• SoruKonferansı®

    Soru Konferansı®

    Soru” ve “konferans

    Bu bileşimdeki “konferans”, ortaçağ Fransızcasından gelen “bir araya getirmek, danışmak” anlamları taşıyan bir sözcük[1].

    Soru Konferansı da buna göre, soru sormak ve cevaplamak, birbirlerine danışmak üzere bir araya gelmiş kişiler anlamına gelmektedir. Tescil başvurusunda kullanılan tanımıyla ise şöyledir:

    Çözülmek istenilen bir sorun ve/ya gerçekleştirilmek istenilen bir tasarım konusunda önce onu en iyi ifade edebilecek soruları üretmek, sonra da bu soruları paydaşların ortak akıllarıyla yanıtlamak üzere tasarımlanmış bir yöntemdir.”

    Soru Konferansı® yöntemini diğer benzer metotlardan (arama konferansı, gelecek taraması gibi) ayıran başlıca fark, sorunun bir dizi soruya çevrilmesi (Bkz. Doğru Sorular –  http://tinyurl.com/n82xa6 ve bu soruların Doğru Soru Sorma usullerine göre sorulması zorunluğudur.

    Sorular, paydaşların beyin fırtınası yoluyla üretecekleri çok sayıda aday soru içinden, çalışma gruplarınca kademeli olarak en iyilerini seçmeleri yoluyla belirlenir. Böylece belirlenen sorular o denli belirli ve nettirler ki cevapları büyük ölçüde içlerinde gizlidir.”

    Yöntem basittir ama..

    İstenmeyen bir durumun ortadan kaldırılması veya verdiği rahatsızlığın katlanılabilir düzeylere indirilmesi ya da istenen bir durumun gerçekleşmesinin önündeki engellerin azaltılması şeklinde tanımlanabilecek “sorun çözümü”, özellikle de çok sayıda tarafı varsa kolay bir süreç değildir.

    Hatta çözüm bir yana sorun’un anlaşılması bile neredeyse imkansızdır; çünkü sorun, her paydaş tarafından farklı tanımlanabilir ve herkes kendi tanımına göre en “mantıklı” çözüm üzerinde diretir.

    İşte bu gibi durumlarda sorun’un önce ne olduğunun anlaşılıp tanımlanması için bir dizi “doğru soruya” çevrilmesi gerekir. Eğer bu yapılabilirse ancak bundan sonra uzlaşı[2] yoluyla sorun çözümü mümkün olabilir. Bu yöntem Soru Konferansı® adı verilen yaklaşımdır.

    Çetrefil, çok taraflı sorunlar ancak bu şekilde çözülebilir.

    Bunun yerine, sorun’un taraflarına sırayla söz vererek uzun uzun argümanlarının anlattırılması görünüşte pek tatminkar olmasına karşın gerçekte bir işe yaramaz. Çünkü her argüman kendi içinde çeşitli iddiaları içerir ve diğer paydaşların bu kadar çeşitli iddia konusunda ikna olmalarını beklemek imkansızdır.

    İster kurumsal ister toplumsal düzeyde olsun sorunların çoğuna yaklaşım, bu son tanımlandığı şekilde yapıldığı sürece sorunların çözümü bir yana, yeni sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=236).

    26 Ağustos 2009 Çarşamba

  • FARKLILIKLARIN BÜTÜNLÜĞÜ

    FARKLILIKLARIN BÜTÜNLÜĞÜ

    Sözlüklerde “birlik” yine kendisi kullanılarak açıklanmaktadır. Örneğin TDK sözlüğünde birlik, “birleşmiş, bir arada olma durumu, vahdet, Türk milletinin birliği” gibisinden ne olduğu değil nerelerde kullanıldığı belirtilerek açıklanmıştır.

    Buralardan zorlamayla da olsa çıkarılan anlam, “farklılıkların bulunmayışı, var ise yokedilmesi” olabilir. Çünkü “bir”in en belirgin özelliği “çokluk” olmayışıdır. Çokluk farklılık demek olduğuna göre, demek ki birbirinden “farksızlık”, “birlik” anlamına gelmektedir.

    Farklılık kavramından korkulmasının olası nedeni, farklılıkların yönetiminin güç olması, beceriye ihtiyaç göstermesidir. Hangi düzeyde bir işi yönetmek olursa olsun, farklılıklar daima ince düşünmeyi, uzlaşmayı, çaba harcamayı gerektirir.

    Günümüzde terkedilmeye başlanan ve sanayi üretiminin yıllarca temel felsefesini oluşturmuş bir yaklaşım, müşteri istekleri ne olursa olsun onlara aynı ürünleri sunmak’tır.  Bugün artık neredeyse her müşterinin özel isteklerine göre ürün üretme yöntemi geçerlidir.  Pekiyi, tek tip ürün üretmek yerine  yüzlerce farklı tip  ürün üretmek güç değil midir?

    Farklı ürün üretmenin güçlüğü parçaların çokluğundan değil, bu iş için gereken yönetim becerisinin eksikliğinden kaynaklanır. Nitekim tek ürün üretiminin ya da parçalanmamış bir ideolojinin de pekala (ve hatta daha çoklukla) sorunlarla baş edememesi mümkündür. Aslolan, birbirinden farklı olanları teke indirgemek değil, o farklılıklardan bir bütünlük elde edebilmektir.

