• BU SARMALIKIRABİLMELİYİZ!

     

    Değerli okurlarım,

    İş konusunda çeşitli yerlerden ret cevabı alan ve tanıdıklarımın yardımı olabileceği ümidiyle bana da yazan bir gencin mektubundan bazı alıntıları ve kendisine yazdığım mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki, benzer durumda olan çok sayıda gencimiz ve onların ailelerinin içine düştükleri ümitsizlik sarmalının kırılmasına bir katkısı olabilir.

    «…..Halen ……Üniversitesi iktisat bölümü son sınıf öğrencisiyim…. Özgeçmişim eklidir….Aylardır başvurmadığım yer kalmadı ama iş bulamadım. Bankalara, marketlere, otobüs firmalarına vb. yüzlerce kuruma başvurdum, ama olumlu bir yanıt alamadım. Tek gelirimiz babamdan anneme kalan emekli maaşı. Okul harçlarımı bile zor ödüyorum. Geçen hafta ablamın eşi tutuklandı. Geçirdiği trafik kazası sonucu kamu davası açıldı, 14 ay hapse mahkûm oldu. Ablam ve liseye giden iki yeğenim ortada kaldı. Çalışıp para kazanmaya her zamankinden çok ihtiyacım var. ……….

    Amacım dilencilik ya da duygu sömürüsü yapmak değil, sadece iş istiyorum. Lütfen yalvarıyorum, bana yardımcı olun……

    Çalışmak istediğim şehirler: İzmir, İstanbul, Çanakkale, Aydın»

    Değerli kardeşim,

    Mektubuna ve bu ümitsizlik içinde beni düşünmene teşekkür ederim. Ancak hemen başlangıçta -uzun yazımla seni ümitlendirip sonra hayal kırıklığına uğratmamak için-, durumuna senin düşündüğünü sandığım şekilde yardımcı olmayacağımı belirtmek isterim. Ama buna rağmen mektubumu okumayı sürdürürsen orta-uzun dönem için olumlu katkılar sağlayabileceğini de düşünüyorum.

    Düşüncelerimi kısa başlıklar halinde yazacağım; bunların sırası ile senin için göreceli önemlerinin sırası arasında farklar olabilir, bunun üzerinde durma. Ama lütfen -sana ne kadar soyut görünürse görünsün- her bir sözcüğü atlamadan oku; çünkü bunlar “kanonik” ifadeyle (http://wp.me/p2t6mi-Q5) yazılmıştır.

    ·       Hemen herkesin peşinde olduğu ve adına “iş” denilen ekonomik olgunun anlamının iyi kavranması ona sahip olabilmek için gereken ön koşulların başında gelir. Bir işin oluşması için biraraya gelmesi gereken 3 bileşen mevcuttur. Bunlar:

    (1)     Henüz kısmen veya tamamen tatmin edilmemiş ve edilebilmesi mümkün olan bir ihtiyaç,

    (2)     Bu ihtiyacın yerine getirilebilmesi için gereken beceriler (kaynakları bulabilme becerileri de dahil),

    (3)     İhtiyaçlar ve becerileri, iş ortamının şartları içinde birleştirme becerisi demek olan girişimcilik.

    Bu üç bileşen, iş ortamı denilen ve belli şartlara sahip bir ortam içinde biraraya gelirse iş doğmuş (veya yaratılmış) olur.

    İster birisinin yanında ücretle çalışın ister kendi işinizin sahibi olun, bu 3 koşul bir arada bulunmadıkça “iş” söz konusu olamaz.

    ·       “İş”in bu 3 bileşeni doğal olarak zaman içinde değişim gösterirler. Çünkü ihtiyaçlar değiştikçe onların gerektirdiği beceriler ve ihtiyaçlarla becerileri buluşturma becerisi demek olan girişimcilik becerisi de değişirler.

    ·       Bu şu demektir: dün, bir kısım becerilere sahip olan insanlar bu nedenle iyi birer gelir elde edebilirken, bugün aynı becerilere sahip olanlar aç kalabilirler. İş yaşamının altın kurallarından birisi budur.

    ·       Yaşadığımız iletişim devrimi, fiziki olarak dünyayı küçültüp olup bitenlerden -ve ihtiyaçlardan- herkesi haberdar etti. Düne kadar “iş ortamı” dışında bulunan birçok toplum, iletişim devriminin sağladığı kolay ve yaygın iletişimden yararlanarak, başka toplumlara “iş” imkânları sağlayan “ihtiyaçlar”dan haberdar olmaya ve bu ihtiyaçları gidermeye -hem de daha ucuza- başladı.

    ·       Ellerinden “ihtiyaçları giderme imkânları”nı kaçıran toplumların önünde ise 2 yol kaldı: giderilmesi daha yüksek beceri ve kaynak isteyen ihtiyaçlara yönelmek ya da gidermekte bulunduğu ihtiyaçları daha ucuza gidermeye razı olmak. Bunlardan ikincisi açık olarak, aynı gelirin daha çok insan  tarafından paylaşılması ya da bazıları gelirlerini koruyabiliyorlarsa bir kısım insanın işini kaybetmesi demektir. İşte, Türkiye büyük ölçüde bu ikinci yola girmiş ve bir kısım insan -daha- işlerini kaybetmiştir.

    ·       Geride kalan ve işlerini korumak isteyenler, gidermekte oldukları ihtiyaçları daha ucuza giderebilmek için istihdam ettikleri kişilerin bir bölümünü işten çıkararak geride kalanların daha çok çalışmasını şart koşmaktadırlar.

    ·       Bu bir çeşit doğal seçim sırasında işini kaybetmeyecek olanlar, daha sıkı çalışabilen, daha az yorulan, daha az hastalanan, daha yüksek beceri düzeyli, daha çabuk öğrenebilen, daha az koşul ileri süren, bulunduğu ilin, ülkenin ve hattâ dünyanın herhangi bir yerinde çalışmaya razı ve benzeri özelliklere sahip olanlardır.

    ·       İşlerini korumak için bu yolla eleman tasarrufunda bulunmak isteyenler ise, bunun yanısıra -ve daha yoğunlukla- bir başka yolu kullanıyorlar: eleman istihdamının amacı madem ki o elemanın sunduğu hizmeti diğerlerinkiyle birleştirerek bir “ihtiyaç tatmini”ne çevirmektir, o halde tam zamanlı eleman istihdamı yerine “hizmet satın alma” yoluyla da aynı şey yapılabilir, hem de eleman çalıştırmanın çeşitli risk ve verimsizliklerini üstlenmeksizin.

    ·       Buraya kadarki soyut görünümlü yaklaşımın, istihdam sıkıntısı çeken gençler -ve diğerleri- açısından son derece somut anlamı vardır ve de şunlardır:

    (1)     İşlerin nitelikleri değişmiştir, çünkü ihtiyaçlar değişmiştir. Dünkü işler artık olmayabilir, bunu anlayınız ve beklentilerinizi düne göre oluşturmayınız.

    (2)     İşgücü piyasası büyümüş, evvelce bu piyasada bulunmayan toplum kesimleri ya da dünyanın başka yerindeki toplumlar bu piyasaya girmiştir. İşlerimizin bir bölümünü onlara kaptırmakla karşı karşıyayız.

    (3)     Kurumlar -özel ya da kamu- rekabet edebilirliklerini koruyabilmek için eleman istihdam etmekten kaçınmaktadırlar. Bunun için de, birleştirdikleri işleri daha çok çalışmaya razı olabilecek elemanlara yaptırmakta ve/ya bu işleri hizmet alımı şeklinde kurum dışından almayı yeğlemektedirler. Bu olgudan çıkan ise yine 2 somut sonuç vardır:

    a.        Daha az ücrete daha çok iş yapmaya “yeterli” ve “istekli” olanlar, daha az yeterli veya daha az istekli olanların önünde yer alacaktır. O halde becerilerinizi ve iş yapma istekliliğinizi sorgulayınız ve geliştiriniz.

    b.        Kurumların ihtiyaçları olan mal veya hizmet ürünlerini “kendi işi” olarak yapabilenler, bu üretimleri daimi eleman olarak kurumların bünyesinde yapmak isteyenlerin önünde yer alacaktır.

    Görüldüğü gibi, ortalama yeterlik ve ortalama istekliliğe sahip kişilerin istihdam edilebilme imkânlarının önünde, onlardan daha öncelikli iki grup eleman bulunmaktadır. İş bulmak ya da kurmak isteyenler bu iki grubun da önüne geçmek zorundadırlar.

    ·       Eğitim konusunda toplumumuzun çoğunluğuna egemen olan anlayışlar, yaygın olan değer ölçüleri ve bu ikisinden etkilenerek oluşmuş ilk, orta ve yüksek öğretim kurumlarımız, çocuk ve gençlerimizin buraya kadar özetlenen “yeni istihdam iklimi”nin gereklerine uygun yeterliklerle donanmasına uygun değildir.

    ·       Bu nedenle de bu istihdam ikliminin gerektirdiği becerileri kazanmamış, fakat -elindeki diploma nedeniyle- beklenti düzeyi yükselmiş, daha da vahimi kendi durumunu değerlendirmekte nesnel olamayan -ve bu nedenle de eksiklerini gidermede yeterli çaba gösteremeyen- gençler yetişmektedir. İş başvuruları sırasında özgeçmişler incelendiğinde sık sık görülen, örneğin yabancı dil ya da bilgisayar bilgileri düzeyini belirten “iyi” veya “orta” gibi tanımların gerçeklerden ne kadar uzak olduğu, iş yaşamındakilerce bilinmektedir.

    ·       Çocuk ve gençlerimizin değer ölçülerinin şekillenmesinde etkili olan aktörlerin çoğunluğu, iş yaşamının temel doğruları denebilecek “sıkı çalışma”, “kendini yetiştirme”, “olumsuzları değil olumluları örnek alma”, “emek sarfederek bir yerlere gelme” gibi değerler yerine, “sürekli yerme ve yakınma” , “kısa yoldan -gerekirse başkalarının omuzlarında- yükselme”, “az çalışıp çok kazanma”, “bilmek yerine bilgiç görünme” gibi değerleri sürekli -ve muhtemelen bilinçsiz- bir biçimde aşılamaktadırlar.

    ·       İşlerin kaynağı ihtiyaçlar olduğuna göre, ilk bakılması gereken yer ihtiyaçların neler olduğudur. Bu ihtiyaçları kendi işi olarak karşılamak yolunu seçebilecek atılganlığa sahip gençlerin ilk ihtiyacı para değil, geçerli bir iş fikridir. İş fikirleri için şu ilkeler yol gösterici olabilir:

    İlke 1.  Çevrenizdeki sorunların herbiri aslında, para kazanılabilecek imkânlardır. Bir zamanlar dünyanın ikinci büyük bilgisayar firması sayılan CDC’nin iş hayatındaki sloganı şöyle idi: “toplumun tatmin edilmemiş ihtiyaçları bizim için birer iş fikridir”.

    İlke 2.  Her yeni kazandığınız beceri, sizin yeni sorunları, yani yeni iş imkânlarını görmenizi sağlar. Sahip olmadığınız bir bilgi ya da beceriyi gerektiren bir konu sizin için “yok”tur. Bunu aynen bir camın arkasında durup, küçük bir delikten dışarıda olup biteni anlamaya çalışan kişinin durumuna benzetebilirsiniz. Deliği genişlettikçe görülebilen alan artacaktır. Siz de yeni bilgi ve beceriler kazandıkça yepyeni imkânların etrafınızda eskiden beri mevcut olduğunu göreceksiniz.

    İlke 3.  Yerel potansiyeller, iş imkânları demektir. Bu ilke size yeni iş fikirleri sağlamanın yanısıra, Türkiye’mizin de kalkınma reçetesini göstermektedir. Türkiye’de doğal ve kültürel çevrenin karşılaştırılabilir ülkelere göre ne kadar zengin olduğu yeni yeni anlaşılmaktadır. Bu zenginlik, onunla içiçe yaşayan insanlar için iş imkânları demektir. Ancak bir şartla: etrafındaki bu potansiyelleri görebilecek ve sonra da onları işe çevirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olmak şartıyla.

    İlke 4.  Yüksek tüketim gücü ihtiyaç, ihtiyaç ise iş demektir. Yeni iş fikirlerini her yerde bulabilirsiniz. Ama tüketim gücü yüksek olan çevrelerde daha kolay bulursunuz. Bunun için önce o çevrelerin ihtiyaçlarına bakılmalıdır.

