• Bu yolun dönüşü var mı?

    Bu sabiti unutmayalım

    İTÜ’ye davet edilen dünyaca ünlü bir bilim adamını dinlemeye 4 (yazıyla dört), aynı saatte üniversiteye konferans vermesi için çağrılan şarkıcı Hülya Avşar’ı izlemeye ise 600 (yazıyla altıyüz) öğrenci gittiğini gazetelerde okuduk.

    Değerli bilim adamımız Prof. Celal Şengör ise bu olayın ardından üniversiteden ayrılma kararı vermiş ve gerekçe olarak da bu 4/600 oranını göstermiş.

    Bu yazıyı, bu kararın gerekçesi olarak gösterilen ve büyük bir olasılıkla bu tarihten sonra bilim dünyasında avşar sabiti olarak anılacak olan 0.00666666.. oranına karşı yapılan yanlış muameleyi eleştirmek için yazıyorum.

    İki ayrı haksızlık

    İlk söylenmesi gereken, şarkıcıya karşı -örtülü de olsa- yöneltilen eleştirinin haksızlığıdır, hem de birkaç yönden. Vatan Gazetesi yazarlarından Selahattin Duman’ın da gazetedeki köşesinde yaptığı mükemmel analizde belirttiği gibi, Hülya Avşar yerine Müslüm Gürses ya da Gamze Özçelik de “davet edilmiş” olsaydı yine aynı şey olur, hatta bu 0.00666’lık oran da tutturulamayabilirdi. Dolayısıyla Hülya Avşar’a haksızlık edilmiştir.

    İkincisi ve çok daha önemlisi, teşekkür edilmesi gereken bir kişinin aşağılanması meselesidir. Bir an için, 0.00666 yerine mesela 1’den büyük bir başka oranın gerçekleştiği varsayılsın; olmayacağını ben de biliyorum ama bir an için olabileceği düşünülsün. Bu takdirde bilim dünyamız ve okur-yazar kesimimiz ne düşünecekti?

    Düşünülecek olan bellidir: “aman ne iyi, bilim adamına gösterilen ilgi şarkıcıya gösterilen ilgiden daha büyükmüş; o halde bilimde önemli bir mesafe almışız; o halde muasır medeniyet düzeyine erişilmiş bulunmaktadır” filan. Bunun ne kadar yanıltıcı olacağını bırakınız bilim dünyasını sokaktaki insanlar bile anlayabilir.

    Hülya Avşar -bilerek bilmeyerek- bilimde geri kalmışlığımızın nedenlerini doğru dürüst analiz etmemiz için mükemmel bir fırsat yaratmıştır. Kendisine müteşekkir olmak varken aşağılanıyor. Bu da iki.

    Göstergeleri kırmayınız

    Herhangi nedenlerle kontrolunu kaybetmiş sürekli irtifa kaybeden bir uçak düşününüz. Pilotlar seferber olmuş, düşüşü durdurmaya çalışıyorlar. Bu arada yardımcı pilot eline bir parça kağıt ve biraz seloteyp alıp altimetre cihazının üzerini kapatıyor, böylece artık ne kadar hızla düştüklerini görmüyorlar ve kısa bir süre için huzura kavuşuyorlar. Sürekli huzurdan (!) önceki birkaç dakika.

    Lütfen size durumunuzu gösteren göstergeleri örtmeyiniz, kırmayınız ya da aşağılamayınız, onlar bizim en kıymetli yol göstericilerimizdir. Hatta mümkünse -gösterge yanlışlıklarından korunabilmek için- yanlarına ikinci, üçüncü göstergeleri de koyunuz. Mesela şimdi aynı deneyi tekrarlayıp bu defa da S.Hawking-M.Gürses ikilisini davet edin.

    Hatta -şimdi aklıma geldi- bunu sürekli bir izleme sistemine dönüştürüp citation index yerine kullanmak üzere her ay benzer bir ikiliyi “davet” edelim. (Bunu diğer gelişmiş ülkeler yapamazlar, çünkü bilim adamlarıyla eşleştirecek sayıda “diğer”lerinden bulamazlar).

    Peki n’oluyor da böyle oluyor?

    Sorun çözme araçları içine tarafımızdan katıldığına kuşku olmayan bir araç var: “bir soruna daha büyük sorunla çözüm önerme” yöntemi. Örneğin, “tinerci çocuklar” sorunu için önerilen çözümlerden birisi, “ailelerin çocuklarına sahip çıkması“dır. Halbuki, ailelerin çocuklarına sahip çık(a)mayışları, tinerci çocuklar da dahil birçok sorunu üreten daha büyük bir sorun kümesidir.

    Ciddi görüntülü birçok yetkili bu tür sorunları “anlıyormuş gibi” yapmak amacıyla bu yöntemi kullanırlar.

    Trafik kazaları önemli bir sorundur. Bunun için vatandaşın kurallara uyması gerekir“, “enflasyon haksız bir vergidir. Bu nedenle mutlaka düşürülmesi gerekir” gibisinden.

    Beş parmak bir olamaz ama..

    Toplum bileşimi içinde tüm bireylerin zeki, bilgili, ahlaklı ve ruh sağlığı yerinde olmasını beklemek bir hayaldir. Ama, bu tür az sayıda kişinin bulunacağını ve özellikle de onların sağlam bir kültür tabanı oluşturarak toplumun geri kalanı için özgür ama istismar edilemeyecek bir yaşam alanı oluşturmalarını ummak da en doğal beklenti sayılmak gerekmez mi?

    Bu kişiler toplumun çeşitli ilgi alanları içinde kuşkusuz vardır. Ama bu kesimlerden birisi vardır ki o, bu sihirli gelişim sürecinin anahtarı demek olan “elit ağları”nın önderliğini yapacak olan “seçkin bilim insanları ağı” olmalıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457).

    Birbirine akademik ünvan dağıta dağıta “elit” niteliğini çoktan yitirmiş, aydınlanmanın biricik aracı olan akıl-sezgi etkileşim sarmalını ıskalamış bulunan toplum kesimimiz, içinde var olan elitlerini bir ağ içinde dayanışma içine sokamadıkça, bu eksiğin sonsuz sayıdaki sonucuna katlanmak zorunda kalacaktır.

    $50,000 karşılığında, incileri dinlenmek üzere konferansına gidilen futbolcular bugün şarkıcılarla yer değiştirmiştir. Bu süreçte en ufak günahı bulunmayan kişiler bu konferansları vermek üzere “davet edilen” kişilerdir. Kimi davet etseniz -haklı olarak- kendinde bir şeyler vehmedecektir.

    Sorunu bu kişilere indirgelemek, kültürel yozlaşmadan sürekli yakınmak kişisel rahatlama sağlayabilir, ama süreci tersine çeviremez.

    Beğenmeyen kim varsa düzgün insanlardan ağlar oluşturmalıdır

    Rüşvet vermeyen iş sahibi, rüşvet almayan görevli, kopya çekmeyen öğrenci, sınavda gözetim yapmayan ya da ezber yaptırmayan öğretmen, yetkilerini seçim bölgesine aktarmayan bakan, trafik kurallarını çiğnemeyen sürücü, hayvanlara eziyeti önlemek isteyen hayvansayar ya da velileri ile sözleşme yapabilen okullar ve de benzer elit tavırlı kişi ve kurumlar.

    Her kim ki gidişattan memnun değildir, kendi gibilerini arayıp bulup aralarında birer dayanışma ağı kurabilmelidirler.

    Bunu yapmak yerine, ağ oluşturabilecek kişi ve kurumların kusurunu aramakla meşgul olanlardan ibaret toplumlar ise şimdi mezarlıklardadır.

    Salı, Mayıs 2, 2006

  • Ben bunlara inanmıyorum!

    Din temelli tehdit yoktur!

    İrtica, teokratik devlet, çağdaş hukuk yerine şeriat ve bu tür tehdit iddiaları doğru değildir, olamaz da.

    Türkiye birkaç milyon nüfuslu, okumuşluk oranı düşük, birkaç kıytırık üniversitesi bulunan bir ülke olsaydı, bu tür tehditlerin kaynağını arayacak kişi ve kurum bulunabilme olasılığı çok düşük olurdu. Halbuki öyle değildir.

