-
Nis 16 2012 İkna olmaya hazır ve ikna etmekle görevli olanlar!
Önce bir bayat fıkra: Yeni genel müdür ilk günkü gözlemlerinden sonra hemen bir duyuru yayımlar. Duyuru No 01: İşe geç kalan personel, mesai bitiminde çıkan personelle koridorlarda çarpışmaktadır. Dikkatli olunmasını rica ederim.
Ertesi gün ikinci duyuru gelir; Duyuru No 02: İşten erken çıkan personel, sabah işe gelenlerle çarpışmaktadır, dikkatli olunması rica.
Üçüncü gün ise şöyle bir bildiri; Duyuru No 03: Geç kalan ve erken çıkanların aynı kişiler olduğu belirlendiği için 02 nolu duyuru iptal edilmiştir.
Gazete ve TV’lerdeki çeşitli konulardaki yorumlara dikkat ettikçe bir özelliğin daha çok farkına varır oldum: yazıp konuşanların büyük çoğunluğu, düşüncelerinden çok eminler; öylesine eminler ki, bu düşüncelere katılmayanlarla hakarete varan derecelerde alay edebiliyor, nasıl olup da bu denli açık(!) gerçeklere(!) karşın farklı düşüncelerde olabildiklerini anlamıyor, bunun olsa olsa zeka geriliği, genetik faşizm gibi tedavisi imkansız yerlerden kaynaklandığı sonucuna varıyorlar.
İnternet ortamının daha kolay kullanılabilir olmasından mıdır nedir bilinmez, çeşitli iletişim gruplarındaki uzun yazışmalardaki durum daha da sert. “Doğru budur, bunun dışındaki doğru sahipleri eşektir!” eşdeğerliğinde yargılar havada uçuşuyor. Yargılarına destek olması için çeşitli ideolojilerin kalıplarını dile getirenler daha bir bilgiç; onlarda -kendi doğrularının dışındakilere- hiç tolerans yok.
Doğrusu bunun tam bir analizini yapamıyorum, hangi meslek dalı yapabilir ondan da emin değilim. Yalnız anlayabildiğim, bu kişiliklerde bir “kolay ikna olma” özelliği var. Hatta çokluklarına bakılırsa, esas geride kalanlarda bir “kolay ikna olamamak” hastalığı olabilir.
Bir küçük varsayımın dahi sonuçlarda ne büyük farklar yaratabildiğini, hele hele birkaç varsayım ardarda gelince “olmaz olmaz” diye bir kavram olamayacağını, söylenen bir cümlenin 5 kişiden aktarılınca ne acayiplikler doğabileceğini denemiş olanlar, bu kolay ikna olabilirlik özelliğine sahip kişilikler için tüm olayların, tek adımlık, doğrusal -ama yine de heyecan verici- birer açıklamasının mümkün olabileceğini kavrayacaklardır.
Gerçekten bu özellik bir müsekkin kadar rahatlatıcıdır. Zihninde kuşku bulunmayan, kendine eğri görünen her şey için muhakkak bir “kim” -nadiren de kimler- sorusu üreten bir kişi, bu susuzluğunu gidermek için kendisine sunulan “gerçek”ler karşısında niçin dirensin ki!
Bu tür bir kişiliğin -eğer genetik bir özellik filan değilse- kolektif bir çabanın sonucu olması daha akla yakın görünüyor; yani aile-okul-toplum-medya işbirliği gibi. Çünkü bu tür kişilikler -ilk anda sanılabileceği gibi- sadece sorgulamama (ezber) yönteminin yaygın olduğu din eğitimi yapılan okullardan değil, tamamen aksi kutuptaki kolej ve üniversitelerden mezun olmuş, üstüne üstlük akademik derece almış kişilerde de “çok” yaygın.
TV’de üç kişilik bir oturum. Üçü de “düşüncelerinden son derece emin” kişiler. Her biri, söz sırası geldikçe, kibar, bilimsel görünüşlü bir jargon içinde, demokrasi ve insan haklarının nasıl gerçekleştirilebilecek iken niye olamadığını, hemen ne yapılarak ne olacağını ifade ediyor ve birbirlerine kanıt oluyorlar.
Söyledikleri yapıldığında neler olabileceğini tahminde ise değme falcı ellerine su dökemez. Doğrusu insan bu kişileri dinledikçe bu denli açık gerçeklere niçin bir türlü ulaşamadığını düşünüp içten içe bir haset duymuyor da değil.
Bu tür bir kişilik -en azından kendisi için- iyi olabilir. Çeşitli olasılıklar, sorular karşısında neyin niçin olduğunu aramaya, hele hele cevabını bilemediklerinin yaratacağı belirsizlikler altında kıvranmaya gerek bırakmayan bir netlik dünyadaki cennet sayılmaz mı?
Sokaktaki insan karmaşık gerçeklerden hoşlanmaz. O da olur bu da olur gibisinden ifadeler sokak insanı nezdinde “kıvırmak”tır ve -özellikle de erkeklere- yakışmaz. Bir sorunun cevabı ya öyledir ya böyledir; bir şey ya siyah ya beyazdır.
Ben bu tür kişiliklere, kolay ikna olabilirlik anlamında “kuşkusuzlar” diyorum.
