• Anlayabilenlere çağrı!

    Mutluluk nedir?

    Ünlü fizikçi S.Hawking’e bir TV programında “mutluluk sizce nedir?” diye bir soru yöneltildi. Hiç tereddüt etmeden verilen cevap şuydu: “anlayabilmek“.

    Bir ülkede yaşayan ve bunu sürdürmek isteyenlerin büyük bölümünün ülke sorunlarına ilişkin konularda kendilerine göre doğru-iyi-güzelleri savunduğuna, başkalarına ne kadar aykırı görünürse görünsün, dile getirilen düşüncelerin, alınan tavırların, benimsenen tutumların hep bu tanımlanan nüfusun refah ve mutluluğunu amaçladığına inanıyorum.

    Bu konularda ne denli ayrıntılara inilirse anlaşmazlıkların da o denli artacağı, bu yüzden de toplumsal uzlaşıların daima “ilkesel” düzeyde kalması gerektiği bellidir.

    Özgürlük kısıtlamalarına tepki doğaldır ve de iyidir

    Hangi dini, etnik, siyasi (ve olabilecek diğer) ideolojilere bağlı olursa olsun tüm bireylerin özgürlüklerine düşkün olduğuna, bunu tehdit edebilecek unsurlara karşı en hafifinden güçlüsüne kadar çeşitli tepkiler vereceğini varsayıyorum. Bu tepkileri verenler arasından hiç olmazsa küçük birer azınlığın da o tepkilere yol açan özgürlük kısıtlamasının alt katmanlarında neler olduğunu nerak edeceklerine; o merak edenlerin de yine küçük bir bölümünün daha daha alt katlarda hangi özgürlük kısıtlayıcı neden olduğunu merak edeceğine ve nihayet onların da küçük bir bölümünün en alttaki nedeni görebileceğini varsayıyorum.

    Varsayıyorum ve yanılıyorum. Çünkü böyle olmuyor.

    Böyle olmuyor ve her kesim, kendine ait önemli saydığı bir özgürlüğün kısıtlanmasına karşı, görünen -ve en az önemli olan- nedene saldırıyor.

    Türbanlılar türban takma özgürlüklerinin kısıtlanmasından şikayetçidir. Neden olarak da türban yasağını görmekte ve tepki göstermektedirler.

    Toplumun dini kurallarla yönetilmesinden endişe duyanlar da yine özgürlüklerinin kısıtlanacağından şikayet ediyor, neden olarak da dini siyasete alet edenlere tepki gösteriyorlar.

    Toplum içinde kendi benimsedikleri kimliklerine -başkalarının özgürlüklerinden kısarak- daha geniş özgürlükler verilmesini isteyenlerin de yakındıkları yine en üst katmandaki nedenlerdir.

    Yakınan kesimlerin sayısı artırılabilir, ama ortak nokta aynıdır: ilk göze çarpan nedene tepki göstermek.

    Anlayabilenler bu yana..

    Peki nasıl oluyor da, tüm bu kesimler toplumumuzun neredeyse tamamının geçtiği okul sıralarındaki (ezber=sorgulamama) illetini, yakındıkları özgürlük kısıtlama nedenlerinin en temelindeki neden olarak görmüyorlar?

    İnsanlara, bazı kesin ve tartışılmaz doğrular-iyiler-güzeller olduğunu ezberletip belletirseniz, bunun tüm yaşam kesitlerine yansıyacağını, böyle eğitilmiş bir kişinin benimseyeceği görüş dışındakileri hep (başkası) sayacağını nasıl olup da göremezler.

    Yoksa acaba, sorunları ve nedenlerini soğan katmanları gibi görüp anlamaya çalışmak yerine kendilerine belletilip sonra da tartışılmaz, sorgulanmaz (ezber) bırakılan doğru-iyi-güzelleri savunmayı daha mı pratik (ya da kârlı) sayıyorlar.

    Daha somut örnek..

    80,000 civarında okulumuz var. İçlerinde tezek yakarak ısınmaya çalışanlar ve klima ile ısıtılanlar var. Kara tahta bulamayıp duvara yazanlar ve her öğrenciye bir bilgisayar düşenler var.

    Öğretmenlerinin Türkçe konuşamadıklarının yanısıra birkaç dil bilen öğretmenleri olanlar var.

    Ama hepsinin ortak iddiası, ezberin başka okullarda yapıldığı kendi okullarında ezbere yer olmadığı.

    Bu nasıl olabilir? Bu insanlar -en azından- kendilerini nasıl böylesine kandırabilirler? Bir insana mutlak doğruların olabileceğini öğretmek ile bir arabanın diresiyonunu iple sabitleyip yola salmak arasında ne fark vardır? Bu araç, direksiyonunun ayarlandığı yönde tüm önüne çıkanları ezmeye kalkmaz mı?

    Haydi diyelim ki bu okullardaki öğretmenlerin hepsi aynı kaynaktan eğitiliyor; o kaynakları da değiştiremediğimiz için bu süreç kendini besliyor. Ezberi sadece din eğitimi verilen okullara özgü sananlar acaba fizik, kimya matematik gibi derslerin TAMAMEN ezberle belletildiğini görmüyorlar mı? Bu okullara bilgisayar vermek, intenete bağlamak ezberi daha da pekiştirmiyor mu?

    Peki hiç gözü sonradan açılan olmuyor mu? Hiç kendisine belletilip ezberletilen mutlakların her zaman geçerli olmayabileceğini düşünen yok mu? Bunların içinde hiç sesi çıkan yok mu?

    Peki mesele sadece okulda mı?

    Keşke öyle olsaydı. Ekonomistlerimiz tartışa dursunlar, hangi finansal parametre ile oyanırsa düze çıkarız diye. Her ne mal ve hizmet üretiyor isek onların içerdikleri katma değerler ve borçlar toplamı bizi bugünkü koşullarımızda yaşatabiliyor. Refahımızı ancak daha çok borçlanarak artırabiliyoruz. Bu basit denklem (ne kadar katma değer o kadar refah) çıkış yolunu da gösteriyor: daha çok katma değer!

    Ama daha yüksek katma değer yaratıcılık (ezbersizlik) ister!

    Ezber burada da en büyük engeldir. Aklı küçücük yaşta mutlak doğrularla dondurulan bebelerden oluşmuş büyük bebeler daha yüksek katma değer üretemez. Bağırır çağırır, suçlar, suçlanır ama yüksek katma değer üretemez. Üretemediği gibi üretebilenlerin yaratıcılığını da engeller. Mucitlerimizin başlarına gelenler bunun birer örneğidir.

    Tam anlayamıyorum ama anlar gibi oluyorum..

    Bir kısım insan kendini modern, çağdaş vs sayıyor ve bağnazlıktan uzak olduğunu sanıyor. Sarıldıkları -her ne ise- onun tüm doğruları gösterdiğini, mutlak doğrunun o olduğunu, herkesin onu benimsemesi gerektiğini, bunun gerekirse yumuşak gerekirse kanlı, gerekirse ezber yoluyla yapılacağına inanıyor.

    Bunun için platformlar kuruluyor, yeni siyasal girişimler tasarımlanıyor, örgütlenmelere gidiliyor, yani hemen her şey yapılıyor; ama bir şey hariç: Bunların temelindeki ezberin bir zihinsel soykırım olduğunu anlamaya çalışmak.

    Ama tam da emin değilim, böyle mi oluyor? yoksa!

    Cuma, Aralık 16, 2005

  • Pilav ve lezzet’i..

    Pirinç, yağ, su, aşçılık hüneri gibi somut girdilerden oluşan pilav değil, tamamen soyut bir çıktı olan pilavın lezzeti önem taşır.

    Bu yalnız pilava özgü bir özellik olmayıp, insanlara yarar sağlayan hemen her şey aynı ilginçliğe sahiptir. Somut girdiler soyut yararı oluşturur, tek başlarına pek bir önem taşımazlar.

    Bu gerçek, şu şekilde de doğru ve belki daha da çarpıcıdır : İnsanlara yarar sağlayan soyut kavramlar, ancak onların somut girdileri mevcutsa söz konusudur, yoksa kendi başlarına “yok”turlar. Yani bir lokantada, “pirinçsiz”, “yağsız” ya da “pilav pişirme hünersiz” bir “pilav lezzeti” bulamazsınız.

    İnsan hakları -onun bir alt-küme’si olan kadın ya da çocuk hakları ya da daha doğru bir kavram olan canlı hakları– veya demokrasi adı verilen kavramlar da aynen pilavın lezzeti gibidirler. İnsanlar için çok yararlıdırlar, ama girdileri yoksa onlar da yoktur, ne kadar var olmaları arzulansa da var olamazlar.

    Örneğin, (soyut) demokrasinin (somut) girdilerinden birisi ve de en önemlisi, “yüksek nitelikli insan malzemesi”dir. Bu olmaksızın demokrasiden söz etmek, pirinçsiz pilav istemeye benzer.

    Demokrasi her şeyin ilacıdır; demokrasinin kurumları oluşturulursa o kendi girdilerini de oluşturur” gibisinden bir “temenni”, pilavın lezzeti’nin, pirinci, yağı, suyu yoktan üretebileceği anlamına gelir ki bu, mümkün bir iş değildir.

    Girdileri mevcut bulunan bir demokrasinin dönerek girdilerinin de niteliğini geliştirdiği ise, yalnız demokrasi için değil tüm “somut girdi – soyut yarar” döngüleri için doğrudur. Pilavın lezzeti arttıkça, onu pişiren aşçı daha nitelikli pirinç ve yağ kullanmak, aşçılık hüneri’ni daha da geliştirmek eğilimine girer.