    70 milyon nüfusu, 80 üniversitesi, 83 yıllık cumhuriyet geleneği olan, Avrupa ülkelerindeki toplam vatandaşlarının varlığı birkaç Avrupa ülkesinden daha büyük Türkiye’de altını çizerek ifade ediyorum ki din temelli bir tehdit söz konusu değildir, olmamıştır, olamaz.

    Olmaz çünkü..

    Eğer böyle bir tehdit olmuş olsaydı, ilâç için birkaç kişi çıkar, ne yapar yapar sesini duyurur, bu tehditin kaynağının ancak ve yalnız tek olabileceğini mantıksal olarak gösterirdi.

    Böyle bir tehdit ancak tüm bireylerin düşünce sistemleri içinden -ya da beyinlerinin içinden bir yerlerin- “kuşku, sorgulama” bölgelerinin çıkarılması veya işlemez hale getirilmesiyle mümkün olabilirdi.

    Yani öyle olacak ki insanlar, önlerine tek ve mutlak doğru olarak her ne konulursa onun dışında gerçek olmadığına inanacaklar ve soru sormayacaklar. Böyle bir şey olur mu, olmaz.

    Kaldı ki çok çok küçük bir ihtimal olmasın!

    Öncelikle, bu küçük ihtimal bütün bu nüfusun -spreysiz filan- düz ahmak olmasıdır ki bu da -pek- düşünülemez.

    Meşum olasılıklardan birisi tüm ülkenin üzerine akılları kör eden bir sprey sıkılmış olmasıdır. Bu durumda uyanık kimse kalması ihtimali neredeyse sıfırdır.

    İkinci ihtimal bir “üstün akıl” ile karşı karşıya olmamızdır. Yani, bütün insanların akıl gözlerini kör edebilecek bir soft teknolojiye sahip bir kişi -ki ikinci bir kişi daha bulunamaz- vardır ve tüm melaneti o kişi planlamakta ve kör ettiği kişiler de sormaksızın bu melaneti uygulamak için çalışmaktadırlar. Bu durumda gerçekten bir şey yapılamayabilir.

    Peki din temelli devlete karşı olduğunu iddia edenlere ne demeli?

    Ben onların -en azından- samimi olmadıklarını düşünüyorum. Akıl fikir düzeylerini değerlendirme yetkisini kendimde görmüyor, dolayısıyla onlara böyle sıfatlar yapıştıramıyorum. Ama en azından içtenlikli değiller.

    Çünkü eğer içtenlikli olsalardı:

    Eğer bu tehdit algılamasında samimi olsalardı, din temelli eğilimlerin yaygınlaşabilmesinin vazgeçilmez tek koşulu olduğunu idrak ederler ve onun üzerine giderlerdi.

    O tek koşul, “kendisine söylenenleri sorgulamadan mutlak doğrular olarak kabul etmek ve herkesi o doğrulara zorlamayı görev edinmek“tir. Bu kabulden türetilemeyecek olan bir eğrilik gösterilebilir mi?

    Bu kavramın adı “ezber”dir. Türkçe olmayan bu sözcük (yürektenlik, sorgulanamazlık) olarak çevrilebilir. İngilizce’de by heart, Fransızca’da par coeur, Farsça’da ezber; yani yürekten (ez=..den, ber= yürek, göğüs).

    Anlam kaymasıdenilen olgu nedeniyle mi yoksa bilinçli mi yapıldığı belli olmayan, dilimizde (bellemek) olarak karşılığı bulunan ve sorgulamamak ile bir ilgisi bulunmayan kavramın yerine sorgulamaya kapalı olan (ezber)in nasıl geçtiğidir.

    Tüm okul, aile ve toplum kurumlarının sıkı sıkıya sarıldığı, eğitim sınıfımızın İSTİSNASIZ anlamadığı, en çağdaş görünümlü okullarımızın en etkili biçimde uyguladığı ezber kavramı, herhangi bir konuda radikal militan yetiştirmenin en etkili yöntemidir. İster etnik, ister dini, isterse siyasal ideolojiler olsun, ihtiyaç gösterdiği insan tipi tektir ve o da “sorgulamayan insan”dır.

    Yığınlar -hemen bütün toplumlarda- tembeldirler, özellikle de zihinsel olarak. Onların sorgulayabilecek bilgileri, esneklikleri, enerjileri yoktur. Onlar lider olarak bellediklerinin arkasından giderler. Faşizmi tek başına Mussolini, nazizmi tek başına Hitler uygulamamış milyonlarca insan gönüllü ve sorgulamadan bu rejimler için canlarını vermişlerdir. İran’daki molla rejimi de Humeyni tarafından değil yığınların desteğiyle kurulmuştur. Bu -sosyolojik olarak- anlaşılabilirdir, yani normaldir.

    Anormal olan aydın geçinenlerin aymazlığıdır..

    Hiçbir bilimsel inceleme yapmadan çevresinde rastgele kesimlerden birkaç on kişiyle konuşan, ilköğretim ve üniversitelerin birkaç dersine girip dinleyen, TV’da haber ya da tartışma dinleyen herkes kolayca şunu görebilir: En dogmatik öğretileri savunan “işte gerici budur” diyebildiklerinizden, ağzından çağdaş sözler eksik olmayanlara dek geniş bir kesimin en ortak yanı bu “doğrularından kuşku duymama” özelliğidir.

    Akıldan yana olduğunu savunanlar sadece kendi aklından; inançtan yana olduğunu savunanlar da sadece kendi inançlarının tekliğine ve mutlaklığına inanmaktadırlar. Bu bağlamda her ikisi de fanatik birer dincidir.

    Şunu anlamamız için ne lâzım?

    Türkiye, kendisine söylenenlere kolay inanan, onları sorgulamayı akıl edemeyen tek doğrulular ülkesidir.

    Eğitim fakültelerimiz seri imalat biçiminde -iki farklı modelden- tek doğrulu öğretmen yetiştirmekte, onların içinden en keskin tek doğrulular seçilerek diğerlerini eğitecek olan akademisyenler üretilmektedirler. Ondan sonra kendilerine ezbere belletilen doğruları yaygınlaştırmak üzere kendi kesimlerinin okullarına (ilköğretim, lise, yüksek okul) gönderilmektedir.

    Bu iddianın ağır olduğunun farkındayım. Ama kanıtı açıktır. Yirmi yıla yakın süredir, ezberin ne olduğunu gerçekten anlamış sadece 1 (yazıyla bir) kişiye rastladım. “Rakibini yenmek için önce silahını iyi anlayacaksın” sözü demek ki boşuna değilmiş.

    Ama ezbersiz eğitim lafını eden binlerce kişiyle tanıştım. Bunların tamamı (1 kişi hariç) ezberin ne olduğu, ne güçlü -ve yıkıcı- bir araç olduğunun farkında değildi. Ama sözel olarak cumhuriyetin bekçileri olduğunu söylüyor, belki kendileri de buna inanıyorlardı.

    Sorun ideolojik iddia sahiplerinde değildir..

    Her toplumda her tür ideolojinin savunucuları, liderleri, kadroları, sempatizanları bulunabilir. Sürekli olarak bunları konuşmak, tehlikelerden söz etmek, soyut uyanmaya davetiyeleri yayımlamak aptalcadır, zavallıcadır.

    Gerçekten bir şeylerin farkında olanlar, bu toplumu sürekli geriye götürenin de, bilimden hiç nasibimizi alamamanın altında da aynı şeyin bulunduğunu idrak etmek zorundadırlar. Bu şey kuşkusuzluk (yani yürektenlik, sorgulamamak, söylenene inanmak), dilimize sokuşturulan sözcükle (ezber)dir.

    Körpe beyinlere mutlak doğruları sokuşturup toplumun bölünmesine yol açanlar ile, bunu anlamaya çalışmayanlar, anlayıp da dile getirmeyenler arasında bir fark yoktur.

    Cuma, Mayıs 5, 2006

  • Dalgalı kur!

     Yakınanlar ve memnunlar

    Son 5 yıldır uygulanan kur politikasına verilen “dalgalı” benzetmesi bir benzetme olmaktan çıkıp bir kanıt haline geldi; ekonomik konularda eleştiri yapanlara karşı, karşıt görüştekilerce sık sık “karşı argüman” olarak dile getirildi, şimdilerde de getiriliyor.

