• Doğu’ya sürgün!

    Çocukluğumdan beri hatırlarım; hangi kamu görevlisi işe yaramaz görülürse -gerçek olabilir ya da olmayabilir- verilecek öncelikli ceza bellidir: Bulunduğu coğrafi konumdan daha doğuya tayin etmek. İşe yaramazlık(!) ölçütü ise bulunduğu yerle tayin edildiği yer arasındaki mesafedir. Ne kadar işe yaramaz ise o kadar doğuya.

    Bu geleneğin 2005 yılında da yürürlükte olduğu görülüyor. İçişleri Bakanlığı, bir yazarın kitaplarını yaktıran Sütçüler ilçesi kaymakamını Diyarbakır Dicle ilçesine “atanmış” (gazeteler).

    Bu geleneğin bu denli uzun sürmesinin başlıca iki nedeni vardır. Birincisi pek pratik oluşu, ikincisi ise kolay savunulur oluşudur. “Ne yani oralar bu memlekete ait değil mi, oraların da hizmete ihtiyacı var” argümanının karşısında kim durabilir?

    Benim merakım işin bu yanlarında değil, bir süreç bu denli uzun süre devam eder ise ülkenin Batısı ve Doğusu arasında nasıl farklılıklar yaratacağıdır.

    Rastgele şekilli cisimlerin kapalı bir hacim içinde çok çok uzun süre serbest çalkalanmaya bırakıldığı takdirde hepsinin düzgün birer küre olacağı mühendislik öğrencilerine ilk yıllarda öğretilir. Acaba benzer bir deney insanlarla yapılsa ve hep aynı “tür”den insanlar ülkenin hep aynı yerlerine yollansalar acaba sonunda ne olur?

    Bir an için, cezalandırma amacıyla mahrumiyet bölgelerine atanan kamu görevlilerinin gerçekten de cezalandırılmayı hak eden eğri işler yaptıklarını varsayalım. Buna göre, bu yörelerde uzun süre sonunda tüm kamu görevlilerinin eğri işler yapan kişilerden oluşması gibi garip bir durum ortaya çıkacaktır.

    Hatta, en doğuda bulunanların “atanacakları” daha doğuda bir yerler olamayacağına göre artık o yörelerde işlerin iyiden iyiye çığrından çıkmaması için bir neden kalmayacaktır.

    Bir zamanlar -adını hatırlamadığım- bir devlet bakanı, atandığı ilk gün yayımladığı ilk genelgesinde, “cezalandırma amacıyla hiçbir kamu görevlisinin gerice yörelere atanmamasını, gerekiyorsa idari ve adli kovuşturma açılmasını” emretmişti ve çok da doğru yapmıştı.

    Ülkemizin doğusunun geri kalmışlığında kuşkusuz başka faktörlerin de payı vardır. Ama bugünkü durum “geri kalmışlık”tan öte bir şeydir ve en önemli nedenlerinden birisi bu yörelerin cezalandırma amacıyla kullanımıdır.

    Hatta, ülkemizin yüzlerce sorununa yol açan az sayıdaki kök sorundan bir tanesi de budur.

    Bugün bunun tam tersine ihtiyaç vardır, yani en yetenekli kadroların en az gelişmiş yerlere atanmalarına. Gelişmiş yörelerde oluşmuş bulunan “sistemler”, daha az deneyimli kadroların hatalarını örtebilir, ama aksi asla.

    Becerikli yöneticilerin bulundukları yörelere nasıl ışık saçtıklarına en iyi örneklerden birisi rahmetli vali Recep Yazıcıoğlu’dur. Kuşkusuz yetenekli birçok insanımız bu gibi yörelerde görev yapmaktadır. Ama, “cezalandırma amacıyla doğuya sürme” illeti bitmedikçe ve bu süreç tam tersine çevrilmedikçe bu kötü geleneğin farkına varamadığımız yan ürünlerinden kurtulmamıza imkan olmayacaktır. İlanen duyurulur.

    Ekim 17, 2005

  • Güneş tutulunca deprem olur mu olmaz mı?

    Bir radyo programında, zihinsel netliğine pek güvendiğim bir bilim adamı ile yapılan mülakat sırasında son günlerin polemik konularından birisi ele alındı. 17 Ağustos Marmara depreminden ve son Pakistan depreminden önceki güneş tutulmalarının da işaret edebileceği gibi acaba bu doğa olayının depremlerle ilişkisi olabilir miydi?

    Bilim adamı kesin bir dille bunun olamayacağını, çünkü depremlerin günde birkaç yüz denebilecek kadar sık olduğunu, doğal olarak bunlardan bazılarının güneş tutulması öncesine bazılarının da sonrasına rastlayacağını belirtti. Ve son olarak da en sağlam kanıt olarak, güneş tutulması olmadan meydana gelen depremlerin bu durumda açıklamasız kalacağını söyleyerek bu iki doğa olayı arasında ilişki olamayacağını söyledi.

    Geçmişte benzer sorular sorulan başka bilim insanları da başka argümanlarla bu ilişkisizliği kesin olarak dile getirmişlerdi.

    Ben bu belirtimlerin maksadını aşan ifadeler olduğuna, bilim adamlarının aslında bunu demek istemediklerini, sadece “bilim böyle bir ilişkiyi henüz doğrulamamıştır; ama bu, ilişki olmadığı anlamına gelmez” demek istediklerini varsayıyorum.

    Çünkü:

    • Bilim, içinde bulunulan bir zaman kesitinde tüm bilinmeyenleri açıklama iddiasında değildir. Sadece bilinmeyenleri bilinir kılma arayışındadır. Zaman kesiti ilerledikçe bilimin açıklayabildikleri artar, bazıları ise değişir. Yüzyıl, on yıl hatta geçen yıl bilinmeyen ya da doğru olduğu sanılanların şimdi, “şimdiki doğrularının” bilindiğini biliyoruz.
    • Ama bilimin kesin iddiası, herkese ilan ettiği metotları kullanılarak neleri açıklayabildiği, neleri açıklayamadığı, nelerin imkanlı nelerin imkansız olduğudur. Hatta bu metotları dahi sorgulamaya açıktır.

    Güneş tutulması depreme yol açar mı? Bilim insanlarının dışındaki sokaktaki insanlar böyle bir soruya şöyle bir yanıt verseler bilim buna acaba ne der?

    • Gök cisimleri arasındaki mevcut çekim kuvvetleri her an için kendi aralarında bir denge oluşturuyor ise,
    • Gök cisimleri her an hareket halinde olduğuna ve söz konusu denge durumu da buna paralel olarak her an küçük de olsa değişiyor ise,
    • Değişen bu çekim alanlarının dünya üzerine yaptığı etkilerde de bazı değişimler olabilecektir.
    • Bu -belki çok küçük- değişimler çok büyük yüzeylere etkidiğine göre meydana gelebilecek kuvvetler büyük olabilir.
    • Bu kuvvetler her zaman değil ama, yer kabuğunun kırılma noktasına-bardağı taşırabilecek damla- gelmiş süreksizlik noktalarında bir harekete neden olabilir.
    • Bunun ölçülmesi, güneş ya da ay tutulmaları -hatta başka gezegenlerin tutulmaları- ile ilişkisinin gösterilmesi güç olabilir. Ama bunun güç olması ilişkinin olmadığını göstermez.
    • O halde güneş, ay ya da bilmem hangi gezeğinin tutulması yeryüzü, ay ya da filanca gezegende bir depreme pekala yol açabilir. Açar değil ama açabilir.

    Bilim insanlarının her sözü, onları kendilerine rol modeli almış kişiler için çok önemli olabilir. Belki bugün için böyle değildir, ama umudumuz böyle olmasıdır. Böyle olması için de onların her sözcüklerini çok tartarak söylemeleri, olası yanlış anlamalara yol açmamaları iyi olur.

    Bu yazı da dahil her nerede kesin bir yargı varsa o yargının doğruluğundan kuşkulanılmalıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=180, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=181).