    Bir ulusu oluşturan kimlikler, bir ideolojiyi oluşturan partiler, bunların bir “bütün” teşkil etmesini sağlayabilecek platformlar’a -yani, aralarındaki iletişimi sağlayabilecek ortamlara- sahipseler, bu farklılıklar zarar değil yarar getirir. Bu platformlar yok ise hiçbir “birlik” olma çabası farklılıkları gidererek istenilen uyumu  sağlayamaz.

    Farklılıkların ayrılığı ya da bütünlüğü olgusunun en somut örneği “akıl” ve “inanç” alanlarındadır. Kendilerini laikler ve inananlar olarak iki kampa ayırmış ve bir diğerini  karşıt olarak değerlendiren toplum kesimleri, kendi tek-doğrulu anlayışları uyarınca çatışmakta ve her iki kesim de doğruyu savunduğuna inanmaktadır. Bu ayrışmaya neden olan ise, akıl ve inanç’ın farklılığı sanısıdır.

    Gerçekte ise, mantıksal yargılarımızı üreten akıl ile, sezgilerimizin ürettiği inanç, birbirleriyle sürekli olarak etkileşimde  bulunması gereken iki kavramdır.

    Akıl yoluyla kavranamayacakların sezgilerle kavranması ve bunların da tekrar akıl yoluyla değerlendirilmesi ve bunun tekrarlanması, insanı bir spiral biçiminde daha yüksek kavrayış düzeylerine, daha yetkin zihinsel becerilere ve daha derin sezgisel yeteneklere yükseltebilecektir.

    İnançlar sorgulanamaz, sorgulanana inanç denilemez” kalıplarının nereden doğduğu bilinmez, ama bunun, akıl ve inanç bütünlüğü gibi yüksek bir kavrayış yolundan yoksun bıraktığı; bu yetmezmiş gibi toplumu düşman kamplara böldüğü de bir gerçektir.

    Cuma, Aralık 16, 2005

  • Nerede çokluk orada “hijyensiz ortam”!

    Nerede çokluk orada “hijyensiz ortam”!

     “Eğer ise..analizi” (what if analysis), tumturaklı ifadesi bir yana bırakılırsa, gelişmiş dünyanın en çok kullandığı akıl yürütme yöntemidir. ??..yaparsam n’olur? türü bir soru herkesin her an cevap aradığı soru değil midir?

    Adı geçen yöntem de bu “genel istek üzerine” geliştirilmiş olsa gerek. Kuşkusuz sorulan sorunun yanıtını alabilmek için sadece soruyu sormak yetmiyor, basitten karmaşığa kadar çeşitli etkililikte yöntemler geliştirilmiş.

    Bu metotların içinde açık ara en çok kullanılanını ünlü bilim ve din adamı Blaise Pascal bu çok kullanılan yöntemi veciz şekilde şöyle tanımlıyor: “Tecrübe zor ve pahalı bir okuldur; fakat aklını kullanamayanların gidebileceği başka bir okul da yoktur!”. Bir kararının sonuçlarını görmek için onu denemekten başka yol düşün(e)meyenler dışındakiler ise daha akıllıca yollar bulmuşlardır. Örneğin:

    Ø       Bizzat denemiş birisini bulup ona sormak,

    Ø       Başka birilerini denemeye teşvik etmek J,

    Ø       Doğru sorular sorarak denemiş gibi sonuçları tahmine çalışmak,

    Ø       Benzetim (simülasyon) ailesinin çeşitli güçteki tekniklerini kullanmak.

    Şimdi, aklımızda şöyle bir soru’nun olduğunu ve yapılırsa ne olacağını varsayalım:

    TV kanallarının sayısını 10 kat artırmak! Acaba n’olur?

    Bir çırpıda ne olacağını tahmin etmeye çalışmak yerine, -mevcut çevre koşullarını[1] sabit tutarak- kısa adımlarla neler olabileceğini tahmine çalışalım:

    ·         Cinsel içerikli programların sayısında patlama olur, haber sunan aklı başında spikerler dahi buna alet edilir,

    ·         Reality show denilen programlarda kavga çıkar, çıkması için önlem alınır,

    ·         Giderek daha sıradan olaylar “sıcak“, “daha sıcak“, “en sıcak” gibi heyecanlandırıcı vurgularla sunulur,

    ·         Cinayet, hırsızlık, gasp gibi olaylar söylenip geçilmez, en ince ayrıntıya kadar uzun uzun verilir; eğer uzunluk yetmiyorsa teknoloji yardımıyla tekrar tekrar verilir,

    ·         Şehitlerle ilgili haberler, bunları izleyen yakınları yokmuşçasına uzattıkça uzatılır, ağıtlar, iç parçalayıcı görüntüler istismar edilircesine verilir,

    ·         Hayatını bedenini pazarlayarak kazanan, ama bundan da utandığı için başka saygın meslek isimleri (örneğin sanatçı, sohbetçi vb) kullanan erkek, kadın ve diğerlerinin yatak odası hikayeleri çarşaf gibi yayımlanır,

    ·         Her arzı çoğalan mal ve hizmetin fiyatının düşmesi gibi TV birim saatlerinin de fiyatları düşer. Bu durumda, iç ve dış amaç sahibinin kendi amaçlarını gerçekleştirmek üzere yapacağı yayınlar çoğalır,

