az olanlar çoğunlukta olduğu için büyük çoğunluk, oldukça düşük düzeyde bir ücret alabileceklerdir.

    (2).       “Ünvan”  ile “ücret”  arasında doğrudan bir ilişki kalmayacağı için, yapay ünvan ihdası garabeti oldukça azalacaktır.

    Ayrıca, yüksek ücretin ön şartı durumuna gelmiş olan “ünvan”lara erişmek için siyasi baskı kullanma alışkanlığı zayıflayacaktır. Bu çok önemli bir avantajdır.

    Çalışanları rencide eden, “siyasi yardımla ünvan edinme”  eğilimlerinin zayıflamasının, birçok ahlaki sorunu da ortadan kaldırabileceği beklenmelidir.

    Yeni sistemde alınması gereken bir önlem, bir yanda işsiz insanlar varken herhangi bir kamu görevine kapağı atabilmenin bir piyango çarpma şansı olmaktan çıkarılmasıdır.

    İşsizlik varoldukça “iş”in değeri azalmayıp artacaktır. Ama ilginç olan, “iş”in değil “kamuda iş”in değerli sayılmasıdır. Bunun açık sebebi, kamu işlerinin rahatlığı ve güvencesidir.

    Bir ilke olarak, hangi ücret sistemi getirilirse getirilsin, kamu işleri işsizliğe karşı bir önlem olarak kullanıldığı sürece, çalışanların, çalıştıranların ve hizmet alanların mutlu olmalarına imkan yoktur.

    Vazgeçilmez bir ön koşul: İş yaratmak!

    O halde yeni ücret sisteminin vazgeçilmez önşartlarından birisi, yeni iş yaratma teknolojileri nin kullanılıp, kamu işlerine olan talebin azaltılmasıdır.

    İkinci ön koşul: İki ilkenin benimsenmesi

    Bir diğer ön koşul, kamu işlerinin “rahat iş”  olmaktan çıkarılmasıdır. Bu ise kamu işleri için iki genel ilkenin benimsenmesiyle yapılabilir:

    İlke 1–   Kamunun görevi, işlerin yapılabileceği ortamları hazırlamak ve onları korumaktır. Kamu, özel kişi ve/ya kuruluşların yapabileceği hiç bir iş yapamaz.

    Bu ilkenin benimsenmesiyle, mevcut personel emekli olana kadar, bu ilkeye aykırı düşen işlere yeni eleman alınmayacaktır.

    İlke 2–   Kamu görevleri, ancak yüksek öğrenim görmüş elemanlar eliyle yapılabilir.

    Bu ilke ile de kamu görevlerine karşı mevcut bulunan aşırı talep azalmış olacaktır.

    Bu iki ilke, yeni ücret sistemi dolayısıyla doğacak olan “düşük ücret” sorununu ortadan kaldıracaktır.

    Sonuç olarak; mevcut ücret kargaşasının “yama”larla ortadan kalkması mümkün değildir.

    Bir ücret sistemini çağdaş hale getirebilmek için bulunması gerekli “duyarlık alanları”   ne yazık ki bir süre daha kullanılabilir görünmemektedir.

    21 Eylül 2001

  • Marka olmak..

    Bir “marka” nedir?

    Bir -veya daha çok- ayırıcı özelliği, hedef kitlesine, bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde hatırlatan sembolik ifade olarak tanımlanabilir.

    Bu hatırlatma yasal ya da yasadışı, ahlâki ya da ahlâk dışı olabilir. Ayrıca, ticari, siyasi, ideolojik, ekonomik, askeri, kültürel, örgütsel, kişisel, kurumsal alanlar açısından da sınıflandırma mümkündür. Bu yolla çeşitli marka kombinezonlarının mümkün olabileceği görülüyor. Bunların tümü aslında birer “marka”dır.

    Örneğin; IBM, Coca-Cola ya da 3M ticari birer marka iken, Türk Kahvesi, Arap Atı, İskoç Cimriliği ya da Mısır Piramitleri kültürel birer markadır.

    Diğer yandan, örneğin Yakuza yasadışı-örgütsel bir marka; General Patton kişisel-askeri, Gurka ise etnik-askeri bir marka sayılabilir.

    Ayırıcı özellik nerelerden gelebilir?

    Marka’nın özünde ayırıcı bir özellik yattığına göre bunun çeşitli kaynakları olabilir. Örneğin kimi ünlü ticari firmaların misyon, vizyon ya da öz-değerleri onların marka olarak bize hatırlattıklarıdır.