    Pazar, Ekim 23, 2005

  • Yeni”dil”lere ihtiyacımız var, hemen-1

    “Resim” gereksinimi nereden çıkmıştır? Bu soruya pekala “yazı bilinmediği için” şeklinde yanıt verilebilir. Ama herhalde kök-neden, “ifade etmek” olsa gerektir. Kendini, bir olayı ya da herhangi bir şeyi ifade etmek isteyen her canlı bir takım sembollerle bu önemli ihtiyacı gideriyor.

    Resim tüm zenginliğine karşın standart sembolleri olmadığı, her resim her bir kişiye farklı mesajlar iletebildiği için yazı icat olmuştur.

    İ.Ö. 3500 yıllarında Sümer uygarlığında icat edildiği bilinen yazı, ifade etme işlevini büyük ölçüde yerine getirmesine karşın önemli birkaç eksiklik taşıyor. Bunlardan birisi üzerine yazıldığı iki boyutlu ortamları (taş, papirüs, kağıt ya da bilgisayar ekranı) tek boyutlu (satırlar) olarak kullanmasıdır. Sinekten yağ çıkarmaya meraklı insan ne hikmetse iki boyutlu ortamları hep tek boyutlu olarak kullanagelmiştir. (Alternatif bir kullanım için Bkz. http://tinyurl.com/9qezv69).

    Yazı’nın ikinci ve daha büyük eksikliği çözümlemeye (tahlil, analiz) pek uygun olmayışıdır. Daha da kötüsü, çözümlenmek istenilen durum karmaşıklaştıkça yazı daha da işe yaramaz hale gelmektedir. Belirsizlikler, bilinmezlikler, çok taraflı etkileşimler içeren ve bu nedenle de ancak olasılıklarla ifade edilebilen durumlarda yazı tamamen yetersiz hale gelmektedir.

    İnsanlık bu gibi durumlar için bir çıkış yolu bulmuş, “durum kategorilerine göre özel dil” yaklaşımını icat etmiştir. Kanımca bu, medeniyetin başlangıcı sayılan yazının icadından daha da önemli bir buluştur.

    Birkaç örnek “özel dil”..

    • Bir örgütteki birimler ve kişiler arasındaki ilişkileri ifade için kullanılan örgüt şemaları en basit dillerden birisidir.
    • Maddeler arasındaki tepkimeleri ifade etmek için kullanılan kimya formüllerindeki sembol ve kurallar,
    • Sabit ve değişkenler arasındaki ilişkileri ifade için kullanılan matematik, sembol ve kuralları. En karmaşık ilişkileri bile ifade edebilen bu özel dilin en önemli sorunu, karmaşık sorun ifadelerinin ancak uzmanlarca yazılıp okunabilmesidir.
    • Bu sakıncanın giderilebilmesi için daha sıradan uzmanların kullanabileceği arakesit dilleri geliştirilmiştir. Karmaşık durumları matematik modellere çevirebilen arakesit dilleri (örn. Q-GERT, SimKit, SIMUL8 gibi benzetim dilleri) yaygınlıkla kullanılmaktadır.
    • Birbirleriyle öncelik-sonralık ilişkisi içinde bulunan işlerin sıralanması hemen tüm sanayi dallarının gereksinimidir.
    • İnşaat veya tesisat yapan yükleniciler, tesis işleten yöneticiler, araştırma kuruluşları ve daha yüzlerce kişi ve kuruluş karmaşık ilişkili işleri sıralamak, bu sıralamaya göre uygulamak ve bir yandan da izlemek isterler. Bunun için icat edilen çubuk diyagram, CPM, PERT, GERT gibi teknikler tam anlamıyla birer dildirler. Aynen yazılarda kullanılan harf ve noktalama işareti sembollerinde olduğu gibi bu dillerin de standart sembolleri ve bu sembollerin kullanım kuralları vardır.
    • Karmaşık durumlar hakkında kaba -ama bir bakışta- kavrama sağlayabilecek dillere örnek ise Rich Pictures veya Mind Mapping dilleridir.
    • Bir olayın nelere yol açabileceğini göstermek için kullanılan Spray Diagrams.
    • Bir olaya nelerin yol açtığını göstermek için kullanılan Ishikawa Diagrams (Kılçık Diyagramları),
    • Çeşitli olaylar arasındaki durağan ilişkileri açıklamak için kullanılan neden-sonuç diyagramları,

    Bunlar, çeşitli karmaşıklıktaki “durum”ları değişik düzeylerde “kavramak” amacıyla geliştirilmiş çok sayıdaki özel dile sadece birkaç örnektir. Tabii ki bu “kavrama” ihtiyacı tek başına bir gereksinim olmayıp hemen ardından “durumu değiştirmek” esas amacı gelmektedir.

    Bundan bize ne?

    Doğu ve Güneydoğu’da uzun yıllardır “bir şeyler” oluyor. Bu bir “durum”dur ve karmaşık bir durumdur. Bilinen parçaları, bilinmeyen parçaları, belirsiz parçaları, zaman içinde sabit ve zaman boyunca değişen, ekonomik, psikolojik vd parçaları vardır. Ayrıca parçalar arasında da etkileşim bulunmaktadır. Kısacası durumu zor ifade edebilecek her ne varsa mevcuttur.

    İşte sorun da burada başlıyor.

    Her “karmaşık durum”un bir ortak yanı, gerek çözümleme gerekse çözüm aşamalarında mutlaka ortak akla ihtiyaç oluşudur. Bunun için ön-koşul ise o durumun herkesçe aynı şekilde anlaşılabilmesini sağlayabilecek şekilde ifade edilmiş olmasıdır.

    Bu gereklilik bizi ister istemez bir “duruma özgü dil” ihtiyacına götürmektedir. Yukarıda birkaç örneği verilmiş duruma özel diller içinde Doğu ve Güneydoğu olaylarını doğru ifade etmeye yarayanlar -en azından modüller- vardır.

    Halbuki, içinde bulunduğumuz durumda kullanılmakta bulunan başlıca iki grup dil bu “doğru ifade etme” ihtiyacına maalesef cevap vermemektedir. Bu gruplardan biri sokaktaki insanın dilidir. Sağdan soldan duyduklarını birleştirerek hemen sempati ve nefret bileşikleri yaratan insanların sempati ve nefretleri Allahtan ki dağınıktır. Aksi halde küçük bir çaba ile -örneğin bir TV kameramanının, bir tekmenin sadece ikinci yarısını göstermesiyle- bir ülkeye savaş açabilecek durumlara gelinebilir (bakınız şekil 1-a, İsviçre maçı).

    Bu “sokaktaki insan”ların bir bölümü sokakta, bir bölümü ise daha yüksek rakımlı yerlerdedir.

    Durumu ifadede kullanılmakta bulunulan ikinci grup kişi ve kullandıkları diller işe yarardır ama standart sembol ve kurallar çevresinde oluşmadığı için kişi sayısı kadar ayrı ifade biçimi ortaya çıkmakta, aranılan ortak akıl bir türlü oluşmamaktadır.

    Kısacası son gelinen durumda neler olup bittiğinin çözümlenmesi gündelik konuşma ve yazışma dilleri ile ifade edilememekte, dolayısıyla da çözüm geliştirmek söz konusu olamamaktadır.

    İhtiyaç olan ve olmayan!

    İhtiyaç bellidir: Bu karmaşık durumu, anlaşılabilir şekilde kağıt üzerinde ifade edebilecek ve sonra da buradan çıkarabilecek çözümlerin uygulanmasına temel yaratacak olan sembolleri ve kuralları belli bir “duruma özel dil”.

    İhtiyaç olmayan, olmadığı gibi kesinlikle bulunmaması gereken ise, bu durumu ifade etmeye yeterli olmayan dil(ler)i kullanarak çözümleme yapmaya kalkmak ve daha da kötüsü bunlara dayalı çözümler geliştirip uygulamak ya da en azından önermektir.

    Son İsviçre maçları, durumları anlamaya ve ifade etmeye yeterli olmayan diller kullanıldığında neler olabileceğini göstermesi açısından ulusumuzun başına gelebilecek en hayırlı olay sayılmak gerekir.

    Bu iş kimin işidir?