    İlke 5.  Düşük tüketim gücü özlem, özlem ise iş fikridir. Düşük ve orta gelirli kesimlerin bir iş fikrine dönüştürülebilecek iki çeşit ihtiyaçları vardır: Gerçek ihtiyaçlarını yansıtsın ya da yansıtmasın “özlem”leri ve gerçekte bulunmasına karşın bir “özlem” haline dönüşmemiş yani açığa çıkmamış ihtiyaçları.

    İlke 6.  Tabii ki bunlardan ilkine dayalı iş fikirleri üretmek daha kolaydır. Ama hem onlara ve hem de topluma yararlı olanları -genellikle- ikincilerdir.

    İlke 7.  Patent arşivinde milyonlarca (evet yanlış okumadınız) iş fikri vardır. TSE’nin Gebze’deki binalarında Dünyanın tüm patentlerinin yer aldığı bir “Patent Arşivi” vardır. Burada yer alan her patent sizde yeni iş fikirleri uyandırabilir. Aynı arşive internet’ten de ulaşılabilir (http://www.uspto.gov/main/patents.htm).

    İlke 8.  Ve kendi işinin sahibi olabilmek için sonuncu -ve en önemli- ilke: tasarruflu yaşamak! Eğer giderleriniz kontrol altına alamayacağınız kadar çok ve çeşitliyse ya da sabit bir geliri sabit yerlere harcamaya alışmışsanız, kendi işinizi kurmak konusunda yapabileceğiniz iki şey vardır: Gider alışkanlıklarınızı değiştirmeye () çalışmak ya da kendi işinizin sahibi olma düşüncesinden vazgeçmek.

    Değerli kardeşim,

    Sıkıntısını çekmekte olduğunuz işsizlik sorununu aşabilmeniz için epey meşakkatli bir yol önerdiğimin farkındayım. Tabii ki bu yolun dışında yollar da vardır. İşgücü piyasasının kurallarını fazlaca dikkate almadan sizi istihdam edebilecek bir kişi ya da bir istisna olarak karşınıza çıkabilecek bir tanıdığınız ya da daha açıkçası belirli bir “al gülüm-ver gülüm” hesabıyla sizi çalıştırmayı kabul edebilecek bir kişi gibi. Bunlar için bir diyeceğim olamaz. Ben size, bu sorunun yapısını ve o yapının içinde sizin kullanabileceğiniz yöntemleri açıklamaya çalıştım.

    Bu yöntemlerin, sizin, alışkanlıklarınızı değiştirmenizi gerektireceğini, bunun ise kolay olmadığını, bunun için de bu kadar çetrefil olmayan basit -ve sizin değişmenizi istemeyecek- bir yol aradığınızı tahmin edebiliyorum.

    Ama ne ben ve ne de bir başkası böyle bir yol söyleyemez; eğer söylerse ya cehaletinden ya da melânetinden olduğundan emin olunuz.

    Mektubumu, W. Churchill’e ait olduğu söyllenen bir küçük fıkra ile bitirmek istiyorum: Bir gün evinin bahçesindeki havuza yüzüğünü düşüren Churchill, etrafındaki misafirlerinin şaşkın bakışları altında paçalarını sıvayıp havuza girer ve elindeki piposunun deliğini parmağıyla kapatarak piponun küçücük haznesi ile havuzun suyunu dışarı atmaya başlar.

    Bunu görenler bir süre alaycı bakışlarla seyrettikten sonra içlerinden birisi dayanamaz ve uyarır: bay Churchill bu şekilde havuzun suyunu boşatmanız çok uzun süre alabilir; en iyisi elinizi daldırıp öyle arayınız.

    Churchill bir an durup düşünür ve tekrar su boşatmaya devam ederken cevap verir: evet öyle de olabilir, ama bu yol daha güvenli!

    Değerli kardeşim ve de değerli okurlarım,

    İstihdam konusundaki paradigmamızı değiştirmeyi öneren yaklaşımımın güç adımlardan oluştuğunu, kendimizi -ve hattâ yakınlarımızı- değiştirmemiz gerektiğinin farkındayım. Ama bu yol daha güvenli.

    23 Mart 2003

     

  • Zengin ve/ya değerli bilgi!

    Herkesin, ilk defa bir yabancı ülkeye gidişi için kurduğu hayaller vardır. Benim  hayalim de insanın,  aradığı bütün kitapları bulup satın alabileceği bir kıtapçıya gitmekti.

    1980’lerin hemen başında  Türkiye’de kitapçıların ne kadar az ve küçük hacimli, hele hele yurt  dışından kitap getirmenin ne denli güç olduğunu hatırlayanlar bu duyguyu  anlayacaklardır.

    Ankara  ve İstanbul’daki az sayıda kitapçının her birinde uzun süreler geçirir, bu şehirlerin birinden diğerine  seyahat ettiğimde mutlaka  kitapların bulunduğu raflardaki kitapları karıştırır, birazını okur ve bazısını satın alırdım.

    Durum böyleyken, ilk defa yurt dışına çıkma fırsatı doğunca, bu kitap takıntımın etkisiyle programıma, Türkiyedeki kitapçılarda harcadığım süreyi  çok aşan bir zamanı  kitapçı ziyareti için koydum.

    Bütün bu hayallerim, ünlü bir kitabevinin kapısından girdikten yaklaşık 30 saniye sonra yıkılıverdi. Bu kısa süre içinde nasıl bir bilgi denizinin içine düştüğümü, eğer ne aradığımı tam olarak bilmiyorsam, bir kapalı spor salonu büyüklüğündeki bu kitapçıda hiçbirşey  bulamayacağımı gördüm ve kapıya yakın bazı dergilere baktıktan sonra birkaç dakika içinde orayı terkettim.

    Bu anımı iletmemin nedeni, bilgi erişiminde müthiş bir araç olan İnternet’in, yukarıda sözünü ettiğim “büyük kitapçı” ya pek benzemesidir. “Ne” aradığını ve üstelik “nasıl” araması gerektiğini bilmeyen bir kişi, boş zamanlarında  sörf yapar, eğlenceli hatta yararlı zaman geçirir, ama amacına katiyen ulaşamaz. İnternet ve toplumumuz bağlamında bu nokta iki defa önemlidir.

    Birincisi, olağan üstü boyutlardaki bir bilgi okyanusunda, sorunlarını bilgiyle değil onun almaşıklarıyla*  çözümlemeye alışmış insanlar olarak “ne” aradığımızı bilme konusundaki olası sorunlardır.

    İkincisi ise, az sözcükle konuşup yazan, üstelik de sözcüklere yüklediği anlamlar konusunda net olmayan insanımızın, bu okyanustaki bilgilerin ancak pek küçük bir bölümünden yararlanabilmesi ihtimalidir.

    Bu iki sorun da çözülemez değildir. Hatta İnternet, bu iki  “Kök Sorun”u çözebilmemiz için bir nimet olarak da görülebilir. Yeter ki bunlar birer sorun olarak kabul edilsin.

    Diğer yandan, İnternet’teki bilgi hacmi büyük bir hızla artmaktadır. Dört yıl içinde bugünkü hacmin dört katına varılacağı, ve iki kata çıkma süresinin giderek kısalacağı tahmin edilmektedir.

    Bu patlamanın olası olumlu sonuçlarını yorumlayabilmek için bazı kavramsal araçlara ihtiyaç vardır. İnternet aracılığıyla erişilen bir bilginin işe yararlığını ölçmek için birkaç tip ölçüte gerek vardır

    Bunlardan birisi “içerik zenginliği” olarak adlandırılabilir. Bir bilginin İçerik Zenginliği (İ.Z.);

    İ.Z.= haber değeri (bit) / toplam bit

    olarak tanımlanabilir.

    Örneğin; “ülkemizin son 40 yılına damgasını vurmuş 4 lider arasında  yapılan bir ankette YAHOO’ nun yeni bir çorap markası olduğuna  inanan sayısı  yalnızca birdi”  gibi bir  “bilgi” nin heber değeri 2 bittir. Bu bilginin ifadesi ise toplam 1160 bit olup, İçerik Zenginliği denilebilecek oran  % 0.1 civarındadır. Yani hemen hemen  “boş  laf”tır.

    Buna karşın, “Ali Konuşkan’ın telefonu (0212)212 2122dir”  bilgisi için ise bu oran yaklaşık 10 kat fazladır.

    İçerik Zenginliği dişında, bir bilginin işe yararlığının ikinci bir ölçütü de İçerik Değerliliği (İ.D.) olarak adlandırılabilir. Bu ise birincisi kadar yalın tanımlanabilir olmayıp ihtiyaç ile ilgilidir; aynen susuzluktan ölmek üzere olan bir kişi ile su kaynağı başında oturan bir kişi için bir bardak suyun değerinin farklı olması gibi.

    Ali Konuşkan’ın telefon numarası bilgisinin İçerik Zenginliği her ne kadar YAHOO  ile ilgili bilgiye göre 10 kat daha fazlaysa da yine de pek “değerli” değildir. Ama Ali Konuşkan’ın numarası değişmiş ve buna ihtiyacı olan kimse tarafından da bilinmiyor ise son derece “değerli”dir.

    İnternetteki bir kısım bilginin içerik zenginliği ve değeri açısından son derece zayıf olduğu bir gerçektir. Bilgi miktarı hızla arttıkça, değerli bilgi yanında değersizlerin de aynı hızda – belki de daha hızlı- artması beklenebilir.

    Bu süreç boyunca  arama motorlarının algoritmaları ne denli gelişirse gelişsin, bunun kimi güçlüklere yol açacağı da beklenmelidir. Yararlı bir bilgiye erişmek isteyen bir kişi, belki de katlanamayacağı kadar uzun bir süre uğraşmak zorunda kalacaktır.

    Ülkemizde insanlar çeşitli ölçütlere göre sınıflandırılırken şimdilerde gözde ölçüt  “İnternet kullanıp kullanmadığı” olmaya başlamıştır.

    Ama onu ne amaçla ve ne ölçüde kullandığı daha önemlidir. Eğer konu böyle değerlendirilmezse, tek ilaçlı reçetelere pek düşkün olan  toplum dokumuz bir süre sonra herşeyin tek çözümü olarak internet’i görmeye başlıyabilir.

    Söylenmek istenenin özü şudur; ne yöne gideceğine karar vermemiş bir kaptan için hiç bir rüzgar elverişli değildir!

    Bilgi, sorun çözmenin bir amacı olarak görülüp anlaşılmaya başlandığında  hem içeriği zenginleşir, hem de değerlenir. Çünkü hiç kimse sorununu çözmeyi bırakıp laf ebeliği yapmak istemez. İşte o durumda  internet çok değerli olur.

    O halde iki şeyi aynı anda yapabilmeliyiz: Bir yandan sorunlarımızı bilgiyle çözmek, diğer yandan da bilgi erişim yollarını -internet de dahil- zenginleştirmek. Değer İletiişimi kavramının işaret ettiği “bir ihtiyaca karşılık geldiğinden emin olunacak şekilde iletişmek” kuralı da bir üçüncüsü denilebilir.

    (*) bkz. https://tinaztitiz.com/dosyalar/Ogrenme_Evi/sck.pps Slide 6-8

    13 Temmuz 2003 (15.02.2019 edit

     

  • Bütünün Sorunları..

    Bir, “kişi”den mi söz ediyoruz?

    Sık sık, “toplumun sorunları”, “….sektörünün sorunları” gibi, homojen olmayan, içinde, birbirinden farklı sorun sahibi kesimler söz konusu ediliyor. Hattâ zamanla “toplum” ya da “…kesimi” sıkıştırılıp paketlenip sanki tek bir kişi imişçesine anılmaya başlıyor. Böyle bir paketleme kuşkusuz ki paket içindeki heterojen kitle hakkında fikir beyan etmeyi çok kolaylaştırıyor.

    Örneğin, “toplumun özlemlerini gerçekleştirecek bir lider” ya da “tekstil sektörünün sorunlarını çözebilecek bir politika” diyoruz. Bu, Ahmet’in idealleri ya da apre tesisinde çalışan Ayşe’nin izin ihtiyacı kadar somut mudur? Hayır değildir. Toplum, maddi ve manevi özlemleri farklı, ayrıca da bu özlemleri zamana göre değişiklik gösteren milyonlarca kişiden oluşmaktadır. Üstüne üstlük, bu milyonlar kendi dışlarında oluşan sosyal ve ekonomik iklim(ler)in de etkileri altındadır. Bir ekonomik kriz, bir savaş bütün bu özlemleri derinden değiştirebilmektedir.

