• Bu matematik nasıl oluştu..

    Bu matematik nereye kadar götürür, yoksa idrak sınırımızı o mu belirliyor?

    Gökteki Pi[1]

    “Gökteki Pi” adlı kitapta, bugün kullandığımız matematiğin dayandığı köklerin insanlığın ilk zamanlarındaki ilkel sayma ihtiyaçlarına dayandığını, sonra da ihtiyaçlar karmaşıklaştıkça matematiğin de ona paralel olarak nasıl evrimleştiği çok güzel tanıtılıyordu.

    Tamamen yaşamsal ihtiyaçlar nedeniyle ortaya çıkan “sayma”  (ve onun doğal uzantıları olan geriye sayma, ardışık toplama ve ardışık çıkarma) günümüz matematiğinin 4 işlemini oluşturdu. Daha sonra ortaya çıkan ileri hesaplama tekniklerinin temeli hep “sayma”ya dayalıdır.

    Geleneksel matematikte 1+1=2 iken gerçek yaşamda bu eşitlik ancak bir dizi koşul varsa geçerlidir. Buna göre 1+1’in kaç edeceğini zamana, zemine ve diğer koşullara bağlayan, (+) operatöründen daha farklı -hatta kişiye özel- bir operatör icat edilemez mi? Örneğin (1 © 1=2), perşembeleri hariç 1+1=2 olup diğer günler belirsizdir☺.

     

    Şimdi bir soru!

    Acaba “sayma” ile “idrak” arasında bir bağlantı var mıdır? Şayet varsa, başka bir “başlangıç kavraşımı[2]”na dayalı başka bir matematik bugünkünden farklı bir idrak’e yol açar mıydı? Ya da soruyu tersinden soralım: Acaba idraki daha yüksek insanlar -dahi bilim insanları, sanatçılar, düşünürler gibi-, sayma yerine daha farklı bir “başlangıç kavraşımı” mı kullanırlar?

    Ama ilk adımda -kesin olmasa da- mümkün gibi görünen, idrak denilen “kavrama modeli”nin bireye özgü olabildiği, bir yandan da sosyalleşme yoluyla ezberlenerek, sanki tüm insanların idraklerinin tek tipmiş izlenimi verdiğidir.

    Bir diğer güvenli sonuç da, matematiğin çeşitli idrak araçlarından birisi olduğudur.

    Başka bir soru: Acaba ateş veya tekerlek icat olmasaydı ne olurdu?

    Tekerlek ve ateş için insanlığın en büyük iki buluşu denilir. Gerçekten de keşif ve icatlar için “ardından tetiklediği gelişmeler” şeklinde bir dereceleme yapılsaydı muhtemelen bu iki buluş açık ara önde olurdu.

    Peki bu yüksek dereceleme puanı, “bunlar bulunmasaydı daha yüksek ardışık etkileri olabilecek buluşlar mümkün olamazdı” gibi bir çıkarsamayı da beraberinde getirir mi? Hayır, belki de çok daha ilginç başka buluşlar mümkün olabilirdi. Örneğin, birileri çıkıp da “yerle teması olan icatlar günahtır” deseydi acaba daha iyi icatlar yapılabilir miydi? Belki hayır belki evet! (Tanrı kelamının matbaada basılması günahtır yasaklamasının matbaadan daha iyi bir buluşumuza yol açamayışı ya da yıldızların sırrını anlamaya çalışmak günahtır önleminin daha iyi bir gözlemevi buluşumuza yol açamayışı bu topluma özgü bir sorun çözme kabiliyeti yetmezliği[3] olabilir).

    Özellikle tekerlek o denli yararlı bir buluştur ki, icadından bu yana geçen yaklaşık 6000 yıldan bu yana, onun yerini tutabilecek (örneğin yer çekimi veya sürtünmeyi yok ederek) icatlar üzerinde son 50 yıldır (uzay çalışmaları nedeniyle) durulmaya başlanmıştır. Üstelik de 7 milyarlık nüfusun milyonda biri kadar bile olmayan bir araştırmacı nüfus tarafından.

    En yararlı buluşlar, o alanın önünü en çok tıkayan buluşlardır.

    Benzin motoru o denli kötü bir icattır ki, ilk benzin motorlarının verimleri %3 kadardı. Akümülatör kadar ilkel bir enerji saklama aracı ancak benzin motoru ya da akkor telli elektrik ampulü olabilir. Bunun içindir ki bu üç icat üzerinde inanılmaz ölçüde büyük paralar harcanarak geliştirme çalışmaları yapılıyor.

    Acaba saymaya dayalı matematik de idrakimizin önünü tıkamakta mıdır? Ya da dahiler daha verimli idrak araçlarına mı sahiplerdir?

    Her sorun türü için ayrı bir matematik!

    Von Neumann, Los Alamos’taki atom bombası yapım çalışmalarına katılmış bir bilim adamıdır. İkinci Dünya Savaşı’nı bitirmek için ümitlerini çok güçlü bir silaha bağlamış A.B.D., Los Alamos’ta bir tutsak kampına benzeyen ve bir general tarafından yönetilen bir geliştirme kampüsü oluşturmuştu. Bir an önce bombanın geliştirilmesini bekleyen kampüs komutanı, bir gün çalışmaların yavaşlığından yakındığında Von Neumann’ın kendisine verdiği cevap ilginçtir: Sayın general, şu anda sahip olduğunuz klasik silahlar bildiğimiz fizik ve matematiğin ürünleridir; siz bundan fazlasını istiyorsunuz. Biz de bu yeni silahın önce matematiğini geliştirmeye çalışıyoruz!

    Her ne kadar geliştirilen ve birkaç ay sonra ilk denemelerini başarıyla(!) geçiren atom bombası da “sayma” temelli matematiğin türev tekniklerini kullanıyorsa da bu anektod, daha karmaşık gerçekliklerin anlaşılması / açıklanabilmesi için ayrı matematik (ve ayrı fizik, ayrı kimyalar) gerekebileceğini gösteriyor. Aynen Bach’ın http://www.youtube.com/watch?v=xUHQ2ybTejU adresindeki Mobius şeridi biçimindeki sonsuz eserindeki yaklaşım gibi!

    En iyi matematik hangisidir?

    Bir kapı yapmak niyetindeki marangoz kuşkusuz diferansiyel denklemlerden, sanal sayılardan, tensor analizinden yararlanabilir. Ama dört işleme dayalı basit aritmetik onun işini pekala görecektir.

    Toplayacağı paraları kredi olarak müşterilere yansıtmak isteyen bir bankanın ise, gereken risk hesaplamalarını yapabilmesi için biraz daha karmaşık bir matematiğe ihtiyacı olacaktır.

    Newton fiziği, uzay araçlarının buluşmalarına ilişkin karmaşık hesaplamalar için dahi yeterli bir fiziktir. Ama parçacık boyutuna inildiğinde Newton fiziğinin birçok kuralı geçerliğini yitirmekte, bu defa kuantum fiziği yasaları gündeme gelmektedir.

    Buradan görülebileceği gibi herhangi bir “sistem” için bir iyilik / yararlılık ölçütü aransa, muhtemelen en basiti, “durumları ifade etmeye ne ölçüde yatkın olduğu” olurdu.

    Şöyle bir iddia ne demektir: Benim matematiğim, fiziğim her şeyi açıklar?

    Bunun saçma bir iddia olacağı bellidir. Marangoz için geçerli olan matematikle atom bombası yapılamadığına, atom altı parçacıkların hareketleri Newton fiziği ile açıklanamadığına göre, güvenli bir söylem ancak “benim matematik, fizik ve kimyam (yani idrakim), ancak bir sınıra kadar olayları açıklayabiliyor; gerisini -daha uygunlarına sahip olana kadar- açıklayamıyor“.

    İdrakimizin sınırlılığını ifade etmeye utanıyor muyuz?

    Her insanın idrakinin sınırını belirleyen çeşitli öğeler olduğu belli. Kimi kalıtsal, kimi öğrenilmiş, kimi ezberlendiği için sorgulanmayan faktörler, bireysel idraklerin kavrayabilirlik sınırlarını tanımlıyor. Ama her ne hikmetse, insanlar -nasıl ki boylarının kısalığını gizlemeye, zeka ve bilgi eksiklerini  örtmeye çalışıyorlarsa- idrak eksiklerini ifade etmeye çekiniyorlar.

    Çekiniyorlar ve idraklerinin sınırlı olabileceğini basitçe söylemek yerine kendilerini ait saydıkları kampların söylemlerini benimsiyorlar.

    Yaratılış ve evrim!