    Döviz kurlarındaki yükselmelerden memnun olanlar (ihracat yapanlar) ile memnun olmayanlar (ithalat yapanlar) arasındaki çekişmeler akla, bilinen bir fıkrayı getiriyor.

    Bir yönetici sabah işe geç gelenlerle akşam erken terkedenlerden bizar olup bir genelge yayınlamış. No 1 Genelge adını verdiği duyuruya biraz da mizah katarak şöyle demiş: “sabah geç gelenler akşam erken çıkanlarla koridorlarda sürekli çarpışıyorlar. Bu yüzden koridor sağı erken çıkanlara, sol yanı ise geç gelenlere tahsis edilmiştir“.

    Bir süre sonra No 2 genelgesini yayımlar: “No 1 Genelge yürürlükten kaldırılmıştır. Geç gelerlerle erken çıkanların aynı kişiler olduğu belirlenmiş bulunmaktadır!”

    Döviz kurlarından memnun olanlar ve olmayanlar (ihracatçı ve ithalatçılar) aynı kişiler olduğu için bunun ortasını bulmak zor olabilir.

    Deniz dalgasından şikayet olur mu?

    Burada dikkat edilmesi gereken şikayet ya da memnuniyet ortamı değil, her ikisine de karşı kullanılan argümandır: “Kur dalgalanmaktadır, bundan yakınmak deniz dalgalarindan yakinmak gibidir yani boşunadır. Bu rejimde kur yükselir de alçalır da.”

    Türkçe ve biraz da aritmetik bilmemek yararlı mıdır?

    Bazı hallerde olabilir. Eğer çoğunluk da bilmiyor ve siz de onların bu sorunundan yararlanarak bir konuyu savunmak zorunda kalıyorsanız yararlıdır.

    Döviz kurundaki değişimlerin baskın özelliği “sabit”, “yükselen” ya da “alçalan” olabilir ve buna “kurun eğilimi” denilebilir. Kur değişimlerinin bir diğer ayırıcı özelliği ise bu “eğilimler” çevresindeki değişimleri karakterize edebilecek sıfatlar olmalıdır. Bu da “durağan ya da “dalgalı” olarak adlandırılabilir.

    Kur değişimlerin karakterini tam olarak belirleyebilecek üçüncü özellik “eğilimin eğimi” ve nihayet dördüncüsü de “dalgalanmanın ortalamadan sapması“dır.

    Bütün bunların üzerine bir de zaman boyutu eklenmelidir. Sayılan bu özellikler belirli bir zaman aralığında belirli bir şekilde sıralanmışken, daha uzun bir süre içinde karakter değiştirerek farklı nitelikler alabilir. Dolayısıyla adlandırmada bu da belirtilmelidir.

    Buna göre, sabit ya da dagalı  / alçalan ya da yükselen / küçük – orta -büyük dalgalı eğlim niteliklerinin çeşitli  bileşimlerden söz edilebilir.

    Kur rejimini ya da gerçekleşen durumları adlandırırken bu özellikleri baskınlık sıralamasına tabi tutup öyle adlandırmak gerekir.

    Örneğin gözlüklü ve 6 parmaklı bir insan tanımlanırken 6 parmaklı oluşu baskın göz bozukluğu çekinik özelliğidir. Bu kişiyi gözlüklü olarak değil 6 parmaklı olarak tanımlamak gerekir. Tabii ki daha da doğrusu 6 parmaklı ve gözlüklü demektir.

    Kur rejimini ya da fiili durumu adlandırırken de bu kurala uyulmalı, baskın vasıf geriye çekinik vasıf -bilerek ya da bilmeyerek- öne koyulmamalıdır.

    Kur politikası sabit eğilimli, küçük dalgalı olarak tasarımlandı; gerçekleşen ise yükselen eğilimli, orta düzeyde dalgalı ise bu ikinciye verilecek sıfat “dalgalı” değil “yükselen”dir. “Dalga” nitelemesinin temel özelliği “tekrar eski seviyesine inmesi”dir; aynen deniz dalgalanmasında olduğu gibi. Milyonlarca yıldır sayısız dalgalanma olmuş ama hepsi de eski düzeylerine geri dönmüşlerdir. Dalga hareketinin temel fiziği budur.

    Son kur dalgalanmalarının bu tanıma göre doğru adlandırması, “düşük eğimle yükselen eğilimli, küçük dalgalı kur” olabilir. Zaman boyutu ise şimdilik belirsizdir.

    Sokaktaki insanlar için normaldir!

    Baskın ve çekinik karakterler arasında kafa karışıklığı sokaktaki insanlar için normal sayılmak gerekir. Ama bu karışıklık ekonomi konusunda ahkam kesmek (hüküm vermek anlamında) durumunda olan ünvan -her türlüsü- sahiplerince yapılıyorsa farklı anlamlar taşıyabilir ki en hafif olanı Türkçe bilmemektir.

    Cuma, Aralık 16, 2005

  • Keneler nereden çıktı, başka çıkacak(lar) da var mı?

    Dayak yerlileri dayak yedi!

    DDT adresinde verilen şema, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Borneo’da yürüttüğü bir projenin sonuçlarını gösteriyor.

    Ve aynı zamanda, son günlerde Türkiye’de ortaya çıkan kene sorununun kaynağına da işaret ediyor.

    Borneo yerli halkında (Dayak) çeşitli böceklerden bulaşan hastalıklarla başa çıkabilmek için DDT kullanmaya karar veriliyor. Sonrası ise şemada görülüyor. (Son aşamada doğal düşmanı yok edilen farelerle başa çıkabilmek için bu defa adaya dışarıdan kedi getiriliyor. Fakat çoğalıp irileşen farelerle başa çıkamayan kediler de ölüyorlar.

    Kuş gribi ile mücadele sırasında yaktığımız, diri diri gömdüğümüz kanatlıların ahı olmasın!

    Birçok kimseye şaka gibi gelebilir. Ama bu “ah”ı nasıl yorumlayacağınıza bağlıdır.

    Sorun sadece kenelerle sınırlı değildir!

    Yukarıdaki örnek, kene ve benzeri “az zararlı” hayvanlarla ilgilidir. Benzer -ve daha dramatik- durum, çeşitli sorunları çözebilmek için DDT benzeri araçlara sıkça başvuran ülkemizde sosyal ve ekonomik alanlarda da vardır.

    Sonuç

    Lütfen DDT -ve benzerlerini- kullanmadan önce prospektüsünü okuyup olası sonuçlarını düşününüz; önlemleri -ardışık sonuçlarını düşünerek- aldığınızda zararın en az olacağı garantidir.

    Düşünmeyenler için de keneler ve yarın gelecek diğer -ve daha başa çıkılamaz- canlı ve sosyal sorunlar bekleme durumundadır..

    Haziran 28, 06

  • Farzedin ki Hindiyiz..

    Türkiye’nin hindi olmadığının kanıtlanması kampanyasının giderek daha fazla konuşulmaya başlaması üzerine bu konudaki düşüncelerimi siz okuyucularıma iletmeyi düşündüm.

    Son söyleneceği baştan söyleyeyim: Bu iş gerçekten komiktir ve sonunda olsa olsa Türkiyenin hindiliğinin tescili gibi can sıkıcı bir noktaya varır.

    Yanılmıyorsam kırallık dönemi Fransa’sında bir hatip parlamentoda konuşurken ipin ucunu kaçırıp “bu parlamentonun yarısı ahlaksızdır” gibi bir laf eder. Ertesi gün, aldığı ağır tepkiler nedeniyle kürsüye çıkıp özür dilemek zorunda kalır ve “özür dilerim, sözlerimi geri alıyorum, parlamentonun yarısı ahlaksız değildir” şeklinde düzeltir(!).

    Eğer söz konusu kampanya için yeterince para harcanır ve kampanya yaygın olarak yürütülebilirse, Dünyada İngilizceyi ana dili olarak konuşmayan ve Turkey-hindi çağrışımına konu olmayan yaklaşık 3 milyar insanın daha aklına, hindiliğimiz konusunda az da olsa bir şüphe yerleşeceğinden eminim, bu bir.