    Kuşkusuz ki bu özel dil geliştirme işi topluma ihale edilerek içinden çıkılabilecek bir iş olamaz. Demokrasi, doğru ifade edilmiş durumlar hakkında seçenekler yaratma ve seçme rejimidir, ama bu ifade dilini geliştirecek olan onun ihtisas kurumlarıdır.

    Günümüz Türkiyesinde böylesine karmaşık bir dilin sembollerini ve kurallarını geliştirebilecek hiç olmazsa birkaç kurum -ya da onların birkaç birimi- olması gerekir. Birkaç üniversitemiz, birkaç sivil toplum kuruluşumuz, askeri ve sivil bürokrasi uzmanları içinden seçilecek bir çalışma grubu Türkiyenin bu varlık sürdürme projesinde görevlendirilebilir.

    Manhattan projesi -sonuçları hayırlı olmasa da- böyle seçme bir ekip tarafından yürütülmüş ve ikinci sınıf bir ülkeyi birdenbire dünya lideri yapıvermiştir. ASAM -mesela- böyle bir örgütlemeyi yapamaz mı?

    Bir şey bir kere olmuşsa ikinci defa olmaması için bir neden var mıdır?

    Kasım 19, 2005

  •  Mektup!

    Haziran 15, 2004

    Sayın Dr. Topbaş,

    • Vakit değerli, kısa yazacağım.
    • Yeni görevinizde başarılar.
    • Bir önerim var. İddialı, katma değeri yüksek, ama riskli.
    • Bu riski üstlenmek isteyebilir / istemeyebilirsiniz. Sizi o denli iyi tanımıyorum.
    • Konu şu: İstanbul’un en belirgin özelliği -istisnasız her alanda- kuralsızlığıdır.
    • Birçok alanda kural eksiği / yanlışı var. Ama sorun, bunların dahi yaptırımının olmayışı.
    • Türkiye’nin -ve hattâ başka ülkelerin- ne kadar, “kuralsızlığı geçim ve yaşam yolu yapmış” insanı varsa İstanbul’a aktı / akıyor / akacak.
    • Bunun önüne pasaport, vize vs gibi önlemlerle kesinlikle geçilemez. Aksi halde yeni mafya alanları doğar.
    • “Kuralsızlık” şöyle sonuçlar doğuruyor:
    1. Kuralsızlığı seçenler bir çekim alanı yaratıyorlar ve bu alan yeni kuralsızları İstanbul’a çekiyor.
    2. Az-buçuk kurallara uyanlar uymaktan vazgeçiyorlar.
    3. Kurallı yaşamda direnenler giderek bu şehirden uzaklaşıyorlar.
    4. İstanbul giderek mafyalar şehri oluyor.
    5. En kuralsız olanlar, kendilerinden daha az kuralsız olanları şehrin dışına sürüyor.
    6. Şehre -iyi niyetlerle- çakılan her çivi, daha çok sayıda kuralsızın şehre akmasına yol açıyor (çünkü hayatları kolaylaşıyor).
    7. Kuralsızlar, vergi vs ödemedikleri için, şehre yapılacakların finansmanını İstanbul’dan bir yere kaçamayan veya henüz kaçmayan az sayıdaki kural yandaşı ile Türkiye’nin başka yerlerindekiler sağlıyorlar.
    8. Kuralsızlık ortamı ahlâksızlığı yan ürün olarak üretiyor / besliyor.
    9. İstanbul, diğer bütün kentlere rol modelidir. Bu nedenle İstanbul ahlâksızlık -her anlamda- ihraç ediyor, Türkiye’yi bozuyor.
    • Bir belediye başkanının en hayırlı (ve riskli) vaadi, “ben bu kenti kurallı yaşanan kent haline getireceğim” olmalıdır.
    • Bu, bugüne kadar söylenmedi.
    • Siz yapmak ister misiniz?
    • Prensipte varsanız görüşelim.

    Selam ve sevgiler,

  • Anlayabilenlere çağrı!

    Mutluluk nedir?

    Ünlü fizikçi S.Hawking’e bir TV programında “mutluluk sizce nedir?” diye bir soru yöneltildi. Hiç tereddüt etmeden verilen cevap şuydu: “anlayabilmek“.

    Bir ülkede yaşayan ve bunu sürdürmek isteyenlerin büyük bölümünün ülke sorunlarına ilişkin konularda kendilerine göre doğru-iyi-güzelleri savunduğuna, başkalarına ne kadar aykırı görünürse görünsün, dile getirilen düşüncelerin, alınan tavırların, benimsenen tutumların hep bu tanımlanan nüfusun refah ve mutluluğunu amaçladığına inanıyorum.

    Bu konularda ne denli ayrıntılara inilirse anlaşmazlıkların da o denli artacağı, bu yüzden de toplumsal uzlaşıların daima “ilkesel” düzeyde kalması gerektiği bellidir.

    Özgürlük kısıtlamalarına tepki doğaldır ve de iyidir

    Hangi dini, etnik, siyasi (ve olabilecek diğer) ideolojilere bağlı olursa olsun tüm bireylerin özgürlüklerine düşkün olduğuna, bunu tehdit edebilecek unsurlara karşı en hafifinden güçlüsüne kadar çeşitli tepkiler vereceğini varsayıyorum. Bu tepkileri verenler arasından hiç olmazsa küçük birer azınlığın da o tepkilere yol açan özgürlük kısıtlamasının alt katmanlarında neler olduğunu nerak edeceklerine; o merak edenlerin de yine küçük bir bölümünün daha daha alt katlarda hangi özgürlük kısıtlayıcı neden olduğunu merak edeceğine ve nihayet onların da küçük bir bölümünün en alttaki nedeni görebileceğini varsayıyorum.

    Varsayıyorum ve yanılıyorum. Çünkü böyle olmuyor.

    Böyle olmuyor ve her kesim, kendine ait önemli saydığı bir özgürlüğün kısıtlanmasına karşı, görünen -ve en az önemli olan- nedene saldırıyor.

    Türbanlılar türban takma özgürlüklerinin kısıtlanmasından şikayetçidir. Neden olarak da türban yasağını görmekte ve tepki göstermektedirler.

    Toplumun dini kurallarla yönetilmesinden endişe duyanlar da yine özgürlüklerinin kısıtlanacağından şikayet ediyor, neden olarak da dini siyasete alet edenlere tepki gösteriyorlar.

    Toplum içinde kendi benimsedikleri kimliklerine -başkalarının özgürlüklerinden kısarak- daha geniş özgürlükler verilmesini isteyenlerin de yakındıkları yine en üst katmandaki nedenlerdir.

    Yakınan kesimlerin sayısı artırılabilir, ama ortak nokta aynıdır: ilk göze çarpan nedene tepki göstermek.

    Anlayabilenler bu yana..

    Peki nasıl oluyor da, tüm bu kesimler toplumumuzun neredeyse tamamının geçtiği okul sıralarındaki (ezber=sorgulamama) illetini, yakındıkları özgürlük kısıtlama nedenlerinin en temelindeki neden olarak görmüyorlar?

    İnsanlara, bazı kesin ve tartışılmaz doğrular-iyiler-güzeller olduğunu ezberletip belletirseniz, bunun tüm yaşam kesitlerine yansıyacağını, böyle eğitilmiş bir kişinin benimseyeceği görüş dışındakileri hep (başkası) sayacağını nasıl olup da göremezler.

    Yoksa acaba, sorunları ve nedenlerini soğan katmanları gibi görüp anlamaya çalışmak yerine kendilerine belletilip sonra da tartışılmaz, sorgulanmaz (ezber) bırakılan doğru-iyi-güzelleri savunmayı daha mı pratik (ya da kârlı) sayıyorlar.

    Daha somut örnek..

    80,000 civarında okulumuz var. İçlerinde tezek yakarak ısınmaya çalışanlar ve klima ile ısıtılanlar var. Kara tahta bulamayıp duvara yazanlar ve her öğrenciye bir bilgisayar düşenler var.

    Öğretmenlerinin Türkçe konuşamadıklarının yanısıra birkaç dil bilen öğretmenleri olanlar var.

    Ama hepsinin ortak iddiası, ezberin başka okullarda yapıldığı kendi okullarında ezbere yer olmadığı.