    Ama bu, “çıktının, girdilerin niteliğini yükselmeye zorlaması” özelliği aşırıya vardırılıp, “çıktının, mevcut olmayan girdileri bile yoktan var edebileceği” gibi anlamsız bir noktaya getirilmemelidir.

    Yıllardır en yetkin sayılan ağızlar, bu “yoktan var etme”nin savunusunu yapagelmiş, demokrasi, insan hakları, kadın hakları gibi “lezzet”ler yoluyla, çağdaş niteliklerle donanmış bir toplumu, yani pilavın pirincini üretmeye çalışmaktadırlar.

    Çağdaş niteliklerle donanmış toplumu oluşturacak olan yüksek “nitelik dokusu”na sahip bireylerin özelliklerini belirleyip, eğitim – aile – sosyal çevre üçgenini ona göre tasarlayıp yönlendirmesi gereken aydın kesim ise bu özellikleri yanlış belirlemiş, ağzı kalabalık, sokuşturma bilgi ezbercisi çocuk ve gençler üretmeye “eğitim” adını vermiştir.

    Bu yolla yetişen(!) insanlarımız şimdilerde kendisinin benzerlerini yetiştirmek üzere bol bol okul binası inşa etmekte, öğretmen çalıştırmakta, sistemler kurmaya çalışmakta ve bu yolla “lezzet”lere (demokrasi, insan hakları gibi) ulaşmaya çabalamaktadır.

    Ama, hedeflenen topluma varmak bir yana, her geçen gün ondan uzaklaşılmakta, onun yerine fanatizmin her türü gelişmekte, bunun sebepleri ise yetiştirilen insan tipinde değil, o “tip”in yol açtığı vakum ortamında yeşeren karanlık kafaların içinde aranmaktadır. Bir diğer deyimle sebep, o sebebin yol açtığı sonucun içinde sanılmaktadır.

    “Ne” olduğuna değil “neden” olduğuna gözlerimizi çevirene, “nedensel düşünme” yetersizliğimizi keşfedip bunu geliştirmeyi bir “ulusal akım”, hatta bir moda haline getirene kadar bu çöküş devam edecektir.

    Haydi geliniz; “biz neyin neden olduğunu biliyoruz, çözümlerini de biliyoruz, ama para bulamıyoruz, dış güçler de kalkınmamızı istemiyor” safsatalarından vazgeçip, bir küçük çocuk saflığı ile sorunlarımıza yol açan nedenleri, o nedenlere nelerin sebep olduğunu, onların da nerelerden kaynaklandıklarını sorgulayıp sonunda da “insan nitelik dokumuz”un yetersizliğini görelim ve sonra da yetiştireceğimiz çocuk ve gençlerimizin temel özelliklerinin “yaratıcılık” ve “doğru düşünmek”ten ibaret olduğunu, onun karşısındaki en büyük engelin ise, işe yaramaz, insanlarımızın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak “ezberletme sistemimiz (eğitim sistemi)” olduğunu keşfedelim.

    Pazar, 20 Kasım 1994

  • Büyük yanılgı!

    Muhteşem çaba..

    Bilim, bitki ve hayvanlar dünyasını anlayabilmek için sınıflandırarak işe başlamıştır. Bu yaklaşım boyunca, temel özellikleri birbirine benzer olanları “aile (familya)“, aynı türler içinde benzer olanları “cins“, onların içindeki benzerleri “tür” ve sonra da “alt-tür“ler olarak sınıflandırmıştır. Bu sınıflama hem inceleme kolaylığı, hem de farklı sınıfların “özgün ihtiyaçları”nı bilmemizi sağlamıştır.

    Örneğin kedi ve kaplan aynı familyaya ait-türler olduğu için birinin incelenmesinden sağlanan bilgiler diğeri için de yol gösterici olmuş, ama diğer yandan da kaplanın beslenme ihtiyaçlarının kedininkinden farklı olması nedeniyle birisi ormana salınırken diğeri evlerde beslenme yoluna gidilmiştir. (Bu yapılmasaydı neler olabileceğini bir zamanlar evinde kaplan besleyen bir mafya büyüğümüz uygulamalı olarak göstermiştir).

    Bu sınıflandırma sayesinde her bir hayvan türü -hatta alt-türü- için ayrı besleme, barınma, tedavi, eğitim, korunma, koruma vb pratikler ortaya çıkmış ve insanın da dahil olduğu tüm canlılar dünyasının birlikte yaşayabilmesi için kurallar bu pratiklerin üzerinde temellenmiştir.

    Tüm hayvanlar için yapılan bu sınıflama bitkiler için de mevcut olup, sınıflamanın ne denli iğne ile kuyu kazmak olduğu taksonomiye şöyle bir göz atan herhangi bir kimse tarafından hemen anlaşılabilir. Bilimin, evrenin anlaşılması ve türlerin uyum içinde birlikte yaşayabilmeleri yolundaki bu büyük çabası tek kelimeyle muhteşemdir.

    Fakat o da ne!

    Böcekler, küçük ve büyük tüm hayvanlar ve bitkiler için uygulanan bu yöntem ilginçtir ki insanlar için doğru dürüst uygulanmamış, uygulamaya kalkan birkaç sapık da kendi ideolojilerine destek amacıyla, üstelik de yanıltıcı şekilde uygulamışlar ve faturasını da milyonlarca insanın canı ile ödetmişlerdir.

    Daha sonraları çeşitli etnik (zenciler gibi) ve/ya sosyal grupları (Hindistandaki kastlar gibi) diğerlerinden ayırmak biçiminde süregelen “uyduruk sınıflandırma” yaklaşımını da bu sapık uygulama kategorisinde düşünmek gerekir.

    İnsan dışındaki canlılar dünyasının ihtiyaç ve imkânlarının anlaşılmasını sağlayabilmiş sınıflandırma yönteminin insanlara uygulanmayıp, tüm insanların tek tür (homo-sapiens) olarak kabul edilmesinin altında temelsiz bir varsayım yatmakta, insanların işine geldiği için ret de edilmemektedir. Bu basit varsayım şudur: insanlar bütün varlıklardan üstündür!

    Bu varsayım nereden çıktı?

    Sadece insanlarca -çoğunluğunca- kabullenilen bu varsayım gerçekten gülünçtür. Kendi dışındaki canlı dünyası hakkında hemen hiç bir şey bilmediği zamanlardan pek az şey bildiği günümüze gelene kadar bu iddiayı desteklemek için bulabildiği tek dayanak, kendisinde olup diğer sınıflarda olmadığını sandığı “zeka” özelliğidir.

    Şimdilerde durumun pek öyle olmadığı, çeşitli zeka türlerinin olabileceği, bunların bir bölümünün ise insanların idrak alanının dışında kalabileceği (yani zekasının onları kavramaya yetmeyeceği) anlaşılıyor. Yapay zeka ve insan zekası üzerindeki çalışmalar her bir yaşam deseni için ayrı bir zeka türünün olabileceğini ve o desen için “en zeki” sayılabileceğini gösteriyor. Her başarım ölçütü için farklı zekalar olabilir ve bu farklılıklar bir hiyerarşi içinde dizildiğinde en temeldeki ölçüt “varlığını sürdürebilme” olur.

    Şunun şurasında birkaç milyon yıldır varlığını sürdürebilen, bunu da tüm dışındaki dünyayı talan edip yok ederek sürdüren bir “tümör türü”nün en büyük yetersizliğinin o çok öğündüğü zekası olduğunu yavaş yavaş anlıyoruz. Bu, insan türünün milyon yıllık trajedisidir.

    İnsanın tüm varlıklardan üstün olduğu, dolayısıyla da onlara reva görebileceği her tür muameleyi uygulayabileceği yalanı, sonunda bu familyanın -belki de gezegenin- sonunu getirecek görünüyor.

    İnsan tek “tür” olamaz!

    İnsan, kendi dışındaki canlılar için mükemmelen uyguladığı sınıflamayı ilk çağlardan zamanımıza kadar işine geldiği gibi çarpıtmış, bazen ana amaç olarak köleliği almış ve insanları köleler ve sahipleri olarak, bazen siyahlar ve beyazlar, bazen Almanlar ve dışındakiler, bazen inananlar ve ötekiler gibi yüzlerce anahtar kullanmıştır.

    Bilim ise taksonomisinde bu “işine gelme” anahtarı yerine nesnel farklılıkları almıştır. Kaplan ve kedi aynı familyanın aynı cinsine ait olmakla birlikte iki ayrı tür olarak sınıflanmıştır. Beslenme alışkanlıkları ve yaşam çevreleri bu türlerin nesnel farklılaşma anahtarları olmuştur.

    Böyle bakıldığında, benzer beslenme, giyinme, barınma gibi ihtiyaçlara sahip “insanlar”ı ayıran nesnel bazı farkların olduğu görülüyor. Bu farklılıklar belirli bir etnik, dini ya da coğrafi alanın ürünleri olarak değil, daha karmaşık fiziki ve sosyal farklılıklar olarak ortaya çıkıyor.

    Hangi kökene ve kültüre ait olursa olsun insanlar arasındaki çapraz ilişkiler, sonunda o köken ve kültürlere tam uymayan örnekler ortaya çıkarıyor. Kültürü nedeniyle çapraz ilişkilere daha sınırlı olarak açık bulunan kültürlerde ise bu “yabancı” örnekler daha az ortaya çıkıyor.