    Diğer yandan, hayvanlara karşı olan tutumumuzun -ki kedileri yakıp, ayıların burunlarına halka geçirip işkence etmemiz ve bunu da “bakın oyun oynuyorlar” diye satmaya kalkışmamızla tescillidir-, hindilik çağrışımından gocunmamızla yakın bir ilişkisi vardır.

    Uzun zamandan beri, rastladığım yabancılara dillerinde “hayvan herif“in tam olarak nasıl söylendiğini sorarım. Bugüne kadar bilenine rastlamadım. Ama merakla soru soran çok oldu. Hiçbiri, iki farklı yaratık cinsinin adlarını niçin birleştirdiğimizi, bununla hayvanın mı yoksa insanın mı aşağılanmak istendiğini anlayamadı ve genellikle vardıkları yargı: “Siz hayvanları tanımıyor ve sevmiyorsunuz. Aslında, birbirinizi de sevmeyişinizin altındaki kaynak sebep, bu canlı sevgisizliğidir” oldu.

    Bir zoologdan aldığım bilgiye göre hindiler tüylerini birkaç sebeple kabartırlarmış. Birincisi, üşüdüklerinde tüyleri arasında ki hava boşluklarını artırarak ısı dengesini kurmak, ikincisi ise bir tehdit karşısında daha büyük görünerek düşmanını caydırmak imiş. Aslında bu ikincisi tüm canlılarda (insanlar dahil) vardır. Filmlerde silah çekmeye hazırlanan kovboyların kollarını kabartmalarının bir nedeni silaha davranırken kollarının bedenlerine sürtmemesi , ama daha önemlisi irice görünüp karşısındakinin gözünü korkutmaya çalışmak içindir. Dolayısıyla, hindiye benzetilmekten bu kadar korkmamızın altında hayvanlara karşı sevgisizliğimiz yatmaktadır. Bu da iki.

    Üçüncüsü, eğer gülümsenecek bir yanımız varsa bu, ad değiştirmekle yok olmaz. Saçsızlıktan şikayet eden birisi (benim gibi) soyadını Gürsaç olarak değiştirse esas o zaman alay konusu olabilir.

    Kağıt ve su ile yapılması gereken temizliğini eliyle yapıp ondan sonra da yabancıları pislikle suçlamak, evrensel hale gelmiş dilleri öğrenmek yerine bunları okullardan mecburi ders olmaktan çıkarıp başkalarına Türkçe öğretmeye kalkmak, mevcut nüfusuna refah yaratmaya çalışmak yerine çoğalmaya ve başka ülkelerdeki Türklerle birleşmeye kalkışmak gibi huylarımızdan vazgeçmeden ülkemizin adını mesela ÇAĞDAŞ olarak değiştirsek bir faydası olabilir mi?

    Ya da, kedi-köpek itlaf ekiplerine öldürme yerine işin doğrusunu öğretmeden, okul çocuklarının öğretmenlerince ihbar edilip tutuklatılmalarından vazgeçmeden adımızı HUMANIA olarak değiştirmemiz, bize kızanların fikirlerini değiştirebilir mi?

    “Türkiye Hindi Değildir” kampanyası için mesai sarfedenlerden bir ricam var; Lütfen bizi daha fazla alay konusu yapmayınız. Eğer gerçekten saygınlığımıza katkıda bulunmak istiyorsanız, çağdaş ülkelerdeki insanların bize niçin kızdıklarını, niçin kabarma taklidi yapmaya çalıştığımızı iddia ettiklerini anlamaya ve sonra da bu yanlış huylarımızı değiştirmeye çalışınız. Hoşça kalınız.

    1990-Ankara

     

  • Türkiye’nin rekabet gücü nerelerden geliyor?

    Önce birkaç rakam

    Dünya Rekabet Gücü Yıllığı (World Competitiveness Yearbook) 2005’e göre, Türkiye rekabet gücü açısından 60 ülke arasında 48inci’dir. 2004 yılında ise sırası 55inci’lik idi.

    Arzu edenler Türkiye’nin önünde ve arkasında kimlerin bulunduğunu şu adresten görebilirler.

    Biraz da teknik ayrıntı

    Bu sıralama, rekabet gücünün şu 4 bileşenini ölçebilen 8 ölçüte göre yapılmaktadır:

    Bileşen 1 – Globallik ya da dar çevrecilik: Kaynakların global ya da yerel pazarlar arasındaki paylaşımının ölçütüdür..

    Bileşen 2 – Çekicilik ya da saldırganlık: Ekonominin, yerel yatırım ihtiyaçları için yatırımcıları çekme ya da ihracatçı ve/ya yatırımcı olarak davranma performansının ölçütüdür..

    Bileşen 3 – Varlıklar (assets) ya da süreçler : Ekonominin, yerel doğal kaynakların işletimine bağlılığı ya da mal ve hizmetlere ne kadar katma değer ilave ettiğinin göstergesidir

    Bileşen 4 – Bireysel risk ya da toplumsal uyum: Ulusal değerlerin, de-regulation ve özelleştirme gibi politikalar yoluyla bireysel risk almaya ya da düzenlenmiş (regulated) bir ekonomi ve toplum olmaya yatkın olduğunun ölçütüdür.

    Bu bileşenleri ölçmeye yarayan alanlar ise şunlardır:

    ·       Ulusal ekonominin makro-ekonomik değerlendirilmesi

    ·       Ülkenin, uluslararası ticaret ve yatırımlara katılım düzeyi

    ·       Hükümet politikalarının rekabetçiliği destekleyiciliği

    ·       Sermaye piyasasının performansı ve finansal hizmetlerin kalitesi

    ·       Teknik ve iletişim alt yapısının iş çevrelerinin ihtiyaçlarına uygunluğu

    ·       Firmaların kârlı, yenilikçi ve sorumlu yönetilip yönetilmediği

    ·       Bilimsel ve teknolojik sofistikasyon

    ·       İnsan kaynaklarının mevcudiyeti ve niteliği

    Niçin sonuncu değiliz?

    Bu sıralamada sonuncu da olabilirdik. Demek ki altımızda beş-on ülkenin bulunması, bazı rekabet gücü etkenlerine sahip olduğumuzu gösteriyor. Nedir bu faktörler?

    Bu faktörleri, ahlâki ve yasal olmalarına göre sıralar ve her birine de -tamamen tahmini olarak- birer ağırlık puanı verirsek aşağıdaki gibi bir tablo ortaya çıkacaktır:

    Ahlâki ve/ya yasal olanlar

    Tahm.

    ağırlık

    Ahlâki ve/ya yasal olmayanlar

    Tahm.

    ağırlık

    AR-GE temelli yüksek katma değerli üretim

    1

    Kaçak işçilik

    10

    Düşük kârlı, düşük nitelikli işçiliğe ve/ya yüksek otomasyona dayalı üretim

    5

    Kaçak elektrik kullanımı

    2

    Bireysel risk almaya yatkınlık

    3

    Kaçak su kullanımı

    1

    Global oyuncu kesimler

    3

    Kaçak mazot kullanımı

    10

    Toplam

    12

    Vergi kaçırma

    35

    Patent ve telif hakkı ihlali

    5

    Çevre kirletme

    25

    Toplam

    88

    Ahlâki ve/ya yasal olmayan faktörlere şükürler(!)

    Medyada sürekli olarak kayıt dışı ekonominin nasıl önleneceği üzerinde konuşmalar bir yanda, ekonomimizin de-facto rekabet gücü unsunları diğer yanda.

    Tablonun sağ tarafı aynı zamanda Türkiye üzerine nerelerden baskı yapılabileceğinin de ipuçlarını veriyor. Uluslararası piyasaları kontrol eden güçler, istedikleri anda ve istedikleri oranda rekabet gücü artırımı veya azaltımını bu sağ sütun üzerinde durarak sağlayabilirler. Türkiye’den yapılacak ithalata getirilebilecek örneğin “kaçak elektrik kullanmıyor olmak” ya da “çocuk işçi çalıştırmamak” gibisinden son derece düzgün bir talep bir anda o ürünlerin rekabet güçlerini düşürecektir.

    Bu tablo niye böyle?