    O halde nasıl oluyor da “toplumun özlemleri” diye bir ifade üzerine konuşulabiliyor? Buna verilebilecek bir yanıt, bu milyonlarca özlem kümesinin ortak alanı durumunda olan bir kümenin, toplumun özlemleri adı altında kastedildiği olabilir. Peki bu ortak küme acaba nedir, neleri içermektedir?

    Ortak küme tanımlamak kolay gibi, ama.

    Bunun yanıtı da  kolay verilebilir gibi görünüyor : insanca yaşam koşulları! Peki, insanca yaşam koşulları denilen koşullar bu denli belirli midir? Yıllardır savaş koşulları altında yaşayan Afganistan ya da Kuzey Afrika’daki kimi ülkelerde insanca yaşama denilince anlaşılanlar ile Norveç, Filipinler, Kolombiya ve Tibet’teki asgari insanca yaşam koşulları birbirinden çok farklıdır. Bunların arkalarındaki birikimleri –olumlu ya da olumsuz-, iklimleri ve hepsinden önemlisi değerleri birbirlerinden çok farklıdır.

    Bu ne demektir? Birbirinden farklı ortamlardaki insanlar, kurumlar ve toplumlardan söz edilemeyecek mi demektir? Hayır. Sadece, farklı özelliklere sahip bileşenler içeren kümelerden söz ederken, bu farklılıkların farkında olmak gerektiği demektir.

    Bir küçük adım daha atarak, bu farkındalığın da nasıl olacağını sorgulamalıyız.

    Farklı özelliklerdeki bileşenleri içeren kümeler –kurum, sektör, toplum kesimi, toplum- hakkındaki farkındalık, bileşenlerin kendi içlerindeki ve aralarındaki ilişkiler tanımlanarak sağlanabilir.

    Örnek

    X sektörünün –tarım, taşıma, elektronik, sanayi, reel, finans vbg- sorunları ve de çözümleri hakkında bir yargıda bulunmadan önce, o sektörü oluşturan bileşenlerin ve o bileşenlerin kendi içlerindeki ve aralarındaki ilişkiler tanımlanacaktır. Nelerin sorun sayılması ve de kim(ler)e göre sorun sayılması gerektiğine ancak ondan sonra karar verilebilir.

    Bir sektörün bileşenleri, o sektörü etkileyen ve o sektörden etkilenenlerdir ve bunlara “paydaş” (stakeholder) denilmektedir. Örneğin tarım sektörünün başlıca paydaşları, çiftçiler, tohum ürecileri, tarım ürünlerinin ticaretini yapanlar, meslek örgütleri, bankalar, TBMM, yargı, yerel yönetimler, çeşitli bakanlıklar (tarım, maliye, AB’den sorumlu devlet, sanayi ve ticaret vd), başbakanlık, DPT, uluslararası tarım örgüt(ler)i, tohum firmalarının yabancı ortakları, ürünleri tüketenler –müşteriler- gibi bileşenlerdir. Ama iki paydaş daha vardır ki, hemen tüm sektörlerin paydaşlarının en başında yer alırlar: kamu ve yasal mevzuat.

    Paydaşlar aslında çıkarlardır

    Bileşenler konusundaki farkındalığı biraz daha derinleştirmek üzere, gerçek paydaşların, yukarıdakilerin her birinin “çıkarları” olduğuna işaret edilmelidir. “Taşımacılık firması” değil, onun sahip(ler)inin “çıkarları”, kamu değil “kamu çıkarları” ilh. gerçek paydaşlardır.

    Buradaki “çıkar” kavramı ile yasal ve ahlâki çerçevedeki çıkarların kastedildiğine ayrıca işarete gerek yoktur. Yasalar ve mesleki etik dışı çıkarlar ise, paydaşların yasal ve ahlâki çıkarlarını üreten ilişkilerin açıkça tanımlanıp dengelenmediği, dengelenemeyen çıkarın birilerince edinildiği durumlarda söz konusudur. Bu yazının konusu da işte bu sağlıklı “ilişki tanımlama”nın nasıl yapılacağıdır.

    Paydaş İlişkileri Matriksi -PİM

    İçinde birden fazla bileşeni bulunduran bir kümenin paydaşları kadar satır ve sütunu bulunan bir matriks olup, her hücresinde satır-sütun paydaşları arasındaki ilişki tanımlanır. Bu tanımlamada satır paydaşı etkilenen, sütun paydaşı ise etkileyen olarak anlaşılmalıdır. Bir notasyon olarak böyle kabul edilmiştir.

    Bir satır ve sütunun kesiştiği hücrede tanımlanan ilişki, çıkar, yaptırım, sorun, beklenti ya da akla gelebilecek bir diğer özellik olabilir. Örneğin, paydaşlar arasındaki yaptırım ilişkilerini tanımlayan bir PİM’de, sütun paydaşlarının satır paydaşları üzerindeki yaptırımları tanımlanır.

    Paydaşlar arasındaki çıkar ilişkilerini tanımlayan bir PİM’in hücrelerinde, sütun paydaşının satır paydaşına sağladığı çıkar –eğer var ise- tanımlanır.

    Paydaşlar arası sorunların tanımlandığı bir PİM’in hücrelerinde ise, satır paydaşı gözü ile sütun paydaşının neden olduğu sorunlar tanımlanır.

    PİM ne işlere yarar?

    Bu kısa akıl yürütmeden görülmektedir ki, X sektörünün sorunları denildiğinde pek belirli imiş gibi görünen sorunlar aslında ancak bir matriks yardımıyla tanımlanabilir niteliktedir. Bir benzetmeyle, X sektörünün sorunları deyimi ile A kişisinin sağlık durumu deyimleri arasında pek de bir fark yoktur. İkisi de bir şeyler söylemekte, ama tedavi için fazlaca işe yaramamaktadır. Hele A kişisinde, diğer paydaşlar için önem taşıyan bir sağlık sorunu varsa bu takdirde sorunun A kişisi açısından mı yoksa diğer kişiler açısından mı olduğu dahi tartışmalı hale gelebilir. Bu durumda doğru yaklaşım, kuşkusuz, paydaşları ayırmadan bir bütün olarak bakmak olmalıdır.

    Sektör ya da ülke sorunlarına böyle bakıldığında, anlaşılmaz gibi görünen kimi durumlar netleşmekte, çözümü basit gibi görünen bazı sorunlar ise karmaşık hale gelmektedir.

    Bir netleşme örneği: tarım alanındaki sorunlar!

    Tarım ile ilgili faaliyet konularına herhangi bir düzeyde –çiftçi, tüccar, akademisyen, örgüt vd- taraf olanların ortak yanı, tarım sisteminden şikayetçi oluşlarıdır (aslında benzer durum hemen bütün alanlar için de geçerlidir). O halde nasıl oluyor da, üzerinde bu denli fikir birliği bulunan bir sorun çözülemiyor? Sorunun çözümü, bu paydaşları memnun edebilecek bir sistem tanımlayıp uygulamaya koymak değil midir?

    Tarım sorunları için tamamen varsayımsal bir Paydaş İlişkileri Matriksi bu anlaşılmaz durumu netleştirmektedir. Şöyle ki:

    Tarım sorunları için varsayımsal PİM

    Çiftçiler (küçük)

    Çiftçiler (büyük)

    Tarım Bakanlığı

    Sanayi Bakanlığı

    Tar.Kre. kooper.

    TBMM

    Tar.Mak. ithalatçısı

    Tar.mak. imalatçısı

    Kamu çıkarı

    Çiftçiler (küçük)

    X

    Sorun 1

    Sorun 2

    Sorun 3

    Sorun 4

    Sorun5

    Sorun 6

    Sorun 7

    Sorun 8

    Çiftçiler (büyük)

    X

    Sorun 9

    Sorun 10

    Sorun11

    Sorun12

    Sorun 13

    Sorun 14

    Sorun15

    Tarım Bakanlığı

    X

    Sorun 16

    Sorun17

    Sorun18

    Sorun 19

    Sorun 20

    Sorun21

    Sanayi Bakanlığı

    X

    Sorun22

    Sorun23

    Sorun 24

    Sorun 25

    Sorun26

    Tarım kredi kooper.

    X

    Sorun27

    Sorun 28

    Sorun 29

    Sorun30

    TBMM

    X

    Sorun 31

    Sorun 32

    Sorun33

    Tarım makine. ithalatçısı

    X

    Sorun 34

    Sorun35

    Tarım makine. imalatçısı

    X

    Sorun36

    Kamuçıkarı

    X

    Küçük çiftçi gözü ile:Bu sorunlara örnekler vermek gerekirse:

    Sorun  1-    Rekabet gücü yüksek olan, daha ucuz ve kaliteli ürün üretip pazarın istediği hızda sunabildiği için, küçük çiftçinin rekabet gücünü düşürücü etki yapmaktadırlar,

    Sorun  2-    Tarım Bak.nın politikaları genellikle büyük çiftçileri kollayan yöndedir,

    Sorun  3-    Sanayi Bak.nın politikaları genellikle büyük çiftçileri kollayan yöndedir,

    Sorun  4-    TKKoop.’nin politikaları genellikle büyük çiftçileri kollayan yöndedir,

    Sorun  5-    TBMM’nin çıkardığı yasalar genellikle büyük çiftçileri kollayan yöndedir,

    Sorun  6-    İthal makineler küçük çiftçilerin alabileceğinden çok daha pahalıdır,

    Sorun  7-    İmalatçılar, büyük çiftçilerin kitlesel üretimlerine göre makineler üretmekte ve alım güçlerinin katlanamayacağı fiyatlardan satmaktadırlar,

    Sorun  8-    Doğal kaynakları verimsiz kullandığı gerekçesiyle küçük çiftçinin sahip olduğu toprakları toplulaştırmaya çalışmakta, bu ise küçük çiftçinin zamanla yok olmasına yol açmaktadır.

    Büyük çiftçi gözü ile

    Sorun  9-    Tarım Bak., çoğunluğu oluşturan küçük çiftçinin etkisinde kalarak verimsizliğe yol açan politikalar izlemektedir,

    Sorun 10-   Sanayi Bak. Tarım Bak. İle eşgüdüm sağlayamamakta, bu ise özellikle büyük çiftçinin önemli kayıplara uğramasına yol açmaktadır,

    Sorun 11-   TKKoop. Politik çekişmeler nedeniyle tarımın çıkarları dışına çekilmektedir,

    Sorun 12-   TBMM’den çıkan yasalar genellikle küçük çiftçileri kollamaktadır,

    Sorun 13-   İthal edilen makineler için yeterli bakım hizmeti verilmiyor, ayrıca da pahalı,

    Sorun 14-   İhtiyaca uygun makine üretmiyorlar, ayrıca da pahalı,

    Sorun 15-   Kamu çıkarı adına verimli tarım toprakları sanayiye açılıyor.

    Benzer şekilde, tarımın diğer paydaşları açısından da sorunlar üretilebilir. Görülmektedir ki, her paydaş açısından memnuniyetsizlikler vardır, ama bunların çoğu üst üste gelmemektedir.

    Böylece durum netleşmektedir. Çünkü, tarım sisteminden şikayetçi olan paydaşlar, birbiri ile sorunlar yaşadıklarını düşünmektedirler. Tarım sisteminden şikayetçi olmak, ortak bir özellik gibi görünmesine rağmen, yukarıdaki –tamamen rastgele ve gerçek dışı- matriksten de görüldüğü gibi, mevcut tarım sistemi yerine, üzerinde uzlaşabilecekleri bir sistem özelliği yoktur. Paydaşların taleplerindeki uzlaşmazlık sonunda bir sorunlar yumağı doğmakta, bu yumak “tarım sisteminin sorunları” olarak ifade edilmektedir. Gerçekteki sorun ise paydaşların çıkarlarını aradıkları yönlerdedir.

    Bir başka örnek “enflasyon” sorunu olabilir. Aşağıda, enflasyon olgusunu etkileyen ve ondan etkilenenlerin (enflasyon paydaşları) yer aldığı PİMsorunlar görülmektedir.