    İnsan dışındaki aile, cins ve türler açısından bu çaprazlama çeşitliliği -bu ölçüde- var mıdır?

    Bu nedenlerle insana, içinde çeşitli alt-türleri bulunduran bir “tür” olarak bakmak daha doğru değil midir?

    Bazı sınıflamalar yanlış ya da yararsızdır!

    Sahipler – köleler, aşağı ırk – arî ırk gibi sınıflamalar yanlıştır.

    Bir de doğru ama yararsız sınıflamalar vardır: eğitimli-cahil, köylü-kentli gibi sınıflamalar kimi sosyal olguları açıklamak için kullanılıyor. Örneğin kent dokusunu bozan gecekondu olgusu ya da trafik düzenine uyulmayış “köylülük” ya da “eğitimsizlik” olarak adlandırılıyor. Yani kentlileştikçe ve eğitim arttıkça bunlar azalacak denilmeye getiriliyor.

    Halbuki nesnel anahtar kentlilik ya da eğitim değil, “her şeyin ilişkili bir bütün olduğunu idrak edip etmemek“tir. Bunu idrak edebilenler içinde köylüler ve hiç eğitimsizler olduğu gibi idrak edemeyenler arasında en yüksek eğitsel derecelere sahip kentli burjuvalar da vardır.

    Ulusal ölçekte yayın yapan TV kanallarının birisinde, kurban için getirildiği pazardan can havliyle kaçan bir danayı döverek kaçmamaya razı etmeye çalışan “insan”lar köylü ve eğitimsiz, bu sahneleri ana haberlerde -dana güreşi alt yazısı ve bir oyun havası eşliğinde- gösterirken neşeyle açıklamalar yapan spiker bütünlüğü idrak edememiş bir eğitimli kentlidir.

    Medyanın çeşitli organlarında bu tür vahşetleri ya eğlence ya da AB’ye girerken yapılmaması gereken densizlikler olarak sunan kişiler de eğitimli kentlilerdir.

    Ama diğer yandan, ormanda bulduğu öksüz ayı yavrularını süt ve balla besleyerek adeta annelik yapan Trabzonun Sürmene ilçesine bağlı Kutlular köyünde yaşayan Mehmet Yılmaz ise “bütünlüğün farkında” bir eğitimsiz köylüdür. Topraklarını satmayı reddeden kızılderili şef de yine bütünlüğün farkında olan bir eğitimsiz köylüydü.

    Kuş gribine karşı “kurban etinin cızbız değil kavurma yapılarak yenilmesi” dışında -ayağı ve postuyla enfeksiyon taşıma gibi- bir riskin bulunmadığını TV kanalına beyan eden bir eğitimli-kentli akademisyen ise bütünlüğün farkında değildir.

    Bu birkaç örnekten dahi görülebileceği gibi köylü-kentli, eğitimli-eğitimsiz anahtarları bu bağlamda yararsızdır. Bu tür kolaycı açıklamalar köylülere ve eğitimsizlere karşı haksız birer saldırı, ama daha da vahimi sorunları -bırakınız çözmeyi- anlayamamak demektir.

    Halbuki bunlar ayrı bir alt-tür’dür!

    Bu “bütünlüğün idraki” özelliğinin nasıl oluştuğu ya da eğer insan alt-türlerinin tamamında var iken neler olup da yok olduğu bilimin açıklayabileceği bir konudur. Ama şimdilik önemli olan, “bütünlüğün farkında olup olmama” özelliğinin tam bir ayırıcı özellik olduğu, sahip olanları ayrı bir alt-tür, sahip olmayanları ise ayrı bir alt-türün üyeleri haline getirdiğidir. Aynen Neanderthal’ler ve Cromagnon’ların aynı hominind familyasına ait olmakla birlikte ayrı türler olmaları gibi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=649).

    Bu alt-türleri “insan” saymak onların haklarının ihlalidir!

    Karanfilleri, kaplanları ya da yunusları insan saymak onlar için tam bir işkence olurdu. İnsanlar için oluşturulan ortamlar onlar için “uygun” değildir. Ne yani daha ne istiyorsun seni insandan saydık diyerek bir kaplanın apartman dairesinde oturmak zorunda bırakıldığını, çişini pisuara yapmak zorunda kalışını, ev halkıyla şöyle doya doya bir oynaşmasına izin verilmeyişini bir düşünsenize.

    Danaları döverek kesilmeye razı ederek ibadet etmeye çalışanların da haklarını ihlal ediyoruz!

    Bu insanları sürekli aşağılayarak hem onların, hem de köylülerin ve eğitim imkanı bulamamış olanların haklarını ihlal ediyoruz.

    Sırf dış görünüşleri birbirine benzediği için bir arada yaşamalarına izin verilen alt-türler birbirleri için son derece tehlikeli olabilirler. Örneğin piranha ve sarı kanat denilen balıklar bir arada ancak birkaç saniye yaşayabilirler. Bir Pitbull ve fino için de ancak birkaç dakikalık bir birliktelik olabilir. Bir iguana ile timsah da oldukça benzerdir ama bir arada yaşayamazlar. Bunların hiç biri kötü diğerleri ise iyi değildir, sadece farklıdırlar.

    Benzer şekilde “bütünün farkında” olan ve olmayan insan alt-türleri de birbirleri için son derece tehlikelidir. Aynen diğer örnekte olduğu gibi “farkında olmamak” o insan alt-türünün bir kusuru değildir, sadece özelliğidir. Farkında olmak da diğerinin bir marifeti olmayıp sadece özelliğidir. Ama kesin olan, farkında olmayanın farkında olan için tehlike oluşturduğudur.

    Bu tehlike araç kullanırken, ibadet ederken, inşaat yaparken, belediye ya da devleti yönetirken, severken, nefret ederken, ticaret yaparken, futbol oynarken, öğretmenlik ya da öğrencilik yaparken, kariyer sahibi olurken kısacası yaşamın binlerce kesitinin herhangi birisinde doğabilir. Bu potansiyel bir risk değildir, mutlaka gerçekleşecek bir risktir. Deprem gibi de değildir. Zamanı da yerleri de bellidir.

    Demokrasi tüm insan alt-türlerine değil, sadece medeni insan alt-türüne uygundur!

    İşte sorun burada başlıyor. Solon -Atina’da demokrasi konusundaki sorunlar üzerine- ünlü ölçütünü ortaya koyuyor: demokrasi eşitler arasında mümkün olabilen bir rejimdir!

    İnsanların kendi kendilerini yönetmesi esasına dayalı demokrasi kavramının temelindeki ana öğe “sorumluluk bilinci“dir. Bu bilinç yok olduğunda demokrasinin başlıca elementi olan “katılım” da ortadan kalkacaktır. Böylece gerek kararlarda gerek kararların uygulanmasında ve gerekse uygulamanın denetiminde katılım kalmayacak, gücü eline geçiren haklı da olacaktır.

    Farkında olmayan” insan alt-türü ise tanım itibariyle sorumsuzdur. Çünkü sorumluluk farkında olmanın bir diğer ifadesidir. O halde farkında olmayanların demokrasi ile yönetimi maddeten imkansızdır.

    Durumun kendini tamir etmesi de imkansızdır. Çünkü farkında olmayan alt-türün değer ölçüleri farkında olanları tahrip edecek, onları saf dışına itecek cinstendir. Hiçbir akli, ahlaki kurala uymak sorumluluğu olmadığı için her türlü çatışmanın peşin galibi farkında olmayan alt-türüdür.

    Farkında olanlar için bir nimet olan demokrasi rejimi farkında olmayanların elinde diğerlerine karşı öldürücü bir silaha dönüşmektedir. Depremle ya da kuş gribiyle birlikte yaşamaya çalışırken, yollarda araç kullanırken, AIDS’ten korunmaya çalışırken, ibadet ederken, sorun çözerken; her zaman her yerde.

    Her iki alt-tür bir şekilde birbirine karışmış ise ne olacak?

    Mevcut durum tam da budur. Bunun nasıl çözüleceğinden önce, farkında olanların bu tanı çevresinde uzlaşmaları önem taşıyor. Ondan sonraki adım ise yaşamın çeşitli alanlarındaki doğru tavır sahiplerinin dayanışması, hatta ondan da önce birbirlerinin varlığından haberdar olmalarıdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=457). Bu onlara güç verecektir. Bu mücadelede farkında olanların en büyük üstünlüğü diğerlerinin ayırıcı özelliği olan “farkında olmamak”tır. Maalesef başkaca çözüm yolu görünmüyor.

    Perşembe, Ocak 12, 2006

  • Türkiye’nin rekabet gücü nerelerden geliyor?

    Önce birkaç rakam

    Dünya Rekabet Gücü Yıllığı (World Competitiveness Yearbook) 2005’e göre, Türkiye rekabet gücü açısından 60 ülke arasında 48inci’dir. 2004 yılında ise sırası 55inci’lik idi.

    Arzu edenler Türkiye’nin önünde ve arkasında kimlerin bulunduğunu şu adresten görebilirler.

    Biraz da teknik ayrıntı

    Bu sıralama, rekabet gücünün şu 4 bileşenini ölçebilen 8 ölçüte göre yapılmaktadır:

    Bileşen 1 – Globallik ya da dar çevrecilik: Kaynakların global ya da yerel pazarlar arasındaki paylaşımının ölçütüdür..