    Yurtdışında da yaygın olan bu tartışma son aylarda Türkiye gündemine de taşındı. Bir TV kanalında, önce yaratılış yandaşları sonra da evrim kuramını savunanlar çıkarılarak sorun çabucak çözülmeye çalışıldı. Bu arada da moderatör -güya- yansız olarak tartışmaları yönetti.

    Yaratılış yandaşları için herşeyi açıklamak son derece basit: Tüm olup bitenler Tanrı’nın rızası ile olmaktadır, nedeni sorgulanamayacak şekilde her şey açıktır. (Bu basit kuralın açıklayamayacağı hiçbir olay olamaz). Yaratılışçılar, kendi kendini -yoktan- var eden Tanrı’nın, tanım itibariyle böyle olduğu[4], dolayısıyla da bunun “nasıl”ının sorgulanmasına gerek olmayacağı ve de bu olgunun idrak edilebilir olduğunu savunuyor.

    Evrimi savunanlar için ise bilimin, o anki bilinenlerin tanımladığı alandaki olayları açıklayabildiği, bunun dışındaki soruların cevapları için ise, bilimin 7 adımlık prosedürüne[5] uygun bir açıklama yapılabilene kadar bir cevapları olmadığı şeklinde. Burada dikkat edilecek nokta, idrak dışılığa bir atıf bulunmadığı, açıklanamayan olayların bu prosedüre göre henüz irdelen(e)mediğinin belirtilmesi. Evrim savunucuları örneğin Big Bang öncesi ne oduğunu açıklayamıyor, ama daha ileride açıklanabileceğini savunuyorlar.

    Her iki kesimin de hiç kuşkulanmadıkları tek ortak nokta, olan biten her ne varsa idrak sınırlarımızın içinde olduğu, şimdi açıklandığı ya da ileride açıklanabileceğidir.

    Ve şu unutuluyor ki, belki -hatta büyük olasılıkla- bazı olaylar idrak sınırlarımız dışındadır; ne bildiğimiz fizik ve matematikle ne de anladığımız anlamda bir yaratıcı ile hiçbir zaman açıklanamayabilir.

    Bu zihinsel kargaşanın başlıca nedeni sorgulamaya kapalı (ezberlenmiş[6]) doğrular ve o doğruları temel almış kendini beğenmişliktir. Bir alçak gönüllülükle, olan bitenin -o da küçücük bir parçasını- idrak edebildiğini “sandığını” söylemek yerine, “bu işlerin kesinlikle bir akıllı tasarımcının müdahalesi olmadan meydana gelemeyeceğini” ya da aksine, “bütün bunların kesinlikle, hiçlikten  en iyi  uyum gösterebilenlerin doğal seçimiyle meydana çıktığını” savunmak arasında önemli bir fark var mıdır?

    Bütün bu iddialara bakınca insan ister istemez Matrix filminde Neo ile Morpheus arasındaki konuşma akla geliyor: “ister misin bizi birileri bir yerlerdeki tarlalarda yetiştirip buralara gönderiyor olsun!”.

    Yeni bir matematik ihtiyacı?

    Kesin doğrulara dayalı iddialar yerine, idrak sınırımızı geliştirecek daha esnek bir düşünme sistemine ve onun aracı olan bir yeni matematiğe ihtiyacımız var gibi görünüyor[7]. Aynen, matematik gibi bir ifade aracı olan dilin çoğu yerde yetersiz kalması nedeniyle sorun alanına özgü yeni dillerin geliştirilişi gibi[8].

    22 Eylül 2009

    [1] Gökteki Pi (orijinal adı Pi in The Sky, Barrow, John.D., Penguin, 1992), Beyaz Yayınları, İstanbul, 2001

    [2] Kavraşım, konsept karşılığı olarak kullanılan “kavram” yerine öneriliyor. Bu Türkçe olmayan sözcüğün kullanım zorunluğu, konsept karşılığı olarak genelde kullanılan “kavram” sözcüğünün doğru bulunmayışından kaynaklanıyor. Konsept, con+cept Latince kökenli olup birlikte almak, birlikte kavramak anlamındadır ve bu “birliktelik” vurgusu esas korunması gereken sıfattır. Bireysel olarak değil toplu olarak kavranan anlamındaki konsept yerine bu nedenle kavram kullanılmamış olup, bunun yerine “kavraşım” gibi bir sözcük önerilmektedir.

    [3] http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_soruncozmekabiliyet

    [4] Kendi kendini programlayan veya öğrenen sistemler olarak tanımlanan (automaton) genellikle bu tür tartışmalarda bir şeyin kendi kendine yoktan var olabileceğini örneklemek için kullanılıyor ise de, yoktan var olmak ile automaton arasında herhangi bir ilişki, hatta benzerlik olmadığı belirtilmelidir.

    [5] Gözlem/sorgulama, hipotez/tahmin, deney/daha ileri gözlem, veri toplama, tekrar değerlendirme, çıkarsama, yanlışlanabiir teori.

    [6] http://www.beyaznokta.org.tr/cms/images/201005012001_EEAP01.pdf

    [7] Edward De Bono’nun rock logic – water logic tanımlaması aslında bu değil midir?

    [8] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=779

  • Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    En gerçekçi ve de gerekli vaat: Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    2009 rakamlarına göre Türkiyedeki toplam siyasi parti sayısı 61, faal dernek sayısı yaklaşık 85,000 ve faal vakıf sayısı ise 10,000 dolayındadır.

    Bunlardan siyasi partilerin tamamı, vakıf ve derneklerin de bir bölümü, adına Türkiye Sorunları denilebilecek -küçük ya da büyük ölçekli- sorunlara çözümler geliştirmek ile meşguldürler. Siyasi partiler ise geliştirdikleri çözümleri iktidar gücünü bütünüyle ya da (koalisyonlar yoluyla) kısmen elde ederek uygulamayı hedeflemişlerdir.

    Bu kurumların özetlenen bu niyetleri -ilan edilmemiş olsa da- şöyle bir varsayıma dayalı olsa gerekir: “Eğer sorun alanları için çözümler geliştirilebilir ve bunlar geniş kesimlere ya da iktidar gücünü elinde bulunduranlara anlatılabilirse uygulamaya aktarılabilmesinin önünde önemli bir engel yoktur..

    Buna göre şöyle bir soru sorulsa!!

    Bu nedenle de bu kurumların çoğu, enflasyonun nasıl kontrol altında tutulacağı, fakirlikle nasıl mücadele edileceği, evsizlere nasıl ev, işsizlere nasıl iş sağlanacağı, bankacılıkta neler yapılacağı gibi konulardaki vaatlerini ilan eder, çabalarını da bu konularda planlar yapmaya, bu konulara hakim uzmanları çevrelerine toplamaya yöneltirler. Acaba sorun gerçekten de bu mudur?

    Eğer sorun bu çerçevede olsaydı, eline imkan geçen her kurum vaatlerini gerçekleştirebilirdi. Ama ne yazık ki durum bu değildir. Haklarında çözüm geliştirilmiş sorunların çoğu için ortam koşulları ya kısmen ya da bütünüyle göz ardı edilirler.

    Ekonomik, siyasal, kültürel iç ve dış emeller, toplumsal değer yargıları[1], sahiplenilmiş çözümler[2], kaynak kısıtları, iç ve dış kaynaklı vesayetler, mafyatik etkiler, yabancı servislerin hiçbir yasal ve/ya ahlaki kural tanımayan girişimleri, ortam koşullarının çetrefilli birkaç elementidir.

    Dağarcık zafiyeti

    Bütün bu koşulların dikkate alınmasına imkan verebilecek Sorun Çözme Araçları, siyasi kurumlarımızın dağarcıklarında mevcut değildir. Bu nedenle de sorun çözümleri için öneri ve vaatleri, teknik adıyla sub-optimization, düz Türkçesiyle de dikensiz gül bahçesi ortamı denilebilecek koşullara göredir.

    Bu ortam koşullarının dikkate alınmayışı, Türkiye’yi giderek zor yönetilir duruma getirirken, bir yandan da durumu gittikçe zorlaştıran başka yan etkiler doğurmuştur: Ülke sorunlarının giderek derinleştiğini gözlemleyen -ve sayıları giderek artan- insanlar, mevcut ahlaki ve yasal kurallara uymanın yararsız olduğu sonucuna varmışlardır. Ortaya çıkan ve giderek derinleşen bu yan etkilerden birisine kural tanımazlık denilebilir.

    Diğer ve daha da olumsuz yan etki Sömürüye Açık Alan (SAA) genişlemesi denilebilecek bir olgudur. Her çözülemeyen sorun çevresinde, çeşitli iç ve dış niyet sahiplerince sömürülerek kendi lehlerine ve Türkiye aleyhine kullanılabiecek alanlar oluşmaktadır.