    Yüksek enflasyon sorunu için varsayımsal PİM
    Sıradan yurttaş
    Faiz geliri sahibi
    Ücretli enf. endeksli
    Ücretli enf. endekssiz
    TL borçlu kişi
    Dolar borçlu kişi
    Büyük sanayici
    Küçük sanayici
    Sıradan yurttaş

    X

    Faiz geliri sahibi

    (-)(*)

    X

    Ücretli -enf.’a endeksli

    (-)

    (+)

    X

    Ücretli–enf.’a endekssiz

    (+)

    (-)

    (-)

    X

    TL borçlu kişi

    (-)

    (+)

    (+)

    (-)

    X

    $ borçlu kişi

    (+)

    (-)

     (-)

    (+)

    (-)

    X

    Büyük sanayici

    (-)

    (+)

    (+)

    (-)

    (+)

    (-)

    X

    Küçük sanayici

    (+)

    (-)

    (-)

    (+)

    (-)

    (+)

    (-)

    X

    (*) (-) = Zıt Yönlü Çıkarlar, (+) = Aynı Yönde Çıkarlar anlamındadır.

    Yüksek enflasyon sorunu için PİM’den görüleceği gibi “yüksek enflasyon sorunu” olarak, sanki tüm paydaşların üzerinde uzlaşısı varmış gibi adlandırılagelen sorun aslında tekil değildir. Çıkarları aynı yönde olan paydaşlar dahi, enflasyonun düzeyi, enflasyon-$ kuru ilişkisi, enflasyon ile ücret endeksi ilişkisi gibi konularda birbirlerinden farklı çıkar tercihlerine sahiptirler. Çıkarları ters yönde olanlar da bir o kadar farklılıklar göstermektedir.

    Bu durum karşısında “enflasyon sorununu çözmek” gibisinden bir sözün ne anlamlara geleceğini –ya da daha iyisi gelmeyeceğini- kolayca görebiliriz.

    Benzer bir yaklaşım tarım sektörü için de yapılırsa, tarım sektörünün sorunları olarak adlandırılan sorunların sadece çiftçilerin –ki onların yasal ve ahlâki çıkarları da bir dağılım uyarınca farklılaşmıştır- sorunları olmayabileceği, kimi zaman kamu çıkarına, kimi zaman da bir başka paydaş çıkarına ilişkin sorunların söz konusu olabileceği söylenebilir.

    Örneğin, AB’ye giriş sürecinde uluslararası tarım örgütlerinin normları ile farklılıklar, böyle farklı nitelikli bir sorun olarak ortaya çıkabilir.

    Sonuçlar

    1. Tarım sektörünün sorunları üzerinde yapılabilecek çalışmaların sağlam bir temele oturması için bu sektör paydaşları için PİM sorunlar saptanmalıdır.
    2. Matriksin her hücresi içine bir de zaman boyutu eklenerek, kısa vade ve orta-uzun vade sorunları ayrılabilir. Böylece, örneğin kısa vade içinde sorun bulunmayan bir hücrede orta veya uzun vadedeki sorunların ifade edilebilmesi mümkün olur.
    3. Paydaşlar arasındaki sorunlar matriksin köşegenine göre simetrik olabileceği gibi farklı da olabilir. Örneğin, çiftçiler ile bankalar arasındaki sorunlar böylesine asimetriktir. Çiftçiler açısından  sorun banka kredilerinin yüksek faizleri iken, bankalar açısından sorun ise firmaların kârlılıklarının düşüklüğü –dolayısıyla da geriye ödeme kabiliyetlerinin düşüklüğü- olabilir.
    4. Benzer bir asimetri paydaşlardan bankalar ile kamu çıkarları arasında olabilir. Şöyle ki:  Bankalar –özel bankalar kastediliyor-, kamu fonlarını, kamuya –mudiler- azami nema sağlayacak şekilde plase etmesi gereken kuruluşlardır. Buna göre kamu çıkarı, bankaların ellerindeki fonları kamu çıkarının azami olduğu alanlara plase edilmesini tercih eder ve bunun dışına çıkan plasmanları birer “sorun” olarak görür.
    5. Bankalar açısından ise kamu çıkarı ile ilgili bir sorun görülmeyebilir. Böylece 2 yönden bakıldığında 2 farklı durum görülmektedir.
    6. Özetle, matriksin köşegenine göre simetrik sorunlar olabileceği gibi –enflasyon PİM’de olduğu gibi-, asimetrik sorunlar da olabilir; hattâ tek taraflı sorun da olabilir.
    7. Kurum, sektör ve/ya toplum sorunları üzerinde tartışılırken, sorunların bu matriks yapısı ve matriksin özellikleri dikkate alınmadığı takdirde sorunlar çözülmek bir yana daha da karışabilir.

    9 Aralık 2001

  • Gözetimsiz Sınav (Onur Yasası)

    Cuma, 28 Aralık 2001

    Değerli dostlarım,

    Türkiye’de uzunca bir süredir Eğitim Sistemi‘nin yol açtığı sorunları ve ona yol açan nedenleri tanıtmaya ve bu sınav sistemi yerine Onur Sistemi adını verdiğimiz bir yöntemin tartışmasını yapıyoruz.

    Sisteme -belki tahmin edilemeyebilir ama- en çok karşı çıkanlar öğretmenler ve velilerdir. Her ikisinin de gerekçesi, Onur Sistemine göre sınavı savunanların, öğrencilerin ne ölçüde “kandırıkçı” -yakıştırılan esas sıfatı söyleyemiyorum- olduklarını bilmemeleridir.

    Bir bölüm kişi de Türkiye’nin sorununun bu tür boş işler yerine doğrudan sonuca – yani insanları doğrudan mutlu ve müreffeh yapmak- giden işlerle uğraşılmasıdır.

    Aşağıda sizlere herhangi bir yorumda bulunmadan, bir metin sunuyorum.

    Selam ve saygılarımla,

    Tınaz Titiz

    ONUR YASASI (The Honor Code)

    Bir öğrenci topluluğu tarafından yürütülen yedi yıllık bir kampanya sonunda, 1921 yılı ilkbaharında, bütün üniversiteyi kapsayacak bir onur yasası ilk kez Üniversitece benimsenmişti. Bu yasa, yıllar boyunca türlü değişiklikler geçirdi. En son değişiklik de 1977 yılının ilkbaharında yeraldı.

    Stanford Üniversitesi’nin -halen uygulanan- standart akademik Onur Yasası aşağıdaki gibidir:

    1. Onur Yasası, öğrencilerin bireysel ve kollektif olarak bir taahhüdüdür. Buna göre, öğrenciler
      1. sınavlarda arkadaşlarına yardım etmeyecekler ve arkadaşlarından yardım almayacaklardır; sınıf ödevi sırasında, raporların, ya da öğretim üyesinin vereceği nota esas olacak herhangi başka bir ödevin hazırlanmasında izin alınmadan herhangi bir yardımda bulunmayacaklar ve bu gibi bir yardım almayacaklardır;
      2. Onur Yasasının lâfzı ve ruhuna bağlı kalmak üzere kendilerine düşenleri etkin bir biçimde yerine getirecekleri gibi başkalarının da aynı biçimde davranmaları yönünde aktif olarak hareket edeceklerdir;
    2. Öte yandan fakülte de, öğrencilerinin onuruna güvendiği için, sınavlarda gözetmen bulundurmayacak ve yukarıda sözü edilen türlü biçimlerde yeralabilecek onursuz davranışları engellemek amacıyla olağanüstü ve mantığa aykırı önlemlere başvurmaktan imtina edecektir. Fakülte, aynı zamanda, Onur Yasasını ihlâl etmeyi özendirebilecek akademik usullere başvurmaktan da kaçınacaktır.
    3. Her ne kadar akademik şartları tespit hakkı ve yükümlülüğü fakültenin ise de, onurlu bir akademik çalışma ortamı oluşturmanın gerektireceği en uygun koşulların oluşturulmasında fakülte öğrencilerle işbirliğinde bulunacaktır.

    Onur Yasasını ihlâl edeceği düşünülen davranış biçimleri arasında aşağıdakiler bulunmaktadır:

    • Bir başkasının sınav kâgıdından kopya çekmek veya kendi kağıdından bir başkasının kopya çekmesine müsaade etmek,
    • İzinsiz birlikte çalışmak,
    • Birbaşkasının yapıtından aşırmalar yapmak,
    • Öğretim üyesinin bilgisi ve muvafakati dışında yeniden derecelendirilmek üzere bir test veya sınav kâğıdını revize edildikten sonra sunmak,
    • Ev sınavında (take-home exam) izinsiz yardım alıp vermek,
    • Bir başkasının yaptığı ödevi kendisininki gibi göstermek,
    • Akademik bir çalışma durumunda, makul bir kimsenin, kabul edilemeyecek gibi takdir edeceği bir yardım alıp vermek.

    Yakın geçmişte, öğrencilerin karıştığı disiplin olaylarının çoğunda karşılaşılan Onur Yasası ihlâlleri:

    Bir öğrencinin bir başkasının çalışmasını kendisininmiş gibi sunması, izinsiz yardım alması veya yardımda bulunması.

    Birinci suç için standart ceza, üniversiteden bir sömestre uzaklaştırma ve 40 saat üniversite camiası içinde hizmet etmedir. Ayrıca, çoğu üniversite üyeleri, hangi dersde ihlâlde bulunulmuşsa o dersten öğrenciyi bırakmaktadır.

    Birden çok ihlâlde (örneğin, aynı derste bir defadan daha çok kopya etme durumunda) öğrenci üç sömestre üniversiteden uzaklaştırılmakta ve kendisine üniversite camiasında 40 ya da daha çok saat hizmet etme zorunluluğu getirilmektedir.

    Bu metin, Prof. Haldun M. Özaktaş, (90) (312) 290 16 19, (secretary) (90) (312) 266 43 07, (90) (312) 266 41 92 (fax) Bilkent University , Department of Electrical Engineering, TR-06533 Bilkent, Ankara, Turkey haldun@ee.bilkent.edu.tr, haldun@stanfordalumni.org, www.ee.bilkent.edu.tr/~haldun tarafından iletilmiştir.

  • ZİHİNSEL VİRÜSLER

    No 1-“BAŞKASI YAPMASIN, BEN DE YAPMAM”

    Önümüzdeki birkaç hafta, toplum yaşamımızı şekillendiren değer ölçüleri içinde yer alan birkaç virüsü tanıtmak istiyorum. Bu hafta sıra en masum görünüşlü, fakat en öldürücü olanında: “Başkası yapmasın, ben de yapmam!”

    “Güvenlik Şeridi: Güvenlik şeridinde araç sürmek başkalarının yaşamlarına kasdetmekle eşdeğerdir. Taammüden cinayetle, ambulansın geçebileceği tek yolu kapatmak arasındaki tek fark, halkımızın bu konudaki bilinçsizliğidir. Yoksa insan, gözünün önünde işlenen bu dizi cinayetlere kayıtsız kalabilir mi?

    Batı medeniyetiyle bizi ayıran şey ne islam ne de gelirimizin düşüklüğüdür. Esas ayıran, işte bu ve benzeri konulardaki duyarsızlığımızdır. Gelişmiş toplumların insanları, bu kayıtsızlığımızı kendilerinin yüzlerce yılda inşa ettikleri medeniyete bir saldırı olarak görüyor ve bu yüzden de bizden nefret ediyorlar. Biz ise bunu hala anlamıyor ve Avrupa Birliği’ne girerek bu nefreti sempatiye çevireceğimizi zannediyoruz. Bu boşunadır. İşte Türklerin trajedisi özet olarak budur.

    Bütün bunlar böyledir. Ama doğrusunu söylemek gerekirse ben de güvenlik şeridini kullanıyor, zaman zaman kırmızı ışıkta da geçiyorum. Ama bunu birçok insan yapıyor. Onların yapmasına engel olunsun ben de seve seve uyarım.”

    Ezber: Ezber zihinsel soykırım demektir. Bir toplumu tankla topla yıkamayabilirsiniz. Ama uzun vadede en etkin silah, o toplumun bireylerinin düşünme yetilerini zayıflatmaktır. Kendisine belletilenleri, tek ve değişmez doğrular olarak benimsemeye koşullandırılan çocuklardan ne vatandaş, ne bilim adamı, ne politikacı ne de bir başka şey olur. Nitekim olmuyor da.

    Her gün yakındığımız çeşitli sorunların altında, bellediği kalıpların dışına çıkamayan, icadı ayıp sayan, “hareketli ceset” benzeri insanlar yatmıyor mu?