    Örneğin aşağıdaki misyon ifadeleri, bu firmaların adları duyulduğunda akla gelebilmektedir:

    • 3M : Çözülmemis sorunları bulusçuluk yoluyla çözmek
    • Walt-Disney : İnsanları mutlu kılmak
    • Merck : İnsan yasamını korumak ve gelistirmek
    • Sony : İlerlemenin ve teknolojiyi halkın hizmetine koymanın keyfini deneyimlemek
    • Wall-Mart : Sıradan halka, zenginlerle aynı seyleri satın alma sansını vermek
    • Mary Kay Cosmetics : Kadınlara sınırsız fırsatlar sunmak

    Ya da öz-değer ifadeleri birer markanın ayırıcı özellikleri olabilir. Örneğin:

    Merck

    • Bilim temelli bulusçuluk
    • Kâr, fakat insanlığa yararlı işlerden sağlanan kâr

    Nordstrom

    • Asla tatmin olmamak

    Sony

    • Japon kültürünün, ulusal statünün yükseltilmesi
    • Öncü olmak-diğerlerini izlememek; imkânsızı yapmak

    Walt Disney

    • Olumsuzluğa hayır
    • Yaratıcılık, rüyalar ve tahayyül etme
    • Tutarlılık ve ayrıntılara fanatik ölçüde dikkat
    • Ulusal değerlerinin bütünlüğünün korunması

    Diğer yandan vizyon ifadeleri de birer markanın hatırlatabileceği ayırıcı özellikler olabilir. Örneğin:

    • Otomobili demokratikleştirmek! (Ford, 1900lerin başı),
    • Japon ürünlerinin yaygın kötü imajını değiştiren firma olmak! (Sony, 1950ler),
    • Dünyanın en güçlü, en iyi hizmet veren, en geniş alanda hizmet veren finansal kurumu olmak! (Citibank’ın ilk şirketi olan Citicorp, 1915),
    • Ticari havacılıkta egemen oyuncu olmak ve dünyayı jet çağına getirmek! (Boeing, 1950).
    • Adidas’ı silmek! (Nike, 1960lar)
    • Yamaha wo tsbubu! Yamaha’yı imha edeceğiz! (Honda, 1970ler),
    • Bisiklet endüstrisinin Nike’ı olmak! (Giro Sport Design, 1986),
    • Bu şirketi, bir savunma müteahhidi olmaktan, dünyanın ileri yüksek teknoloji şirketlerinden birisine dönüştürmek! (Rockwell, 1995)

    Peki, “marka” ne değildir?

    • Propaganda ile marka yaratılamaz: Net bir ayırıcı özellik bulunmamaklabirlikte, propaganda yoluyla öyle olduğu izlenimi (imaj) yaratılması halidir.

    Eğer, bu tür imaj yaratma sıklıkla yapılır ise bu defa amaçlanmayan bir başka ayırıcı özellik oluşmaya başlayabilir. Buna “saklı marka” (hidden mark) denilebilir. Belirli bir özelliğe sahip olmamakla birlikte sürekli olarak ona sahip olduğunu iddia eden bir kişinin durumuna benzer şekilde, kurumlar ve hattâ toplumların bu şekilde birer “saklı marka” (güvenilmez, kendini beğenmiş, kof vbg) edinmeleri mümkündür.

    Bu nokta, markalaşmayı tamamen propaganda tekniklerinin bir ürünü sayarak şişkin reklâm bütçeleri harcamanın olası olumsuz sonuçları açısından önemlidir.

    Gerçek markalar, net ayırıcı özelliklere sahip ve bunları zamanın aşındırıcılığına karşı koruyabilmiş olmakla mümkündür.

    • Özlem değerleri (aspirational values) marka değildir: Gerçekte sahip olunmamakla beraber kandırma amacı da gütmeyen değerler söz konusu olduğunda bunlara “özlem değerleri” denilebilir.

    Örneğin, “koşulsuz müşteri memnuniyeti“, gerçekten sahip olunduğunda müthiş ayırıcı ve marka oluşturabilen bir özelliktir. Böyle bir özelliğe erişmek üzere çalışmalar yapmak takdir edilebilir bir performanstır, ama bu hedefe erişilmediği sürece sadece özlemdir. Eğer bu unutulur ve propaganda yoluyla bu değer marka yapılmaya çalışılır ise kısa bir süre içinde bu anlaşılır ve bu defa gerçek marka yaratıcı değerler için de güvensizlik doğmuş olur.

    • Zaten olması gereken değerler (permission-to-play values) marka değildir: Sahip olunması zaten beklenen, yani “ayırıcı” olmayan değerler marka oluşturmaz.

    Örneğin, dürüstlük, sözüne güvenilirlik, kaliteli mal ve hizmet sunmak, müşteriye saygılı olmak ve benzer değerler çevresinde marka yaratılamaz.