    Bu tabloya bakarak kolayca insanlarımızın yasa ve ahlâk dışı uygulamalara yatkın olduğu gibi bir sonuç çıkarılabilir. Kuşkusuz her kesimin içinde olduğu gibi ekonomik faaliyetlerin içinde de bu tür kişi ve kurumlar vardır. Fakat esas neden farklıdır.

    Ekonomik faaliyetlerde bulunan kesimlerimizin katma değer üretebilme kabiliyetleri, ancak tablonun sol tarafındaki ağırlığı üretebilmektedir.

    Öyleyse öyledir

    Peki, o halde ayağımızı yorganımıza göre uzatır, biz de ne kadar katma değer üretebiliyorsak o kadarlık katma değerli mal ve hizmetler tüketiriz. Böylece katma değer üretimi ve tüketimi dengede olur ve sorun fıkaralık boyutuyla sınırlı kalır.

    Yok öyle şey, cip de isteriz kameralı cep telefonu da

    Dünyada, ürettiği katma değer kadar tüketen bir sürü fakir toplum var. Ama biz ona razı değiliz. Az katma değer üreteceğiz ve daha çoğunu tüketeceğiz. Bunun da yolu bellidir: Tablonun sağ tarafı!

    Tablonun sağı yetmez, başka şey de lâzım

    Tükettiğimiz ve ürettiğimiz katma değerler farkınının birazını -evet ancak küçük bir bölümünü- tablonun sağı ile dengeleyebiliriz ama o yetmez. O halde bize ait olmayan bir kaynak daha lazım. O da halktan borç almaktır.

    O da yetmez

    Katma değer dengesini sağlayabilecek bir kaynak da dış borçtur. Her yıl giderek artan dış borcumuz katma değer üretimi için gereken alt-yapı yatırımları için değil, manken, futbolcu ve benzer katma değer üreten “zenaat icracıları”nın zaruri gereksinimleri için kullanılır.

    Çare yok mu?

    Tanrı, insanların altından kalkamayacağı dert vermezmiş. Kuşkusuz, mal ve hizmet bileşimi içindeki yüksek katma değerlilerin oranını artırmak mümkündür. Ama bunun ön-koşulu, “biz zaten üretiyoruz; katma değer de neyin nesi; biz pratik insanlarız, tornaya pasoyu verir gerisine bakmayız; katma değer matma değer anlamayız; ne yani uydu mu üretelim“* gibisinden popülizmi bir kenara bırakmaktır.

    Gerekirse kabzımal veya futbol hakemlerimizden yardım alarak bu katma değer konusunu en sıradan insanlarımıza dahi anlatabilmeli; düşük katma değerli yaşamın sürdürülemezliğini gösterebilmeliyiz.

    Cuma, Mayıs 20, 2005

    (*) Bu sözler rastgele örnekler değildir. İstanbul Ticaret Odası’nca düzenlenen “Başarılı KOBİ Yarışması” jürisinde, başarı ölçütü olarak “katma değer”in alınmasına karşı ileri sürülen argümanlardır.

  • Biz aptal mıyız?

    Lütfen okuyunuz

    Cumhuriyet Bilim ve Teknik eki’nin 21 Mayıs 2005 sayısında, Orhan Bursalı’nın “Gündem” başlıklı yazısını, bilim ve teknikle herhangi bir düzeyde ilgilenen herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.

    Yazıyı okumamış veya okuma imkânı bulamayabilecekler için, en önemli birkaç saptamasını aşağıya alıyorum:

    “…..ülkemizde siyaset-iktidar-bilim ilişkilerinde yeterli iletişimin olmaması ve sinerjinin kurulamaması, bilime “ele geçirilmesi ve yandaşlanması gereken kurum” olarak bakılabilmesi ve bu bakışın resmen hayata geçirilebilmesi, tek taraflı bir olay değil. Madalyonun öte yanında bilimin ve bilim kurumlarının güçsüzlüğü var”

    “……Güç, kaynağını eylemden, üretimden, başarıdan, katma değer yaratmaktan ve giderek tek başına varolmayı başarmaktan alır. Burada konumuz Türkiye Bilimi olduğuna göre, bu kıstaslar ışığında bakarsak, bilimimiz büyük ve etkili bir güç olamamıştır…..katma değeri, ülke ölçeğinde, siyasal ve toplumsal düzlemde, önemli ve büyük farkındalık yaratabilecek düzeyde değildir, olamamıştır.”

    “….Bilim, hep siyasetin gözüne bakmıştır: Para ver, bir şeyler yapalım!. Siyasetin tavrı da bugüne kadar ne yaptın ki para verelim biçiminde olmuştur”

    “…Siyasetçimizin, bilim politikalarının yaratıcılığı ve üreticiliği konusunda bir bakışı ve benimsemesi olamadığından, bilimi kalkınmada ve yönetim başarısında bir araç olarak kullanma zorunluğu hissettirebilecek durum ve yetenekte olamamıştır…”

    “..Tersinden bakalım: bilim üretken olsaydı, toplumda katma değeri gözle görülür düzeyde bulunsaydı, tarihi, zaferlerle, başarılarla dolu olsaydı büyük bir kurumsal güç inşa etmiş olurdu”

    “..O halde, sayısal ve niteliksiz bilimsel yayın artışlarıyla bilimin ülkemizde bir güç haline getirilebileceği inançlarının, ülkemizde bilimi daha uzun süre politikacının ayakları altında süründürülesinden kurtarılabileceğini mi sanmalıyız?”

    Yasak soru

    Bilim ve onun aracı teknoloji (BT) konusunda her gün onlarca yerde onlarca tartışma yapılıyor ve BT’nin nasıl gelişeceğinin yolları araştırılıyor; bu iyi ama hiç olmazsa bir kişinin çıkıp şu soruyu sorması gerekmez mi: Gözümüzün önünde ve gözlenebilir bir kısa süre içinde birçok ülke BT’yi gelişmelerinde somut birer araç olarak kullandılar; bunun nasıl yapılacağını Politika Belgeleri haline getirip dünyaya ilân ettiler; dolayısıyla şimdi kalkıp da bu bilinenleri tekrar tekrar birbirimize -bir icatmış gibi- tekrarlamak yerine, ezberlerimizi bir kenara bırakıp bizzat bilimin araçlarını kullanarak ülkemizdeki bu verimsiz sürecin niçin böyle olduğunu sorgulamıyoruz?

    Doğrulanmamış yargılarımız soru olamaz

    Sorgulamak ile kastettiğim, özlemlerimizi, kızgınlıklarımızı, doğrulanmamış yargılarımızı soru -ve ardından da cevap- formlarına büründürmek değildir. Tüm doğru bildiklerimizden kuşkulanmaya hazır biçimdeki bir sorgulamayı kastediyorum (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=181). Aksi halde, “böyle böyle yaparsanız şöyle şöyle olur” gibisinden ucuz kalıplarla vakit öldürürüz.

    Bu yazı üzerinde düşünelim, tekrar düşünelim

    Orhan Bursalı’nın bu yazısı üzerinde düşünmeli, “biz zaten” ile başlayabilecek cevapları, o cevapların sahipleriyle -oyalanmaları için- bir kenara bırakabilmeliyiz. Çözüm, bu acayip sarmalın nedenlerini korkmadan sorglamaya bağlıdır.

    İnsanlar eşit değildir, acaba biz de..

    İnsanların -ve onlardan oluşan kavimlerin- eşit olmadıklarını biliyoruz. Eşitlik sadece insan hakları açısından söz konusudur. Uzun ve kısa boylular, kadın ve erkekler, şişmanlar ve zayıflar somut anlamda eşit değillerdir. Peki acaba bizleri bu denli akıl -ve onun artikülasyon aracı olan bilim- dışı bir sürecin içine itmiş ve orada tutan neden(ler) nelerdir?

    Yoksa biz aptal mıyız?

    Akraba evlilikleri mi, beslenme mi, genetik veya kültürel kod mu, negatif sosyolojik döngüler mi, Liebig yasası uyarınca (https://bit.ly/3ujNEso) önemsiz sayılabilecek bir şeyler mi, dış etkenler mi yoksa hepsi birlikte bir dizge içinde mi? Ya da doğrudan: “Biz aptal mıyız?”

    https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=647 adresinde bulabileceğiniz bir yazıma bu bağlamda tekrar rücu ediyor, boş vakit bulabilenlerinizin cevaplamasını rica ediyorum.