    Bu nasıl olabilir? Bu insanlar -en azından- kendilerini nasıl böylesine kandırabilirler? Bir insana mutlak doğruların olabileceğini öğretmek ile bir arabanın diresiyonunu iple sabitleyip yola salmak arasında ne fark vardır? Bu araç, direksiyonunun ayarlandığı yönde tüm önüne çıkanları ezmeye kalkmaz mı?

    Haydi diyelim ki bu okullardaki öğretmenlerin hepsi aynı kaynaktan eğitiliyor; o kaynakları da değiştiremediğimiz için bu süreç kendini besliyor. Ezberi sadece din eğitimi verilen okullara özgü sananlar acaba fizik, kimya matematik gibi derslerin TAMAMEN ezberle belletildiğini görmüyorlar mı? Bu okullara bilgisayar vermek, intenete bağlamak ezberi daha da pekiştirmiyor mu?

    Peki hiç gözü sonradan açılan olmuyor mu? Hiç kendisine belletilip ezberletilen mutlakların her zaman geçerli olmayabileceğini düşünen yok mu? Bunların içinde hiç sesi çıkan yok mu?

    Peki mesele sadece okulda mı?

    Keşke öyle olsaydı. Ekonomistlerimiz tartışa dursunlar, hangi finansal parametre ile oyanırsa düze çıkarız diye. Her ne mal ve hizmet üretiyor isek onların içerdikleri katma değerler ve borçlar toplamı bizi bugünkü koşullarımızda yaşatabiliyor. Refahımızı ancak daha çok borçlanarak artırabiliyoruz. Bu basit denklem (ne kadar katma değer o kadar refah) çıkış yolunu da gösteriyor: daha çok katma değer!

    Ama daha yüksek katma değer yaratıcılık (ezbersizlik) ister!

    Ezber burada da en büyük engeldir. Aklı küçücük yaşta mutlak doğrularla dondurulan bebelerden oluşmuş büyük bebeler daha yüksek katma değer üretemez. Bağırır çağırır, suçlar, suçlanır ama yüksek katma değer üretemez. Üretemediği gibi üretebilenlerin yaratıcılığını da engeller. Mucitlerimizin başlarına gelenler bunun birer örneğidir.

    Tam anlayamıyorum ama anlar gibi oluyorum..

    Bir kısım insan kendini modern, çağdaş vs sayıyor ve bağnazlıktan uzak olduğunu sanıyor. Sarıldıkları -her ne ise- onun tüm doğruları gösterdiğini, mutlak doğrunun o olduğunu, herkesin onu benimsemesi gerektiğini, bunun gerekirse yumuşak gerekirse kanlı, gerekirse ezber yoluyla yapılacağına inanıyor.

    Bunun için platformlar kuruluyor, yeni siyasal girişimler tasarımlanıyor, örgütlenmelere gidiliyor, yani hemen her şey yapılıyor; ama bir şey hariç: Bunların temelindeki ezberin bir zihinsel soykırım olduğunu anlamaya çalışmak.

    Ama tam da emin değilim, böyle mi oluyor? yoksa!

    Cuma, Aralık 16, 2005

  • Pilav ve lezzet’i..

    Pirinç, yağ, su, aşçılık hüneri gibi somut girdilerden oluşan pilav değil, tamamen soyut bir çıktı olan pilavın lezzeti önem taşır.

    Bu yalnız pilava özgü bir özellik olmayıp, insanlara yarar sağlayan hemen her şey aynı ilginçliğe sahiptir. Somut girdiler soyut yararı oluşturur, tek başlarına pek bir önem taşımazlar.

    Bu gerçek, şu şekilde de doğru ve belki daha da çarpıcıdır : İnsanlara yarar sağlayan soyut kavramlar, ancak onların somut girdileri mevcutsa söz konusudur, yoksa kendi başlarına “yok”turlar. Yani bir lokantada, “pirinçsiz”, “yağsız” ya da “pilav pişirme hünersiz” bir “pilav lezzeti” bulamazsınız.

    İnsan hakları -onun bir alt-küme’si olan kadın ya da çocuk hakları ya da daha doğru bir kavram olan canlı hakları– veya demokrasi adı verilen kavramlar da aynen pilavın lezzeti gibidirler. İnsanlar için çok yararlıdırlar, ama girdileri yoksa onlar da yoktur, ne kadar var olmaları arzulansa da var olamazlar.

    Örneğin, (soyut) demokrasinin (somut) girdilerinden birisi ve de en önemlisi, “yüksek nitelikli insan malzemesi”dir. Bu olmaksızın demokrasiden söz etmek, pirinçsiz pilav istemeye benzer.

    Demokrasi her şeyin ilacıdır; demokrasinin kurumları oluşturulursa o kendi girdilerini de oluşturur” gibisinden bir “temenni”, pilavın lezzeti’nin, pirinci, yağı, suyu yoktan üretebileceği anlamına gelir ki bu, mümkün bir iş değildir.

    Girdileri mevcut bulunan bir demokrasinin dönerek girdilerinin de niteliğini geliştirdiği ise, yalnız demokrasi için değil tüm “somut girdi – soyut yarar” döngüleri için doğrudur. Pilavın lezzeti arttıkça, onu pişiren aşçı daha nitelikli pirinç ve yağ kullanmak, aşçılık hüneri’ni daha da geliştirmek eğilimine girer.

    Ama bu, “çıktının, girdilerin niteliğini yükselmeye zorlaması” özelliği aşırıya vardırılıp, “çıktının, mevcut olmayan girdileri bile yoktan var edebileceği” gibi anlamsız bir noktaya getirilmemelidir.

    Yıllardır en yetkin sayılan ağızlar, bu “yoktan var etme”nin savunusunu yapagelmiş, demokrasi, insan hakları, kadın hakları gibi “lezzet”ler yoluyla, çağdaş niteliklerle donanmış bir toplumu, yani pilavın pirincini üretmeye çalışmaktadırlar.

    Çağdaş niteliklerle donanmış toplumu oluşturacak olan yüksek “nitelik dokusu”na sahip bireylerin özelliklerini belirleyip, eğitim – aile – sosyal çevre üçgenini ona göre tasarlayıp yönlendirmesi gereken aydın kesim ise bu özellikleri yanlış belirlemiş, ağzı kalabalık, sokuşturma bilgi ezbercisi çocuk ve gençler üretmeye “eğitim” adını vermiştir.

    Bu yolla yetişen(!) insanlarımız şimdilerde kendisinin benzerlerini yetiştirmek üzere bol bol okul binası inşa etmekte, öğretmen çalıştırmakta, sistemler kurmaya çalışmakta ve bu yolla “lezzet”lere (demokrasi, insan hakları gibi) ulaşmaya çabalamaktadır.

    Ama, hedeflenen topluma varmak bir yana, her geçen gün ondan uzaklaşılmakta, onun yerine fanatizmin her türü gelişmekte, bunun sebepleri ise yetiştirilen insan tipinde değil, o “tip”in yol açtığı vakum ortamında yeşeren karanlık kafaların içinde aranmaktadır. Bir diğer deyimle sebep, o sebebin yol açtığı sonucun içinde sanılmaktadır.

    “Ne” olduğuna değil “neden” olduğuna gözlerimizi çevirene, “nedensel düşünme” yetersizliğimizi keşfedip bunu geliştirmeyi bir “ulusal akım”, hatta bir moda haline getirene kadar bu çöküş devam edecektir.

    Haydi geliniz; “biz neyin neden olduğunu biliyoruz, çözümlerini de biliyoruz, ama para bulamıyoruz, dış güçler de kalkınmamızı istemiyor” safsatalarından vazgeçip, bir küçük çocuk saflığı ile sorunlarımıza yol açan nedenleri, o nedenlere nelerin sebep olduğunu, onların da nerelerden kaynaklandıklarını sorgulayıp sonunda da “insan nitelik dokumuz”un yetersizliğini görelim ve sonra da yetiştireceğimiz çocuk ve gençlerimizin temel özelliklerinin “yaratıcılık” ve “doğru düşünmek”ten ibaret olduğunu, onun karşısındaki en büyük engelin ise, işe yaramaz, insanlarımızın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak “ezberletme sistemimiz (eğitim sistemi)” olduğunu keşfedelim.