    Örnekler..

    • Ermeni sorunu çevresinde oluşan SAA, neredeyse tüm ülkelerin parlamentolarından “soykırımı tanıma yasaları” çıkarılacağı tehdidini (koz) ortaya çıkarmıştır.
    • Kürt sorunu çevresindeki SAA, silah satışı, anlık istihbarat verip vermeme, terör gruplarını destekleme gibi melanet ürünlerini barındırıyor.
    • Farklılıkların bütünlüğünü sağlayamama sorunu çevresindeki SAA, ılımlı islam denilen ve tamamen islamcı terörizm ile başa çıkabilmek için Türkiye’yi kullanarak tasarımlanan Sorun Çözme Aracı’nı başımıza sarmıştır. Uluslararası oyunun temel kuralının pembe kazan-kazan ilkesine değil, büyük sopa kuralına göre işlediğini bir kere daha sopalanarak öğreniyoruz.
    • Eğitimi, ideolojik koşullandırma zannederek, bir yandan ayakları üzerinde duramayan muhtaç insan üretimi, bir yandan da dinci ve etnik ideolojik koşullandırmalara icazet sağlanması gibi çok yönlü üretilen sorunların çevresindeki SAA’lar, ülkedeki onlarca melanet odağının beslendiği alanlar olmuştur.
    • Demokrasi kavramının üzerine oturduğu uzlaşı kavramının içselleştirilemeyişi sorunu çevresindeki SAA, bu yaşam kolaylaştırıcı kavramın dönerek bir çoğunluk egemenliği olarak anlaşılmasına, bu ise bu egemenlikten çıkar sağlamayı amaçlamış kesimlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

    Nasıl araçlar kullanılmalı ki Türkiye yönetilebilir olsun?

    Vizyonu her ne olursa olsun siyasi partiler başta olmak üzere Türkiye sorunları üzerine tezler, vaatler geliştiren her kurumun öncelikli hedefi, ele aldığı sorunları çevreleyen ortamları oluşturan bileşenleri irdelemek ve bu yolla o sorunların çevresindeki sömürüye açık alanları daraltmak olmalıdır.

    Bunu yapmayıp, çeşitli yaşam alanları için yeni kurallar koyarak sorunları çözmeye çalışanlar, bilgileri, ünvanları, deneyimleri, tutkuları, ezberleri ne olursa olsun onları bir kenara bırakıp, sorunları ortamlarıyla birlikte ele almadıkları her durumda yeni sorunların üremesine yol açacaklarını idrak etmelidirler. Bu tür girişimler sorunları çözemediği gibi, yeni üretecekleri sorunların çevresindeki SAA’lar nedeniyle Türkiye’nin yönetilebilirliğini daha da zora sokacaklardır.

    Sonuç: Gerçekçi iki vaat!

    Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni artırmak ve Türkiye’yi yönetilebilir kılmak, siyasi partilerin vaat etmeleri gereken en gerçekçi iki hedef olmalıdır. Bunun dışındaki vaatler, sokaktaki insan açısından anlamlı olabilir, ama onlar bu vaatlerin gerçekleştirilebilmesi için gereken ortamları sorgulama kapasitesine sahip olamayabilirler ya da olanlar seslerini duyuramayabilirler.

    Tartışma ve programlarını halen “imar planları nasıl yapılmalı?”, “okullaşma oranı nasıl artırılmalı?”, “işsizlere nasıl iş bulunmalı?” ve benzeri sorunlar çevresinde yürüten siyasi partilerimizin, bunlara paralel olarak -hatta daha da öncelikli olarak- yukarıdaki iki vaat çevresinde düşünmeleri önerilir.

    Pazar, Mayıs 2, 2010

    [1] Değer yargıları terimi genelde pozitif çağrışımlar yapsa da, tüm değer yargılarının olumlu, yapıcı vb pozitif nitelikli olması gerekmez. Örneğin töre adı altında uygulanagelen cezalandırma yöntemi, toplumumuzun tamamında değilse de önemli bir bölümünde bir değer yargısıdır. Benzer şekilde eğitim ve ezberin ayrılmazlığı, bal tutanın parmağını yalayabileceği, eşe sadakatsizliğin erkeğin elinin kiri, kadının ise yüzünün karası olduğu gibi onlarca değer yargısı yapıcı olmayan örneklerdir.
    [2] Sahiplenilmiş çözüm terimiyle, bir kurumun önceden gelen kalıp çözümlerini sürdürme konusundaki tembelliği + ezberciliği + korkaklığı gibi bileşik huyu kastediliyor.
  • SoruKonferansı®

    Soru Konferansı®

    Soru” ve “konferans

    Bu bileşimdeki “konferans”, ortaçağ Fransızcasından gelen “bir araya getirmek, danışmak” anlamları taşıyan bir sözcük[1].

    Soru Konferansı da buna göre, soru sormak ve cevaplamak, birbirlerine danışmak üzere bir araya gelmiş kişiler anlamına gelmektedir. Tescil başvurusunda kullanılan tanımıyla ise şöyledir:

    Çözülmek istenilen bir sorun ve/ya gerçekleştirilmek istenilen bir tasarım konusunda önce onu en iyi ifade edebilecek soruları üretmek, sonra da bu soruları paydaşların ortak akıllarıyla yanıtlamak üzere tasarımlanmış bir yöntemdir.”

    Soru Konferansı® yöntemini diğer benzer metotlardan (arama konferansı, gelecek taraması gibi) ayıran başlıca fark, sorunun bir dizi soruya çevrilmesi (Bkz. Doğru Sorular –  http://tinyurl.com/n82xa6 ve bu soruların Doğru Soru Sorma usullerine göre sorulması zorunluğudur.

    Sorular, paydaşların beyin fırtınası yoluyla üretecekleri çok sayıda aday soru içinden, çalışma gruplarınca kademeli olarak en iyilerini seçmeleri yoluyla belirlenir. Böylece belirlenen sorular o denli belirli ve nettirler ki cevapları büyük ölçüde içlerinde gizlidir.”

    Yöntem basittir ama..

    İstenmeyen bir durumun ortadan kaldırılması veya verdiği rahatsızlığın katlanılabilir düzeylere indirilmesi ya da istenen bir durumun gerçekleşmesinin önündeki engellerin azaltılması şeklinde tanımlanabilecek “sorun çözümü”, özellikle de çok sayıda tarafı varsa kolay bir süreç değildir.

    Hatta çözüm bir yana sorun’un anlaşılması bile neredeyse imkansızdır; çünkü sorun, her paydaş tarafından farklı tanımlanabilir ve herkes kendi tanımına göre en “mantıklı” çözüm üzerinde diretir.

    İşte bu gibi durumlarda sorun’un önce ne olduğunun anlaşılıp tanımlanması için bir dizi “doğru soruya” çevrilmesi gerekir. Eğer bu yapılabilirse ancak bundan sonra uzlaşı[2] yoluyla sorun çözümü mümkün olabilir. Bu yöntem Soru Konferansı® adı verilen yaklaşımdır.

    Çetrefil, çok taraflı sorunlar ancak bu şekilde çözülebilir.

    Bunun yerine, sorun’un taraflarına sırayla söz vererek uzun uzun argümanlarının anlattırılması görünüşte pek tatminkar olmasına karşın gerçekte bir işe yaramaz. Çünkü her argüman kendi içinde çeşitli iddiaları içerir ve diğer paydaşların bu kadar çeşitli iddia konusunda ikna olmalarını beklemek imkansızdır.

    İster kurumsal ister toplumsal düzeyde olsun sorunların çoğuna yaklaşım, bu son tanımlandığı şekilde yapıldığı sürece sorunların çözümü bir yana, yeni sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=236).

    26 Ağustos 2009 Çarşamba

  • Krizler ve anlamsız kalabilen amaçlar!

    Herhangi kaynaklı bir kriz yokken, çeşitli amaçlı ama her birisi de toplumun bir ihtiyacı doğrultusunda örgütlenmiş sivil toplum kuruluşları, bu ihtiyaçların çok geriplanlara düşebileceği -doğal, ekonomik, sosyal vd- kriz ortamlarında kendilerini bir anlamsızlık ortamında bulmazlarmı?

    Herhangi kaynaklı bir kriz yokken, çeşitli amaçlı ama her birisi de toplumun bir ihtiyacı doğrultusunda örgütlenmiş sivil toplum kuruluşları, bu ihtiyaçların çok geri planlara düşebileceği -doğal, ekonomik, sosyal vd- kriz ortamlarında kendilerini bir anlamsızlık ortamında bulmazlar mı?