    Cumartesi, 21 Mayıs 2005

  • Türkiye YoksulluğuYenebilir

    Yoksulluk yenilebilir, yeter ki, öğrenmeyi öğren!

    Bir dönüm noktası: İşsizlerin ve işsiz kalma riski altındakilerin istihdam edilebilirliklerinin artırılması’na yönelik Öğrenme Merkezi –kısaca ÖMer– projesi, 10 Haziran 2005 tarihinden itibaren başvuruları alıyor.

    AB Desteği

    Proje Türkiye İş Kurumu (İŞKUR)’un, AB destekli “Yeni Fırsatlar Programı” çerçevesindedir.

    Proje uygulayıcısı

    Projeyi Bilimsel ve Teknik Araştırma Vakfı (BiTAV) uygulamakta, proje koordinatörlüğünü ise M.Tınaz Titiz yapmaktadır.

    Başarısı kanıtlandı

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nca 2 yıldan beri başarıyla uygulanan projeden esinlenerek geliştirilen projenin bir amacı da bu yaklaşımın tüm Türkiye’de yaygınlaştırılmasıdır.

    Öğrenme Merkezi-ÖMer

    ÖMer, istihdamın olmazsa olmaz koşulu olan “herhangi bir bilgi, beceri ve/veya davranışı kendi çabası ile öğrenmeyi” isteyenlerin eğitildiği çok yönlü öğrenme ortamı’dır.

    Temel amaç ne?

    Proje, söz konusu kişilerin, “gelirlerini artırma” temel amacına yönelik olarak:

    • iş bulma”,
    • kendi işini kurma”,
    • ek gelir yaratma”,
    • tasarruf sağlama”,
    • geçimini sağlayanlar üzerindeki yükünü azaltma” ya da genel olarak

    herhangi bir yönde kendini değiştirerek “gelirini artırmak” üzere “öğrenebilirliklerini harekete geçirmek” esasına dayalıdır.

    Bu nasıl yapılacak?

    Bu bağlamda proje öncelikle kişilerin çeşitli fiziksel, zihinsel, davranışsal imkan ve sınırlarını [1] tanımalarına yönelik testler uygulamaktadır.

    Daha sonra katılımcılara;

    • karşılaşilabilecek tüm sorunların bir çeşit öğrenme yetmezliği olduğu,
    • kendilerinin aslında tam birer öğrenme uzmanı oldukları,
    • çevrelerinin öğrenme imkanlarıyla dolu olduğu

    2 tam günlük yoğun seminerler ile fark ettirilmektedir.

    Anahtar budur

    Bunu takiben kişilerden, projenin ana amacına yönelik olarak, son derece somut birer hedef belirlemeleri ve bu hedefi gerçekleştirmek üzere birer  “Kendini Değiştirme Planı” hazırlamaları istenilmektedir.

    Yalnız değiller

    Bu aşamada deneyimli moderatörler [2] ve toplum içinden seçilmiş deneyimli kişilerden oluşan bir Mentor Ağı [3] katılımcılara istekleri doğrultusunda yardımcı olmaktadır.

    Öğrencilerin katılamayacağı programa, İstanbul’da [4] oturan şu kategorilerde 500 kişi alınacaktır:

    Öğrenim
    düzeyi

    Katılım
    amacı

    Yaş

    Aile geçindirme sorumluluğu

    Dezavantajlı grup

    Toplam

    < 25

    < 40

    sorumlu

    katkı
    yapıyor

    kadın

    beden.
    engelli

    Diğer

    engelli

    diğer

    Y.öğrenim mezunu Yeni istihdam

    125

    25

    25

    125

    50

    2

    0

    0

    150

    Ek gelir yaratma

    10

    90

    100

    0

    90

    0

    0

    0

    100

    İstihdam edilebilirlik artırma

    0

    10

    10

    0

    2

    0

    0

    0

    10

    Lise
    mezunu
    Yeni istihdam

    60

    40

    50

    50

    50

    5

    0

    0

    100

    Ek gelir yaratma

    10

    90

    90

    10

    90

    0

    0

    0

    100

    İstihdam edilebilirlik artırma

    0

    40

    40

    0

    10

    30

    0

    0

    40

    Toplam

    Yeni istihdam

    185

    65

    75

    175

    100

    7

    0

    0

    250

    Ek gelir yaratma

    20

    180

    190

    10

    180

    0

    0

    0

    200

    İstih. edilebilirlik artırma

    0

    50

    50

    0

    12

    30

    0

    0

    50

    Toplam

    500

    Anlaşmalı internet cafe’lerde indirim

    Başvurular internet ortamından www.yapabilirsin.com [5] adresinden yapılacaktır. İnternet erişim imkanı bulunmayan katılımcılara internet konusunda bir kısmi kolaylık sağlamak üzere TİEV (Türkiye İnternet Evleri Derneği) ile de bir anlaşma yapılmış olup, ÖMer projesinin işaretini taşıyan internet cafe’lerden indirimli olarak yararlanmak mümkün olacaktır.

    Başvuran adaylar çok aşamalı bir seçme sürecine tabi tutulacak ve böylece en çok istekli adaylar katılımcı olarak belirlenecek, başvuru sonuçları www.yapabilirsin.com web sitesinde yayımlanacaktır.

    Üçer aylık dilimlerden oluşan program 10 (on) ay boyunca devam edecektir.

    Her katılımcı 2  tam günlük semineri takiben 3 aylık dönem boyunca ÖMer’den yararlanacaktır.

    Katılımcılardan herhangi bir ücret talep edilmeyecek, ayrıca devam durumuna göre kişi başına toplam 32 Euro’ya kadar harçlık ödenebilecektir.

    Yoksulluk ancak böyle önlenebilir!

    Yoksulluğun ve onun nedenlerinden birisi olan işsizliğin neredeyse tek çaresi yüksek katma değerler yaratmaktır.  Onun çaresi ise önce ayakları üstünde durup sonra da yüksek katma değerli mal ve hizmet üretebilecek bilgi ve becerileri öğrenebilecek şekilde “kendini değiştirebilmek”tir.

    ÖMer projesi, Türkiye’nin önüne böyle bir seçenek sunmaktadır. Ya öğrenerek ayaklarımızın üzerinde duracağız ya da fakirliğe mahkum olacağız. Seçim hepimizin!

    Lütfen duyurunuz!

    ÖMer projesini duyurmanızı, “kendisine iş verilmesini bekleme” usulüne şartlanmış geniş kesimlere bu yeni yaklaşımın tek çıkar yol olduğunun anlatılmasında yardımcı olunmasını bekliyoruz.

    Proje kapsamında çeşitli üniversite mezun dernekleri, sivil toplum örgütlerinin üyeleri ve benzeri kuruluşlardan duyuru konusunda destek alınmakta ise de en büyük desteğin medyadan gelmesi bekleniyor.

                                                                                                                  

    Bu proje, AB tarafindan desteklenmekte, İŞKUR tarafindan yönetilmekte ve BITAV tarafindan uygulanmaktadır.

    Bu yayının sorumluluğu BİTAV’a aittir ve hiçbir şekilde AB görüşünü yansıtmamaktadır.



    [1] Öğrenme Stili, Çoklu Zeka türü, Yaşam Alanı Sınırları, Dikkatini Dağınıklığı Düzeyi, Girişimcilik Yeteneği, Zaman Kullanımı Beceri Düzeyi gibi alanlardır.

    [2] Seminer yöneticilerine verilen addır.

    [3] Yaşam deneyimi yüksek kişilerden oluşan bir ağ olup, katılımcılara, Kendini Değiştirme Planları’nı hazırlamaları ve uygulamaları sırasında yardımcı olabileceklerdir.

    [4] AB projesi kapsamında proje öncelikle İstanbul sınırları içinde başlatılmıştır. Bir sonraki dönemde gelen talepler doğrultusunda projenin diğer illere de yayılması amaçlanıyor.

    [5] Bu web sitesi proje hitamında kapatılacaktır.

  • Felaket geliyorum diyor ve geliyor..

    Sakatlık kaynaklarının sıralanmasında baş sıralarda yer alan bir neden grubu “ev kazaları”dır. “Trafik kazaları”nın bu sıralamada önemli bir yer tuttuğunu herkesin bilmesine karşın acaba “ev kazaları” niçin yaygınlıkla bilinmez?