    • Rastlantısal değerler (accidental values) marka değildir: Süreklilik taşımayan, tesadüfi olarak meydana çıkmış değerler çevresinde marka yaratılamaz. Örneğin, Brezilya futbol takımı bir markadır ve başarısı neredeyse süreklidir. Buna karşın Türk milli takımının bir defalık başarısı marka olmak için yeterli değildir.

    “Türkiye” markası açısından stratejik öneriler

    Yukarıdaki temel ilkeler uyarınca Türkiye’nin tanıtımında marka yaklaşımının nasıl kullanılacağı, uzun yıllardır konuşulan ve üzerinde büyük paralar harcanan bir konudur.

    Bu amaçla harcanan kaynakların -maddi ve diğer- geri dönüşü için bir hesap yapmak güçtür. Uluslararası platformlarda karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar açısından Türkiye markasının bir kolaylaştırıcılık sağlayıp sağlamadığını irdelemek için doğrudan ölçütlere sahip değiliz. Ama bu konudaki subjektif bir irdeleme, Türkiye markasının olumlu özellikler çağrıştırdığına işaret etmiyor.

    Bu alandaki çabalarımızın felsefesi genelde “imaj” yaratmaya dayalıdır. İmaj -sözcük anlamı olarak da- gerçekte bulunmayan bir “görüntü”dür. Marka ise tam aksine somut ayırıcı özelliktir. Dolayısıyla, israrla harcadığımız kaynaklar muhtemelen bir “saklı Türkiye markası” yaratılmasına sebep olmuştur. Bunda reklâmın bilinçsiz kullanımının büyük payı vardır.

    Bu yaklaşımın ışığı altında, gerek Türkiye’nin ve gerekse kurumların “marka” yaklaşımı uyarınca tanıtımında göz önünde tutulması gereken stratejik noktalar -başlangıçtaki ilkelere ilâve olarak- şunlardır:

    • Türkiye (ya da bir kurumun) nasıl tanındığının bilinmesi: Tanınma ve bilinme arasındaki farka dikkat edilmek kaydıyla, nasıl tanındığının araştırılması stratejinin en önemli ayaklarından birisidir. Bu, kolay görünmekle birlikte -açık anketler vbg yollarla- yanıltıcı sonuçlara varılabilme tehlikesi açısından da güçtür. Nasıl tanındığı iyi bilinmediği takdirde ise doğru eylemlerin tasarımlanması imkanı yoktur.
    • Hakkında yanlış bilinenlerin düzeltilmesi: Ülke ya da bir kurum hakkında -çeşitli nedenlerle- yanlış kanıların doğması doğaldır. Bunların bilinmesi, düzeltilmesi yolundaki çabaları mümkün kılar.
    • Hakkında doğru fakat yetersiz bilinen iyi yönlerin bilinirliğinin artırılması: Hedef kitleler Türkiye ya da söz konusu kurumu tanımak için çaba harcamak zorunda değildir. Dolayısıyla, aynen yanlış bilinenlerde olduğu gibi doğru fakat yetersiz bilgilenmeler de mümkündür. Bunların daha iyi bilinmesi için eylemler tasarımlanmalıdır.
    • Hakkında doğru bilinen kötü yönlerin değiştirilmesi yolunda çaba harcanması ve bu çabanın -ve de sonuçlarının- bilinir kılınması: Marka yaratma stratejisinin en önemli bileşeni budur denilebilir. İyi yönlerin tanıtımından ziyade, yanlışlarının farkına varıp bunları değiştirme yönünde içtenlikli çabalar harcayan ülke ve kurumlar takdir görürler.

    Japonya’nın bugünkü ayırıcı özelliği “kalite”dir. Bir anlamda Japonya kalite bağlamında bir markadır. 1950’li yıllarda ise Japonya kalitesizlik açısından bir “marka” idi. O durumdan buraya propaganda ile değil, yanlışları düzeltme yolundaki samimi çaba -ve bu çabanın ürünlerle bilinir kılınması- yoluyla gelinmiştir.

    Bu 4 ilkeyi dengeli biçimde içeren bir marka yaratma politikası, hedef kitlelerinde güven yaratmaya yetebilecek uzunlukta süreler boyunca devam ettirildiği takdirde bir “Türkiye Markası” (ya da “kurum markası”) oluşabilecektir.

    Bunun dışındaki palyatif önlemler (salt propaganda ağırlıklı) bir saklı Türkiye markası (https://tinaztitiz.com/3818/sakli-icerik-2/, https://tinaztitiz.com/3707/sakli-icerik/) yaratmaktan öte işe yaramayacaktır.

    21 Aralık 2003