    Bu cinayeti bir an önce durdurmak gerekir. Okullarda öğretilen her şeyin, belirli koşullara “göre” olduğu, o koşullar değiştiğinde doğruların da değişeceği öğretilmelidir.

    Ama ne yapayım ben de bir öğretmen olarak mevcut sistemin dışına çıkamıyorum. Çünkü, başta ezber yaptırmadığını iddia eden okullar dahil herkes ezbere dayalı öğretme yaptırıyor. Eğer bana emir verilir ve başkaları da terkederse ben de katiyen ezber yaptırmam, ben ezbere karşıyım.”

    Rüşvet: Eğer rüşvetin tanımına dikkat edilirse toplumda ne denli yaygın olduğu hayretle görülecektir. “Elindeki yetkiyi kendine çıkar sağlama yönünde kullanma” biçiminde tanımlanabilecek olan rüşvetin en yaygın olduğu yer politikadır. Elindeki imkanları seçim bölgesine yağdıran bakan, bu imkanları hiç sesini çıkarmadan kabul eden seçmen, aldı-verdi tipi rüşvetler halinde mangalda kül bırakmayan ama bu tür rüşvetleri görmezden gelen basın, bunların hepsi rüşvet olgusunun taraflarıdır.

    Evet ben de işimi yürütmet için gümrükte rüşvet vermek zorunda kalıyorum. Aksi halde iş duracak. Rüşvet o kadar yaygın ki herkes veriyor herkes alıyor. Başkaları alıp vermesin ben de vermem”

    Bu ya da benzeri sözler, hepimizin aşina olduğu sözlerdir. Her tür eğriliği yapanların, üstüne üstlük bir de ders verip zeytinyağı gibi üste çıkmalarına imkan tanıyan mantık operatörü, “başkası yapmasın, ben de yapmam” olarak özetlenebilir.

    Bunun öldürücülüğü, dış kabuğunu saran adalet mesajından geliyor. Ama dış kabuk kaldırılınca altından şu dehşet verici öz çıkıyor: Ben yaptığımı sürdüreceğim, hatta bu konuda etrafa ders dahi vereceğim. Ama ortaya, yerine getirilmesi öylesine imkansız bir koşul atacağım ki herkes beni haklı bulacak. Nasıl olsa binlerce insan arasından bir kişi çıkar ve eğrilik yapar, ben de onu örnek gösteririm. Ayrıca, kimse çıkmasa da ben olduğunu iddia ederim!

    Acaba, bu tür virüsleri üreten bir laboratuvar var mı? Bunları kimler üretiyor? Kimler etrafa dağıtıyor? Ne ilginç sorular değil mi?

    No 2-“EVET AMA YİNE DE”

    Geçen hafta en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya aldığım “başkası yapmasın ben de yapmam”dan sonra bu hafta en az onun kadar sinsi ikinci bir virüsü tanıtacağım. Aslında “tanıtma” sözcüğü buraya pek uymuyor, çünkü hergün defalarca duyuyor, belki de kullanıyoruz.

    İnsan yaşamını kolaylaştıran şeyler listesi yapsak belki de en başlara yerleşebilecek olanlar, hemen her dakika kullandığımız ve, veya, değil gibi mantık operatörleridir. Bunların, insanlık tarihiyle yaşıt olduklarını kestirmek zor değildir. Ayrıca, isimleri böyle konulmamış olsa da hemen tüm canlıların bunlara benzer operatörler kullandıkları da doğrudur.

    Bu operatörler bir bakıma yaşamı kolaylaştırırlarken, diğer açıdan bakıldığında yaşamın serbestliklerini sınırlarlar. Örneğin, “bana elma veya armut cinslerinden birisini söyleyiniz” denildiğinde herkes bilir ki, sadece bu iki meyva kümesinden birine ait olan bir cins söylenmelidir. İşte bu bir sınırlamadır ve cevap olarak karpuz demek niyetinde olan birisinin fena halde canını sıkar.

    Onbin yıldır kullanılageldiği için insanlığın ortak malı haline gelmiş bulunan bu mantık operatörlerinin belirlediği dar kalıplardan sıkılan bir kısım uyanık insanlar yeni operatörler icat etmiş ve yürürlüğe koymuşlardır. Örneğin, elma veya armut konusunda yapılması istenen tercihe karpuz demek isteyen kişi -ki muhtemelen bizim bir vatandaşımızdır-, yeni bir mantık operatörü düşünmüş ve bu yazıya konu olan 2 numaralı virüsü icadetmiştir. Böylece, normal insanlara göre mesela elma olması gereken yanıt bu defa, “evet elma ama yine de karpuz” haline gelme imkanı bulmuştur.

    Böyle bir operatörün pratik hayatta bir işe yaramayacağı, bu gibi işlerle uğraşanların vakti bol yapacak işi olmayan insanlar oldukları gibi bir düşünce akla gelebilir. Gerçek ise tamamen farklıdır. Bu ve bu gibi icatlar, onları kullananlara fevkalade rahat bir yaşam sağlarlar. Bu operatörlerin bir üstünlüğü de, kullanımlarının belirli bir meslek, yaşam kesiti gibi sınırlayıcılarla tahdit edilmemiş oluşudur. Bu denli esnek, her duruma bu kadar kolay adapte edilebilen bir başka fiziki araç icadedilmemiştir.

    Örneğin, bu araçtan bilimsel alanda yararlanmak isteyen bir kişi şöyle bir sav ileri sürmek imkanına kavuşur: “Kıt kaynaklarımızın geniş ihtiyaç alanlarımıza doğru tahsis edilmesi esastır. Bu ilke bilimsel araştırmaların saptanmasında da geçerlidir. Hatta diğer alanlardan daha çok geçerlidir. Türkiye’nin öncelikli ihtiyaç alanlarında araştırma ihtiyacı dururken, bunları dikkate almayan araştırma konularına para harcanması doğru değildir. Bu en azından bilim etiği açısından yanlıştır. Ama ben yine de, bu gibi araştırmaların yapılmasını son derece yararlı buluyorum”.

    Ya da, “Ezber, çocuklarımızın zihinlerini donduruyor, onların yaratıcılıklarını öldürüyor, onları başkalarına muhtaç insan durumuna getiriyor. Sakalı bıyığı ağarmış insanlar her başları sıkıştıkça kurtarıcı arıyorlar. Bütün bunların nedeni ezber denilen ve kuşku duymadan belleme demek olan ve de genellikle salt bellemek ile karıştırılan illettir. Ama yine de belli şeylerin ezberlenmesi yararlı hatta zorunludur. Ezber olmadan nasıl eğitim olabilir ki?”

    Veya, “Sigara insan sağlığına zararlıdır, ayrıca çocuklar söylenenleri değil yapılanları taklit ederler. Onlara sigara konusunda ceza uygulayıp bir yandan da sigara içmek açıklanabilir bir olay değildir. Ama yine de zaman zaman içilebilir.”

    Bu bir iki örnekten görüldüğü gibi, “evet ama yine de” mantık operatörü, yaşamı kolaylaştırıcılık yönünden eşsiz bir araçtır.

    İnsanlığın ortak değeri haline gelmiş değerlere hiç itiraz etmeden, onların tam terslerini yapma imkanı tanır. Hele yalnız icadeden tarafından değil de başkaları tarafından da kullanılır duruma gelince, bu defa No 1 virüs (başkası yapmasın ben de yapmam) ile birlikte kullanılarak başa çıkılamaz bir güç kazanır.

    Medeni toplumlar bir yandan evreni anlam yolunda keşif ve icatlar yaparlarken, diğerleri de böyle icatlar yaparlar.

    Bir toplumsal iyileşme programının ilk ve vazgeçilmez adımı, zihinlerimizin bu virüslerden arındırılması olmalıdır.

    No 3-“SİYASET, VATANDAŞIN SORUNLARINI ÇÖZMEK İÇİN YAPILIR”

    İki hafta evvel en tehlikeli virüs olarak birinci sıraya koyduğumuz “başkaları yapmasın ben de yapmam” dan sonra geçen hafta sıra en az onun kadar tehlikeli olan, “evet ama yine de” virüsündeydi.

    Bu hafta, virüs üreten virüslerin sonuncusuna sıra geldi. Başlıktan da görüldüğü gibi bu, hem siyasiler hem de vatandaşlar arasında yaygın kabul görmüş olan bir değer ölçüsüdür.

    Değer ölçülerimizi enfekte eden virüslerin sayısı sadece üçle sınırlı olmalıp belki de yüzlercedir. Bununla beraber, bu üç tanesi en doğurgan olanlardandır. Diğerlerinin çoğu bunların kendi aralarındaki kombinezonlardır.

    Doğurgan virüslerin tehlikesinin nedeni, genel kabul görmeleridir. “Siyasetin topluma hizmet olduğu, hizmetin en makbulünün de toplumun sorunlarının çözümüne ortam hazırlamak olduğu” gerçeği hafifçe çarpıtılarak bu virüs elde edilmiştir. Topumun sorunlarının çözümüne hizmet etmek, toplumun sorunlarını çözmek olarak değişince, bu virüs ortaya çıkmıştır.

    Çeşitli TV kanallarında, sokaktaki vatandaşlarla yapılan söyleşilere verilen ortak yanıtlar, komedyenlerimizin eleştirilerindeki ortak tema, gelmiş geçmiş muhalefet, hatta iktidar partilerinin mensuplarının ortak söylemleri hep aynı noktaya yöneliktir: devlet vatandaşın sorununu çözemiyor!

    Devleti sistemini oluşturan ögeler içinde eleştiriye en açık kesim politikacılar olduğu için de, bu yetersizlik onların bir eksikliği olarak tanılanıyor. İşin kötüsü, politikacı da, sorunları çözmenin kendi görevi olduğu ve de onları çözebilme erkinin kendisinde bulunduğu gibi inançlarla bu işi üstleniyor ve “yakınma yoluyla korunma” gibi bir yolu seçiyor.

    İçlerinden birilerinin çıkıp da şunu söylemez mi?

    «Ey vatandaşlar! Herkes söze demokrasi diye başlıyor. Demokrasi, insanların kendi kendilerini yönetmeleri ise, biz sizin sorunlarınızı niçin ve de nasıl çözelim? Sizlerle önce bu konularda anlaşalım. Siz kendi sorunlarınızı çözme yolunda gerekli çözüm araçlarını gerek icat, gerek geliştirme, gerekse kopya yoluyla ortaya koyamıyorsanız, çözümleri başkalarından bekliyorsanız bu demokrasi sevdasından vazgeçin. Demokrasi istiyorsanız sorun çözme becerinizi geliştirmek zorundasınız. Demokrasi aciz insanların sürüler halinde başkalarınca güdüldüğü rejimin adı değildir. Bu becerinizi geliştirme konusunda isteğiniz, enerjiniz, cesaretiniz, sağduyunuz yoksa o zaman da kaderinize katlanın.

    Bu güç tercihleri yapmadan düze çıkacağınızı söyleyenler ya cahil ya yalancıdırlar, inanmayınız. Ben size açıkça söylüyorum: Eğer bana oy verirseniz sizin sorunlarınızı çözmeye kalkışmayacağım. Sadece, sizin kendi geliştireceğiniz sorun çözme araçlarını kullanabilmeniz için önünüzde engeller varsa ve onlar bizler tarafından konulmuşsa onları -yine sizin çizeceğiniz hareket biçimine göre- kaldırmaya çaba harcayacağım.Haydi yolunuz açık olsun»

    Zihinsel kurgu (mind set) içindeki bu virüslerden arınmadan birinci lige geçmek mümkün değildir. Nasıl arınırız? sorusunun yanıtı ise basittir: önce, bunun bir sorun olduğunu içtenlikle kabul ederek.

    ZİHİNSEL VİRÜSLER:

    No 4-“SANA NE!”

    Bu hafta sıra, tehlikeli virüslerin sonuncusuna geldi: “Sana ne!” (ve onun türevi “bana ne!”). Demokrasinin başlıca dayanaklarından -belki de bir numaralısı- olan yurttaş denetimini bir anda imkansız kılıveren bu virüsün vatanı belli olmamakla birlikte, ülkemizi pek sevip yaygınlaştığı bilinmektedir.

    Söylendiği ilk anda, yapılan ve neye dayanılarak yapıldığı pek açık olmayan bir uyarının ahlaki, yasal ya da benzer bir dayanağının sorulması gibi bir çağrışım yaratırsa da hiç öyle bir zorunluk olmadan da özgürce kullanılabilen son derece yararlı bir alettir.