    ·         Soru sormasını bilmeyen, kendi doğrularını başkalarına ezberletmekten başka ideali olmayan ünvanlı ünvansız insanlar, bilmiş tavırlarla saatlerce tartışırlar,

    ·         Kanallar ve personeli içinde, ellerindeki yayın imkanını görünür-görünmez şantajlara çevirmek isteyenlerin sayıları artar; iletim kanalları ticaretin birer aracı haline gelirler,

    ·         Rekabetin duracağı noktayı belirleyecek olan ahlaki kaygılar giderek azalacağı için yukarda sayılan (ve sayılmayan) nedenler birer çığ etkisiyle daha da azgın hale gelirler,

    ·         Başta TV kanalları olmak üzere medya organlarının çoğunun görünür gelir kaynağı reklamlardır.

    İşin kritik noktası da buradadır. Reklamverenler, reklamları için ödeyecekleri meblağlar karşılığında en çok izleyiciye erişmek isterler ve bunun için herhangi bir sınır koymazlar ise, bu takdirde en çok izlenen programlar ve bu tür programları en çok yayımlayan kanalları -herhalde bunlar belgesel kanalları olmayacaklardır- tercih edeceklerdir.

    En çok izlenen programları belirleyecek olan ise izleyici kitlesinin bilgi ihtiyacı profilidir. (Eğer bu profil yeterince düşük değilse rating ölçme şirketleri aracılığıyla o tür yayınlara “ihtiyaç duyan” kişiler seçilir ve seyirci bunu istiyor denilir).

    2008 yılında bu amaçla imzaya açılan bir manifesto[2] bugüne kadar ancak 535 kişi tarafından imzalanmıştır. İnternet aracılığıyla erişilen kişi sayısı ise 300,000 kişi civarındadır. Demek ki vatandaş bu yayınlardan memnundur ki bu da yukarıdaki basit adımlı yaklaşımı doğrulamaktadır.

    ·         En beteri, bu kanallardan oluşan sistem giderek iyiyi eleyen bir negatif seleksiyon aracı haline dönüşür.

    Peki tek kanal olsa -hatta hiç olmasa- daha iyi olur mu?

    Tabii ki hayır. Bu gereksiz sorunun amacı, bir toplumdaki çeşitli iletişim kanallarının (görsel, işitsel ve basılı tüm organların tanımladığı kanallar) sayılarını belirleyen başlıca parametrenin, o toplumun o kanallar aracılığı ile tatmin etmeye istekli olduğu bilginin nitelik ve miktarının[3] bir makulünün (optimal) olması gerektiğini vurgulamaktan ibarettir.

    Bu makul aşıldığı takdirde, yukarıda sıralanan akıl ve ahlak dışılıkların sergilenmesi matematik olarak kaçınılmazdır. Her iletim kanalı rekabet ortamında ayakta durabilmek için, yasa ve ahlaki sınırların esnetilebildiği yerlere kadar gerekenleri yapar; bunda garipsenecek bir durum yoktur.

    Medya organları içinde niçin bu denli düşük düzeyli yayınlar bulunduğunu merak edenler, izleyicilerin ihtiyaç dağılımı ile yayın organı sayısı arasındaki ilişkiyi ve bu yayınların hangi yollarla desteklendiğini tam anladıklarında sorunun çözümü yolunda bir adım atılmış olabilir.

    31 Ağustos 2009 Pazartesi

  • Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    En gerçekçi ve de gerekli vaat: Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    2009 rakamlarına göre Türkiyedeki toplam siyasi parti sayısı 61, faal dernek sayısı yaklaşık 85,000 ve faal vakıf sayısı ise 10,000 dolayındadır.

    Bunlardan siyasi partilerin tamamı, vakıf ve derneklerin de bir bölümü, adına Türkiye Sorunları denilebilecek -küçük ya da büyük ölçekli- sorunlara çözümler geliştirmek ile meşguldürler. Siyasi partiler ise geliştirdikleri çözümleri iktidar gücünü bütünüyle ya da (koalisyonlar yoluyla) kısmen elde ederek uygulamayı hedeflemişlerdir.

    Bu kurumların özetlenen bu niyetleri -ilan edilmemiş olsa da- şöyle bir varsayıma dayalı olsa gerekir: “Eğer sorun alanları için çözümler geliştirilebilir ve bunlar geniş kesimlere ya da iktidar gücünü elinde bulunduranlara anlatılabilirse uygulamaya aktarılabilmesinin önünde önemli bir engel yoktur..

    Buna göre şöyle bir soru sorulsa!!

    Bu nedenle de bu kurumların çoğu, enflasyonun nasıl kontrol altında tutulacağı, fakirlikle nasıl mücadele edileceği, evsizlere nasıl ev, işsizlere nasıl iş sağlanacağı, bankacılıkta neler yapılacağı gibi konulardaki vaatlerini ilan eder, çabalarını da bu konularda planlar yapmaya, bu konulara hakim uzmanları çevrelerine toplamaya yöneltirler. Acaba sorun gerçekten de bu mudur?

    Eğer sorun bu çerçevede olsaydı, eline imkan geçen her kurum vaatlerini gerçekleştirebilirdi. Ama ne yazık ki durum bu değildir. Haklarında çözüm geliştirilmiş sorunların çoğu için ortam koşulları ya kısmen ya da bütünüyle göz ardı edilirler.