    Bu tür durumlarda, varlıklarını sürdürebilmek için gereksindikleri kaynakları toplumdan talebederken alabilecekleri “bizim derdimiz ne, sizin amacınız ne!” yanıtını tahmin ederek kendi kendilerini anlamsız bulmazlar mı?

    Benzer şekilde, kendine bir “temel varlık nedeni” (öz-niyet, misyon) tanımlamış bireyler de, bu gibi durumlarda kendilerini boşlukta hissetmezler mi?

    Örneğin bir savaş patlak verdiğinde ya da bir deprem afeti sonrası, “kendini sanat yoluyla geliştirmeye” vakfetmiş bir kişinin durumu -en azından- ilginç değil midir?

    Kriz ortamlarında STK’lar!

    Buna göre, toplam olarak onbinlerle ölçülebilecek sayıda yurttaşın oluşturduğu yaklaşık 70,000 dernek ve yaklaşık 9,000 vakıf için şu kritik soru’nun cevaplanması gerekiyor: Kuruluş amacımdan farklı ihtiyaçlar dayatan kriz ortamında, hem kuruluş amaçlarıma hem de yeni ortaya çıkan ihtiyaçlara cevap verebilecek konumlanma nasıl olmalıdır?

    İnsanoğlu kolaycıdır!

    İnsanların çoğu, bir sorun ile karşılaştığında olabildiğince çabuk ve kolay biçimde kurtulmak ister. Kriz ortamında bu daha da baskın olabilir. Bu nedenle de “hemen” çözüm getirmeyeceğini düşündüğü girişimlerin ne içinde bulunmak ne de destek vermek ister. İlk aşılması gereken güçlük budur.

    Aynı derecede önemli ikinci güçlük, kriz sorunlarının aslında birer “hayalet sorun” (phantom) (http://tinyurl.com/ctuuof) olduğunun atlanıp, ardındaki kök nedenlere yönelmesi gereken çözüm önerilerinin “ilgisiz” sanılmasıdır. Örneğin, “işsizlik” adı verilen ve tam bir hayalet olan sorun’un köklerinin her birinin içindeki “öğrenme” olgusunun “ilgisiz” sayılması gibi (http://tinyurl.com/aj8w9u).

    Ve üçüncü neden de, kök nedenlere yönelse dahi, gereken çözümleri üretebilecek Sorun Çözme Kabiliyetinin (SÇK) yetersiz olabilmesidir (http://tinyurl.com/c38f33).

    Bu üç neden birleşerek, bir STK’nu yönlenmesi gereken yolun dışına, hayalet sorunlarla boğuşmaya itebilir. Halbuki bu tür sorunların en önemli özellikleri “çözülemezlikleri ve çözmeye israr edenleri, enerjilerini tükettirerek öldürdükleri”dir.

    Çok büyük kaynaklar tüketmelerine karşın, eğildikleri alanlarda övünmekten başka katma değer yaratamayan, yaratamadığı gibi yaratabilecek olanların da kaynaklarını tüketen STK’ların durumları budur.

    SÇK geliştirmeye çalışmak: Yapılabilecek ve de yapılması gereken en önemli iş!

    Bir STK normal koşullarda hangi alanı ana uğraşı olarak seçerse seçsin, kriz koşullarında o alanla ilgili SÇK’ni geliştirmeye çalışmak en akıllıca tutum olur. Çünkü, kriz ortamlarından olumsuz etkilenenlerin hemen tamamı SÇK düşük birey ve kurumlardır.

    Toplumun bütününün ya da bir kesiminin SÇK’ni geliştirmeye, sorun çözme araçları dağarcığına yeni ve etkili araçlar eklemeye çalışmak hem kriz ortamında hem de olağan koşullarda yarar sağlayacaktır.

    Ama bir sorun var!

    SÇK’nin geliştirilmesine yönelik girişimler, STK’nın ayakta durması için gereken kaynakları sağlamak durumunda olanlara çekici -hatta gerçekçi- görünmeyebilir. İşte bu gerçek bir sorundur. Bir toplumda kaynakları ellerinde tutanlar karmaşık görünüşlü bu mekanizmayı farketmemişlerse o durumda kale içerden fethedilmiş duruma düşülebilir.

    Ama her durumda yine de yapılacak bir şeyler vardır, olmalıdır…

    Toplumun tümü ya da bir kesiminin SÇK’nin geliştirilmesi için kullanılabilecek yol sorun çözme araçları dağarcığına yeni aletler koymak olduğuna göre burada bir esneklik vardır.

    Bir STK’yı oluşturan ve destekleyecek olanların tercihleri dikkate alınarak şu 2 araç türünün uygun bileşimleri birlikte kullanılmalıdır: 1. Kullanıldığında somut sonuçları görülebilecek araçlar, 2. Sonuçları ancak uzun vadede ve değişik yararlar biçiminde ortaya çıkabilecek araçlar

    Hekimlerin genelde benimsedikleri tedavi usulü de aşağı yukarı böyledir. Bir yandan, hastalığın rahatsız edici semptomlarını giderip zaman kazandıran ve hekime güven duyulmasını sağlayan ilaçlar; diğer yandan da kök nedenleri ortadan kaldırmaya yönelik ilaç bileşiminin kullanımı.

    STK bu iki bileşenin ağırlıklarını iyi ayarlayabildiği ve STK katılımcısı ile destekçilerinin profilleri de bu ağırlıklarla uyumlu olabildiği takdirde, en ağır kriz durumlarında bile işe yarayabilecek sonuçlar alınabilir.

    Bütün bunlara karşın hasta (yani sorun) kurtulmazsa (yani çözülmezse) n’olacak?

    Onun yanıtını da yine hekimler veriyor: Ameliyat çok başarılıydı, ama hastayı kaybettik!

    Şubat 24, 2009

  • Katiller içeride ama töre dışarıda!

    Bir süre önce Töre Cinayetleri ve Ezber [1] başlıklı bir yazımda bu konuyu işlemiş ve töre denilen kavramın anlam kaymaları geçire geçire sonunda tam bir ezber haline geldiğini, hatta sorgulan(a)mayan ne varsa onların hepsinin birer ezber olduğunu yazmıştım.

    Üzerinden 1 ay kadar geçtikten sonra Mardin’de 44 kişi yine töre gerekçesiyle katledildi. Katil gerekçesi töre çok net ve açık: evlenme çağına gelmiş bir kız mutlaka amcaoğullarına “teklif” edilir, eğer böyle yapılmaz ise ömür boyu bekar kalmak zorundadır. Bu son durumda amcaoğlu yerine dayıoğulu ile evlendirildiği için katli vacip olmuştur.

    Töreyi uygulayacak olan ekip olası bir kan davasını önlemek için peşinen ailenin tüm bireylerini ortadan kaldırmak gibi bir sorun çözme yöntemi buluyorlar. Bu dahiyane fikirde herhalde akraba evliliklerinin bu denli yaygın olmasının payı büyüktür.

    Şimdi katil zanlıları (henüz mahkemeye çıkmadılar) içerdeler. Tabii ki bunun da bir önemi var; potansiyel eylemleri için bir önlem sayılabilir.

    Şimdi başka iki soru var:

    • Bu düzeyde bir akıl-fikir yapısına sahip olan yalnızca bu kişiler mi yoksa başkaları da var mıdır?
    • Böylesine akıl ve erdemden yoksun insanlar olsa da yine bir gerekçe lazım olduğuna ve töre denilen şey de güçlü bir gerekçe olduğuna göre, töre serbest olduğu sürece bunu uygulayacak psikopat insanlar bulmak zor mudur?

    Tüm medya saatlerce ve en ince ayrıntısına kadar bu cinayetin magazin kısmını verdi, lanetledi, vahşet olduğunu ve nasıl böyle bir vahşetin olabileceğine akıl erdirilemediğini kendi yorumcularından veya diğer ağızlardan verdi, hala da veriyor.

    Bütün bu “konuşulanlar” arasında “konuşulmayanlar” -yani saklı içerik- yoluyla verilen güçlü bir mesaj var: “töreler, hiçbir şekilde üzerinde konuşulmaması gereken mutlak doğrulardır“.

    Yani birileri çıkıp da, “sizin törelerinize çarpayım; bu töre dediğiniz ilkellikleri sorgulamak hadi sizin kafanıza sığmıyor, peki bu kadar okur-yazar takımı iri iri laflar edip sanki olayın derin temellerini açıklıyormuş pozları takınacaklarına, birlikte yaşamanın en basit ve vazgeçilmez kurallarını belirleyen yasaların yerine geçirilen töreleri sorgulamak hiç mi akıllarına gelmiyor?” demez mi?