    Bileşen 2 – Çekicilik ya da saldırganlık: Ekonominin, yerel yatırım ihtiyaçları için yatırımcıları çekme ya da ihracatçı ve/ya yatırımcı olarak davranma performansının ölçütüdür..

    Bileşen 3 – Varlıklar (assets) ya da süreçler : Ekonominin, yerel doğal kaynakların işletimine bağlılığı ya da mal ve hizmetlere ne kadar katma değer ilave ettiğinin göstergesidir

    Bileşen 4 – Bireysel risk ya da toplumsal uyum: Ulusal değerlerin, de-regulation ve özelleştirme gibi politikalar yoluyla bireysel risk almaya ya da düzenlenmiş (regulated) bir ekonomi ve toplum olmaya yatkın olduğunun ölçütüdür.

    Bu bileşenleri ölçmeye yarayan alanlar ise şunlardır:

    ·       Ulusal ekonominin makro-ekonomik değerlendirilmesi

    ·       Ülkenin, uluslararası ticaret ve yatırımlara katılım düzeyi

    ·       Hükümet politikalarının rekabetçiliği destekleyiciliği

    ·       Sermaye piyasasının performansı ve finansal hizmetlerin kalitesi

    ·       Teknik ve iletişim alt yapısının iş çevrelerinin ihtiyaçlarına uygunluğu

    ·       Firmaların kârlı, yenilikçi ve sorumlu yönetilip yönetilmediği

    ·       Bilimsel ve teknolojik sofistikasyon

    ·       İnsan kaynaklarının mevcudiyeti ve niteliği

    Niçin sonuncu değiliz?

    Bu sıralamada sonuncu da olabilirdik. Demek ki altımızda beş-on ülkenin bulunması, bazı rekabet gücü etkenlerine sahip olduğumuzu gösteriyor. Nedir bu faktörler?

    Bu faktörleri, ahlâki ve yasal olmalarına göre sıralar ve her birine de -tamamen tahmini olarak- birer ağırlık puanı verirsek aşağıdaki gibi bir tablo ortaya çıkacaktır:

    Ahlâki ve/ya yasal olanlar

    Tahm.

    ağırlık

    Ahlâki ve/ya yasal olmayanlar

    Tahm.

    ağırlık

    AR-GE temelli yüksek katma değerli üretim

    1

    Kaçak işçilik

    10

    Düşük kârlı, düşük nitelikli işçiliğe ve/ya yüksek otomasyona dayalı üretim

    5

    Kaçak elektrik kullanımı

    2

    Bireysel risk almaya yatkınlık

    3

    Kaçak su kullanımı

    1

    Global oyuncu kesimler

    3

    Kaçak mazot kullanımı

    10

    Toplam

    12

    Vergi kaçırma

    35

    Patent ve telif hakkı ihlali

    5

    Çevre kirletme

    25

    Toplam

    88

    Ahlâki ve/ya yasal olmayan faktörlere şükürler(!)

    Medyada sürekli olarak kayıt dışı ekonominin nasıl önleneceği üzerinde konuşmalar bir yanda, ekonomimizin de-facto rekabet gücü unsunları diğer yanda.

    Tablonun sağ tarafı aynı zamanda Türkiye üzerine nerelerden baskı yapılabileceğinin de ipuçlarını veriyor. Uluslararası piyasaları kontrol eden güçler, istedikleri anda ve istedikleri oranda rekabet gücü artırımı veya azaltımını bu sağ sütun üzerinde durarak sağlayabilirler. Türkiye’den yapılacak ithalata getirilebilecek örneğin “kaçak elektrik kullanmıyor olmak” ya da “çocuk işçi çalıştırmamak” gibisinden son derece düzgün bir talep bir anda o ürünlerin rekabet güçlerini düşürecektir.

    Bu tablo niye böyle?

    Bu tabloya bakarak kolayca insanlarımızın yasa ve ahlâk dışı uygulamalara yatkın olduğu gibi bir sonuç çıkarılabilir. Kuşkusuz her kesimin içinde olduğu gibi ekonomik faaliyetlerin içinde de bu tür kişi ve kurumlar vardır. Fakat esas neden farklıdır.

    Ekonomik faaliyetlerde bulunan kesimlerimizin katma değer üretebilme kabiliyetleri, ancak tablonun sol tarafındaki ağırlığı üretebilmektedir.

    Öyleyse öyledir

    Peki, o halde ayağımızı yorganımıza göre uzatır, biz de ne kadar katma değer üretebiliyorsak o kadarlık katma değerli mal ve hizmetler tüketiriz. Böylece katma değer üretimi ve tüketimi dengede olur ve sorun fıkaralık boyutuyla sınırlı kalır.

    Yok öyle şey, cip de isteriz kameralı cep telefonu da

    Dünyada, ürettiği katma değer kadar tüketen bir sürü fakir toplum var. Ama biz ona razı değiliz. Az katma değer üreteceğiz ve daha çoğunu tüketeceğiz. Bunun da yolu bellidir: Tablonun sağ tarafı!

    Tablonun sağı yetmez, başka şey de lâzım

    Tükettiğimiz ve ürettiğimiz katma değerler farkınının birazını -evet ancak küçük bir bölümünü- tablonun sağı ile dengeleyebiliriz ama o yetmez. O halde bize ait olmayan bir kaynak daha lazım. O da halktan borç almaktır.

    O da yetmez

    Katma değer dengesini sağlayabilecek bir kaynak da dış borçtur. Her yıl giderek artan dış borcumuz katma değer üretimi için gereken alt-yapı yatırımları için değil, manken, futbolcu ve benzer katma değer üreten “zenaat icracıları”nın zaruri gereksinimleri için kullanılır.

    Çare yok mu?

    Tanrı, insanların altından kalkamayacağı dert vermezmiş. Kuşkusuz, mal ve hizmet bileşimi içindeki yüksek katma değerlilerin oranını artırmak mümkündür. Ama bunun ön-koşulu, “biz zaten üretiyoruz; katma değer de neyin nesi; biz pratik insanlarız, tornaya pasoyu verir gerisine bakmayız; katma değer matma değer anlamayız; ne yani uydu mu üretelim“* gibisinden popülizmi bir kenara bırakmaktır.

    Gerekirse kabzımal veya futbol hakemlerimizden yardım alarak bu katma değer konusunu en sıradan insanlarımıza dahi anlatabilmeli; düşük katma değerli yaşamın sürdürülemezliğini gösterebilmeliyiz.

    Cuma, Mayıs 20, 2005

    (*) Bu sözler rastgele örnekler değildir. İstanbul Ticaret Odası’nca düzenlenen “Başarılı KOBİ Yarışması” jürisinde, başarı ölçütü olarak “katma değer”in alınmasına karşı ileri sürülen argümanlardır.

  • Biz aptal mıyız?

    Lütfen okuyunuz

    Cumhuriyet Bilim ve Teknik eki’nin 21 Mayıs 2005 sayısında, Orhan Bursalı’nın “Gündem” başlıklı yazısını, bilim ve teknikle herhangi bir düzeyde ilgilenen herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.

    Yazıyı okumamış veya okuma imkânı bulamayabilecekler için, en önemli birkaç saptamasını aşağıya alıyorum:

    “…..ülkemizde siyaset-iktidar-bilim ilişkilerinde yeterli iletişimin olmaması ve sinerjinin kurulamaması, bilime “ele geçirilmesi ve yandaşlanması gereken kurum” olarak bakılabilmesi ve bu bakışın resmen hayata geçirilebilmesi, tek taraflı bir olay değil. Madalyonun öte yanında bilimin ve bilim kurumlarının güçsüzlüğü var”

    “……Güç, kaynağını eylemden, üretimden, başarıdan, katma değer yaratmaktan ve giderek tek başına varolmayı başarmaktan alır. Burada konumuz Türkiye Bilimi olduğuna göre, bu kıstaslar ışığında bakarsak, bilimimiz büyük ve etkili bir güç olamamıştır…..katma değeri, ülke ölçeğinde, siyasal ve toplumsal düzlemde, önemli ve büyük farkındalık yaratabilecek düzeyde değildir, olamamıştır.”

    “….Bilim, hep siyasetin gözüne bakmıştır: Para ver, bir şeyler yapalım!. Siyasetin tavrı da bugüne kadar ne yaptın ki para verelim biçiminde olmuştur”

    “…Siyasetçimizin, bilim politikalarının yaratıcılığı ve üreticiliği konusunda bir bakışı ve benimsemesi olamadığından, bilimi kalkınmada ve yönetim başarısında bir araç olarak kullanma zorunluğu hissettirebilecek durum ve yetenekte olamamıştır…”

    “..Tersinden bakalım: bilim üretken olsaydı, toplumda katma değeri gözle görülür düzeyde bulunsaydı, tarihi, zaferlerle, başarılarla dolu olsaydı büyük bir kurumsal güç inşa etmiş olurdu”

    “..O halde, sayısal ve niteliksiz bilimsel yayın artışlarıyla bilimin ülkemizde bir güç haline getirilebileceği inançlarının, ülkemizde bilimi daha uzun süre politikacının ayakları altında süründürülesinden kurtarılabileceğini mi sanmalıyız?”