    Pazar, 20 Kasım 1994

  • Büyük yanılgı!

    Muhteşem çaba..

    Bilim, bitki ve hayvanlar dünyasını anlayabilmek için sınıflandırarak işe başlamıştır. Bu yaklaşım boyunca, temel özellikleri birbirine benzer olanları “aile (familya)“, aynı türler içinde benzer olanları “cins“, onların içindeki benzerleri “tür” ve sonra da “alt-tür“ler olarak sınıflandırmıştır. Bu sınıflama hem inceleme kolaylığı, hem de farklı sınıfların “özgün ihtiyaçları”nı bilmemizi sağlamıştır.

    Örneğin kedi ve kaplan aynı familyaya ait-türler olduğu için birinin incelenmesinden sağlanan bilgiler diğeri için de yol gösterici olmuş, ama diğer yandan da kaplanın beslenme ihtiyaçlarının kedininkinden farklı olması nedeniyle birisi ormana salınırken diğeri evlerde beslenme yoluna gidilmiştir. (Bu yapılmasaydı neler olabileceğini bir zamanlar evinde kaplan besleyen bir mafya büyüğümüz uygulamalı olarak göstermiştir).

    Bu sınıflandırma sayesinde her bir hayvan türü -hatta alt-türü- için ayrı besleme, barınma, tedavi, eğitim, korunma, koruma vb pratikler ortaya çıkmış ve insanın da dahil olduğu tüm canlılar dünyasının birlikte yaşayabilmesi için kurallar bu pratiklerin üzerinde temellenmiştir.

    Tüm hayvanlar için yapılan bu sınıflama bitkiler için de mevcut olup, sınıflamanın ne denli iğne ile kuyu kazmak olduğu taksonomiye şöyle bir göz atan herhangi bir kimse tarafından hemen anlaşılabilir. Bilimin, evrenin anlaşılması ve türlerin uyum içinde birlikte yaşayabilmeleri yolundaki bu büyük çabası tek kelimeyle muhteşemdir.

    Fakat o da ne!

    Böcekler, küçük ve büyük tüm hayvanlar ve bitkiler için uygulanan bu yöntem ilginçtir ki insanlar için doğru dürüst uygulanmamış, uygulamaya kalkan birkaç sapık da kendi ideolojilerine destek amacıyla, üstelik de yanıltıcı şekilde uygulamışlar ve faturasını da milyonlarca insanın canı ile ödetmişlerdir.

    Daha sonraları çeşitli etnik (zenciler gibi) ve/ya sosyal grupları (Hindistandaki kastlar gibi) diğerlerinden ayırmak biçiminde süregelen “uyduruk sınıflandırma” yaklaşımını da bu sapık uygulama kategorisinde düşünmek gerekir.

    İnsan dışındaki canlılar dünyasının ihtiyaç ve imkânlarının anlaşılmasını sağlayabilmiş sınıflandırma yönteminin insanlara uygulanmayıp, tüm insanların tek tür (homo-sapiens) olarak kabul edilmesinin altında temelsiz bir varsayım yatmakta, insanların işine geldiği için ret de edilmemektedir. Bu basit varsayım şudur: insanlar bütün varlıklardan üstündür!

    Bu varsayım nereden çıktı?

    Sadece insanlarca -çoğunluğunca- kabullenilen bu varsayım gerçekten gülünçtür. Kendi dışındaki canlı dünyası hakkında hemen hiç bir şey bilmediği zamanlardan pek az şey bildiği günümüze gelene kadar bu iddiayı desteklemek için bulabildiği tek dayanak, kendisinde olup diğer sınıflarda olmadığını sandığı “zeka” özelliğidir.

    Şimdilerde durumun pek öyle olmadığı, çeşitli zeka türlerinin olabileceği, bunların bir bölümünün ise insanların idrak alanının dışında kalabileceği (yani zekasının onları kavramaya yetmeyeceği) anlaşılıyor. Yapay zeka ve insan zekası üzerindeki çalışmalar her bir yaşam deseni için ayrı bir zeka türünün olabileceğini ve o desen için “en zeki” sayılabileceğini gösteriyor. Her başarım ölçütü için farklı zekalar olabilir ve bu farklılıklar bir hiyerarşi içinde dizildiğinde en temeldeki ölçüt “varlığını sürdürebilme” olur.

    Şunun şurasında birkaç milyon yıldır varlığını sürdürebilen, bunu da tüm dışındaki dünyayı talan edip yok ederek sürdüren bir “tümör türü”nün en büyük yetersizliğinin o çok öğündüğü zekası olduğunu yavaş yavaş anlıyoruz. Bu, insan türünün milyon yıllık trajedisidir.

    İnsanın tüm varlıklardan üstün olduğu, dolayısıyla da onlara reva görebileceği her tür muameleyi uygulayabileceği yalanı, sonunda bu familyanın -belki de gezegenin- sonunu getirecek görünüyor.

    İnsan tek “tür” olamaz!

    İnsan, kendi dışındaki canlılar için mükemmelen uyguladığı sınıflamayı ilk çağlardan zamanımıza kadar işine geldiği gibi çarpıtmış, bazen ana amaç olarak köleliği almış ve insanları köleler ve sahipleri olarak, bazen siyahlar ve beyazlar, bazen Almanlar ve dışındakiler, bazen inananlar ve ötekiler gibi yüzlerce anahtar kullanmıştır.

    Bilim ise taksonomisinde bu “işine gelme” anahtarı yerine nesnel farklılıkları almıştır. Kaplan ve kedi aynı familyanın aynı cinsine ait olmakla birlikte iki ayrı tür olarak sınıflanmıştır. Beslenme alışkanlıkları ve yaşam çevreleri bu türlerin nesnel farklılaşma anahtarları olmuştur.

    Böyle bakıldığında, benzer beslenme, giyinme, barınma gibi ihtiyaçlara sahip “insanlar”ı ayıran nesnel bazı farkların olduğu görülüyor. Bu farklılıklar belirli bir etnik, dini ya da coğrafi alanın ürünleri olarak değil, daha karmaşık fiziki ve sosyal farklılıklar olarak ortaya çıkıyor.

    Hangi kökene ve kültüre ait olursa olsun insanlar arasındaki çapraz ilişkiler, sonunda o köken ve kültürlere tam uymayan örnekler ortaya çıkarıyor. Kültürü nedeniyle çapraz ilişkilere daha sınırlı olarak açık bulunan kültürlerde ise bu “yabancı” örnekler daha az ortaya çıkıyor.

    İnsan dışındaki aile, cins ve türler açısından bu çaprazlama çeşitliliği -bu ölçüde- var mıdır?

    Bu nedenlerle insana, içinde çeşitli alt-türleri bulunduran bir “tür” olarak bakmak daha doğru değil midir?

    Bazı sınıflamalar yanlış ya da yararsızdır!

    Sahipler – köleler, aşağı ırk – arî ırk gibi sınıflamalar yanlıştır.

    Bir de doğru ama yararsız sınıflamalar vardır: eğitimli-cahil, köylü-kentli gibi sınıflamalar kimi sosyal olguları açıklamak için kullanılıyor. Örneğin kent dokusunu bozan gecekondu olgusu ya da trafik düzenine uyulmayış “köylülük” ya da “eğitimsizlik” olarak adlandırılıyor. Yani kentlileştikçe ve eğitim arttıkça bunlar azalacak denilmeye getiriliyor.

    Halbuki nesnel anahtar kentlilik ya da eğitim değil, “her şeyin ilişkili bir bütün olduğunu idrak edip etmemek“tir. Bunu idrak edebilenler içinde köylüler ve hiç eğitimsizler olduğu gibi idrak edemeyenler arasında en yüksek eğitsel derecelere sahip kentli burjuvalar da vardır.

    Ulusal ölçekte yayın yapan TV kanallarının birisinde, kurban için getirildiği pazardan can havliyle kaçan bir danayı döverek kaçmamaya razı etmeye çalışan “insan”lar köylü ve eğitimsiz, bu sahneleri ana haberlerde -dana güreşi alt yazısı ve bir oyun havası eşliğinde- gösterirken neşeyle açıklamalar yapan spiker bütünlüğü idrak edememiş bir eğitimli kentlidir.