    Örneğin, resim çeken bir gazeteciyi coplayan polise yanlışlıkla yapılabilecek, “memur bey, sizin görevleriniz içinde resim çekmeyi önlemek de var mı?” biçimindeki bir yurttaşlık görevine karşı normal mantık kuralları içinde söylenebilecek hiç bir şey yokken, bu virüsü kullanarak güzel bir cevap verilebilir.

    Ya da far ampullerini halojenlerle değiştirerek çocukluğundan beri içinde birikmiş bulunan ezilmişliğini tedavi etmeye çalışan bir sürücüye yapılabilecek “sayın sürücü bey, siz savaşa mı gidiyorsunuz?” gibi bir ikaza karşı “sana ne ulan!” şeklinde gayet anlamlı bir yanıt beklenmelidir.

    Hemen her durum karşısında hiç bir güçlükle karşılaşmadan işin içinden çıkmanıza, çıkmak bir yana suçlu konumdan güçlü konuma geçmenize yarayan bir araçtır.

    Bu yanıt biçimi dönerek kendisine yataklık yapacak bir eşleniğini üretmiştir: “bana ne!”..

    “Bana ne”, “sana ne” gibi kullanımı rahat bir kavram değildir. Özellikle entel kesim arasında her şeye maydonoz olmak, ama işe yarar bir şey yapmamak pek makbul sayıldığı için öyle uluorta “bana ne” demek ayıp sayılır olmuştur. Bunun yerine, tamamen aynı anlama gelen, üstüne üstlük bir de alacaklı duruma gelme imkanı sağlayan, “bu memleket katiyen düzelmez”, “önce tepeden başlamalı”, dizisine ait kalıplardan bir tanesi kullanılır olmuştur.

    Sevgili okurlarım,

    Geçtiğimiz 3 hafta içinde ve bu yazımla biraz şaka yollu sizlere sunduğum bu zihinsel virüslerle mücadele için ne yazık ki kestirme bir yol mevcut değildir. Tek mümkün görünen ve galiba da rastgele insan kitlelerini “ulus”a dönüştüren reçete, toplumumuzun zihinsel kurgusu içindeki tüm değer ölçülerini gözden geçirmektir.

    Bunun için ne dış yardıma ve ne de devrimlere ihtiyaç vardır. Zihinsel kurgu (mindset) içinde yer alan bu değer ölçülerinin ne denli üretken birer melanet kaynağı olduğunu kabul edenlerin yılmadan, iğnelerle kazacakları kuyulara ihtiyaç vardır. Büyük medeniyetler hep bu türlü kurulmuşlar, yıkılanlar da kestirme yollar ararlarken yok olmuşlardır.

    Yarın sabahtan itibaren bu toplumsal ayıplar çevresinde duyarlık yaratmak üzere, tek başımıza ya da gruplar halinde, yaratıcı fikirlere dayalı çözümler üretmeye başlayabilir miyiz?

    EL, YÜZ VE ZİHİN TEMİZLİĞİ !

    “Yıkanma” denilen eylemin ortaya çıkışı herhalde “kirlenme” ve “arınma” kavramlarıyla eşzamanlıdır. İnsanların, ellerini, yüzlerini, bedenlerini -zaman zaman da olsa- yıkamaları, çeşitli şekillerde onlara bulaşan “kir”lerden arınmak içindir.

    Bu ihtiyacın sıklığı ve derinliği, kişilerin bu konudaki duyarlıklarına, ama daha büyük ölçüde de çeşitli kirleticilerle temas sıklıklarına ve o kaynakların kirleticiliklerine bağlıdır.

    Bu arınmanın gereksiz olduğunu savunabilecek bir azınlık -var mıdır bilinmez- hariç, hiç kimse bu yaklaşımı yadsımamış ve insanoğlu yüzlerce yıldır hep yıkanagelmiştir.

    Peki, insanoğlunun bu denli doğal kabul edip uygulayageldiği bu adet, niçin yalnız fiziki beden ile sınırlı kalmıştır? Halbuki diğer tür kirleticilerin sürekli bombardmanı altındaki zihinlerimizde de, aynen el, yüz ve bedenlerimizdekine benzer kirlenmeler oluşur.

    “Zihinsel kirlenme” ya da “değer kirlenmesi” denilebilecek bu olguya yol açanlar bu defa fiziki partiküller değil, temas halinde olduğumuz insanların tutum ve davranışları ile, çeşitli kaynaklardan bize ulaşan “koşullayıcı enformasyon”dur.

    Filan deterjanın öbürlerinden daha beyaz yıkadığı, ya da fişmanca gazetenin 48 parça ithal tabak verme duyurularının dakikada birkaç defa tekrarlanması koşullayıcı enformasyona; okullarımızda yıllardır kafalarımıza kakılan “ben öğretmezsem sen anlamazsın” tutumu da koşullayıcı tutuma birer örnektir.

    İnsanoğlunun en zayıf yanı olan “koşullanmaya açıklık”, bu acıya dayanamayacağını hissettiği için yine kendince bir övünç vesilesi haline getirilmiş ve “düşünme”, “öğrenme” gibi, bu yetmezliğin birkaç dışavurumuyla gurur duyar olmuştur. Ama bu kaçış, koşullanmaya açıklık zafiyetini çözememiş ve çevresindeki davranışlardan etkilenir olmuştur.

    Zihinsel kirlenmenin bir nedeni işte budur.Çok sayıda insan, diğerlerine kabul edilemez gelen kimi tutum ve davranışları böyle edinmektedir.

    Beden temizliğinin nasıl yapılacağı konusunda dahi koşullayıcı bilgilendirme ve tutumun etkisinde kalıp onu dahi çoğunlukla yanlış yapabilen insanoğlu, acaba zihinsel kirlerden kendini arındırmak için niçin yaygın metotlar geliştirmemiştir?

    “Kendinin farkına varma”, “dıştan içine bakabilme”, “kendine korkmadan bakabilme” gibi yollar, acaba niçin az sayıda düşünürün öğretileri içinde kalmış, gündelik temizlik gibi yaygınlaşmamıştır?

    Henüz birkaç milyon yıllık geçmişimiz insan ömrüne göre algılanamaz bir uzunluktaysa da evren yaşına göre henüz bebek sayılabilir. İnsanoğlu bunları bir gün gündeminin ilk sıralarına yerleştirecek ve büyük bir olasılıkla yaşam hakkının dahi önüne bir başka hak getirecektir: koşullanmama hakkı!

    Üçüncü bin yıla girerken örgün ve yaygın bütün eğitim sistemleri, öğretme yerine öğrenme kavramını koyma yolundadırlar. Bir Kanada firması olan CIBC, hizmet içi eğitimde şu sloganı benimsemiştir: Öğrenme, çalışanın sorumluluğudur!

    Bu yaklaşımın temel taşı ise “eksiklerinin farkına varmak”tır.

    Şu an için yapılabilecek olan, bir an iç sessizliğimizi sağlayıp, zihinlerimizin ne gibi kirleticilerle kirlenmiş olduğunun “farkına varmaya çalışmak”tır. Nasıl temizleneceği ise yine herkesin bireysel buluşçuluğuna bağlıdır.

    8 Nisan 2000

  • Piramit’in tabanında “Temiz Akıl” olmalı!

    Yurdumuzda Susurluk ile başlayıp ses kasetleriyle hız alan bir “Temiz Eller” olgusu sürüyor. Yaşamın bin türlü sıkıntısından bunalmış insanlarımız, bu olguyu herkesten fazla dikkatle izliyor. Çünkü, sıkıntılarının kaynağının kirlilik olduğunu biliyor ya da hissediyor ve bu nedenle de kirliliklerin ortaya çıkmasını, sıkıntılarını sona erdirecek bir kurtarıcı olarak değerlendiriyorlar.

    Bu beklenti yalnız sokaktaki insanlarca değil, toplum sorunlarıyla daha temelden ilgilenen -ya da ilgilenmek “durumunda” olan- insanlarımızca da paylaşılıyor, hatta onlarca oluşturuluyor.

    Acaba bu beklenti gerçekçi midir? Yani gerçekten, böylesine bir süreç sonunda toplum temizlenir mi? Bütün toplumsal eğrilikler -ya da en azından belli başlıları- ortadan kalkar, toplumumuz bir “temiz toplum” haline dönüşebilir mi?

    Bu soruya yanıt vermek için benimsenmesi gereken ilke, adına “melanet hiyerarşisi” denilebilecek bir olgudur.

    Bir kural olarak denilebilir ki, hiçbir yanlış, daha küçük yanlış(lar)ın üzerine oturmadan varolamaz (Tıklayınız).

    Bu basit kural iyi kullanılabilirse, en büyük sorunları dahi çözmede kullanılabilecek yararlı bir alet olabilir. Dahası, bu alet kullanılmadan hiçbir (ama hiçbir) sorun çözülemez.

    Hangi sorun çözülmek isteniliyorsa, o sorunun altında, o soruna taban oluşturan daha küçük sorun(lar)a, sonra da onların altlarındaki daha küçük sorunlara bakılmalıdır. Artık bütün dünya için bir düşünce biçimi haline gelen -ve içinden yeni ticari isimli yaklaşımları doğuran- Toplam Kalite’nin temel araçlarından biri olan “Kök Neden” kavramı da bunu söylemektedir.

    Böylece, küçük bir yetmezliğin, yanlışın, umursamazlığın üzerine hangi inanılmaz büyüklükteki sorunların inşa olabildiği düşünülüp çıkarılabilir.

    Temiz Toplum ideali de -aynen melanet hiyerarşisinde olduğu gibi-, daha basit -görünüşlü- “temizlikler”in üzerine oturur. Bunlardan birisi de “Temiz Akıl”dır.

    Tüm eylem ve tutumlarımızı şekillendiren “değer ölçülerimiz” olduğuna göre, bunların içinde zamanla oluşmuş virütik değerler’in ne gibi melanetleri doğrudan ürettiğini ya da onlara yataklık ettiğini görebilmeliyiz.

    Yüzlerce “temiz” değer ölçüsünden oluşan bir değerler sistemine sahip yarı-peygamber gibi bir kişinin bu değer kümesi içine sadece bir tane virütik değer karışsa -örneğin “bana ne” gibi-, bu kişi ve gibilerden oluşan toplumun nasıl yavaş yavaş kendini öldüreceğini artık net olarak görebilmeliyiz.

    Temiz toplum, değer ölçüleri içindeki virüslerin farkına varmış ve bunlardan arınma iradesini gösterebilen toplumların erişebilecekleri bir idealdir.

    5 Şubat 1999 (Rev, 03.11.18)

     

  • İŞSİZLİK VE BÜYÜME YANILGISI

    Toplumumuzun sorunlarını oluşturan yapı taşları incelendiğinde, az sayıda «Kaynak Sorun»un, çok sayıda «Görünen (hayalet) Sorun» ürettiği görülecektir. «Görülecektir», ama ne yazık ki sorunlarımızla ilgilenen 65 milyon kadar vatandaşımız bulunmasına karşın bu gerçek bir türlü görülememekte, tüm kaynaklarımız sorunların kaynakları yerine onların görüntüleriyle boğuşmak için harcanıp durmaktadır.

    İşte bu «Kaynak Sorunlar»dan birisi de, «çeşitli temel kavramların içerikleri konusunda bir toplumsal uzlaşı bulunmayıp, herkesin her kavrama, yere, zamana ve zemine göre, yani işine geldiği gibi anlam yükleyebilmesi» dir.

    Tabiidir ki iş yalnızca temel kavramlarla sınırlı kalmamakta, aynı uzlaşmazlık ve belirsizlik onlardan türemiş kavramlara da bulaşmaktadır.

    «İşsizlik», bu ikinci tür, yani dolaylı olarak enfekte olmuş, herkesin kendi anladığına göre anlam yüklediği kavramlardan birisidir.

    Ülkemizde işsizliğin çeşitli nedenleri vardır, dolayısıyla da o nedenlere yönelik olarak tanımlanabilecek çözümler mümkündür. Bu çözümlerin bir bölümü kısa vadeli, diğerleri ise orta ya da uzun vadelidir. Bütün bu nedenleri ve bunları kısmen ya da bütünüyle ortadan kaldırabilecek çözümleri içeren bir belge, 1986 yılında «İSTİHDAM POLİTİKASI» adıyla ilgili Devlet Bakanlığınca yayımlanmıştır.