    Bir imparatorluk sorgulamayıp itaat etme (ezber, biat, itaat) nedeniyle battı. Yerine kurulan cumhuriyet aynı nedenlerle batacak.

    Aklına gelenleri doğru sanıp üstelik bunları başkalarına benimsetmeye eğitim adını veren insanımız, ezberi hala belleme sanmaktan nasıl kurtulacak ya da kurtulabilecek mi?

    09 Mayıs 2009, Cumartesi

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1075

  • Tavuk kafası koparma yarışı

    İnsan hakları konusunda alacağımız epey yol olduğu, ama belli bir hızda da olsa bu yolda adımlar atıldığı bir gerçektir.

    Uluslararası platformlarda her fırsatta Türkiye’deki insan hakları sorunlarını dile getiren yabancılara kızmıyorum. Onlar ne niyetle yaparlarsa yapsınlar, biz bu eleştirilerden olumlu sonuçlar çıkarmalıyız, çıkarıyoruz da.

    Başkalarının hataları bizim için tutunacak dal olamaz. Olamaz ama bu, hataların görmezlikten gelineceği anlamına da gelmez.

    Gazetelerde okuduğuma göre, İspanya’da “tavuk kafası koparma yarışı” yapılıyormuş. Bir ipe ayaklarından asılan canlı tavukların kafası, atlı yarışmacılar tarfından koparılırmış. Kim fazla kafa koparırsa birinci gelirmiş.

    Ben bunun doğru olabileceğine inanmıyorum. Daha doğrusu, bir insanın bundan zevk alabileceğini, bir sürü seyircinin de bunu zevkle seyredebileceğine, ondan sonra da bu insanların, “canlı hakkı”ndan sözedebileceğine inanmıyorum. Siz inanıyormusunuz?

    Benzer bir gösterinin (civcivler kullanılarak) yüzbinlerce seyircinin gözleri önünde Heavy Metal konserlerinde yapıldığını, hatta bazen daha ileri gidilerek içine dinamit yerleştirilmiş ineklerin patlatıldığını biliyoruz.

    Bu toplu illetlerin, o toplumların davranışlarına ve belki de ulusal politikalarına yansıdığını Bosna-Hersek’te bir bölü bir ölçekle görüyoruz.

    Cinayetleri eğlence ile bütünleştiren insanlarla aynı Dünyayı paylaşmak, bunlardan elem duyanların yazgısı olabilir. Ama bu insanların, hakların hiç bir türünden söz etmeye hakları olamayacağı da açıktır.

  • Sorun çözme yeteneğimiz ve Kürt sorunu !

    Sorun nedir?

    Bu soru yanılıtıcı olabilir. Bir sorun’un ne olduğu ile o sorun’un dışavurumlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu herkes bilir. Ama, sorun’un ne olduğunu tanımlamak yerine, onun semptomlarını sıralamak çok daha kolay ve de somut olduğu için çoğu zaman sorunu tanımlamak yerine dışavurumlarından örnekler verilir. Örneğin “trafik sorunu“nu tanımlamak yerine, “her yıl bir savaştaki kadar insanın ölümüne yol açan olaylar” tanımlaması çok daha doyurucu değil midir?

    Doyurucudur da kime göre?

    Sokaktaki insan uzun açıklamalardan, birbirine girift bağlantılı açıklamalardan hoşlanmaz. Ona mutlaka beş duyusundan en az birisine (mümkünse dokunma duyusuna) hitap eden bir kanıt göstermek gerekir. “Aha bak, kamyon sollamış o da otobüsün altına girmiş on kişi de gördüğün gibi ölmüş!” kadar net bir açıklama idealdir. Ama sorunu gerçekten anlamak isteyen kişiler için böylesine bir kanlı-canlı örnek pek az şey ifade eder. Çünkü bu tür tanımlamalar insan sayısı kadardır ve hepsi de alabildiğince özneldir. Örneğin, Kürt sorunu olarak dile getirilen ve “terör ve teröre destek olabilecek eylemler“, “ayrılma tehdidi“, “iç savaş çıkarma tehdidi“, “dış tehditle mücadele için tasarımlanan silahlı kuvvetlerimizin işlevinin değişip kendi yurttaşlarının çoğunlukta olduğu bir karışımla mücadele etmesi“, “çok sayıda yurttaşımızın ne kendi dillerini ne de ana dillerini tam bilememeleri ve bunun yarattığı kültürel sorunlar“, “her Kürt kökenlinin potansiyel ayrılıkçı sayılma eğiliminin yarattığı haksızlığa uğramışlık psikolojisi” gibi semptomların hiç birisi tek başına sorunu tanımlayamıyor. Nitekim medyadaki tartışmaların her birisinde ayrı argümanlar üzerinde durularak yapılan Kürt sorunu tanımları da bu tanım kargaşasına işaret ediyor. Bu durum net olarak şunu gösteriyor: İnanılması güçtür ama Kürt sorunu tanımlanmış bir sorun değildir! Bunun başlıca doğal sonucu, soruna paydaş olanların her birisinin ayrı tanımlar yapması ve o tanımlar uyarınca “önlemler” almasıdır. Yani basit Türkçe ile karmaşa!

    Sorun tanımlamak bir tekniği gerektirir!

    Teknoloji genellikle bu tür olgular için kullanılan bir sözcük değil; fiziki nesneler ya da onlarla ilgili süreçler için kullanılıyor. Ama eğer, örneğin kumu cama çevirme süreci için teknoloji kavramı kullanılabiliyorsa, bir sorunu semptomlarından ayırarak tanımlayabilme süreci için de kullanılmalıdır. O halde teknoloji transfer edelim gitsin! Bir zamanlar ünlü bir sanayicimiz, Türkiye’nin teknoloji üretmekteki zaafiyetine karşı “parayı bastırır teknolojiyi alırsın” derdi. Kendisinin de hazır bulunduğu bir konferansta, teknoloji transferinin futbolcu transferine benzemediği, para vererek alınabilen teknolojinin ancak rekabet gücü düşük teknolojiler olacağı, zaten böyle olmaması halinde de teknoloji üreten ülkelerin bunu sürdüremeyeceği, sürdürebilmeleri için kurnaz ama saf uluslara ihtiyaç olduğunu anlatmıştım. Gerçi futbolcu transferlerinin de aynen böyle olduğu sonradan anlaşıldı. Milyon dolarlık ayaklar, güneşli ve rahat bir emeklilik ülkesine akın edip geliyorlar. Onları birer teknoloji olarak transfer edenler ve -özellikle de- transferlerine aracılık edenler çok memnunlar; tek kusurları işe yaramamaları. Aynen “para bastırılıp transfer edilen teknolojiler” gibi. Sorun tanımlama olarak adlandırdığımız teknoloji aslında Sorun Çözme Yeteneği [1] adı verilebilecek daha üst ve bir dizi teknolojiden ibaret bir kültürdür.

    Kültür -kolay- transfer edilebilir mi?

    Farklı kültürlere sahip insan toplulukları arasında kültür değişmeleri olduğunu, bunun bazen iyiye bazen olumsuza doğru aktığını biliyoruz. Aynı bir ulusun içinde ya da farklı uluslar arasında çeşitli konularda kültürel akımlar olabilmektedir. Bu akımların yön ve şiddetini, ardındaki ekonomik itme gücü (ve onun da ardındaki güç türleri) belirliyor. O halde, bir toplum içinde birilerinin farkına varıp da “bizim bu kültüre (yani yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne) ihtiyacımız var” demesi bir kültür akımının doğmasına yetmiyor. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu ya da cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki bu tür “kültür reformu” girişimlerinin genelde başarılı olamayışının nedeni budur[2]. O halde, yüksek sorun çözme yeteneği ihtiyacımızın yaygınlaşması zorunluğunu bir an için kenara bırakıp, önemli bir sorunumuzu iyi tanımlayabilmek için o kültürün bir tekniğini -ağızdan dolma tüfek gibi- kullanmaktan başka bir çare kalmıyor. Sorunu tanımladıktan sonra nelerin nasıl yapılacağı konusunda yine yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne ihtiyaç olacağının altını çizmekte yarar var.