    Yasak soru

    Bilim ve onun aracı teknoloji (BT) konusunda her gün onlarca yerde onlarca tartışma yapılıyor ve BT’nin nasıl gelişeceğinin yolları araştırılıyor; bu iyi ama hiç olmazsa bir kişinin çıkıp şu soruyu sorması gerekmez mi: Gözümüzün önünde ve gözlenebilir bir kısa süre içinde birçok ülke BT’yi gelişmelerinde somut birer araç olarak kullandılar; bunun nasıl yapılacağını Politika Belgeleri haline getirip dünyaya ilân ettiler; dolayısıyla şimdi kalkıp da bu bilinenleri tekrar tekrar birbirimize -bir icatmış gibi- tekrarlamak yerine, ezberlerimizi bir kenara bırakıp bizzat bilimin araçlarını kullanarak ülkemizdeki bu verimsiz sürecin niçin böyle olduğunu sorgulamıyoruz?

    Doğrulanmamış yargılarımız soru olamaz

    Sorgulamak ile kastettiğim, özlemlerimizi, kızgınlıklarımızı, doğrulanmamış yargılarımızı soru -ve ardından da cevap- formlarına büründürmek değildir. Tüm doğru bildiklerimizden kuşkulanmaya hazır biçimdeki bir sorgulamayı kastediyorum (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=181). Aksi halde, “böyle böyle yaparsanız şöyle şöyle olur” gibisinden ucuz kalıplarla vakit öldürürüz.

    Bu yazı üzerinde düşünelim, tekrar düşünelim

    Orhan Bursalı’nın bu yazısı üzerinde düşünmeli, “biz zaten” ile başlayabilecek cevapları, o cevapların sahipleriyle -oyalanmaları için- bir kenara bırakabilmeliyiz. Çözüm, bu acayip sarmalın nedenlerini korkmadan sorglamaya bağlıdır.

    İnsanlar eşit değildir, acaba biz de..

    İnsanların -ve onlardan oluşan kavimlerin- eşit olmadıklarını biliyoruz. Eşitlik sadece insan hakları açısından söz konusudur. Uzun ve kısa boylular, kadın ve erkekler, şişmanlar ve zayıflar somut anlamda eşit değillerdir. Peki acaba bizleri bu denli akıl -ve onun artikülasyon aracı olan bilim- dışı bir sürecin içine itmiş ve orada tutan neden(ler) nelerdir?

    Yoksa biz aptal mıyız?

    Akraba evlilikleri mi, beslenme mi, genetik veya kültürel kod mu, negatif sosyolojik döngüler mi, Liebig yasası uyarınca (https://bit.ly/3ujNEso) önemsiz sayılabilecek bir şeyler mi, dış etkenler mi yoksa hepsi birlikte bir dizge içinde mi? Ya da doğrudan: “Biz aptal mıyız?”

    https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=647 adresinde bulabileceğiniz bir yazıma bu bağlamda tekrar rücu ediyor, boş vakit bulabilenlerinizin cevaplamasını rica ediyorum.

    Cumartesi, 21 Mayıs 2005

  • Türkiye YoksulluğuYenebilir

    Yoksulluk yenilebilir, yeter ki, öğrenmeyi öğren!

    Bir dönüm noktası: İşsizlerin ve işsiz kalma riski altındakilerin istihdam edilebilirliklerinin artırılması’na yönelik Öğrenme Merkezi –kısaca ÖMer– projesi, 10 Haziran 2005 tarihinden itibaren başvuruları alıyor.

    AB Desteği

    Proje Türkiye İş Kurumu (İŞKUR)’un, AB destekli “Yeni Fırsatlar Programı” çerçevesindedir.

    Proje uygulayıcısı

    Projeyi Bilimsel ve Teknik Araştırma Vakfı (BiTAV) uygulamakta, proje koordinatörlüğünü ise M.Tınaz Titiz yapmaktadır.

    Başarısı kanıtlandı

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nca 2 yıldan beri başarıyla uygulanan projeden esinlenerek geliştirilen projenin bir amacı da bu yaklaşımın tüm Türkiye’de yaygınlaştırılmasıdır.

    Öğrenme Merkezi-ÖMer

    ÖMer, istihdamın olmazsa olmaz koşulu olan “herhangi bir bilgi, beceri ve/veya davranışı kendi çabası ile öğrenmeyi” isteyenlerin eğitildiği çok yönlü öğrenme ortamı’dır.

    Temel amaç ne?

    Proje, söz konusu kişilerin, “gelirlerini artırma” temel amacına yönelik olarak:

    • iş bulma”,
    • kendi işini kurma”,
    • ek gelir yaratma”,
    • tasarruf sağlama”,
    • geçimini sağlayanlar üzerindeki yükünü azaltma” ya da genel olarak

    herhangi bir yönde kendini değiştirerek “gelirini artırmak” üzere “öğrenebilirliklerini harekete geçirmek” esasına dayalıdır.

    Bu nasıl yapılacak?

    Bu bağlamda proje öncelikle kişilerin çeşitli fiziksel, zihinsel, davranışsal imkan ve sınırlarını [1] tanımalarına yönelik testler uygulamaktadır.

    Daha sonra katılımcılara;

    • karşılaşilabilecek tüm sorunların bir çeşit öğrenme yetmezliği olduğu,
    • kendilerinin aslında tam birer öğrenme uzmanı oldukları,
    • çevrelerinin öğrenme imkanlarıyla dolu olduğu

    2 tam günlük yoğun seminerler ile fark ettirilmektedir.

    Anahtar budur

    Bunu takiben kişilerden, projenin ana amacına yönelik olarak, son derece somut birer hedef belirlemeleri ve bu hedefi gerçekleştirmek üzere birer  “Kendini Değiştirme Planı” hazırlamaları istenilmektedir.

    Yalnız değiller

    Bu aşamada deneyimli moderatörler [2] ve toplum içinden seçilmiş deneyimli kişilerden oluşan bir Mentor Ağı [3] katılımcılara istekleri doğrultusunda yardımcı olmaktadır.

    Öğrencilerin katılamayacağı programa, İstanbul’da [4] oturan şu kategorilerde 500 kişi alınacaktır:

    Öğrenim
    düzeyi

    Katılım
    amacı

    Yaş

    Aile geçindirme sorumluluğu

    Dezavantajlı grup

    Toplam

    < 25

    < 40

    sorumlu

    katkı
    yapıyor

    kadın

    beden.
    engelli

    Diğer

    engelli

    diğer

    Y.öğrenim mezunu Yeni istihdam

    125

    25

    25

    125

    50

    2

    0

    0

    150

    Ek gelir yaratma

    10

    90

    100

    0

    90

    0

    0

    0

    100

    İstihdam edilebilirlik artırma

    0

    10

    10

    0

    2

    0

    0

    0

    10

    Lise
    mezunu
    Yeni istihdam

    60

    40

    50

    50

    50

    5

    0

    0

    100

    Ek gelir yaratma

    10

    90

    90

    10

    90

    0

    0

    0

    100

    İstihdam edilebilirlik artırma

    0

    40

    40

    0

    10

    30

    0

    0

    40

    Toplam

    Yeni istihdam

    185

    65

    75

    175

    100

    7

    0

    0

    250

    Ek gelir yaratma

    20

    180

    190

    10

    180

    0

    0

    0

    200

    İstih. edilebilirlik artırma

    0

    50

    50

    0

    12

    30

    0

    0

    50

    Toplam

    500

    Anlaşmalı internet cafe’lerde indirim

    Başvurular internet ortamından www.yapabilirsin.com [5] adresinden yapılacaktır. İnternet erişim imkanı bulunmayan katılımcılara internet konusunda bir kısmi kolaylık sağlamak üzere TİEV (Türkiye İnternet Evleri Derneği) ile de bir anlaşma yapılmış olup, ÖMer projesinin işaretini taşıyan internet cafe’lerden indirimli olarak yararlanmak mümkün olacaktır.

    Başvuran adaylar çok aşamalı bir seçme sürecine tabi tutulacak ve böylece en çok istekli adaylar katılımcı olarak belirlenecek, başvuru sonuçları www.yapabilirsin.com web sitesinde yayımlanacaktır.

    Üçer aylık dilimlerden oluşan program 10 (on) ay boyunca devam edecektir.

    Her katılımcı 2  tam günlük semineri takiben 3 aylık dönem boyunca ÖMer’den yararlanacaktır.

    Katılımcılardan herhangi bir ücret talep edilmeyecek, ayrıca devam durumuna göre kişi başına toplam 32 Euro’ya kadar harçlık ödenebilecektir.

    Yoksulluk ancak böyle önlenebilir!

    Yoksulluğun ve onun nedenlerinden birisi olan işsizliğin neredeyse tek çaresi yüksek katma değerler yaratmaktır.  Onun çaresi ise önce ayakları üstünde durup sonra da yüksek katma değerli mal ve hizmet üretebilecek bilgi ve becerileri öğrenebilecek şekilde “kendini değiştirebilmek”tir.

    ÖMer projesi, Türkiye’nin önüne böyle bir seçenek sunmaktadır. Ya öğrenerek ayaklarımızın üzerinde duracağız ya da fakirliğe mahkum olacağız. Seçim hepimizin!

    Lütfen duyurunuz!

    ÖMer projesini duyurmanızı, “kendisine iş verilmesini bekleme” usulüne şartlanmış geniş kesimlere bu yeni yaklaşımın tek çıkar yol olduğunun anlatılmasında yardımcı olunmasını bekliyoruz.

    Proje kapsamında çeşitli üniversite mezun dernekleri, sivil toplum örgütlerinin üyeleri ve benzeri kuruluşlardan duyuru konusunda destek alınmakta ise de en büyük desteğin medyadan gelmesi bekleniyor.