    Toplumumuzda ve özellikle de kamu yönetimlerinde pek yaygın olan ve «Kaynak Sorunlar»ımızdan bir diğerini oluşturan «yaygın haset duygusu» nedeniyle de o yıllardan sonraki yetkililer, bu belgeyi okumak yerine yuvarlak ve büyük laflarla durumu idare etmeyi seçegelmişlerdir.

    Ülkemizde, «işsizlik» sözcüğü altında toplanan, bir bölümü ise işsizlikle ilgili olmayan olgular mevcutken, istihdam ediliyor gibi görünen ama gerçekte işsiz olan gizli işsizler de vardır. Bir de, «potansiyel işsiz» denilebilecek kesim vardır ki, bugün için bir işe sahip olan, ama çeşitli nedenlerle (teknoloji yenileyememe, sermaye erozyonu vbg) ileride işini kaybedebilecek olan «işliler»i içermektedir.

    Diğer yandan, işsiz sayısı kadar -hatta daha da fazla-, aradığı uygun elemanı bulamayan işveren mevcuttur. Buna «uygun olmayan eşleşme» (mismatching) adı verilmektedir.

    Ama, bütün bu nedenlerin dışında öyle bir neden vardır ki o neden, ülkemizdeki tüm işsizlik türlerinin değişmez ve de başlıca nedenidir.

    Evet, ülkemizdeki işsizliğin nedenlerinden birisi de, «yeni işler ancak büyümeyle yaratılabilir» düşüncesidir. İstihdamın tek kaynağını “yeni yatırım yapmak” olarak düşünen çok kimse vardır. Çözüm böyle ve hem nüfus artışını hem de tüketim arzularını tatmin edebilecek bir büyümenin gerektireceği finansman mevcut olmadığına göre, yapacak bir şey kalmamaktadır.

    Bu düşünce tam yanlış değil ama iki bakımdan “sakat”tır. Birincisi, yeni işlerin yaratılması için geliştirilmiş teknikler artık bir “iş yaratma teknolojileri” bütünü oluşturabilecek kadar zenginleşmiştir. Dolayısıyla “yeni yatırımlar yapmak” tek yol olmaktan çoktan çıkmıştır.

    İkincisi, yeni yatırımların istihdama dönüşmesi belli koşullara bağlıdır. Yani her yeni yatırım yeni işler yaratır demek değildir. Hatta bazı hallerde -ki bizim durumumuz daha çok budur- yeni yatırımlar işsizlik yaratır. Zamanla eskiyen teknolojileri yenilemek için yapılan yatırımlar genellikle iş değil işsizlik yaratır.

    Bu gibi durumlarda yatırımların işsizliğe değil istihdama yol açmasının iki ön şartı varıdır:

    1. Yenilenen teknolojiler dolayısıyla işini kaybedecek kişilere yeni beceriler kazandırmak ve böylece onları daha yeni teknolojilere uydurmak,

    Artık inşaat ya da yol yapım sektörünü canlandırarak istihdam yaratmak söz konusu değildir. Daha doğrusu, bu tür yaratılan istihdama konu olan insan niteliği ile bu topraklarda tutunmak söz konusu değildir.

    1. Beceri düzeyleri yükselen bu insanların, yeni işleri oluşturacak daha yeni teknolojileri sürekli üretmeleri (yani buluşçuluk becerisi),

    İşini robota kaptıran kişinin bu defa örneğin robot yazılım uzmanı olarak geri dönüp, hem kendine hem de başkalarına yeni işler yaratmaları, Dünya’nın en çok sayıda robotuna sahip Japonya’nın nasıl olup da en düşük işsizliğine sahip olduğunun açıklamasıdır.

    İşte “beceri kazandırma” ve “innovation (yenilik) üretimi” iki koşul olarak ortaya çıkmaktadır. Aksi halde teknoloji yenileme yatırımları işe değil işsizliğe dönüşür.

    (İş)lerin kaynağı olarak yeni yatırımlara böylece bel bağlanınca, diğer yola yani iş yaratma teknolojilerine kimse kulak asmamakta, herkes bir kurtarıcı gibi yeni yatırımları beklemektedir. Tüm toplumun sıradan işçi olması için

    İş yaratma teknolojileri ise ilke olarak kendi işini kurmaya yani girişimciliğe dayalıdır. İşte bu sebepten dolayı, bu sakat düşünce, aynı zamanda girişimciliğin önündeki engellerden birisi de olmaktadır.

    OECD’nin 1970 ve 1986 yılları arasındaki 17 yıllık dönemi kapsayan bir araştırması, A.B.D., Japonya ve o zamanki S.S.C.B. hariç 5 büyük Avrupa ülkesindeki yatırım-istihdam ilişkilerini inceleyen bir araştırması, yukarıdaki iki koşulun yerine getirilmediği ülkelerde, büyümenin istihdam artışına yol açmadığını, aksine iş kayıplarına neden olabildiğini göstermiştir (tıklayınız)

    Çare nedir? İlk çare, istihdamla ilgili bürokrat, akademisyen ve politikacılarımızın çağdaş iş yaratma teknolojileri konusuna «daha çok zaman ayırmaları»dır.

    İktisat kitaplarını, sorunlarımızın ve onların çözümlerinin genel çerçevelerini tasarımlamak için kullanmak bilimin gösterdiği yoldur. Ama o ilkesel yaklaşımları özgün sorunlarımızı çözme yolunda reçeteler olarak kullanmak doğru değildir.

    Pazartesi, 04 Eylül 1995

  • VALDE MEKTEBİ

    Pertevniyal Sultan’ın, eşi II Mahmut adına 1872 yılında inşa ettirdiği Pertevniyal Lisesi, ülkemizin en eski okullarından üç veya dördüncüsüdür. Toplumumuzda reformların en yoğun olduğu bu dönemde, imparatorluğun geleceğinin fütühatta değil yüksek nitelikli insan dokusunda yattığı tanısı gerçekten çok önemli bir ayrımdır. Bu okulumuz bundan dolayı da önemli bir kilometre taşıdır.

    Geçirdiği büyük yangından sonra betonarme olarak yeniden inşa edilen okulun caddeye bakan yüzüne, ilginç bir ustalıkla ve büyük Latin harfleriyle VALDE MEKTEBİ ibaresi yazılmıştır.

    Düz beton yüzey üzerindeki kabartıların üzerine dişi yazıyla yazılan bu yazı, gazete eklerindeki “şaşı bak şaşır” bulmacalarına taş çıkarır biçimde ilk bakışta okunamaz, karşısına geçip uzun süre baktıktan sonra birdenbire görünürdü.

    Çocukluğumuzda beni, birçok akranımı ve erişkin kişileri hayrete ve de hayranlığa düşüren bu ince sanat esprisini, yıllar geçip sanat adına yapılan şaklabanlıkları gördükten sonra, mutlaka başka dünyalardan gelen birilerinin yaptığından kuşkulanmaya başlamıştım. Artık böyle bir kuşkum kalmadı, evet gerçekten de başka gezegenlerden birilerinin gelip, insan türünün sadece kendine belletilip ezberletilenleri tekrarlayan otomatlar olmadığını, böylesine yaratıcılıklar sergileyebileceğini ima etmek, ama bunu da kabaca herkesin gözüne sokmadan yapabilmek için yükseltilmiş zemin üzerine bu dişi yazıyı yazdıklarını anladım.

    Bu ince hatırlatmanın herhangi bir yerde değil de bir okul duvarı üzerinde yapılmış olması, bunu düşünmüş olanları bir daha rahmetle anmamızı gerektiriyor.

    Bir süre evvel okulun önünden tekrar geçerken, beni ve belki birçok kişiyi böylesine etkilemiş bu büyünün bozulduğunu dehşetle gördüm: birileri, dişi yazının içini boyayla doldurarak yazıyı okunur hale getirmiş.

    Bunca sorunla boğuşan ülkemizde, okul duvarındaki yazının içinin boyanmasını sorun olarak ele almayı garipseyenler, hatta “fena mı okulu boyayıp korumuşlar”, ya da “herkesin okumaya çalışırken zaman kaybetmesini önleyip onların işlerini kolaylaştırmışlar” diyenler olabilir.

    Ben sadece bunun düşünülmesini, ama iyi düşünülmesini, hemen cevap verilmeden düşünülmesini istiyorum. Sorunlar yumağı ile bu olayın ilişkisi var mıdır, bunun düşünülmesini istiyorum.

    Okul yönetiminin, bunu önemseyebileceğini sanmıyorum. Bakanlık emirleri içinde bu yazının içinin boyanmamasını emreden bir emir herhalde yoktur. Ama bildiğim kadarıyla bu okulun bir vakfı vardır ve vakfın yöneticileri arasında bir sanatçı da vardır. Belki onlar duyarlık gösterirler. Kim bilir!!

    26 Mayıs 2000

  • “KUŞKUSUZLUK” (EZBER) HER TÜR İRTİCANIN KAYNAĞIDIR!

    Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana açık ya da örtülü biçimde hep gündemde kalmış belki de tek konu “irtica” olmuştur. Arapça “rücu” (geri dönme, eskiyi isteme) anlamındaki bu sözcük, Osmanlı’nın dini esaslara dayalı toplum yaşamını geri getirme isteği olarak pratik içerik kazanmıştır.

    Konuya ideolojik bağlam dışında bakılırsa “irtica”nın, dine dayalı düzen isteği değil, belirli bir dine dayalı olarak yaşamak isteyenlerin, böyle yaşamak istemeyenlere baskısı olduğu, toplumun ortak yaşam alanlarındaki kuralları, sadece belirli bir inancın kurallarının belirlemesi yönündeki baskısı olduğu anlaşılacaktır. Halbuki, ortak yaşam kesitleri dışındaki alanlarda herkes inancına uygun yaşayabilmeli, ortak yaşam alanlarında ise çeşitli inançlardan bağımsız kurallar üzerinde uzlaşılabilmelidir.

    Bu bağımsız kuralların en mükemmel kurallar olması gerekmez, sadece üzerinde uzlaşılmış olması yeterlidir. Laik toplum yaşamı içinde inançların korunabilmesi ancak bu şekilde mümkündür.

    Laikliğin böyle değil de, herkesin, toplum yaşamının her alanında, tüm inançlardan arındırılmış olarak yaşaması biçiminde anlaşılması halinde, herkesin belirli bir inanç doğrultusunda yaşaması dayatması demek olan irticanın bir başka türü ortaya çıkmış olmaktadır. Birincisine din temelli irtica denilebilirse, ikincisine de laik temelli irtica denilmek gerekir. Yani bir anlamda bu defa laiklik bir yeni din olarak ortaya çıkmakta ve herkesin bu yeni dine biat etmesi istenmektedir.

    İki irtica türünün de ortak yanı “tek doğrulu” olmasıdır. Kendi dışındaki doğrulara kapalı olunmasını istemekte, kendi yaklaşım yolunun sorgulanmasını, bundan kuşkulanılmasını yasaklamaktadır.

    Karmaşık bir aritmetik ifadenin sadeleştirilmesinde olduğu gibi ifadeyi karmaşık hale getiren terimlerden sıyrıldıkça, irticanın temelindeki çekirdeğe varılmaktadır: Kuşkusuzluk yani ezber!

    Ezber (yürektenlik), bir bilginin “değişmez tek doğru” olarak benimsenmesi, öyle olduğuna ilişkin kalben duyulan güvenin akıl yoluyla tahkik edilmeyişidir. Merak kökenli kuşku ile birleşik olmayan her bilgi «yürekten bilgi» olup, «yürektenlik” bir öğrenme yöntemi olan «akılda tutma (belleme)» değildir. (Farsça yürekten demek olan ezber’in İngilizce’deki karşılığı by heart, Fransızca’daki ise par coeur `dür.)

    Ezber denilince genel olarak akla hemen okul gelir. Gerçekte ise, kuşkusuzluğun telkin edildiği her durum, her kurum birer ezber kaynağıdır. Kavrama daha da net bakılırsa, kuşkuyu ortadan kaldırmaya yönelik her girişim ezber için bir alt yapı hazırlar.

    Çocuğun aile içindeki yaşamında, kuşkusuzluk yani ezber, ana-babanın yaşamlarını kolaylaştırıcı bir araç haline gelir. Anne ve/ya babasının her söylediğinin niçin öyle olduğunu, davranışlarının tek doğru davranış olup olmadığını sürekli sorgulayan bir çocuğa dayanmak güç görünebilir. Bunun yerine, tırnakları kesilmiş bir ev kedisi gibi, kuşkuculuğu yani merakı bastırılmış bir çocuk tercih edilebilir. Onunla yaşamak daha kolaydır. Hele, bunun üzerine biraz da itaat sosu dökülürse istenen ideal çocuk bulunmuş olur. Halk arasında bu tür çocuklara ayıp olmasın diye “köşe yastığı” değil “uslu” denilir.