    Ekonomik, siyasal, kültürel iç ve dış emeller, toplumsal değer yargıları [1], sahiplenilmiş çözümler [2], kaynak kısıtları, iç ve dış kaynaklı vesayetler, mafyatik etkiler, yabancı servislerin hiçbir yasal ve/ya ahlaki kural tanımayan girişimleri, ortam koşullarının çetrefilli birkaç elementidir.

    Dağarcık zafiyeti

    Bütün bu koşulların dikkate alınmasına imkan verebilecek Sorun Çözme Araçları, siyasi kurumlarımızın dağarcıklarında mevcut değildir. Bu nedenle de sorun çözümleri için öneri ve vaatleri, teknik adıyla sub-optimization, düz Türkçesiyle de dikensiz gül bahçesi ortamı denilebilecek koşullara göredir.

    Bu ortam koşullarının dikkate alınmayışı, Türkiye’yi giderek zor yönetilir duruma getirirken, bir yandan da durumu gittikçe zorlaştıran başka yan etkiler doğurmuştur: Ülke sorunlarının giderek derinleştiğini gözlemleyen -ve sayıları giderek artan- insanlar, mevcut ahlaki ve yasal kurallara uymanın yararsız olduğu sonucuna varmışlardır. Ortaya çıkan ve giderek derinleşen bu yan etkilerden birisine kural tanımazlık denilebilir.

    Diğer ve daha da olumsuz yan etki Sömürüye Açık Alan (SAA) genişlemesi denilebilecek bir olgudur. Her çözülemeyen sorun çevresinde, çeşitli iç ve dış niyet sahiplerince sömürülerek kendi lehlerine ve Türkiye aleyhine kullanılabiecek alanlar oluşmaktadır.

    Örnekler..

    • Ermeni sorunu çevresinde oluşan SAA, neredeyse tüm ülkelerin parlamentolarından “soykırımı tanıma yasaları” çıkarılacağı tehdidini (koz) ortaya çıkarmıştır.
    • Kürt sorunu çevresindeki SAA, silah satışı, anlık istihbarat verip vermeme, terör gruplarını destekleme gibi melanet ürünlerini barındırıyor.
    • Farklılıkların bütünlüğünü sağlayamama sorunu çevresindeki SAA, ılımlı islam denilen ve tamamen islamcı terörizm ile başa çıkabilmek için Türkiye’yi kullanarak tasarımlanan Sorun Çözme Aracı’nı başımıza sarmıştır. Uluslararası oyunun temel kuralının pembe kazan-kazan ilkesine değil, büyük sopa kuralına göre işlediğini bir kere daha sopalanarak öğreniyoruz.
    • Eğitimi, ideolojik koşullandırma zannederek, bir yandan ayakları üzerinde duramayan muhtaç insan üretimi, bir yandan da dinci ve etnik ideolojik koşullandırmalara icazet sağlanması gibi çok yönlü üretilen sorunların çevresindeki SAA’lar, ülkedeki onlarca melanet odağının beslendiği alanlar olmuştur.
    • Demokrasi kavramının üzerine oturduğu uzlaşı kavramının içselleştirilemeyişi sorunu çevresindeki SAA, bu yaşam kolaylaştırıcı kavramın dönerek bir çoğunluk egemenliği olarak anlaşılmasına, bu ise bu egemenlikten çıkar sağlamayı amaçlamış kesimlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

    Nasıl araçlar kullanılmalı ki Türkiye yönetilebilir olsun?

    Vizyonu her ne olursa olsun siyasi partiler başta olmak üzere Türkiye sorunları üzerine tezler, vaatler geliştiren her kurumun öncelikli hedefi, ele aldığı sorunları çevreleyen ortamları oluşturan bileşenleri irdelemek ve bu yolla o sorunların çevresindeki sömürüye açık alanları daraltmak olmalıdır.

    Bunu yapmayıp, çeşitli yaşam alanları için yeni kurallar koyarak sorunları çözmeye çalışanlar, bilgileri, ünvanları, deneyimleri, tutkuları, ezberleri ne olursa olsun onları bir kenara bırakıp, sorunları ortamlarıyla birlikte ele almadıkları her durumda yeni sorunların üremesine yol açacaklarını idrak etmelidirler. Bu tür girişimler sorunları çözemediği gibi, yeni üretecekleri sorunların çevresindeki SAA’lar nedeniyle Türkiye’nin yönetilebilirliğini daha da zora sokacaklardır.

    Sonuç: Gerçekçi iki vaat!

    Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni artırmak ve Türkiye’yi yönetilebilir kılmak, siyasi partilerin vaat etmeleri gereken en gerçekçi iki hedef olmalıdır. Bunun dışındaki vaatler, sokaktaki insan açısından anlamlı olabilir, ama onlar bu vaatlerin gerçekleştirilebilmesi için gereken ortamları sorgulama kapasitesine sahip olamayabilirler ya da olanlar seslerini duyuramayabilirler.

    Tartışma ve programlarını halen “imar planları nasıl yapılmalı?”, “okullaşma oranı nasıl artırılmalı?”, “işsizlere nasıl iş bulunmalı?” ve benzeri sorunlar çevresinde yürüten siyasi partilerimizin, bunlara paralel olarak -hatta daha da öncelikli olarak- yukarıdaki iki vaat çevresinde düşünmeleri önerilir.