                                                                                                                  

    Bu proje, AB tarafindan desteklenmekte, İŞKUR tarafindan yönetilmekte ve BITAV tarafindan uygulanmaktadır.

    Bu yayının sorumluluğu BİTAV’a aittir ve hiçbir şekilde AB görüşünü yansıtmamaktadır.



    [1] Öğrenme Stili, Çoklu Zeka türü, Yaşam Alanı Sınırları, Dikkatini Dağınıklığı Düzeyi, Girişimcilik Yeteneği, Zaman Kullanımı Beceri Düzeyi gibi alanlardır.

    [2] Seminer yöneticilerine verilen addır.

    [3] Yaşam deneyimi yüksek kişilerden oluşan bir ağ olup, katılımcılara, Kendini Değiştirme Planları’nı hazırlamaları ve uygulamaları sırasında yardımcı olabileceklerdir.

    [4] AB projesi kapsamında proje öncelikle İstanbul sınırları içinde başlatılmıştır. Bir sonraki dönemde gelen talepler doğrultusunda projenin diğer illere de yayılması amaçlanıyor.

    [5] Bu web sitesi proje hitamında kapatılacaktır.

  • Ağ tipi yapılanma..

    Birbirinden farklı yapı, statü ve çalışma alışkanlıklarına sahip kuruluşları -ve hatta kişileri-, bir dizi ortak amaçlar çevresinde bir araya getirmek gereken projelerde, bu kuruluşları tek merkeze bağlamak ve öylece koordine etmek şeklindeki geleneksel yaklaşım işlemiyor.

    Geniş bir alanda ancak “ağ tipi” bir yaklaşım geçerlidir. Ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki aktörlerin tamamını içine alan ve hiyerarşik olmayan bir yapılanma, böylesine karmaşık ilişkileri gerektiren durumlar için neredeyse tek çözüm olarak görünüyor.

    Bir yapılanma ancak bir dizi sorunun cevaplanması halinde açıklığa kavuşabilir. Örneğin şu sorular yanıtlanmalıdır:

    o      Ağ’ın amaçları nelerdir?

    o      Ağ’ı oluşturacak olan düğüm noktaları bağlamında:

    –        Ağ’a dahil olma ya da dışında kalma ilkeleri neler olmalı?

    –        Ağ’ın düğümleri arasında ilişkiler hangi kurallar uyarınca yürütülmeli?

    –        Ağ’ın yönetimi nasıl olmalı?

    –        Ağı oluşturan düğüm noktaları arasındaki ikili, üçlü , çoklu ilişkileri tanımlayacak olan Alanlar Arası İlişkiler Protokolu-AAİP Neler İçermelidir?

    o      Ağlar-arası ilişkiler nasıl yürütülmeli?

    o      Ağa dahil kişi ve kuruluşların sorumluluk ve ayrıcalıkları neler olmalı?

    o      Ağ amaçlarını gerçekleştirme araçları neler olmalı?

    o      Ağ işletiminin maliyet öğeleri nelerdir ve bu maliyet kimlerce, nasıl (sponsorluk, reklam, aidat, kar bölüşümü vbg) finanse edilecektir?

    o      Düğümler ve/ya ağlar arasıında doğabilecek anlaşmazlıklar, sürtüşmeler ve çatışmalar nasıl çözümlenecek?

    Bu yapılanmanın nasıl yönetilmesi gerektiği konusundaki düşünceler ise şunlardır: Ağı oluşturacak katılımcılar grubundan kabul edenler -genişlemeye ve belli bir model uyarınca değişmeye tabi olmak üzere- bu yapılanmanın yönetim sistemi içinde yer alabilirler ve böylece ilk hareket temin edilmiş olur.

    Bu ilk grubun bir vakıf, dernek ya da benzeri bir kimlik altında bir araya gelmemesi, ağı oluşturan kişi ve kuruluşlara bir hiyerarşi ima etmeyen bir kimliksizlikte olmaları -ve de kalmaları- çok önemlidir. Ağın, katılımlı olarak koyacağı kurallar içinde kendi kendini yönetmesinde katalizör rolü oynayacak olan bu gruba, nötr bir ad olarak AĞ ODAĞI (relay center) denilebilir. Aynen, bir merceğin odak noktası gibi, gerçekte mevcut olmayan, ama bütün kırılan ışınlar aynı noktadan geçtikleri için “varmış gibi” kabul edilen sanal bir nokta!

    AĞ ODAĞI’nın işlevi, ağı oluşturan düğüm noktalarının aralarında yaptıkları ikili -veya çoklu- anlaşmalara -bir noter gibi kimliksiz olarak- şahit olmak ve anlaşmaların ihlalleri halinde, yine tarafların baştan öngördükleri yaptırımları onların öngördükleri biçimde uygulamaktan ibarettir.

    Akla gelebilecek ilk soru, bu ağa hangi aktörlerin ve de nereye kadar katılmayı kabul edecekleridir. Ağ, başlangıçta ona katılmayı kabul eden ve katılma sınırları konusunda birbiriyle uzlaşabilen aktörlerden oluşmalı, daha sonra giderek genişlemeyi hedef edinmelidir. Bunu somutlaştırmak için, katılımcılardan neler isteneceği belirlenmelidir. İddiasız ama güvenli ve doğurgan bir başlangıç olarak şunlar talep edilebilir:

    (1)      Ağın saptanacak amaçlarını benimsediğini beyan etmek,

    (2)      AĞ ODAĞI’nın işletme giderlerine ve denetimine gücü oranında katılmayı kabul etmek,

    (3)      Diğer düğüm noktaları ve AĞ ODAĞI ile yapacağı protokollara uymak ve birincisi için AĞ ODAĞI’nın, ikincisi için bağımsız bir gözlemcinin gözetim işlevini kabul etmek.

    Düğüm noktaları içinde kişiler, özel sektör kuruluşları, gönüllü kuruluşlar, meslek örgütleri ve devlet birimleri bulunabilir, ama yönetim biçimi bunların herhangi birinin egemenliği altında değildir. Bu kesin bir kuraldır.

    Temmuz 24, 2004

  • Toplum yaşamının ana denklemleri..

    Her bilim dalında çok sayıda formül bulunur. Ancak, bu formüller genellikle çok az sayıdaki “ana denklemler” den türetilir.Bu az sayıdaki denklem yerine çok sayıda formülün kullanılması pratik zorunluklar nedeniyledir. Örneğin, tüm fiziksel hareketlerin ana denklemi olan (kuvvet eşittir kütle çarpı ivme) bağıntısı, yüzlerce değişik form altında kullanılır  ve herbiri ayrı bir formülle ifade edilir.Bir alanda yeni bir formül türetmenin koşulu, türetilecek formülün, o alanın ana denklemlerine uygun olması, onlarla çelişmemesidir.

    Toplum yaşamının da benzer “ana denklemleri”  vardır. Örneğin, maddenin sakınımı prensibi diye bilinen, “hiçbir madde yok olmaz, ya da yoktan varolmaz, ancak yer veya şekil değiştirir”  kuralının aynısı ekonomi ve sosyal yaşam için de doğrudur.

    İşte bu ana denklemlerden birisi, (toplumun ortalama refahı (Ro) eşittir ortalama nitelik düzeyi (NDo) bölü toplumun yaşam düzeyi beklentisi (YDB) çarpı nüfus (N)) şeklinde ifade edilebilir. Yani:

    Ro = NDo  / (YDB . N)

    Burada “nitelik düzeyi”  deyimiyle, zeka-bilgi beceri-ahlak-ruh sağlığı dörtlüsü kastedilmektedir.

    ND>> Œ zeka, bilgi-beceri, ahlak, ruh sağlığı

    Bu basit denklem, birçok sorunun açıklanmasına yaradığı gibi, sorunlara önerilen çözümlerin geçerliğini de test etmeye yarar.

    Bu denkleme göre, toplumumuzun nitelik düzeyi değişmediği takdirde, nüfus arttıkça refah düşer.

    Yine aynı denkleme göre, refah beklentileri pompalanan ama nitelik düzeyi ona paralel olarak artırılamayan toplumların refah düzeyi azalır.

    Diğer yandan, beklentileri (YDB) ile gerçek refahı (Ro)  arasındaki fark artan bir toplumdaki bu tatmin olmamış fark, çeşitli tepkilerin kaynağını (TEP) oluşturur ve o toplumu yönetmek giderek güçleşir.

    TEP ≈ (YDB – Ro)

    O halde toplumların beklentilerini artırırken son derece bilinçle davranmak gerekir.

    Bu durumda örneğin, refahı artırmak için onlara devlet eliyle yardım yapmanın yararı olamaz. Çünkü denklemde böyle bir parametre yoktur.

    Toplumları yönetenler ve de onlara yön verenler, toplum yaşamının ana denklemlerini bilmek ve ürettikleri görüşlerin bu denklemlere uygunluğunu sürekli olarak kontrol etmek zorundadırlar.

    Benzer şekilde, bu denklemlerin uygun dillerle toplum kesimlerine de anlatılıp, nitelik düzeyi yükseltilemeyen bir topluma hiç kimse veya  hiçbir devletin ilave bir hak, refah vs veremeyeceği bilinci yerleştirilmelidir. Böylelikle, refahını daima kendi dışından bekleme alışkanlıkları içine girmiş bulunan kitlelere yalan söylenmemiş olur.