    Aile tarafından uygulanan bu kuşkusuzlaştırmaya doğal olarak okul kurumu da uyar ve öğretilenlerden kuşku duyulmamasını eğitim yaşamının bir numaralı kuralı olarak ilan eder. Okuldaki ezberin kaynağında işte bu uyum vardır. Aile ve okul eğitiminin yanısıra, toplumun eğitim kurumları olan kitle iletişim araçları, çeşitli sosyal gruplar da kuşkusuzluk ilkesini benimsemek zorundadırlar.

    Bu zincirleme tepkimenin en talihsiz ürünü “inançtaki kuşkusuzluk”tur. Yıllardan beri “inanç” ve “kuşku” bir araya gelemeyecek iki zıt kavram olarak takdim edilmiştir. Gerek “ilim” gerekse “bilim” ehilleri toplumu, bu iki kavramın çatışmasının kaçınılmazlığına koşullandırmışlardır. Her iki taraf da kendi doğrularının mutlak ve tek olduğuna inanmış, kendi yandaşlarını da buna koşullandırmıştır.

    İnanç bir defa doğan ve öylece süren bir olgu olduğu takdirde bu “kör inanç”tır. Kuşku ile sürekli olarak test edilen ve giderek daha üst formlara varan bir inanç ise kuşkuyla “bütünleşmiş”tir. Aynen iki ayrı renk ipliğin birlikte sıkıca sarılarak yeni bir iplik oluşturması gibi!

    İnanç ve kuşkunun “bir” değil ama bir “bütün” olduğunu, bırakınız yan yana gelmemeyi, ayrı olmamaları gerektiğini kavramalı, bu yeni anlayışın yaratacağı barış ortamını gerçekleştirebilmeliyiz

    Şimdi bir soru: tek doğrululuğa bu denli koşullandırılmış bir toplumda, (dir)lerden kurtulup (mi?)lere nasıl geçeriz?

    Her tür fanatizmin, her tür tek doğrululuğun, her çatışmanın kaynağında kuşkusuzluk yani ezberin olduğunu, toplumun tüm yaşam kesitlerini (sanayide, sanatta, bilimde, eğitimde ve her yerde) bir tümör gibi sarmış bulunan ezberden kurtulabilmenin ön koşulunun, bu konuda genel bir duyarlık yaratmak olduğunu nasıl anlatabiliriz?

    Dini fanatizmle başa çıkabilmenin yolunun, fanatizmin kaynağı olan kuşkusuzluk yani ezberle mücadele olduğunu, bu işlerin tüm ilgililerine acaba nasıl anlatabiliriz?

    İşte mesele budur ve ülkemizin tüm akıllı insanları buna kafa yormalıdırlar. Ama tek doğrulu biçimde değil!

    27 Eylül 2001

  • Bugüne kadar üstüne alınmayanlar: Artık alının!

    İnsanlık tarihi boyunca kitleleri yönetmek için kullanılagelmiş en etkin araçlardan birisi cennet ve cehennem kavramlarıdır. Her araç gibi onun da “daha etkin” olduğu sınırlar vardır. Okur-yazar kesimde -genelde- bu iki kavram yerini ahlaki değerlere bırakmaya başlar.

    Çocukluğundan beri kızgın yağ kazanları, alev alev yanan fırınları ile koşullandırılıp, kendisine ezberletilen doğru-iyi-güzeller konusunda beyinleri yıkanmış olan kişiler için bir yanlış yapmış olmak ne ise, bu kavramlardan kendini bir biçimde kurtarabilmiş insanlarda da, “gelecek nesillerin gözünde suçlu duruma düşmek” sanki eşdeğer bir korkutuculuğa sahiptir.

    Sevgili Çetin Altan’ın “Lanetliler Bahçesi” fikri gerçekleşir mi bilinmez. İnsanlık suçu işlemiş kişilerin heykellerinin yer aldığı bir bahçe için gereken büyüklükte bir yer bulunabilse her halde olur. Ama zaten tarih de bir bakıma hem lanetliler hem de minnet duyulacaklar bahçeleri değil midir!

    Kendi şaşmaz yasalarına göre işleyen evrenin bir parçası olan insanlarımızı, onları milyonlarca yıllık kaza-beladan bugünlere salimen getiren özelliği olan müthiş öğrenme yeteneğine boş verip, nehir ve padişah adları, meydan savaşı tarihleri, sevilecek ve nefret edilecekler listeleri gibi saçmalıkları “ezbere belleten” ve bunu da kutsal bir işmişçesine toplumun eleştiri alanının dışında bir tabu gibi tutabilmiş olan eğitim sınıfının tarih içinde hangi bahçede yer alacağı artık konuşulmalıdır.

    Adına eğitim diyerek her sorunun çözümü olarak ortaya sürülen panzehirin ne olduğunu artık kalıpları kırarak sorgulayabilmeliyiz. İstendik bilgi ve becerilerin kazandırılması olan öğretim ile istendik tutum ve davranışların kazandırılması olarak anlamlandırılan eğitim tanımı içindeki “istendik” ve “kazandırılması” hangi ideolojide olursa olsun kimse tarafından sorgulanmadı.

    En aklı başında olanlar dahi, insanların kendi başlarına bir şey öğrenemeyeceklerini, öğrenirlerse de onların zararlı şeyler olacağını, bu yüzden de “istendik” bilgi, beceri, tutum ve davranışların toplum -ve onun adına devlet- tarafından belirlenmesini tartışmasız kabul ediyorlar. Belirlenen bu içeriğin çocuk ve gençler başta olmak üzere eğitilecek olanlara, bir şekilde öğretilmesi gerektiğinde de tam bir fikir birliği var.

    Kendilerini, dışlarındaki tüm canlılardan üstün gören -ki ne akıl almaz bir salaklıktır- bu insanlar, tüm diğer canlıların üstün öğrenme yeteneklerini görüp kabul ediyor, ama kendisinin öğrenme konusunda onlardan aşağı olamayacağını idrak edemeyerek hemcinsleri için bir “jenosit” uyguluyor: Zihinsel jenosit!

    Öğretmenlik başta olak üzere eğitim sınıfı bugüne kadar hakkında hiç konuşulamayacak alanlardan birisi olarak geldi. Eğitimdeki sorunlar da, bu alana gerekli önemin verilmeyişiyle açıklandı. Bu alandaki meslek mensuplarının yaşam sorunları olduğu, bunların düzeltilmesi için tüm toplumun görevli olduğu doğrudur. Hatta, diğer meslek dallarına gösterilmesi gereken özenden daha fazlasının gösterilmesi gerektiği de doğrudur.

    Ama bu, eğitim sınıfının uygulamakta olduğu zihinsel soykırımın gerekçesi olamaz. Yaşam sorunları olan kesimler, bunların karşılığını, evrenin, hiçbir canlıdan esirgemeden eşit -ama farklı biçimlerde- dağıttığı öğrenme yeteneğini, yaratıcılığını köreltip yok ederek tazmin ettiremezler. Zihinsel soykırım budur. Bunun, kimin emriyle yapıldığı, bu yapılmazsa müfettişlerin aleyhte rapor yazıp yazmayacakları ya da birbirlerinin yazdıkları kitaplarda böyle yapılmasının yazılı olduğu gibi ayrıntılar, bu büyük trajediyi değiştiremez.

    Bunları üzerlerine almaları gerekenler, geri kalmış yörelerimizde geçim savaşı veren, evini geçindirmek için ikinci ya da üçüncü iş yapan öğretmenler değildir. Onlar söz konusu bile değildir.

    Bu insanlık suçunun sanıkları, çocuklarımızın ve velilerin gönüllü olarak onayladıkları biçimde ve de toplumun geri kalan kesimlerinin hayranlık duyduğu en pahalı okullarda bu işleri yapan, tüm eğitim sınıfına ve de devlete örnek olan eğitimcilerdir.

    Bu felaket farkedilmelidir. Bu zihinsel dondurma işleminin, ihtiyacımız olan ve aslında bol miktarda mevcut olan yaratıcı insanları birer hareketli ceset haline getiren kök neden olduğu farkedilmelidir. Eğitim, böyle bir şey olamaz. Bu denli insana saygı duymayan, onu küçümseyen, aşağılayan bir süreci kim yaparsa yapsın, bugüne kadar kendini yüce sayarak ne kadar korunmuş olursa olsun, lanetliler bahçesine gitmekten kurtulamaz. Kurtulmanın tek çaresi yine kendini farkedip bu yanlıştan geriye dönmektir.

    Birbirini aşağılamak için diğer canlı türlerinin adlarını kullanan insanlarımız, onların öğrenme yeteneklerinden daha aşağı olmadıklarını idrak edebilmelidirler.

    Eğitimin yeniden yapılanması herkesin ağzına sakız olmuştur. Ama bu yapılanmanın, mevcut paradigmaları savunanlarca gerçekleştirilemeyeceğini görebilmeliyiz.

    Şunları birer ilke olarak kapılarına yazmayan okullara çocuk ve gençlerimizi göndermeyeceğimiz gibi bir toplumsal bilinçlenme, o yeniden yapılanmanın gerçek işareti olacaktır:

    İnsan -bütün diğer varlıklar gibi- üstün bir öğrenme yeteneğine sahiptir. Kendi eğitsel gereksinimlerini saptama ve onları -kendi özelliklerine göre- öğrenme konusunda Tanrısal bir yeteneği ve gücü vardır. Bunu dışlamak, görmezden gelmek, en büyük günah, en büyük ayıp, en büyük saygısızlıktır.

    Eğitim, bilgi edinme süreci değildir. Bilgi edinme, her yer ve zamanda yapılabilir.

    Eğitim, kendini farketmek sürecidir. Kendi fiziksel, zihinsel ve ruhsal yeterlik ve yetersizliklerini, bunların sınırlarını farketmek ve bunlara göre tüm eğitsel kaynakları -ki tüm evren- kullanabilmektir. Dünya’yı, ders aracı olan yapay küreden; insan vücudunu iskelet resminden, arşimet kanununu laboratuvardaki uyduruk modelden, iyi ahlakı ise kitaptan, hem de “öğretme” yoluyla “ezbere belleten” bir yerin adı herhangi bir şey olabilir, ama okul olamaz.

    Çocuk ve gençler başta olmak üzere herkesin -ve tüm varlıkların- en başta saygı gösterilmeleri gereken özellikleri, doğuştan sahip oldukları merakları ve öğrenme ustalıklarıdır. Birbirine sıkıca bağlı olan bu iki yetenek aynı ölçüde de kolayca bozulabilirdir. Eğitim adı altında yapılan her türlü girişim bu iki özelliğe dikkat etmelidir.

    Tekrar yoluyla zihinlere kazıma, geleneksel bir belletme yoludur ve eğitimcilerin çok kullandıkları, başkalarının da zararının farkında olmadıkları bir yoldur. Bu bir zihinsel travmadır. Elinde tebeşirle tahtada sürekli problem çözen, bir dolu benzer problemi de ödev olarak verip artık yeni bir problemle karşılaşma olasılığı kalmayana kadar problem ezberletip belleten, sonra da bunları sınavlarda tekrarlayarak yüksek puan alan maktulleri sayesinde ünlenen öğretmenlerden korunulmalıdır.

    Yeni Okul, bu tür saygısızlıklar konusunda bilinçlenmiş “öğrenme ortakları”nın -öğretmenin yeni adı bu olmalıdır- bulunduğu ve öğrenmek isteyen çocuk, genç ve diğer öğrenme ortaklarına -onlar da sürekli öğrenmelidirler- yardımcı olduğu yerin adı olmalıdır.

    Koşullandırma, tekrar yoluyla belletme, karşısındakilerde herhangi bir yolla güven yaratıp ondan gelecekler için kuşkusuzluk yaratma, kendi ideolojisini bu ve benzeri yollarla aşılama, insanlık suçudur ve lanetliler bahçesine giriş nedenidir.

    Eğitim sınıfı kendini sorgulamaya başlamalı, geleneksel yanlıştan dönmenin bir yolunu bulmalıdır.

    14 Haziran 2000