    Pazar, Mayıs 2, 2010

    [1] Değer yargıları terimi genelde pozitif çağrışımlar yapsa da, tüm değer yargılarının olumlu, yapıcı vb pozitif nitelikli olması gerekmez. Örneğin töre adı altında uygulanagelen cezalandırma yöntemi, toplumumuzun tamamında değilse de önemli bir bölümünde bir değer yargısıdır. Benzer şekilde eğitim ve ezberin ayrılmazlığı, bal tutanın parmağını yalayabileceği, eşe sadakatsizliğin erkeğin elinin kiri, kadının ise yüzünün karası olduğu gibi onlarca değer yargısı yapıcı olmayan örneklerdir.
    [2] Sahiplenilmiş çözüm terimiyle, bir kurumun önceden gelen kalıp çözümlerini sürdürme konusundaki tembelliği + ezberciliği + korkaklığı gibi bileşik huyu kastediliyor.
  • Çocuklar Sorun Çözüyor!

    Çocuklar Sorun Çözüyor!

    Bir önerim var!

    Edward De Bono’nun başlıktaki adlı bir kitabında[1], 5-14 yaş arası çocuklara 9 tasarım sorunu verilip çözmeleri isteniliyor. Bunların neler olduklarını ve çocukların ne gibi tasarımlar yaptıklarını https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Ogrenme_Evi/cocuklar_sorun_cozuyor.pdf adresine tıklayarak (pdf formatında) görebilirsiniz.

    Çocukların bir bölümünün düşüncelerini yazıyla ifade edemeyecek kadar küçük olmaları nedeniyle, daha çok çizim şeklinde ifade etmeleri istenilmiş.

    Önerim, buna benzer bir fikri yurdumuzda uygulayıp bizim çocuklarımızın ne gibi tasarımlar yapacaklarını görmek.

    Bunun için, aşağıdaki basit şartnameyi, sizin veya yakınlarınızın ya da tanıdıklarınızın çocuklarına ulaştırıp, yapacakları tasarımları e-posta ekinde aşağıdaki e-posta adreslerinden birisine yollamalarını sağlamanızı rica ediyorum.

    Bunları biraraya getirip, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı sitesinde (www.beyaznokta.org.tr), her tasarımı yapan çocuğumuzun adı altında yayımlayacağız.

    Fikir bu kadar basit. Bakalım büyüklerimize örnek olabilecek tasarımlar gelecek mi?

    (Belirtmeye gerek yok, çocukları yerine tasarım yapıp yollayacak ebeveynlere kapalıdır J ).

    Basit şartname..

    Ø       Bu organizasyon 5-12 yaş arasındaki çocuklara açıktır. Büyüklerince yapıldığı izlenimi güçlü olan veya yasal sorunlar doğurabilecek tasarımlar başkaca neden gösterilmeden elenecektir (daha bu yaşlarda bu işlere girişmelerini özendirmemek için J),

    Ø       İstenilen tasarım konuları şunlar olup, mutlaka her birisi için birer tasarım yapma zorunluğu yoktur; bir tane dahi yeterlidir:

    1.       Sizin bir bireysel sorununuzu çözebilecek bir tasarım yapınız,

    2.       Oturmakta olduğunuz ev, apartman veya siteye ait bir sorunun çözümü için bir tasarım yapınız,

    3.       Yaşadığınız kentin bir sorununun çözümü için bir tasarım yapınız,

    4.       Ülkemizin bir sorununun çözümü için bir tasarım yapınız,

    Ø       Yapılacak tasarımlar bir adet A4 kağıdı üzerinde olacak ve bir tarayıcı ile taranarak jpg formatında bir e-postaya eklenerek yollanacaktır,

    Ø       Her tasarım kağıdının üst orta kısmına, tasarımı yapan kişinin adı ve soyadı, bitirmiş olduğu yaşı (2009-doğum yılı) ve halen yaşadığı il adı -gerekirse büyüklerince- yazılacaktır,

    Ø       Tasarımlar siyah-beyaz ya da renkli olabilir; herhangi bir çeşit kalem kullanılabilir,

    Ø       Yazı yazma konusunda henüz yeterli beceriyi edinmemiş çocuklar için dezavantaj olmaması için tüm tasarımlar çizim şeklinde olacak, çizimlere sadece çok kısa açıklalamalar yerleştirilebilecektir (bu amaçla başlangıçta değinilen örneğin incelenmesi önerilir),

    Ø       Tasarımlar tinaz@tinaztitiz.com adresine yollanacaktır,

    Ø       Gönderilecek tasarımların e-postada görülecek olan son tarihi 30 Ekim 2009’dur,

    Ø       Gönderilen tasarımlar özlerine dokunulmadan tasarımcının adı ile www.tinaztitiz.com ve www.beyaznokta.org.tr sitelerindeki birer klasörde yayımlanacaktır,

    Ø       Yollanacak tasarımların tüm yayın hakları Beyaz nokta® Gelişim Vakfı’na ait olacaktır.

    Çocuklarımızın ne kadar yetenekli olduğunu hep beraber görmek ilginç olmayacak mı?

    Kuşkusuz ne kadar çok çocuk katılırsa sonuçlar o denli öğretici olabiecektir. Bu nedenle lütfen olabildiğince çok çocuğun eline geçmesini sağlayınız. Şimdiden teşekkürler.