    Medyanın çeşitli organlarında bu tür vahşetleri ya eğlence ya da AB’ye girerken yapılmaması gereken densizlikler olarak sunan kişiler de eğitimli kentlilerdir.

    Ama diğer yandan, ormanda bulduğu öksüz ayı yavrularını süt ve balla besleyerek adeta annelik yapan Trabzonun Sürmene ilçesine bağlı Kutlular köyünde yaşayan Mehmet Yılmaz ise “bütünlüğün farkında” bir eğitimsiz köylüdür. Topraklarını satmayı reddeden kızılderili şef de yine bütünlüğün farkında olan bir eğitimsiz köylüydü.

    Kuş gribine karşı “kurban etinin cızbız değil kavurma yapılarak yenilmesi” dışında -ayağı ve postuyla enfeksiyon taşıma gibi- bir riskin bulunmadığını TV kanalına beyan eden bir eğitimli-kentli akademisyen ise bütünlüğün farkında değildir.

    Bu birkaç örnekten dahi görülebileceği gibi köylü-kentli, eğitimli-eğitimsiz anahtarları bu bağlamda yararsızdır. Bu tür kolaycı açıklamalar köylülere ve eğitimsizlere karşı haksız birer saldırı, ama daha da vahimi sorunları -bırakınız çözmeyi- anlayamamak demektir.

    Halbuki bunlar ayrı bir alt-tür’dür!

    Bu “bütünlüğün idraki” özelliğinin nasıl oluştuğu ya da eğer insan alt-türlerinin tamamında var iken neler olup da yok olduğu bilimin açıklayabileceği bir konudur. Ama şimdilik önemli olan, “bütünlüğün farkında olup olmama” özelliğinin tam bir ayırıcı özellik olduğu, sahip olanları ayrı bir alt-tür, sahip olmayanları ise ayrı bir alt-türün üyeleri haline getirdiğidir. Aynen Neanderthal’ler ve Cromagnon’ların aynı hominind familyasına ait olmakla birlikte ayrı türler olmaları gibi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=649).

    Bu alt-türleri “insan” saymak onların haklarının ihlalidir!

    Karanfilleri, kaplanları ya da yunusları insan saymak onlar için tam bir işkence olurdu. İnsanlar için oluşturulan ortamlar onlar için “uygun” değildir. Ne yani daha ne istiyorsun seni insandan saydık diyerek bir kaplanın apartman dairesinde oturmak zorunda bırakıldığını, çişini pisuara yapmak zorunda kalışını, ev halkıyla şöyle doya doya bir oynaşmasına izin verilmeyişini bir düşünsenize.

    Danaları döverek kesilmeye razı ederek ibadet etmeye çalışanların da haklarını ihlal ediyoruz!

    Bu insanları sürekli aşağılayarak hem onların, hem de köylülerin ve eğitim imkanı bulamamış olanların haklarını ihlal ediyoruz.

    Sırf dış görünüşleri birbirine benzediği için bir arada yaşamalarına izin verilen alt-türler birbirleri için son derece tehlikeli olabilirler. Örneğin piranha ve sarı kanat denilen balıklar bir arada ancak birkaç saniye yaşayabilirler. Bir Pitbull ve fino için de ancak birkaç dakikalık bir birliktelik olabilir. Bir iguana ile timsah da oldukça benzerdir ama bir arada yaşayamazlar. Bunların hiç biri kötü diğerleri ise iyi değildir, sadece farklıdırlar.

    Benzer şekilde “bütünün farkında” olan ve olmayan insan alt-türleri de birbirleri için son derece tehlikelidir. Aynen diğer örnekte olduğu gibi “farkında olmamak” o insan alt-türünün bir kusuru değildir, sadece özelliğidir. Farkında olmak da diğerinin bir marifeti olmayıp sadece özelliğidir. Ama kesin olan, farkında olmayanın farkında olan için tehlike oluşturduğudur.

    Bu tehlike araç kullanırken, ibadet ederken, inşaat yaparken, belediye ya da devleti yönetirken, severken, nefret ederken, ticaret yaparken, futbol oynarken, öğretmenlik ya da öğrencilik yaparken, kariyer sahibi olurken kısacası yaşamın binlerce kesitinin herhangi birisinde doğabilir. Bu potansiyel bir risk değildir, mutlaka gerçekleşecek bir risktir. Deprem gibi de değildir. Zamanı da yerleri de bellidir.

    Demokrasi tüm insan alt-türlerine değil, sadece medeni insan alt-türüne uygundur!

    İşte sorun burada başlıyor. Solon -Atina’da demokrasi konusundaki sorunlar üzerine- ünlü ölçütünü ortaya koyuyor: demokrasi eşitler arasında mümkün olabilen bir rejimdir!

    İnsanların kendi kendilerini yönetmesi esasına dayalı demokrasi kavramının temelindeki ana öğe “sorumluluk bilinci“dir. Bu bilinç yok olduğunda demokrasinin başlıca elementi olan “katılım” da ortadan kalkacaktır. Böylece gerek kararlarda gerek kararların uygulanmasında ve gerekse uygulamanın denetiminde katılım kalmayacak, gücü eline geçiren haklı da olacaktır.

    Farkında olmayan” insan alt-türü ise tanım itibariyle sorumsuzdur. Çünkü sorumluluk farkında olmanın bir diğer ifadesidir. O halde farkında olmayanların demokrasi ile yönetimi maddeten imkansızdır.

    Durumun kendini tamir etmesi de imkansızdır. Çünkü farkında olmayan alt-türün değer ölçüleri farkında olanları tahrip edecek, onları saf dışına itecek cinstendir. Hiçbir akli, ahlaki kurala uymak sorumluluğu olmadığı için her türlü çatışmanın peşin galibi farkında olmayan alt-türüdür.

    Farkında olanlar için bir nimet olan demokrasi rejimi farkında olmayanların elinde diğerlerine karşı öldürücü bir silaha dönüşmektedir. Depremle ya da kuş gribiyle birlikte yaşamaya çalışırken, yollarda araç kullanırken, AIDS’ten korunmaya çalışırken, ibadet ederken, sorun çözerken; her zaman her yerde.

    Her iki alt-tür bir şekilde birbirine karışmış ise ne olacak?

    Mevcut durum tam da budur. Bunun nasıl çözüleceğinden önce, farkında olanların bu tanı çevresinde uzlaşmaları önem taşıyor. Ondan sonraki adım ise yaşamın çeşitli alanlarındaki doğru tavır sahiplerinin dayanışması, hatta ondan da önce birbirlerinin varlığından haberdar olmalarıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457). Bu onlara güç verecektir. Bu mücadelede farkında olanların en büyük üstünlüğü diğerlerinin ayırıcı özelliği olan “farkında olmamak”tır. Maalesef başkaca çözüm yolu görünmüyor.

    Perşembe, Ocak 12, 2006

  • Ağ tipi yapılanma..

    Birbirinden farklı yapı, statü ve çalışma alışkanlıklarına sahip kuruluşları -ve hatta kişileri-, bir dizi ortak amaçlar çevresinde bir araya getirmek gereken projelerde, bu kuruluşları tek merkeze bağlamak ve öylece koordine etmek şeklindeki geleneksel yaklaşım işlemiyor.

    Geniş bir alanda ancak “ağ tipi” bir yaklaşım geçerlidir. Ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki aktörlerin tamamını içine alan ve hiyerarşik olmayan bir yapılanma, böylesine karmaşık ilişkileri gerektiren durumlar için neredeyse tek çözüm olarak görünüyor.

    Bir yapılanma ancak bir dizi sorunun cevaplanması halinde açıklığa kavuşabilir. Örneğin şu sorular yanıtlanmalıdır:

    o      Ağ’ın amaçları nelerdir?

    o      Ağ’ı oluşturacak olan düğüm noktaları bağlamında:

    –        Ağ’a dahil olma ya da dışında kalma ilkeleri neler olmalı?