    Bir sorun tanımlama tekniği: “İstendik ve istenmediklerin netleştirilmesi

    Genelde sorunlarımıza, özelde ise Kürt sorununa bakıldığında görünen, talep olarak ortaya koyulan argümanların -bilinçli ve/ya bilinçsizce- buğulu ifadeleridir. Örneğin “dilini konuşabilmek” açık gibi görünmesine karşın buğulu bir ifadedir. İfadenin bir ucu, “kendimi ifade etmem gereken yerlerde ana dilimi özgürce kullanmak, bu amaçla da dilimi öğrenmek istiyorum” iken, diğer ucu “devletin ana dilini benimsemiyorum” gibisinden bir net başkaldırıya kadar uzanıyor. Benzer şekilde özerklik talebi de beyazdan siyaha kadar uzanabilecek bir belirsizlik şerididir. Yerel yönetim bağlamında bilinen özerklik tanımından, bir coğrafi bölgenin doğal kaynaklarının da özerk idare tarafından tasarrufuna kadar uzanabilir. Diğer yandan, “milletiyle bölünmez bütünlük” gibi bir deyim örneğin bir edebi eserde anlamlı olabilirken, böylesi bir sorun çözme ortamında yine herkesin kendi meşrebine göre anlam yüklemesine yol açar. Bu ve benzeri belirsizlikler, her niyet sahibinin, üzerine kendi niyetlerini bindirebileceği birer taşıyıcı olduğu için iç ve dış kaynaklı manipülasyonlara da son derece açıktır. İşte bu durumda, taleplerin -gerekirse çok sayıda, basit ama net ifadeli [3]– “istendik ve istenmedikler“e dönüştürülmesi bu buğulu ortamı büyük ölçüde ortadan kaldırır.

    Sorunu tanımlamayı kimler istemez?

    Cevap kolaydır: Her kim ki bu buğulu ortam içinde, içine niyetlerini gizleyebileceği ve de zamanı geldikçe yavaş yavaş -alıştıra alıştıra- ortaya çıkaracağı ifadelerle taleplerini dile getiriyor ya da o talep sahiplerini savunuyor ise onlar tabii ki bu taşıyıcı ortamın netleşmesini istemezler. Örneğin “siyasi çözüm” olarak ifade edilen ama sahiplerinin israrla tanımlamaktan çekinip, yuvarlak laf kalabalığı ile geçiştirdikleri “talep” bu tanımlama isteksizliğine bir örnektir. Yazılı ve görsel medyada sık sık rastladığımız, buğulu talep ifadelerine bir de böyle bakılmalıdır. Bu durumda Kürt sorunu nedir? Bir soruna ait şikayetleri, talepleri, semptomlarını alt alta sıralayıp, sonra da bunları bağırarak tehditler eşliğinde dile getirerek sorun tanımlanamaz. Toplumumuzu oluşturan çeşitli kesimler ve bireyler, Kürt Sorunu konusunda birçok yakınma, talep ve çözüm önerisinden oluşan bir küme ile karşı karşıyadırlar ama sorunun ne olduğunu ancak herkes kendi kendine tanımlamaktadır. Ortaklaşa tanımlanmamış bir sorun çözülebilir mi? Bu garip bir durumdur ama Kürt sorunundaki durum tam olarak budur. Hatta buradaki “ortaklaşa” kavramının zımnen içerdiği “paydaşlar”ın kimler oldukları dahi tam olarak belirlenmemiştir; sadece tahminler vardır. “Bu Sevr’in yeni tür dayatmasıdır“, “kafamıza çuval geçirenlerin niyetleridir“, “Şark meselesinin uzantısıdır“, “İmralı’daki böyle istiyor” vb gibi. Peki sorun nasıl tanımlanacak? Bir sorunu çözmenin onlarca yolu olabilir. Ama çözememenin tek ortak nedeni, sourunun varlığının kabul edilmeyişidir. Şu kabul edilmelidir ki, Kürt sorunu ile yatıp kalkanlar dahi, en önemli sorunun, Kürt Sorunu’nun tanımlanmayışını bir sorun -hem de en önemlisi- olarak görmemektedirler. İlk adım, bunun tam anlaşılması olmalıdır. İşin en az yarısı budur. İkinci adım, birilerinin -kimler olursa olsun- ortaya, adına Çalışma Listesi denilebilecek (müsvedde, geçici) bir “istendik / istenmedikler” listesi koymasıdır. Tabii ki değer iletişimi[4] ilkesine uygun hazırlanmak kaydıyla.

    İstendik ve istenmedikler için geçerlik testi…

    Listeye girecek her ifade, ancak ve yalnız “bir” şeyi ifade etmeli ve herkesçe aynı anlaşılabilmelidir. Bunun için çeşitli testler geliştirilebilir. Paydaşların üzerinde anlaşabileceği bir test en doğrusudur; ama örnek olması için şöyle birkaç test de önerilebilir:

    • Rastgele 10 kişinin yaklaşık olarak aynı şeyi anlaması,
    • İstendik veya istenmedik ifade için “bu niçin önemlidir?” sorusuna verilebilecek cevap, temel insan haklarından birisi ile buluşmalı.
    • Doğrudan buluşamadığı takdirde verilecek cevap için tekrar “bu niçin önemlidir?” sorusu sorulmalı.

    Bu çevrim üç kere döndükten sonra hala bir temel insan hakkına net olarak ulaşamamışsa listeden çıkarılmalı ya da -eğer israr ediliyorsa- yeniden ve farklı biçimde ifade edilmeli.

    Listeyi kimler hazırlayacak?  

    Bu listeyi kimin hazırlayacağı değil, kimlerin ne katkılar yapacağı önemlidir. Soruna paydaş olabileceği düşünülen kimler varsa (birey ya da kurum) katılarak listeye eklemeler yapılması özendirilmelidir. Tekraren belirtilmelidir ki, listeye ekleme yapmak isteyenler muhakkak sorundan etkilenmeli ya da sorunu etkileyebilmeli, yani gerçekçi bir temsil kabiliyeti olmalıdır. Listedeki kimi istendik / istenmediklere katılmayanlar da kendi tercihlerini yazabilirler. Böylece, bir bölümü birbiriyle çelişen çok sayıda istendik / istenmedik içeren bir liste ortaya çıkacaktır. Bu haliyle doğrudan sorunun çözümünü sağlamaz ama iyi bir “ilk adım”dır. Bundan sonraki adım eliminasyon adımıdır. Kritik adım burasıdır. Elemeyi yapacak paydaşlar (sorundan etkilenen ve sorunu etkileyenler) üzerinde mutlak bir uzlaşı bulunmak zorundadır. Ayrıca bu uzlaşının taktik nedenlerle ileri sürülen göstermelik bir uzlaşı olmaması, tüm paydaşların bu konuda ikna olmaları gerekir. Eleme adım adım yapılır. Şöyle bir sırayla yapılacak bir eleme, sorun’un giderek daha belirginleşmesine (yani tanımlı hale gelmesine) götürecektir:

    • İşe yaramayacağı (etkisizliği, önemsizliği vb) belli olanlar elenir,
    • Paydaşlardan herhangi birisinin, temel değerleri ve ilkeleri nedeniyle kesin olarak reddecekleri elenir,

    Bu iki adımdan geri kalanlar, üzerinde çalışılarak gruplanmaya ve sorunu tanımlayacak hale getirilmeye çalışılır. Böylece tanımlanan sorun mutlaka çözülebilir mi? Çözülüp çözülmeyeceği bilinemez, ama en azından sorun’un ne olduğu tam olarak belli olur.

    31 Mayıs 2009

    [1] https://tinaztitiz.com/3124/sorun-cozme-kabiliyeti-yukselebilir-mi/

    [2]

    [3]

    [4]

     

  • Diploma sıradanlığı kalkmalı!

    Diploma nedir?

    Katlanmış kağıt” anlamındaki diploma, ona sahip olanın akademik bir dereceyi veya belirli bir konudaki öğrenimi başarıyla tamamlamış olmaya şahitlik anlamındadır.

    İlköğretimden yüksek öğrenime kadar okul sistemimizdeki kronik hastalıklar bu düzeyde olmasaydı, herhangi bir eğitim kurumunu layıkıyla bitiren kişiye bir diploma vermek tabii ki normal sayılmalıydı.

    Olmasa ne olur / oluyor?

    Bir eğitim kurumunu başarıyla tamamlamış olmak” sürecindeki kronik sorunlar (ezber, kopya, kayırma, öğretme, her sınıftaki yetersizliklerin giderek birikmesi vb.) sonunda gelinen nokta ancak bir vektörle ifade edilebilir.

    Eğer yetersizlikler dar bir alana dağılmış ve de kabul edilebilir düzeylerde olsalardı, bir dizi yeterlik bilgisinden oluşan bir vektörü sadece başardı-başaramadı gibi iki uca indirgemek ve bunu belgelendirmek (diploma) kabul edilebilirdi.