    Neden basittir; çünkü, ev kazaları son derece geniş bir alana dağılmıştır ve dahası bu tür kazaları raporlayan bir sistem de mevcut değildir. Halbuki buna karşılık hemen her trafik kazası rapor edilir.

    Yaşamın çeşitli kesitlerine dağıldığı ve rapor edilirken aynı neden ile açıklanmadığı için, toplumun dikkatinden kaçan bir olgu, patlayıcı gaz veya toz içeren iş yerlerindeki kazalardır. Kamuoyuna daha açık olup, herkesçe tehlikeli olduğu bilinen benzin istasyonları, tüpgaz bayileri ya da dolum tesislerindeki kazalar sık sık gündeme gelir. Buna karşın, aynı derecede tehlikeli olan diğer gaz veya toz patlaması riski içeren iş yerleri konu edilmez.

    Hububat siloları, boya üretim fabrikaları, boyama atölyeleri, film yapım ve basım stüdyoları, zeytinyağı üretim tesisleri, petrol rafinerileri, şeker fabrikaları ve doğalgaz tesisleri, bu tür risk içeren yerlerden “çok az” bir kısmıdır.

    Bir kaç yıl önce İstanbul Tuzla’da meydana gelen tanker yangını ile son benzin tankeri yangını, kapalı bir ortamda oluşan patlayıcı gaz atmosferinin ne denli büyük bir tehlike olduğunu kanıtlamıştır.

    Bu tür kapalı alanlarda belirli bir yoğunluğa erişen herhangi bir gaz ya da toz, herhangi bir ateşleme kaynağınca ateşlenebilir.

    Örneğin un değirmenlerinde havaya dağılıp “asılı” hale gelmiş un, ya da demir-çelik imalhanelerindeki havada asılı metal tozu, aynen benzin buharı gibi patlayabilir.

    Medeniyet çeşitli şekillerde tanımlanabilir. Bunlardan birisi de belki, “medeniyet, enerji türlerinin yoğunlaştırılıp saklanması ve kullanılması demektir” şeklinde olabilir.

    Mutfaklarımızda kullanılan 25 kg’lık bir tüpgazın içinde saklı bulunan enerji, 1 tonluk bir kayanın yaklaşık 200 metre yukarıdan düşmesi halinde kazandığı enerjiye eşittir.

    Bu kadar yoğun enerjilerle burun buruna yaşamanın ön-koşulu, bunların yaratabileceği potansiyel tehlikelerin farkında olmak, farkında olunmaması halinde ise bunun faturasını ödemeye hazır olmaktır.

    Bu riskleri en aza indirmenin medeni Dünya’daki yolu, patlama tehlikesi mevcut olan ortamlarda kullanılan ve kıvılcım yaratabilecek tüm donanımı sertifikalandırmaktır.

    Türkiye’de bu amaçla kurulmuş ve yetkilendirilmiş bulunan ilk istasyon, Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu bünyesinde ve Maden Dairesine bağlı olarak çalışmakta (idi) (yararlı olduğu için hala kapatılmadı ise). TSE ise bazı sertifikalandırma işlemleri için İzmir’de bir istasyon açmış.

    Potansiyel patlama riski içeren tesislerin, bu istasyonlardan sertifika almaları yasal bir zorunluk ayrıca da sağduyunun gereğidir.

    Bununla beraber, mahalle aralarına kadar yayılmış bulunan benzin istasyonlarında kullanılan benzin pompalarının elektrik donanımlarının sertifikalandırılması zorunluğu, birkaç yıldır- inanılmaz bir biçimde- kaldırılmıştır.

    Halkımızın tüm bireylerinin, örneğin Hepatit C ya da alevsızdırmazlık konularında uzman olmasını beklemek mantıklı değildir. Yarın bir gün bu nedenle doğabilecek bir patlama ve felaketin nedeni belki sokaktaki insanlarca anlaşılmayabilecektir. Ama kamu otoritesinin bunu bilmek ve açıklamak zorunluğu sürecektir.

    Yoğun enerjilerle bu denli yakın yaşamanın gerektirdiği ciddiyet, kapı arkalarındaki uzlaşmaları ya da “bi’şi olmaz” ukalalıklarının dışında tutulmalıdır.

    Felaketlerin tek tek gelmesi, bunlara karşı kamuoyu duyarlığını azaltmaktadır. Ama medeni ve medeni olmayan toplumları ayıran da bu duyarlığın eşik düzeyi değil midir?

    5 Haziran 2000

  • Kedi resmi çizmek ya da Kürt Sorunu..

    Bir kedi resmi iki türlü çizilebilir

    Birincisi, bir noktadan başlayıp ayrıntıları atlamadan tüm resmi çizmektir. Örneğin kedinin başından başlanır, gözleri, burnu, ağzıve bıyıkları gibi başı tamamlayıcı öğeler yerleştirilir, hattâ bir karakter verilmek isteniliyorsa gözleri renklendirilir, tüyleri kısa ya da uzun yapılır, sokak ya da ev kedisi tiplerinin belirgin karakteristikleri filan yerleştirilir. Sonra giderek diğerbölümlere geçilir, gövde, ayaklar ve kuyrukla tamamlanır. Bu arada her bölüme geldikçe o bölümün ayrıntıları resmedilir.

    Bu yöntem ressamlarca kullanılabilir. Resim sanatı ile ilişkisi olmayan, hattâ resim konusunda ortalama yeteneği bulunmayan kişiler ise bu yöntemle kedi resmi çizmeye kalktıklarında olacak olan, organları arasındaki orantıları bozuk bir hilkat garibesinin ortaya çıkmasıdır.

    Ressamların sayısının geride kalanlara göre ne kadar küçük bir azınlık olduğu tahmin edilebilir. Dolayısıyla çoğunluk, organlar arasındaki orantıları -ayrıntılara dalarak- her an kaybedebilecek olanlardır.

    Bir de bu yol var: önce çerçeveyi çizmek!

    İşte bu kişiler için kedi resmi çizmenin güvenilir bir yolu, önce çerçeve çizgilerini çizmektir. Başı ayrıntılarına girmeden bir daire, gövdeyi bu daire ile bir noktada temas eden ve dairenin çapına göre gözü rahatsız etmeyen bir elips, ayakları elipse yani gövdeye orantılı olarak dört uzantı ve nihayet kuyruğu da elipsin bir ucuna yine orantıya dikkat ederek bir uzantı olarak çizen bir kişi daha sonra istediği ayrıntılara girebilir.

    Bu yolla mükemmel bir kedi resmi çizilebileceği garanti edilemese de bu resme bakanın “bu bir horozdur” deme olasılığı hemen hemen yoktur. Üstelik, orantıları düzgün oturtulmuş bir çerçevenin ayrıntılarla zenginleştirilmesi ve iyice bir resim ortaya çıkması da pekalâ mümkündür.

    Bu yöntem sadece kedi resmi için değil tüm resimler için geçerlidir.

    Hattâ resimler için değil tüm sorun çözme girişimleri için geçerlidir.

    Ortak halk aklı doğru adlandırmayı bulmuş!

    Halk arasında “ağaçlara bakmaktan ormanı görememek” diye adlandırılan olgu, bir resmin bütününe bakmak yerine onun parçalarının ayrıntıları ile meşgul olmak ve bu arada bütünün ne olduğunu ıska geçmektir.

    Sayın başbakanın Diyarbakır’da “Kürt sorununun varlığını kabul ediyoruz; daha evvel devletin ve hükûmetlerin hatalarını kabul ediyoruz; büyük devletler hatalarını kabul ederler” mealindeki sözleri, yukarıda resim çizmek için önerilen iki yöntemden birincisine tıpatıp uymaktadır.

    Bir baş, gözler ve bıyıklar tamam; fakat geri kalan bölümler henüz çizilmediği için ortaya çıkacak yaratığın pek sevimli olmayacağı, sevimlilik bir yana öldürücü bir canavar olup olmayacağı henüz belli değil.

    O halde işe daha garantili bir yöntemle başlamak akılcılığın gereğidir.