    Topluma yapılabilecek en büyük hizmet, onlara birkaç ana denklemi açıklamaktır.

    ( 1994 yılında yazılmış, Kasım.2000 tarihinde tekrar edit edilmiştir

  • Bir test: Laikçi misiniz dinci mi?

    Birçok toplumda ortak konu..

    Uzunca yıllardan bu yana toplumumuz -hattâ giderek diğer toplumlar- laiklik konusuyla meşgul. Öyle görünüyor ki bu yoğunluk azalmayacak, aksine artacak ve belki de küresel ısınmadan daha ön sıralara oturacak.

    Bu işin bu denli yaygınlık kazanmasının çeşitli nedenleri içinde bir tanesi de tanımlar konusundaki belirsizliklerdir. Laik, laikçi, dindar, dinci kimdir? Hangisi nerede başlar nerede biter?  Acaba laik dindar olabilir mi? Bunlar siyah-beyaz kadar net çizgilerle ayrılabilir mi? Ve daha buna benzer nice sorular.

    Bir test önerisi..

    Bu konularda kısa ve belirsizliği -nisbeten- az bir test olabilse ne kadar işe yarardı. Bu kadar iddialı olmasa da, en azından daha iyilerini geliştirecek olanlara malzeme oluşturabilecek bir test önerisi şöyle olabilir:

    Testin hareket noktası, neyi saptamak istediğimizdir. Madem ki düşünce ve inançlar dışa vurulmadıkça kimse tarafından bilinemiyor, en keskin düşünce sahiplerinin dahi “dışa vurulmamış inançlara”  laf etmesi söz konusu değildir.  Sorun, düşünce ve inançta değil bunların dışavurumlarında başlıyor.

    Şimdi bir adım ileri gidip, yalnız din konusunun taraflarını değil, diğer ideolojik konuların -örneğin siyasal veya ekonomik ideolojiler- taraflarını da test geliştirme çabamızın içine katalım. Serbest ve düzenlenmiş piyasa yanlıları, globalizm yandaş ve karşıtları, androposentrik yaklaşım ve bütüncül yaklaşım yandaşları gibi yüzlerce karşıtlığın hangi açı(lar)dan sorun yarattığına bakalım.

    Bu düşünce ve inançların dışavurumları çeşitli biçimlerde olabilir.  Bu dışavurumların hangi biçim(ler)i konusunda sorun olduğuna göz atalım. Düşünce ve inançlarını örneğin saçlarını kısa ya da uzun kestirerek ya da renkli gözlük takarak ifade etmek isteyenler ne zaman sorun yaratırlar?

    Pratikte görünen odur ki, sorun, ifade edilen eğilimlerin başkalarınca da benimsenmesi isteğinin kabul ya da reddinden geliyor. Eğilimlerini örneğin renkli gözlük takarak dile getiren bir kişi, bir anlamda bunu bir meydan okuma olarak dışavurmuş sayılıyor ve bir anlamda “benim eğilimlerimi onaylamayanları onaylamıyorum” demek istiyor; daha da trajik olanı belki böyle demek istemiyor fakat böyle anlamlandırılıyor.

    Taraflara dışarıdan bakan kişiler -örneğin toplumsal düzeni sağlamak durumunda olanlar- tarafların ne düşünerek bu dışavurum stillerini seçtiklerini bilemeyecekleri için bu defa dışavurum stillerine ait normlar ortaya koymaya başlıyorlar. Ama ikinci büyük sorun da burada başlıyor: Bu kişiler bizzat bir ideolojinin tarafı durumunda iseler bu defa kavga doğrudan taraflar arası kavgaya dönüşüyor.

    Uygulamak istediğimiz testin ipuçları burada yatıyor. Düşünce ve inançların dışavurumundaki niyetin ne olduğu bilinebilse mesele çok kolaylaşacak. Bunu ise doğrudan gösterebilecek bir gösterge bilmiyoruz.

    Ama bir çözüm yolu var. Gerek pozitif bilimlerde gerekse sosyal bilimlerde, doğrudan ölçülemeyen olgular dolaylı yollarla bilinir kılınabiliyor.

    Uzak bir yıldızda yaşam olup olmadığı oradakilerin seslerini dinlerek ya da resimlerini çekerek doğrudan belirlenemiyor, ama o yıldızda su olup olmadığı gibi dolaylı bir ölçütle tahmin edilebiliyor (tabii su bulunması orada yaşam olduğuna mutlaka kanıt olmayabilir).

    Benzer biçimde, yönetim biliminde kurumların performansları çok sayıda dolaylı ölçüte bakarak değerlendirilebiliyor. Yeter ki neyi ölçmek istediğimizi iyi bilelim.

    Düşünce ve inançların dışavurumları konusunda da bilmek istediğimiz, amaçların ne olduğudur. Kişi, seçtiği dışavurum stilini (gözlük, saç, türban, açık göbek vs) sadece “ben böyle düşünüyor ve/ya inanıyorum; hoşuma böyle gidiyor” amacıyla mı yapıyor, yoksa “ben böyle yapıyorum ve ifade aracımı sizin de böyle yapmanız için size bir çeşit manevi -ve fırsatını bulursam maddi- baskı yapma aracı olarak kullanıyorum” amacıyla mı? Doğrudan ölçemeyip de dolaylı olarak ölçmek -değerlendirme demek daha doğrudur- istediğimiz tam olarak budur.

    İfadeciler ve benimseticiler..

    İşi kolaylaştırmak için yukarıdaki iki farklı eğilime birer sembolik isim de verilebilir. Birincisine -salt ifade amaçlı olanlara- “ifadeciler“; ikincilere -başkalarına da benimsetmeye çalışanlara- ise “benimseticiler” diyelim.

    Bu durumda aradığımız test, laik ve dindar adlandırması gibi tanımı gri  tonlar içeren, içtenlikli dindar ile din simsarının ve/ya içtenlikli laik ile laikliği istismar edenlerin karışmasına yol açan sakıncaları da ortadan kaldırabilecektir.

    Bunu dolaylı değerlendirmeyi becerebilir isek, sadece kendisi için bir dışavurum stili seçenlere (ifadeciler) şapka çıkarıp başkalarına baskı yapmayı amaçlayanlara ise (benimseticiler) bir yolla engel olur ve böylece insanların en önemli özgürlükleri sayılması gereken “koşullanmama özgürlükleri“ni savunmuş oluruz.

    Evet, kavramlar konusunda bir netleştirmeye gidince testin ne olması gerektiği de ortaya çıktı: Kendi doğrularınınızın (akıl alanı), iyilerininizin (ahlâk alanı) ve güzellerininizin (estetik alanı) mutlak olduğuna ve başkalarınca da benimsenmesi gerektiğine inanıyor -ve uyguluyor- iseniz size “benimsetici” denilebilir.

    Bunların göreceli olabileceğini, kendi doğru-iyi-güzellerinizi içeren bir yaşam alanı içinde yaşayabilmeniz için başkalarının yaşam alanları ile kesişen yaşam kesitlerinde -ki gerçek kamusal alan- üzerinde uzlaşılan ve uzlaşanların bütününe yarar sağlayan -ki gerçek kamusal yarar- doğrular, iyiler ve güzeller bulmak gerektiğine inanıyor -ve uyguluyor- iseniz size “ifadeci” denilebilir.

    Kendisine laikçi veya dinci denilen kimselerin gerçekte kendi doğru, iyi ve güzellerini başkalarına dayatmaktan başka düşünceleri olmayan kimseler oldukları, her iki kesimin ne kadar birbirinin içine geçmiş olduğu, bunun da altında “kendi fikrini başkalarına benimsetme” denilen masum görünüşlü melânetin yattığı daha iyi anlaşılmıyor mu?

    Tek ve mutlak doğru-iyi-güzel’lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inanmış/inandırılmış yığınların bu kafa ile niçin bir adım ileri gidemeyecekleri ve bunun günahının kendi doğru-iyi-güzellerini ezberleyen (yani sorgulamayan) ama kendisine de aydın diyen kesimlerimiz olduğu daha iyi görülebiliyor mu?

    Esas savaş açılması gerekenin dindarlık ya da laiklik olmadığını, en büyük insanlık suçunun “başkalarını koşullandırmak” olduğunu, Tanrının -bütün diğer varlıklar gibi- kendi doğru, iyi ve güzellerini bulma genetik kodu ile donattığı insana bir şeyleri ezbere belletip bunları sorgulama dışı bırakmanın, üstüne üstlük bir de bunları başkalarına dayatmanın ne din ne bilimle bağdaşmayacağını, bunun günahının bu dünyada geri kalınarak başka boyutlarda başka cezalarla mutlaka tecziye edileceğini akıl etmek gerekmez miydi?

    Bu zihinsel katliama yüzyıllar boyunca maruz kalmış bir toplumda üremiş her düzeydeki ve unvandaki “benimsetici” ile şimdi ne yapacağız? Toplumun hemen tüm kurumlarına egemen olmuş bu “benimseticilik” kültürünün bir “toplu yok olma” kültürü olduğunu idrak edip edememek. İşte bütün mesele budur!

    Mart 14, 2004

  • Çoğu “okullar” kapatılmalıdır..

    Ulemamız her ne sorun varsa çözümünü getirip getirip eğitime bağlayarak okulları adres göstermiş oluyor. Devlet ise müfredatı bu sorunların çözümleriyle şişiriyor ve sonunda bu kadar çözümün bellenmesi ancak ezberle mümkün olabileceği için de “sormayan, sorgulamayan, sadece itaat eden ve kendisine -her yönden- bakılmasını bekleyen” özel bir merinos türü yetişiyor.