    –        Ağ’ın düğümleri arasında ilişkiler hangi kurallar uyarınca yürütülmeli?

    –        Ağ’ın yönetimi nasıl olmalı?

    –        Ağı oluşturan düğüm noktaları arasındaki ikili, üçlü , çoklu ilişkileri tanımlayacak olan Alanlar Arası İlişkiler Protokolu-AAİP Neler İçermelidir?

    o      Ağlar-arası ilişkiler nasıl yürütülmeli?

    o      Ağa dahil kişi ve kuruluşların sorumluluk ve ayrıcalıkları neler olmalı?

    o      Ağ amaçlarını gerçekleştirme araçları neler olmalı?

    o      Ağ işletiminin maliyet öğeleri nelerdir ve bu maliyet kimlerce, nasıl (sponsorluk, reklam, aidat, kar bölüşümü vbg) finanse edilecektir?

    o      Düğümler ve/ya ağlar arasıında doğabilecek anlaşmazlıklar, sürtüşmeler ve çatışmalar nasıl çözümlenecek?

    Bu yapılanmanın nasıl yönetilmesi gerektiği konusundaki düşünceler ise şunlardır: Ağı oluşturacak katılımcılar grubundan kabul edenler -genişlemeye ve belli bir model uyarınca değişmeye tabi olmak üzere- bu yapılanmanın yönetim sistemi içinde yer alabilirler ve böylece ilk hareket temin edilmiş olur.

    Bu ilk grubun bir vakıf, dernek ya da benzeri bir kimlik altında bir araya gelmemesi, ağı oluşturan kişi ve kuruluşlara bir hiyerarşi ima etmeyen bir kimliksizlikte olmaları -ve de kalmaları- çok önemlidir. Ağın, katılımlı olarak koyacağı kurallar içinde kendi kendini yönetmesinde katalizör rolü oynayacak olan bu gruba, nötr bir ad olarak AĞ ODAĞI (relay center) denilebilir. Aynen, bir merceğin odak noktası gibi, gerçekte mevcut olmayan, ama bütün kırılan ışınlar aynı noktadan geçtikleri için “varmış gibi” kabul edilen sanal bir nokta!

    AĞ ODAĞI’nın işlevi, ağı oluşturan düğüm noktalarının aralarında yaptıkları ikili -veya çoklu- anlaşmalara -bir noter gibi kimliksiz olarak- şahit olmak ve anlaşmaların ihlalleri halinde, yine tarafların baştan öngördükleri yaptırımları onların öngördükleri biçimde uygulamaktan ibarettir.

    Akla gelebilecek ilk soru, bu ağa hangi aktörlerin ve de nereye kadar katılmayı kabul edecekleridir. Ağ, başlangıçta ona katılmayı kabul eden ve katılma sınırları konusunda birbiriyle uzlaşabilen aktörlerden oluşmalı, daha sonra giderek genişlemeyi hedef edinmelidir. Bunu somutlaştırmak için, katılımcılardan neler isteneceği belirlenmelidir. İddiasız ama güvenli ve doğurgan bir başlangıç olarak şunlar talep edilebilir:

    (1)      Ağın saptanacak amaçlarını benimsediğini beyan etmek,

    (2)      AĞ ODAĞI’nın işletme giderlerine ve denetimine gücü oranında katılmayı kabul etmek,

    (3)      Diğer düğüm noktaları ve AĞ ODAĞI ile yapacağı protokollara uymak ve birincisi için AĞ ODAĞI’nın, ikincisi için bağımsız bir gözlemcinin gözetim işlevini kabul etmek.

    Düğüm noktaları içinde kişiler, özel sektör kuruluşları, gönüllü kuruluşlar, meslek örgütleri ve devlet birimleri bulunabilir, ama yönetim biçimi bunların herhangi birinin egemenliği altında değildir. Bu kesin bir kuraldır.

    Temmuz 24, 2004

  • Toplum yaşamının ana denklemleri..

    Her bilim dalında çok sayıda formül bulunur. Ancak, bu formüller genellikle çok az sayıdaki “ana denklemler” den türetilir.Bu az sayıdaki denklem yerine çok sayıda formülün kullanılması pratik zorunluklar nedeniyledir. Örneğin, tüm fiziksel hareketlerin ana denklemi olan (kuvvet eşittir kütle çarpı ivme) bağıntısı, yüzlerce değişik form altında kullanılır  ve herbiri ayrı bir formülle ifade edilir.Bir alanda yeni bir formül türetmenin koşulu, türetilecek formülün, o alanın ana denklemlerine uygun olması, onlarla çelişmemesidir.

    Toplum yaşamının da benzer “ana denklemleri”  vardır. Örneğin, maddenin sakınımı prensibi diye bilinen, “hiçbir madde yok olmaz, ya da yoktan varolmaz, ancak yer veya şekil değiştirir”  kuralının aynısı ekonomi ve sosyal yaşam için de doğrudur.

    İşte bu ana denklemlerden birisi, (toplumun ortalama refahı (Ro) eşittir ortalama nitelik düzeyi (NDo) bölü toplumun yaşam düzeyi beklentisi (YDB) çarpı nüfus (N)) şeklinde ifade edilebilir. Yani:

    Ro = NDo  / (YDB . N)

    Burada “nitelik düzeyi”  deyimiyle, zeka-bilgi beceri-ahlak-ruh sağlığı dörtlüsü kastedilmektedir.

    ND>> Œ zeka, bilgi-beceri, ahlak, ruh sağlığı

    Bu basit denklem, birçok sorunun açıklanmasına yaradığı gibi, sorunlara önerilen çözümlerin geçerliğini de test etmeye yarar.

    Bu denkleme göre, toplumumuzun nitelik düzeyi değişmediği takdirde, nüfus arttıkça refah düşer.

    Yine aynı denkleme göre, refah beklentileri pompalanan ama nitelik düzeyi ona paralel olarak artırılamayan toplumların refah düzeyi azalır.

    Diğer yandan, beklentileri (YDB) ile gerçek refahı (Ro)  arasındaki fark artan bir toplumdaki bu tatmin olmamış fark, çeşitli tepkilerin kaynağını (TEP) oluşturur ve o toplumu yönetmek giderek güçleşir.

    TEP ≈ (YDB – Ro)

    O halde toplumların beklentilerini artırırken son derece bilinçle davranmak gerekir.

    Bu durumda örneğin, refahı artırmak için onlara devlet eliyle yardım yapmanın yararı olamaz. Çünkü denklemde böyle bir parametre yoktur.

    Toplumları yönetenler ve de onlara yön verenler, toplum yaşamının ana denklemlerini bilmek ve ürettikleri görüşlerin bu denklemlere uygunluğunu sürekli olarak kontrol etmek zorundadırlar.

    Benzer şekilde, bu denklemlerin uygun dillerle toplum kesimlerine de anlatılıp, nitelik düzeyi yükseltilemeyen bir topluma hiç kimse veya  hiçbir devletin ilave bir hak, refah vs veremeyeceği bilinci yerleştirilmelidir. Böylelikle, refahını daima kendi dışından bekleme alışkanlıkları içine girmiş bulunan kitlelere yalan söylenmemiş olur.

    Topluma yapılabilecek en büyük hizmet, onlara birkaç ana denklemi açıklamaktır.

    ( 1994 yılında yazılmış, Kasım.2000 tarihinde tekrar edit edilmiştir

  • Bir test: Laikçi misiniz dinci mi?

    Birçok toplumda ortak konu..

    Uzunca yıllardan bu yana toplumumuz -hattâ giderek diğer toplumlar- laiklik konusuyla meşgul. Öyle görünüyor ki bu yoğunluk azalmayacak, aksine artacak ve belki de küresel ısınmadan daha ön sıralara oturacak.

    Bu işin bu denli yaygınlık kazanmasının çeşitli nedenleri içinde bir tanesi de tanımlar konusundaki belirsizliklerdir. Laik, laikçi, dindar, dinci kimdir? Hangisi nerede başlar nerede biter?  Acaba laik dindar olabilir mi? Bunlar siyah-beyaz kadar net çizgilerle ayrılabilir mi? Ve daha buna benzer nice sorular.