    5 Eylül 2009

  • Sorun Çözme Yeteneğimiz ve Kürt Sorunu (Nedir?)

    q    Öz

     

    1.düzey
    ayrıntı

     

    2.düzey
    ayrıntı

    Sorun Çözme Yeteneğimiz
    ve Kürt Sorunu (Nedir?) 
    (Rev 4)

    q   
    Bu yazının
    başlığı çoğu kimseyi sinirlendirebilir. Öyle ya, üzerinde bunca
    konuşulan, bunca insanın öldüğü bir sorunun ne olduğu sorulur mu?
    Hiç sorun belli olmasa o kadar insan ölür mü? Bir sorunun olup
    olmadığını değil -ki olduğu belli-, o sorunun ne olduğunu
    soruyorum.

     

    Soruna ait
    çeşitli boyutları sayarak sorun tanımlanamaz.

     

    Daha ileri gidip
    şu da söylenebilir: Yalnız Kürt sorunu değil, başka birçok
    sorunumuz da tanımlı değildir.

     

    Örneğin, “eğitim
    sorunu” denilen ve hergün üzerinde konuşulup tartışılan sorun
    tanımlanmış mıdır; yoksa tanımı belli olmayan bir sorunu herkes
    kendine göre tanımlayıp tartışmakta mıdır?

    Benzer şekilde
    “göç sorunu”, “trafik sorunu”, “gelir yetmezliği sorunu” ve birçok
    sorun tanımlanmış değildir.

     

    Sorun çözme
    kültürümüz, sorunları tanımlayıp çözmeye değil, sorunların çeşitli
    rahatsız edicilik boyutlarını sorunun kendisi gibi ele alıp onunla
    boğuşmaya dayalıdır.

     

    Buna Sorun Çözme
    Kabiliyeti yetmezliği denilmesi iyi bir adlandırma olabilir.

    q   
    Sorun
    nedir?

     

    Bu soru
    yanılıtıcı olabilir. Bir sorun’un ne olduğu ile o sorun’un
    dışavurumlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu herkes
    bilir.  Ama?.

    q   
    ?. sorun’un
    ne olduğunu tanımlamak yerine, onun semptomlarını sıralamak çok
    daha kolay ve de somut olduğu için çoğu zaman sorunu tanımlamak
    yerine dışavurumlarından örnekler verilir.

     

    Örneğin “trafik
    sorunu”nu tanımlamak yerine, “her yıl bir savaştaki kadar insanın
    ölümüne yol açan olaylar” tanımlaması çok daha doyurucu değil
    midir

     

    Doyurucudur da
    kime göre?

     

    Sokaktaki insan
    uzun açıklamalardan, birbirine girift bağlantılı açıklamalardan
    hoşlanmaz. Ona mutlaka beş
    duyusundan en az birisine (mümkünse
    dokunma duyusuna) hitap eden bir kanıt göstermek gerekir. “Aha bak,
    kamyon sollamış o da otobüsün altına girmiş on kişi de gördüğün
    gibi ölmüş!” kadar net bir açıklama idealdir.

    q   
    Ama sorunu
    gerçekten anlamak isteyen kişiler için böylesine bir kanlı-canlı
    örnek pek az şey ifade eder. Çünkü bu tür tanımlamalar insan sayısı
    kadardır ve hepsi de alabildiğince özneldir.

     

    Örneğin, Kürt
    sorunu olarak dile getirilen ve “terör ve teröre destek olabilecek
    eylemler”, “ayrılma tehdidi”, “iç savaş çıkarma tehdidi”, “dış
    tehditle mücadele için tasarımlanan silahlı kuvvetlerimizin
    işlevinin değişip kendi yurttaşlarının çoğunlukta olduğu bir
    karışımla mücadele etmesi”, “çok sayıda yurttaşımızın ne kendi
    dillerini ne de ana dillerini tam bilememeleri ve bunun yarattığı
    kültürel sorunlar”, “her Kürt kökenlinin potansiyel ayrılıkçı
    sayılma eğiliminin yarattığı haksızlığa uğramışlık psikolojisi”
    gibi semptomların hiç birisi tek başına sorunu
    tanımlayamıyor.

    q   
    Nitekim
    medyadaki tartışmaların her birisinde ayrı argümanlar üzerinde
    durularak yapılan Kürt sorunu tanımları da bu tanım kargaşasına
    işaret ediyor. Bu durum net olarak şunu gösteriyor: İnanılması
    güçtür ama Kürt sorunu tanımlanmış bir sorun değildir!

     

    Bunun başlıca
    doğal sonucu, soruna paydaş olanların her birisinin ayrı tanımlar
    yapması ve o tanımlar uyarınca “önlemler” almasıdır. Yani basit
    Türkçe ile karmaşa!

    q   
    Sorun
    tanımlamak bir tekniği gerektirir!

     

    Teknoloji
    genellikle bu tür olgular için kullanılan bir sözcük değil; fiziki
    nesneler ya da onlarla ilgili süreçler için
    kullanılıyor
    .

    q   
    Ama eğer,
    örneğin kumu cama çevirme süreci için teknoloji kavramı
    kullanılabiliyorsa, bir sorunu semptomlarından ayırarak
    tanımlayabilme süreci için de kullanılmalıdır.