    Yok böyle değil de diplomaya kadar uzanan ve her bir noktası -gerek öğrencilerin, gerek öğreticilerin, gerekse eğitim sistemlerinin yetersizlikleri nedeniyle- ne tam başarı ne de tam başarısızlık sayılabilecek gri renklerde ise, sonuç ister başarı ister başarısızlık olarak ifade edilmiş olsun, her ikisi de yanıltıcı olacaktır.

    Sonuç başarısızlık olarak ifade edilirse, aradaki uzun süreçteki kısmi başarılar gözardı edilmiş olacaktır. Halbuki o kısmi başarılar bir kimsenin yaşamını sürdürmesini sağlayabilir. Bu o kişi aleyhine derin bir haksızlıktır; ayrıca da eğitim sistemi açısından da işe yarayabilecek bir sonucun gözardı edilmesidir.

    Aksine, sonuç başarı olarak ifade edilirse bu defa da buna inanıp bu kişinin -aslında sahip olmadığı, ama diploması nedeniyle- varmış sanılan bilgi ve becerilerini kullanmaya kalkan kurum veya kişiler açısından büyük bir haksızlık olacaktır.

    Her iki durumda da olacak olanlar:

    1. Eğitim sistemine ve onun belgesi olan diplomaya güven zedelenecektir,
    2. Diploma alamayanların hakları ve bu alınamayan belge, dolayısıyla da kişinin değerlendirilmemiş bilgi ve becerilerinden toplumun yararlanması zedelenecektir,
    3. Daha da kötüsü, bu olgu kendini olumsuz yönde besleyen bir çığ etkisi yaratacak ve giderek diploma “ucuzlayacak” ve bir yetkinlik belgesi olmaktan çıkacaktır,
    4. Eğitim sistemleri (ilköğretimden yüksek öğrenime kadar) diplomadakine paralel biçimde yozlaşacaktır.

    Nitekim bugün gelinen noktadaki durum tam da budur. [1]

    Çözüm var mı?

    Her kronik sorun gibi bu sorunun da birisi kısa diğeri orta-uzun vadeli çözümü kuşkusuz vardır. Orta-uzun vadeli çözüm eğitim sistemlerinin yetersizliklerini gidermektir. Bununla ilgili kimi düşünceler, şu bağlantıda dile getirilmiştir. [2]

    Kısa vadeli çözüm ise, tüm eğitim kurumlarının (ilköğretim ve yüksek öğrenim dahil) diploma vermenin özel bir merkezi yetkinlik sınavında kabul edilebilir bir başarı vektörü gerçekleştirmesine bağlanması, mezuniyette ise sadece bir transcript belgesi verilmesidir. Bu belgeyi elinde tutan kişinin çeşitli derslerdeki -tek tek- başarı düzeyleri sıralanır ve kesinlikle başardı-başaramadı gibisinden bir “sonuç başarı” ifade edilmez.

    Bu belgeyi inceleyen kişiler, aradıkları bilgi beceri alan(lar)ında kabul edilebilir bir başarıya rastlarlarsa o kişinin o yetkinlik(ler)ini değerlendirebilirler.

    Pıtrak gibi çoğalan kamu ve özel üniversiteler başta olmak üzere tüm eğitim kurumları reforme edilmek isteniliyorsa pekala böyle bir pratik noktadan başlanabilir.

    13 Haziran 2009

    [1] https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’DumbBlonde.wmv

    [2] https://www.tinaztitiz.com/kategori.php?id=22

     

  • Öylebir çare bulunsun ki benden bir şey istenmesin!

    Bir okurumdan aldığım mektuptaki şu cümleler, toplumumuzun en karakteristik özelliklerinden birisini vurguluyor gibi.

    “Sayın Titiz,

    Zaman zaman okuduğum yazılarınızdan, sıkça karşılaştığım bir soruna bir açıklama getirebileceğiniz kanısına vardığım için bu mektubu yazıyorum.

    Ben yeni emekli olmuş bir öğretmenim. Meslektaşlarım arasında işini seven birisi olarak tanınırım. Emekli olduktan sonra, birikimlerimi ihtiyaç duyabileceklerle paylaşmak amacıyla kısa yazılar yazmaya başladım. Tanıdığım ya da herhangi bir vesileyle tanıştığım kişilerin e-posta adreslerine yolluyorum.

    Önceleri pek aldırmamakla beraber giderek dikkatimi çeken bir şey var: Yazılarımı yolladıklarımdan bir bölümünden herhangi bir ses çıkmıyor; onların durumlarını anlıyorum. Bir bölümünden ise olumlu yanıtlar alıyorum. Bu yanıtları beni yüreklendirmek için mi yoksa gerçekten işlerine yaradığı için mi yazıyorlar tabii ki bilemiyorum; ama her ne olursa olsun kendilerine müteşekkirim.

    Bir diğer bölüm ise, birbirlerini tanıdıklarını hiç sanmamakla birlikte sanki aynı kişilermiş gibi standart bir üslup kullanıyorlar ve bu üslup beni fevkalade rahatsız ediyor. Size, bir fikrinizin olması için, bu kişilerden birisinden gelen, övücüymüş gibi görünen ama aslında katiyen öyle olmayan birkaç cümleyi alıntılıyorum:

    <<?.. kopya çekmenin hırsızlık olduğuna dair harcadığınız çabalar ve bunlara dayanarak yazdıklarınız pek güzel; fakat toplumumuzun bugünkü haline baktıkça bunların uygulanabilirliğinin maalesef mümkün olmadığını, esas bunlara kulak vermesi gerekenlerin de yetkililer olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarınızın tamamını okumaya işlerimin sıkışıklığı -biraz da uzun yazıları okuma tahammülsüzlük kusurum- nedeniyle vakit bulamadım.

    Üzerinde durduğunuz sorunlar önemli olmakla birlikte esas sorunun toplumumuzun sosyo-ekonomik durumu ve giderek hazır yiyen bir kitleye dönüşme eğilimimiz olduğunu düşünüyorum.

    Toplumca silkelenip kendimize gelmediğimiz sürece, sizlerin değerli ama bir işe yaramayan çabaları hangi sorunu çözebilir?

    Bence bu konuda tartışılması gereken esas mesele çocuklarımızın niçin kopya çektikleridir. Ayrıca, bu koşullarda kopya çekmenin önemli bir hırsızlık sayılıp sayılmayacağını da takdirinize sunarım ….>>

    Sayın Titiz, bu kısa alıntıdan da gördüğünüz gibi yazının düz Türkçe’ye çevirisi aşağı yukarı şöyledir: “Naif fikirlerinle vaktimizi alıyorsun; sorunları anlamamışsın; senin sorun zannettiğin şey aslında sorun değildir. Sorunlar ve de çözümleri benim dediğim gibidir. Ama benim bunlarla uğraşmaya vaktim yok; lütfen sen uğraş“.

    Sizce ben ne yapmalıyım? ????..”

    Kendisine kişisel bir cevap yazmam daha doğru olabilirdi. Fakat sizlerle paylaşmayı -iznini almasam da- daha doğru buldum:

    Sevgili okurum,

    Tanımladığınız soruna benzer bir sorunla karşılaşmadığım için maalesef somut bir öneride bulunamayacağım. Bununla beraber evvelce yazdığım birkaç yazının yararlı olabileceğini düşünüyorum [1], [2], [3].

    Selam ve sevgilerimle,

    12 Temmuz 2009 Pazar

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1049

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1044,

    [3] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=649

  • 3G teknolojisi ile goller, pizzalar ve fragmanlar ve daha neler !

    TV reklamlarından büyük bir sevinçle öğrendiğimize göre artık futbol maçlarındaki golleri (basketbol sayıları için henüz bir haber yok) cep telefonumuz üzerinden defalarca seyredebileceğiz. Müjde bununla sınırlı değil; bir pizzayı yemeden (defalarca), bir filmin fragmanını (yine defalarca) sinemaya gitmeden seyredebileceğiz.

    3G adı verilen üçüncü nesil cep telefonları, şimdikilere göre çok hızlı bir şekilde ses, resim ve müzik iletebilecek. Böylece gençlerimize yepyeni bir dünya kapısını açıyor (bu yolla oluşacak büyük telefon masraflarını ise kredi kartı, kredi kartı borçlarını ise ikinci, üçüncü ilh kredi kartlarıyla ödeme imkanı doğacak).

    Bu müjdeli günleri -övünmek gibi olmasın- evvelden tahmin eden birisi olarak 2002 yılında yazdığım bir mektubu sizlerle paylaşmak istedim. Gerçekte amacım ise -şaka bir yana- GSM operatörlerimize bu yolla da bir çağrı yaparak, mesleksiz, işsiz ve ümitsiz gençlerimizin gol, pizza ve fragman ihtiyaçlarını bir süre erteleyerek, bu teknolojiyi yararlı bir biçimde kullanmaya özendirmek.