    Ortada bir dizi sorun olduğu bellidir. Ölen yurttaşlarımız sorunun en önemli belirtisidir. Yurdun batı kesimleri ile gelişmişlik farkının kabul edilemez düzeylerde oluşu da bir diğer belirtidir.

    Şimdi bu resmin ayrıntılarına girmeden çerçeve çizgilerini çizmeye çalışalım. Ortaya çıkanın kedi mi piyade tüfeği mi yoksa bir tümör mü olduğuna ondan sonra bakılıp ne(ler) yapılacağına, nelerin doğru nelerin hata olduğuna karar verilebilir. Görünen çizgiler şunlar:

    Türkiye’nin güney doğusunda katı petrol rezervi mevcuttur.

    MTA, TTK gibi kurumların etüdleri bunu gösteriyor. Petrol şirketlerince açılıp sonra kapatılan petrol kuyuları, o gün için ekonomik olmadığı gerekçesiyle kapatılmıştır. Bugün için maliyeti daha düşük petrol rezervleri işletilirken, yarınlarda katı petrol de ekonomik olmaya başlayacaktır.

    Alternatif enerji kaynaklarının laboratuvar ölçeğinden çıkıp ticari kullanıma girmesine kadarki birkaç on yıllık süre içinde bu katı petrol rezervi stratejik önem taşıyacaktır. Birinci çerçeve çizgisi budur.

    Demokratik yapı uygun değil!

    Bu bölgenin, Gülbenkyan’nın -ki kendisi jeologdur- red-line olarak adlandırdığı (kızının ruj kalemi ile çizdiği için bu ad verilmiştir) çizgilerin içinde kaldığı yüzyıldır bilinmektedir. Bu nedenle, bölgenin çoğulcu demokratik bir ülkenin yönetimine bırakılamayacağı, körfez ülkelerine benzer bir modelin ideal olacağı(!) uzun zamandır bellidir. Bunun için bir taşeron gereklidir.

    İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli nüfusun etnik köken adlandırması dışında dil, din ya da diğer daha az belirleyici kültürel özellikler açısından birleştirici bir bütünlük taşımadığı bilinmektedir.

    Bu nüfus temel alınarak tanımlanabilecek bir siyasi yapılanma (bağımsız ulus devlet, federasyon, konfederasyon ya da gevşek konfederasyon gibi) bitmek bilmez iç çekişmelere gebe olarak doğacaktır (Irak’ta olduğu gibi). Bu ise yapıyı oluşturacak parçalar üzerine tasarımlanabilecek manipülasyonlarla yapıyı yönlendirme -ve enerji rezervlerini kontrol- imkânı demektir.

    İkinci çerçeve çizgisi de budur.

    Kontrol tek eldedir

    Sıvı ya da katı, kaliteli ya da az kaliteli petrol ya da doğal gaz rezervlerinin kontrolu -kaynağı kimde olursa olsun- petrolün bulunuşundan bu yana ağırlıklı olarak A.B.D. elindedir. A.B.D. dışında hiçbir ülke bu kontrolu eline geçirememiş, geçirmek isteyenlerin başlarına çeşitli kazalar gelmiştir.

    Alman Anglo-Sakson çekişmesinin altında yatan da enerji kaynakları üzerinde bir kontrolu bulunmayan Almanya’nın -Hitler’in Rusya fethi girişiminden sonra- biraz olsun kontrol sahibi olma isteğidir.

    Tek görev bekçilik, gerisi düştür!

    Parça parça oluşturulmak istenen konfedere Kürdistan’ın tek gelir kaynağı olarak ümit bağladığı enerji kaynaklarının bekçiliğini yapacak, gerektiğinde çıkacak savaşlarda ölecek olanlar bu yapay devletin insanları olacak, ama enerjinin kokusundan ve tortusundan başka bir parçasına ortak olamayacaklardır.

    Üçüncü çerçeve çizgisi de budur.

    Dezavantajlı coğrafya!

    Türkiye’de Kürt kökenli insanlarımızın yaşadıkları yerler ekonomik kalkınma -dolayısıyla da sosyal gelişme- açısından avantajlı yöreler değildir. Uluslararası mal ve hizmet akımlarında karşılaştırmalı üstünlük sağlayabilecek faktör maliyetleri açısından dezavantajlı bu bölgelerin daha avantajlı bölgelere göre fakir kalmaması ancak bazı koşullarla mümkündür.

    Yüksek doğurganlık hızı altında giderek artan bölge nüfusunun yüksek bir yaşam düzeyine erişebilmesi ancak bir dizi faktörün bir araya gelebilmesine bağlıdır. En az yüzyıldır çeşitli araçlarla kaşınan ayrılıkçılık akımları altında bu faktörlerden başlıcası olan “iç enerjisini gelişme yolunda harcama iradesi” bir türlü oluşamamaktadır.

    Yapıcı enerjimiz nereye gidiyor?

    Tüm ihtiyaçlarının T.C.’den karşılanmasını talep etmek, karşılanamayanlar için silahlı-silahsız muhalif tavır içinde olmak bu enerjiyi tüketmektedir.

    Bu bir kısır döngü oluşturmaktadır. Günümüz kitle iletişim imkânları karşısında bu döngünün kırılması mümkün hale gelmekte ise de henüz kırılmamış, üstüne üstlük çeşitli nedenlerle kaşıma girişimleri de artmıştır. Dördüncü çerçeve çizgisi bu kısır döngüdür.

    Belirleyici çizgi: Bağışıklık sistemi zafiyeti!

    Beşinci ama belki en önemli çerçeve çizgilerinden birisi genel olarak toplumumuzun, özelde ise devlet kurumlarımızın düşük sorun çözme kabiliyetidir. Sosyal organizmamızın bağışıklık sistemi son derece güçsüzdür (sosyal AIDS).

    Dünya toplumları arasında, “koşullandırma” denilen illetten en çok zarar gören toplum biziz. İlk okullardan başlayarak üniversite sonlarına kadar tek norm haline gelmiş olan (ezberleme – ezberi geriye kusma – iyi kusmanın kanıtı olan diplomayı eline alıp ezberine uygun iş bekleme) döngüsü çoktandır okul sistemin dışına çıkmış toplumun tüm kurumlarını eline geçirmiştir.

    Kendi mutlak doğruları için insanları öldürmekten çekinmeyenlerin motivasyonu ezberdir.

    Anlaşılamaz bir aymazlık!

    Peki nasıl olur da bu illetin farkına varılamaz. Sabahtan akşama eğitim konusunda akıl veren onca insan ezbere karşı bir tavır alamaz? Körpe beyinleri mutlak doğrularla doldurmayı hedef edinenler, bunları uygulayanlar, uygulayanları yetiştirenler, bu konularda yazı yazanlar nasıl olur da ezberin dalga dalga nerelere kadar uzandığını göremezler.

    Gelişmişliğin bir numaralı ölçütü aransa (yüksek sorun çözme kabiliyetine sahip olmak) denilebilir. Karl Popper “Tüm yaşam Sorun Çözmedir” adlı kitabında uzun uzun bunu anlatmak istemiştir.

    Bu bir aymazlık mıdır, yoksa kökü daha derinde olan genetik bir miras mıdır? Etrak-ı bî idrak hakareten mi söylenmiştir yoksa acı bir tesbit midir?

    Sorun çözme araçlarının başında dil gelir.

    Bir sorunun çözülebilmesi önce onun iyi anlaşılabilmesine, iyi ifade edilebilmesine bağlıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=87). “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan sorun, sorun tanımlama kurallarına uygun tanımlanmış (tıklayıp indiriniz) değildir; dolayısıyla da herkes kendine göre tanımlamaktadır. Aynen çerçevesi çizilmeden kuyruğunun ayrıntıları çizilmeye çalışılan kedi resmi gibi. Bu durumda, bu kuyruğa takılabilecek tüm hayvanlar -yırtıcılar dahil- gündeme gelebilmektedir.

    Özet olarak, bu tasarımlanmış sorunun üstesinden gelebilmek için bir zihinsel netliğe, onun için de öncelikle bir ifade netliğine ihtiyaç vardır.

    Kedi resmini ayrıntıları ile tanımlamaya çalışırken, çerçeve çizgilerine sadık kalmaya özen gösterilmelidir.

    Ağustos 21, 2005