Bir de, “gerçekleri” başkalarına “tebliğ” etmeye, cahil, gafil ya da hain insanları doğru yollara çekmeye çalışan kişilikler var. Onlar kademeli bir ikna yolu ile başlayıp giderek sertleştirmeyi seçiyorlar. Önce rol model olarak, sonra telkinle, daha sonra tenbih (uyarı) yoluyla dayatarak, nihayetinde ise kötek ile “ikna”. Bunlara da “benimseticiler” adını taktım.
Acaba bu iki kişilik tipi arasında bir ilişki, bir ortak nokta var mı; yoksa tamamen bağımsız kişilikler mi?
Merak ettiğim ikinci nokta da, herhangi bir konuda benimseticilik ortaya çıktığında, tam aksi yönde bir başka benimseticiliğin ortaya çıkıp çıkmadığı; çıkıyorsa ne olup da çıktığı.
Bunun cevabını düşüneduralım, birinci sorumun cevabını buldum galiba: Aslında benimseyici ve benimsetici diye iki ayrı kişilik yok. Bunlar aynı ve de aynı olmak zorunda. Çünkü benimsetici olabilmek için, tebliğ edilecek her ne ise onu “yürekten” (by heart=par coeur=ezber=sorgulamadan) benimsemiş olmanız gerekiyor. Bu ise benimseyiciliğin tam tanımı.
Şimdi, niçin bu denli yoğun -ve çok yönlü- bir benimsetme ortamı var daha iyi anlaşılıyor. Çünkü çoğunluk benimseyici. Kendi doğrularından o denli eminler ki bu doğrularla başkalarının aydınlanamamış olmasını kabullenemiyorlar ve derece derece benimseticilik başlıyor.
Şeytan konusunu işleyen filmlerde hep görürüz; şeytanla karşılaşan kişi haç gösterir ya da bir dua ederse şeytan bir anda taş kesilir.
Benimseyiciler ve benimseticiler karşısında okunabilecek bir dua biliyorum: “öyle olduğunu nereden biliyorsun?”
4 Mart 2008
-
Nis 16 2012 Başıboş insanlar tehlike saçıyor !
Önce bir okur mektubundan alıntılar:
“Gözlem Gazetesinin Ağustos ’93 sayısındaki yazınızı büyük bir coşku ile okuduk (Belediye Başkanlarımıza Açık Mektup,T.T). Duygularımıza tercüman olduğunuz için çok teşekkür ederiz.
…
İzmir’e çok yakın bir tatil yöresindeki evimizde bir köpeğimiz vardı. Maalesef bu yörede son zamanlarda başıboş köpekler artmıştı. Bir sabah köpeğimiz eve döndükten sonra kasılarak yere yıkıldı ve zavallıyı veterinere yetiştirmemize rağmen kurtaramadık. Tasmalı, nüfus kağıtlı, aşıları tam olduğu halde, bu yörenin belediyesinin hiç habersiz yaptığı itlafa bizimki de kurban oldu. Yapılan otopside, kullanılmaması gereken striknin maddesi bulundu.
…
Bu yazıyı diğer köpek sahiplerinin dikkatini çekmek için yayımlamanızı rica ederim.
…
Şimdi başka bir köpeğimiz var. Boynunda belediyenin verdiği bir numara asılı. Eğer yukarıdaki gibi bir hadise tekrarlanırsa o belediyenin canına okuyacağız.
Nilüfer/Güngör Altıkulaç- İzmir”
“Başıboş hayvan” deyimi pek yaygındır. Aslında bu deyimi hayvanlar için değil başıboş insanlar için kullanmak çok daha doğrudur.
Bir ara Bursa’da sahipsiz kedileri toplatıp fırında yakan bir belediye başkanı da “ne yapalım yani insanlar kudursunlar mı?” diyerek küçük aklıyla bir savunma yapmıştı.
Bu tür bir kafa yapısı, mutlaka birilerinin ölmesi gerektiğini, insanlar öleceğine hayvanların ölmesinin daha doğru olduğunu savunan sapık zihniyetin çok sayıdaki temsilcilerinden yalnızca birisine aittir.
Bu yaratıkların, kendilerine zarar verceğini düşündüğü her canlıyı ortadan kaldırabilecek tehlikede, Hitler’e rahmet okutacak birer cani olduklarına şüphe edilmemelidir.
Bence başıboş hayvanlardan ziyade bu insanlar daha tehlikelidir ve mutlaka tecrit ve mümkünse tedavi edilmeye ihtiyaçları vardır.
Çocuklarımıza (ve bir kısım büyüklere) canlı sevgisini öğreten hayvan dostlarımızı yakarak, vurarak, zehirleyerek yok eden bu canileri iyi tanımalı, bunlara verilebilecek en iyi cezanın onları seçmemek olduğunu bilmeliyiz.
Önümüzde yerel seçimler var. Sırasıra adaylar karşımıza çıkıp neler yapacaklarını anlatıp oylarımızı isteyecekler. Lütfen bunlara, hayvanlar için ne düşündüklerini ve özellikle itlaf konusunda ne düşündüklerini sorunuz. Kerli ferli birçoğunun bu konuda ne denli caniyane niyetler taşıdığını dehşetle göreceksiniz.
Başıboş insanlara dikkat. Esas onlar tehlike saçıyorlar, hayvanlar değil!