    Mektubu, noktasına virgülüne dokunmadan aşağı alıyorum.

    17 Temmuz 2009

     

    Sayın Ahmet METE

    Genel Müdür V., ERICSSON

    Spring Giz Plaza, Kat 14 – Maslak / İSTANBUL

    Pazartesi, 11 Şubat 2002

    Sayın Mete,

    Geçtiğimiz haftalarda, şirketiniz elemanlarından dostum Dr.Mustafa AYKUT’un davetiyle katıldığım WCDMA sunumu için sizlere teşekkür etmek, Creaworld konsepti ve uygulaması konusundaki önderliğiniz için kutlamak ve bir yandan da bir işbirliği önerimi size iletmek için bu mektubu yazıyorum.

    Prensip itibariyle size uygun göründüğü takdirde ayrıntıları üzerinde çalışılabilecek olan önerimi ve dayandığı varsayımları kısa başlıklar halinde not ediyorum:

    Herhangi bir teknolojinin bir topluma değer katabilecek şekilde kullanılabilmesi ve böylece de uzun dönemde bu değerden kendisinin de pay alabilmesi -ki sürdürülebilir gelişme budur- için:

    1. O teknolojinin kullanımına özgü ve içine gömülü (embedded) durumdaki toplumsal değer, alışkanlık ve becerinin mevcut olması,
    2. O teknolojinin, toplumun öncelikli ihtiyaç alanlarındaki kullanımına yönlendirilmesi

    gerekir -diye düşünüyorum-.

    Örneğin GSM teknolojisine bu ilke ışığında bakıldığında, penetration oranının bu denli yüksek, ama yararlılık düzeyinin de bu denli düşük olması, ancak bu ilkenin yeterince yerine gelemeyişi ile açıklanabilir görünmektedir.

    Örneğin, cep telefonu gibi bir aletin en derin ihtiyaç hali olan doğal afet durumunda pek bir işe yaramamış olması, (a) da değinilenlerin eksikliği ile yakından ilgili görünüyor..

    Dünyanın başka yerlerinde bu iki ilkeye dikkat edildiğinde yaşamı kolaylaştırıcı, insanlık ideallerine erişmede yardımcı olabilen GSM teknolojisi, Türkiye’de bugüne kadar bir “muhabbet” aracı olmaktan pek uzağa gidememiştir.

    WCDMA teknolojisi, bugünkü değerlerimiz, alışkanlıklarımız ve becerilerimiz ışığında cep telefonlarından daha öte bir yarar sağlayamayacak gibi görünmektedir.

    Nitekim, II Dünya Savaşı sonrasında ekonomik açıdan zayıflamış, değerler açısından erozyona uğramış ve büyük bir kitlenin işsiz kaldığı ABD’de toplumsal dönüşüm TV yoluyla sağlanmış, bugünkü dünya liderini bir anlamda TV yaratmıştır.

    Aynı TV -hem de çok daha üstün teknoloji ve penetrasyon ile- bugünkü Türkiye’de pek az işe yarayabilmektedir. Bu denli az değer üretecek biçimde kullanılan TV ise dönerek hem yayıncılık, hem yapımcılık, hem de TV elektroniği sektörlerine kâr getirmemekte, bütün bu sektörler sürekli zarar etmektedirler. Toplum ise bu zararları çeşitli yolsuzluk türleri yoluyla geriye ödemektedir.

    Benzer şekilde WCDMA teknolojisi desteğinde, futbol maçlarındaki gollerin tekrar izlenmesi, film fragmanlarının izlenmesi, internet üzerinden “görüntülü muhabbet” gibi alanların dışına çıkabilecek uygulamaların pek sınırlı kalacağını tahmin edebiliyorum.

    Bu tahminlerden sonra, dünya için gerçek bir devrim ve Türkiye için de derin bir ihtiyaç alanını gündeme getirmek istiyorum. Bu alan, “geleneksel eğitim”in yerini alma yolunda hızla ilerleyen “öğrenme” olgusudur. Learning Based Education bu alandaki tek norm olmaya doğru gitmektedir.

    Beyaz Nokta ® Vakfı, 1994 yılından bu yana -özellikle de öğrenmeye dayalı olarak- eğitim projelerinde bilgi birikimi üretmiş bir vakıftır. Vakıf tarafından üretilen bilgilerin bir bölümü yukarıdaki web sitesinde yer almaktadır.

    Nüfusunun %40’ı 25 yaş altı genç insanlardan oluşan ülkemizin bugün ve gelecekte en çok ihtiyaç duyacağı teknoloji -ki bunlara soft-teknolojiler [1] diyebiliriz-, kendi dışındakilerin onun adına yararlı olacağına karar verdiği konuların öğretilmesi yerine geçecek olan şu soft-teknoloji alacaktır.

    “kendi belirlediği ihtiyaçlarını:

    • kendi öğrenme hızında,
    • kendi öğrenme stiline uygun olarak,
    • kendi uygun gördüğü zamanlarda ve de
    • içinde bulunabileceği çeşitli gerçek yaşam durumları içine gömülü olarak öğenebileceği ortamlar –learning climates– yaratılması”

    Bu tür öğrenme ortamları dünyada giderek yaygınlaşmakta ise de, buna en çok ihtiyaç olan ülkenin Türkiye olduğu aşağıdaki grafikten görülmektedir:

    Bu argümanlarıma dayanarak size bir öneride bulunmak istiyorum: Beyaz Nokta ® Vakfı, 1994’den bu yana eğitim -özellikle de öğrenmeye dayalı eğitim- konusunda çalışmaktadır.

    Eğitim konusunda çalışan diğer kurumlardan farklı olarak, kişilerin eğitsel ihtiyaçlarını belirlemede ve de gidermede olağanüstü bir genetik beceriye sahip olduklarına, bu nedenle de onlara bir şeyler öğretmeye çalışmak yerine, belirledikleri öğrenme ihtiyaçlarını giderebilecekleri ortamlar yaratmaya çalışmaktadır.

    Bu yaklaşım, çoğunluğun alışkın olduğu “öğretme” yaklaşımına zıttır ve bu nedenle de topluma anlatılması güç olmakta, destekleme imkânı olan kuruluşlar da -potansiyel sponsorlar-, gerçek ihtiyaçlara pek cevap vermese de, topluma daha kolay “satılabilecek” olan içeriği zayıf-kabuğu parlak projeleri desteklemeyi tercih etmektedirler. Biz vakıf olarak ise, israrla, açıkladığımız yaklaşımı yaygınlaştırmaya çalışıyoruz.

    WCDMA teknolojisi, mükemmel bir öğrenme ortamı olabilir. Hele günümüz bilgi kaynaklarının giderek digital ortamlara aktarıldığı dikkate alındığında, Anadolu’nun en ücra köşesindeki bir kişinin tek başına, istediği herhangi bir beceriyi kazanması mümkün görünmektedir.

    Size önerim, bu konuda ERICSSON – BEYAZ NOKTA® VAKFI arasında bir stratejik işbirliğidir.

    Bu işbirliği sürecinin çeşitli evrelerinde ortaya çıkacak olan öğrenme ürünlerinin (learning products), ERICSSON lehine önemli bir rekabet avantajı sağlayacağı açıktır. Her ne kadar diğer rakipleriniz de benzer uygulamalar yapmaya teşebbüs edecekler ise de, hem erken yola çıkmış olmak, hem de sağlam bir bilgi tabanı ile birlikte olmanız dolayısıyla daima bir avantaj farkını koruyabileceksiniz.

    Kısa tutmaya niyetlenmekle birlikte yine de uzattığımı farkettiğim mektubumdaki ana fikir ile mutabık iseniz geri kalan kısımlar ayrıntı sayılabilir. Burada “ayrıntı” sözcüğünü dikkatle seçtim. Çünkü, WCDMA gibi ileri bir hard-teknoloji ile “öğrenmeye dayalı eğitim” gibi bir soft-teknoloji evliliği yalnız Türkiye açısından değil global açıdan bir “sıçrama” sayılabilecektir. Bu yüzden geri kalan kısmına ayrıntı diyorum.

    Önerimi düşündükten sonra görüşmeyi isterseniz beni aşağıdaki iletişim bilgilerim aracılığı ile lütfen haberdar ediniz.

    Bu vesile ile işlerinizde başarılar dilerim.

    Saygılarımla,

    M.Tınaz TİTİZ