     

    O halde
    teknoloji transfer edelim gitsin (!)

    Bir zamanlar
    ünlü bir sanayicimiz, Türkiye’nin teknoloji üretmekteki zaafiyetine
    karşı “parayı bastırır teknolojiyi alırsın” derdi. Kendisinin de
    hazır bulunduğu bir konferansta, teknoloji transferinin futbolcu
    transferine benzemediği, para vererek alınabilen teknolojinin ancak
    rekabet gücü düşük teknolojiler olacağı, zaten böyle olmaması
    halinde de teknoloji üreten ülkelerin bunu sürdüremeyeceği,
    sürdürebilmeleri için kurnaz ama saf uluslara ihtiyaç olduğunu
    anlatmıştım. Gerçi futbolcu transferlerinin de aynen böyle olduğu
    sonradan anlaşıldı. Milyon dolarlık ayaklar, güneşli ve rahat bir
    emeklilik ülkesine akın edip geliyorlar. Onları birer teknoloji
    olarak transfer edenler ve -özellikle de- transferlerine aracılık
    edenler  çok memnunlar; tek kusurları işe yaramamaları. Aynen
    “para bastırılıp transfer edilen teknolojiler” gibi.

    q   
    Sorun
    tanımlama olarak adlandırdığımız teknoloji aslında Sorun Çözme
    Yeteneği
    [1]
    adı
    verilebilecek daha üst ve bir dizi teknolojiden ibaret bir
    kültürdür.

     

    Kültür -kolay-
    transfer edilebilir mi?

     

    Farklı
    kültürlere sahip insan toplulukları arasında kültür değişmeleri
    olduğunu, bunun bazen iyiye bazen olumsuza doğru aktığını
    biliyoruz
    .

     

    Aynı bir ulusun
    içinde ya da farklı uluslar arasında çeşitli konularda kültürel
    akımlar olabilmektedir. Bu akımların yön ve şiddetini, ardındaki
    ekonomik itme gücü (ve onun da ardındaki güç türleri)
    belirliyor.

    q   
    O halde, bir
    toplum içinde birilerinin farkına varıp da “bizim bu kültüre (yani
    yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne) ihtiyacımız var” demesi bir
    kültür akımının doğmasına yetmiyor.

    q   
    Nitekim,
    Osmanlı İmparatorluğu ya da cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki bu
    tür “kültür reformu” girişimlerinin genelde başarılı olamayışının
    nedeni budur
    [2].

    q   
    O halde,
    yüksek sorun çözme yeteneği ihtiyacımızın yaygınlaşması zorunluğunu
    bir an için kenara bırakıp, önemli bir sorunumuzu iyi
    tanımlayabilmek için o kültürün bir tekniğini -ağızdan dolma tüfek
    gibi- kullanmaktan başka bir çare kalmıyor.

     

    Sorunu
    tanımladıktan sonra nelerin
    nasıl yapılacağı konusunda yine
    yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne ihtiyaç olacağının altını
    çizmekte yarar var.

    q   
    Bir sorun
    tanımlama tekniği: “İstendik ve istenmediklerin
    netleştirilmesi”

    q   
    Genelde
    sorunlarımıza, özelde ise Kürt sorununa bakıldığında görünen, talep
    olarak ortaya koyulan argümanların -bilinçli ve/ya bilinçsizce-
    buğulu ifadeleridir. Örneğin “dilini konuşabilmek” açık gibi
    görünmesine karşın buğulu bir ifadedir.

     

    İfadenin bir
    ucu, “kendimi ifade etmem gereken yerlerde ana dilimi özgürce
    kullanmak, bu amaçla da dilimi öğrenmek istiyorum” iken, diğer ucu
    “devletin ana dilini benimsemiyorum” gibisinden bir net
    başkaldırıya kadar uzanıyor.

     

    Benzer şekilde
    özerklik talebi de beyazdan siyaha kadar uzanabilecek bir
    belirsizlik şerididir. Yerel yönetim bağlamında bilinen özerklik
    tanımından, bir coğrafi bölgenin doğal kaynaklarının da özerk idare
    tarafından tasarrufuna kadar uzanabilir.

    q   
    Diğer yandan,
    “milletiyle bölünmez bütünlük” gibi bir deyim örneğin bir edebi
    eserde anlamlı olabilirken, böylesi bir sorun çözme ortamında yine
    herkesin kendi meşrebine göre anlam yüklemesine yol
    açar.

    q   
    Bu ve benzeri
    belirsizlikler, her niyet sahibinin, üzerine kendi niyetlerini
    bindirebileceği birer taşıyıcı olduğu için iç ve dış kaynaklı
    manipülasyonlara da son derece açıktır.

    q   
    İşte bu
    durumda, taleplerin -gerekirse çok sayıda, basit ama net
    ifadeli
    [3]– “istendik ve
    istenmedikler
    e dönüştürülmesi bu buğulu ortamı
    büyük ölçüde ortadan kaldırır.

    q   
    Sorunu
    tanımlamayı kimler istemez?

    q   
    Cevap
    kolaydır: Her kim ki bu buğulu ortam içinde, içine niyetlerini
    gizleyebileceği ve de zamanı geldikçe yavaş yavaş -alıştıra
    alıştıra- ortaya çıkaracağı ifadelerle taleplerini dile getiriyor
    ya da o talep sahiplerini savunuyor ise onlar tabii ki bu taşıyıcı
    ortamın netleşmesini istemezler.