    Bir test önerisi..

    Bu konularda kısa ve belirsizliği -nisbeten- az bir test olabilse ne kadar işe yarardı. Bu kadar iddialı olmasa da, en azından daha iyilerini geliştirecek olanlara malzeme oluşturabilecek bir test önerisi şöyle olabilir:

    Testin hareket noktası, neyi saptamak istediğimizdir. Madem ki düşünce ve inançlar dışa vurulmadıkça kimse tarafından bilinemiyor, en keskin düşünce sahiplerinin dahi “dışa vurulmamış inançlara”  laf etmesi söz konusu değildir.  Sorun, düşünce ve inançta değil bunların dışavurumlarında başlıyor.

    Şimdi bir adım ileri gidip, yalnız din konusunun taraflarını değil, diğer ideolojik konuların -örneğin siyasal veya ekonomik ideolojiler- taraflarını da test geliştirme çabamızın içine katalım. Serbest ve düzenlenmiş piyasa yanlıları, globalizm yandaş ve karşıtları, androposentrik yaklaşım ve bütüncül yaklaşım yandaşları gibi yüzlerce karşıtlığın hangi açı(lar)dan sorun yarattığına bakalım.

    Bu düşünce ve inançların dışavurumları çeşitli biçimlerde olabilir.  Bu dışavurumların hangi biçim(ler)i konusunda sorun olduğuna göz atalım. Düşünce ve inançlarını örneğin saçlarını kısa ya da uzun kestirerek ya da renkli gözlük takarak ifade etmek isteyenler ne zaman sorun yaratırlar?

    Pratikte görünen odur ki, sorun, ifade edilen eğilimlerin başkalarınca da benimsenmesi isteğinin kabul ya da reddinden geliyor. Eğilimlerini örneğin renkli gözlük takarak dile getiren bir kişi, bir anlamda bunu bir meydan okuma olarak dışavurmuş sayılıyor ve bir anlamda “benim eğilimlerimi onaylamayanları onaylamıyorum” demek istiyor; daha da trajik olanı belki böyle demek istemiyor fakat böyle anlamlandırılıyor.

    Taraflara dışarıdan bakan kişiler -örneğin toplumsal düzeni sağlamak durumunda olanlar- tarafların ne düşünerek bu dışavurum stillerini seçtiklerini bilemeyecekleri için bu defa dışavurum stillerine ait normlar ortaya koymaya başlıyorlar. Ama ikinci büyük sorun da burada başlıyor: Bu kişiler bizzat bir ideolojinin tarafı durumunda iseler bu defa kavga doğrudan taraflar arası kavgaya dönüşüyor.

    Uygulamak istediğimiz testin ipuçları burada yatıyor. Düşünce ve inançların dışavurumundaki niyetin ne olduğu bilinebilse mesele çok kolaylaşacak. Bunu ise doğrudan gösterebilecek bir gösterge bilmiyoruz.

    Ama bir çözüm yolu var. Gerek pozitif bilimlerde gerekse sosyal bilimlerde, doğrudan ölçülemeyen olgular dolaylı yollarla bilinir kılınabiliyor.

    Uzak bir yıldızda yaşam olup olmadığı oradakilerin seslerini dinlerek ya da resimlerini çekerek doğrudan belirlenemiyor, ama o yıldızda su olup olmadığı gibi dolaylı bir ölçütle tahmin edilebiliyor (tabii su bulunması orada yaşam olduğuna mutlaka kanıt olmayabilir).

    Benzer biçimde, yönetim biliminde kurumların performansları çok sayıda dolaylı ölçüte bakarak değerlendirilebiliyor. Yeter ki neyi ölçmek istediğimizi iyi bilelim.

    Düşünce ve inançların dışavurumları konusunda da bilmek istediğimiz, amaçların ne olduğudur. Kişi, seçtiği dışavurum stilini (gözlük, saç, türban, açık göbek vs) sadece “ben böyle düşünüyor ve/ya inanıyorum; hoşuma böyle gidiyor” amacıyla mı yapıyor, yoksa “ben böyle yapıyorum ve ifade aracımı sizin de böyle yapmanız için size bir çeşit manevi -ve fırsatını bulursam maddi- baskı yapma aracı olarak kullanıyorum” amacıyla mı? Doğrudan ölçemeyip de dolaylı olarak ölçmek -değerlendirme demek daha doğrudur- istediğimiz tam olarak budur.

    İfadeciler ve benimseticiler..

    İşi kolaylaştırmak için yukarıdaki iki farklı eğilime birer sembolik isim de verilebilir. Birincisine -salt ifade amaçlı olanlara- “ifadeciler“; ikincilere -başkalarına da benimsetmeye çalışanlara- ise “benimseticiler” diyelim.

    Bu durumda aradığımız test, laik ve dindar adlandırması gibi tanımı gri  tonlar içeren, içtenlikli dindar ile din simsarının ve/ya içtenlikli laik ile laikliği istismar edenlerin karışmasına yol açan sakıncaları da ortadan kaldırabilecektir.

    Bunu dolaylı değerlendirmeyi becerebilir isek, sadece kendisi için bir dışavurum stili seçenlere (ifadeciler) şapka çıkarıp başkalarına baskı yapmayı amaçlayanlara ise (benimseticiler) bir yolla engel olur ve böylece insanların en önemli özgürlükleri sayılması gereken “koşullanmama özgürlükleri“ni savunmuş oluruz.

    Evet, kavramlar konusunda bir netleştirmeye gidince testin ne olması gerektiği de ortaya çıktı: Kendi doğrularınınızın (akıl alanı), iyilerininizin (ahlâk alanı) ve güzellerininizin (estetik alanı) mutlak olduğuna ve başkalarınca da benimsenmesi gerektiğine inanıyor -ve uyguluyor- iseniz size “benimsetici” denilebilir.

    Bunların göreceli olabileceğini, kendi doğru-iyi-güzellerinizi içeren bir yaşam alanı içinde yaşayabilmeniz için başkalarının yaşam alanları ile kesişen yaşam kesitlerinde -ki gerçek kamusal alan- üzerinde uzlaşılan ve uzlaşanların bütününe yarar sağlayan -ki gerçek kamusal yarar- doğrular, iyiler ve güzeller bulmak gerektiğine inanıyor -ve uyguluyor- iseniz size “ifadeci” denilebilir.

    Kendisine laikçi veya dinci denilen kimselerin gerçekte kendi doğru, iyi ve güzellerini başkalarına dayatmaktan başka düşünceleri olmayan kimseler oldukları, her iki kesimin ne kadar birbirinin içine geçmiş olduğu, bunun da altında “kendi fikrini başkalarına benimsetme” denilen masum görünüşlü melânetin yattığı daha iyi anlaşılmıyor mu?

    Tek ve mutlak doğru-iyi-güzel’lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inanmış/inandırılmış yığınların bu kafa ile niçin bir adım ileri gidemeyecekleri ve bunun günahının kendi doğru-iyi-güzellerini ezberleyen (yani sorgulamayan) ama kendisine de aydın diyen kesimlerimiz olduğu daha iyi görülebiliyor mu?

    Esas savaş açılması gerekenin dindarlık ya da laiklik olmadığını, en büyük insanlık suçunun “başkalarını koşullandırmak” olduğunu, Tanrının -bütün diğer varlıklar gibi- kendi doğru, iyi ve güzellerini bulma genetik kodu ile donattığı insana bir şeyleri ezbere belletip bunları sorgulama dışı bırakmanın, üstüne üstlük bir de bunları başkalarına dayatmanın ne din ne bilimle bağdaşmayacağını, bunun günahının bu dünyada geri kalınarak başka boyutlarda başka cezalarla mutlaka tecziye edileceğini akıl etmek gerekmez miydi?

    Bu zihinsel katliama yüzyıllar boyunca maruz kalmış bir toplumda üremiş her düzeydeki ve unvandaki “benimsetici” ile şimdi ne yapacağız? Toplumun hemen tüm kurumlarına egemen olmuş bu “benimseticilik” kültürünün bir “toplu yok olma” kültürü olduğunu idrak edip edememek. İşte bütün mesele budur!

    Mart 14, 2004