    Adına “yüksek katma değer üretme yarışı çağı” denilebilecek zamanımızda kendisine yer olmayan, muhtaç, yakınıcı, tüketici, -her yönden- saygısız bir toplumsal tümör böylece ortaya çıkmaya başlıyor. “AB Türkiye’yi niçin istemiyor?” sorusunun yanıtını bu tarafta aramak daha yapıcı sonuçlara götürebilir.

    Toplumun kolektif mizah duygusu, “eğitim şart” iğnelemesini yakalamış, “hah işte söylemek istediğim buydu” demeye getirmiştir.

    Her sorunun en önemli bileşenlerinin başında “eğitim”in yer aldığı kolayca kanıtlanabilir. Ancak bu “eğitim”in hangi eğitim olduğu sorgulanmadığı için, sokaktaki insanımızın geleneksel adres olarak gördüğü okul, bu eğitimin doğal -ve sorgulama dışı kalmış- adresi olarak kabul edilegelmiştir.

    Halbuki okul, özellikle de günümüzün etkileşim araçları karşısında, “eğitim kaynakları kümesi” içindekilerden yalnızca bir tanesi, üstelik de pek etkili olmayanlardan birisidir.

    Artık bir tane okul değil bir dizi okul vardır:

    –        Milli Eğitim Bakanlığı’nca yönetilen bildik kurumlar okuldur,

    –        Aile okuldur,

    –        Stadyumlar okuldur,

    –        Sokaklar okuldur,

    –        Gazete ve dergiler okuldur,

    –        İnternet okuldur,

    –        Ve TV’ler:

    o      Geri zekalılık taklidi (taklit midir gerçek midir bilinmez) yoğunluklu dizileriyle,

    o      Cinsel açlık giderici-çoğaltıcı-pazarlayıcı programlarıyla,

    o      Cehalet timsali para ve/ya şöhret şımarıklarının sergilendiği magazinlerle

    başlı başına birer okuldur.

    Bütün bu okullar iki yolla etki yaratıyorlar: (1) Sistemlerinin gereği olarak sevdirme, kısmi zorlama, koşullandırma gibi yöntemlere dayalı “açık (resmi) içerikler” yoluyla, (2) rol modelleri üzerinden verdikleri “saklı içerikler” yoluyla (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=653, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=659, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=577) .

    Bu ikinci bileşen, bütün bu okullardaki eğitim süreçlerinin can alıcı noktasıdır. Hele, bilgi-beceri bileşenlerinin büyük ölçüde ezber ve koşullandırmalı bellemeye dayalı olduğu dikkate alınırsa ne denli az önem taşıdıkları, esas önemli etkinin “rol modeli” bileşenlerinden geldiği daha iyi görülebilecektir. Nitekim hemen herkes, yaşamını şekillendiren kişiliğinin, değerlerinin, böylesine rol modeli kişilerden etkilendiğini deneyimlemiştir.

    O halde önce yozlaştırıcı rol modeli okullara dikkat!

    2005 mali yılı bütçesine göre gerekli derslik sayısının sağlanabilmesi için 10 katrilyon TL (yaklaşık 7 milyar dolar) kaynak gerektiği biliniyor. Bu para -hattâ daha fazlası- bulunsa dahi, sağlanacak olumlu etkiyi tek başına yokedebilecek yozlaştırıcı rol modellerinden yüzlercesi hergün gözümüze kulağımıza sokulmaktadır.

    24 saat süreyle abazan yurttaşlarımıza tekstil sanayiinin ürünlerini(!) sunan bu işe tahsisli bir TV kanalı, diğer programların aralarına serpiştirilerek yayın yaparak gizli hayat kadınlarının -ki bu işi açık yapanların haklarını ihlal etmektedirler- pazarlamasını yapan TV’ler, yarışma adı altında dilenciliğe, onursuzluğa koşullandıran programlar, haber adı altında dahi kadınların sadece tek işe yaradığı saklı içeriğini işleyen -Asena olayında bir kadının sadece dansöz kimliğini tek kimlik olarak sunan- yayınlar bunlardan sadece birkaçıdır.

    Bu okulların büyük çoğunluğu, “eğitimin şart olduğu” konusunda boyuna ahkâm kesen, yol gösteren, akıl öğreten medya organlarınca işletilmektedir. Bu olgunun ardındaki gerçek dürtü ise -ne yolla olursa olsun- para kazanmak, savunulan neden ise “halkın böyle istediği“dir.

    Halk gerçekten istiyor mu ya da hangi halk?

    Halkın bir bölümünün bu tür muhabbet pazarlamasını istediği doğru olabilir. Ayrıca da bazı hallerde sunu ile arzın birbirini artırdığı da (pozitif geri besleme) bilinmektedir. Cinsellik konusu bunlardan birisidir. Cinselliği tanımamış genç nüfus çoğunluğu, başlıca motifi cinsellik olan dedikodu, mizah, haber gibi konulara doğal olarak eğilimlidir.

    Ama halkın bir bölümü de -belki sayıca daha az- bu tür yoz yayınlardan şikayetçidir ve hattâ nefret etmektedir; ama sesi de çıkmamaktadır.

    Çözüm bu noktadadır!

    Çözüm, sesi çıkmayan bu “diğer halk”ın sesinin çıkması, daha Türkçesi bu tür yayınları bütünüyle boykot etmesi ve de bunu bir yolla (izlemeyerek, reklâm vermeyerek ve bu eylemlerini yayarak) duyurmasıdır. Örneğin, telefon, faks, e-posta, mektup, makale ve diğer herhangi yollarla şöyle sesler çıkmasından başka çözüm görünmüyor:

    –       “Yayınlarınızda muhabbet tellâllığı görmek istemiyoruz“,

    –       “Mankenlerin, hangi futbolcuları nasıl avlamaya çalıştığını görmek, bilmek istemiyoruz, bunlara ilgi duymuyoruz“,

    –       “Nasıl kazanıldığı belli olmayan (olan) paralarını nasıl harcadığını milyonların gözüne sokarak, jipiyle, eviyle, masrafıyla onları tahrik eden, bir çeşit aşağılayan görgüsüzleri izlemek zorunda değiliz“,

    –       “Kadınları cinsel obje olarak sunmayı cinsel özgürlük olarak onlara yutturmaya çalışmanıza, onları enayi yerine koymanıza razı değiliz“,

    –       “Kimin kimle yattığını merak etmiyoruz, izlemek istemiyoruz“,

    –       “Mizah programı adı altında sürekli olarak geri zekâlılık taklidi yaparak gizlenen geri zekâlıları izlemek istemiyoruz“,

    –       “Yarışma programı adı altında halkın dilenciliğe özendirilmesini istemiyoruz“,

    –       “Yarışma programlaına katılanlara yapılan kaba-saba, açık-saçık tacizlerin şaka olarak sunulmasını istemiyoruz“,

    –       “Çeşitli vesilelerle TV’ye çıkarılan kişilere, sunucuların yaptıkları hakaretleri onların kişiliklerine uygun buluyoruz, ama bu hakaretleri çoluk çocuğumuza izletmek zorunda kalmak istemiyoruz“,

    –       “Reklam Öz Denetim Kurulu olarak kendini adlandıran kurulun, dili yozlaştırıcı reklamları görmezden gelmesini hazmedemiyoruz“,

    –       “RTÜK’ün bütün bunlara karşı kalabalık lâf üretiminden başka ne gibi önlemler aldığını merak ediyoruz ve vergilerimizle maaşlarını verdiğimiz bu insanlardan işlerini doğru yapmalarını bekliyoruz“,

    –       “İstemeyen seyretmesin kabadayılığına katlanmak zorunda olmadığımızın bilinmesini, çoğunluğun bu argümanı kullanması halinde -ki durum şimdilerde budur- izlenecek medya organı bulunamayacağının idrak edilmesini ve bu dayatmadan vazgeçilmesini istiyoruz“,

    –       “Ve üstüne üstlük, bütün bu düzeysizlikleri yapan, kurgulayan, oynayan, organize eden, finanse eden, bunlar yoluyla para kazanan ve bunlara akıl hocalığı yapanların gözümüze baka baka cumhuriyeti, laikliği, erdemleri savunmasını hazmedemiyor ve bunu hem kendimize hem de bu kavramlara ağır bir hakaret olarak algılıyoruz“.

    Türkiye mankenlerden, görgüsüzlerden, birbirini aldatan insanlardan, kabadayılardan ve bunları seyrettiren tellâllardan ibaret değildir. Bilim adamıyla, sanatçısıyla, yazarıyla, çizeriyle bir “öteki halk” vardır.

    Gelecek nesillere rol modeli olarak bu ikincileri sunmak tüm toplumun görevidir. Bu, bir numaralı insan haklarındandır.

    Bu yoz okullar bu yolla kapatılmalıdır. Yoksa çare, çocuk ve gençlerimizin zamanlarının ancak %9 kadarını geçirdikleri okullara, bu pisliklerin temizlenmesi görevini vermek değildir.

    Okullardan istenecek olanlardan başlıcası ise, okul dışı okulların ürettiği yozluklardan kısmen de olsa korunabilmek için veli-okul-öğrenci arasında sözleşmeler yapılması, bunun gevşek bir seçenek değil bir numaralı zorunluk haline getirilmesidir (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=692).

    Pazartesi, Kasım 8, 2004