     

    Örneğin “siyasi
    çözüm” olarak ifade edilen ama sahiplerinin israrla tanımlamaktan
    çekinip, yuvarlak laf kalabalığı ile geçiştirdikleri “talep” bu
    tanımlama isteksizliğine bir örnektir.

    Yazılı ve görsel
    medyada sık sık rastladığımız, buğulu talep ifadelerine bir de
    böyle bakılmalıdır
    .

    q   
    Bu durumda
    Kürt sorunu nedir?

     

    Bir soruna ait
    şikayetleri, talepleri, semptomlarını alt alta sıralayıp, sonra da
    bunları bağırarak tehditler eşliğinde dile getirerek sorun
    tanımlanamaz.

     

    Toplumumuzu
    oluşturan çeşitli kesimler ve bireyler, Kürt Sorunu konusunda
    birçok yakınma, talep ve çözüm önerisinden oluşan bir küme ile
    karşı karşıyadırlar ama sorunun ne olduğunu ancak herkes kendi
    kendine tanımlamaktadır.

    q   
    Ortaklaşa
    tanımlanmamış bir sorun çözülebilir mi? Bu garip bir durumdur ama
    Kürt sorunundaki durum tam olarak budur.

     

    Hatta buradaki
    “ortaklaşa” kavramının zımnen içerdiği “paydaşlar”ın kimler
    oldukları dahi tam olarak belirlenmemiştir; sadece tahminler
    vardır. “Bu Sevr’in yeni tür dayatmasıdır”, “kafamıza çuval
    geçirenlerin niyetleridir”, “Şark meselesinin uzantısıdır”,
    “İmralı’daki böyle istiyor” vb gibi.

    q   
    Peki sorun
    nasıl tanımlanacak? Bir sorunu çözmenin onlarca yolu olabilir. Ama
    çözememenin tek ortak nedeni, sourunun varlığının kabul
    edilmeyişidir. Şu kabul edilmelidir ki, Kürt sorunu ile yatıp
    kalkanlar dahi, en önemli sorunun, Kürt Sorunu’nun tanımlanmayışını
    bir sorun -hem de en önemlisi- olarak görmemektedirler.

    q   
    İlk adım,
    bunun tam anlaşılması olmalıdır. İşin en az yarısı budur. İkinci
    adım, birilerinin -kimler olursa olsun- ortaya, adına Çalışma
    Listesi denilebilecek (müsvedde, geçici) bir “istendik /
    istenmedikler” listesi koymasıdır.

     

    Tabii ki değer
    iletişimi[4]
    ilkesine uygun hazırlanmak kaydıyla.

     

    İstendik ve
    istenmedikler için geçerlik testi.. Listeye girecek her ifade,
    ancak ve yalnız “bir” şeyi ifade etmeli ve herkesçe aynı
    anlaşılabilmelidir. Bunun için çeşitli testler geliştirilebilir.
    Paydaşların üzerinde anlaşabileceği bir test en doğrusudur; ama
    örnek olması için şöyle birkaç test de önerilebilir: Rastgele 10
    kişinin yaklaşık olarak aynı şeyi anlaması,

    İstendik veya
    istenmedik ifade için “bu niçin önemlidir?” sorusuna verilebilecek
    cevap, temel insan haklarından birisi ile buluşmalı.

    Doğrudan
    buluşamadığı takdirde verilecek cevap için tekrar “bu niçin
    önemlidir?” sorusu sorulmalı.

    Bu çevrim üç
    kere döndükten sonra hala bir temel insan hakkına net olarak
    ulaşamamışsa listeden çıkarılmalı ya da -eğer israr ediliyorsa-
    yeniden ve farklı biçimde ifade edilmeli.

    q   
    Listeyi
    kimler hazırlayacak?  Bu listeyi kimin hazırlayacağı değil,
    kimlerin ne katkılar yapacağı önemlidir. Soruna paydaş olabileceği
    düşünülen kimler varsa (birey ya da kurum) katılarak listeye
    eklemeler yapılması
    özendirilmelidir.

     

    Tekraren
    belirtilmelidir ki, listeye ekleme yapmak isteyenler muhakkak
    sorundan etkilenmeli ya da sorunu etkileyebilmeli, yani gerçekçi
    bir temsil kabiliyeti olmalıdır.

    Listedeki kimi
    istendik / istenmediklere katılmayanlar da kendi tercihlerini
    yazabilirler.

    Böylece, bir
    bölümü birbiriyle çelişen çok sayıda istendik / istenmedik içeren
    bir liste ortaya çıkacaktır.

    q   
    Bu haliyle
    doğrudan sorunun çözümünü sağlamaz ama iyi bir “ilk adım”dır.
    Bundan sonraki adım eliminasyon adımıdır. Kritik adım
    burasıdır.

    q   
    Elemeyi
    yapacak paydaşlar (sorundan etkilenen ve sorunu etkileyenler)
    üzerinde mutlak bir uzlaşı bulunmak zorundadır. Ayrıca bu uzlaşının
    taktik nedenlerle ileri sürülen göstermelik bir uzlaşı olmaması,
    tüm paydaşların bu konuda ikna olmaları gerekir.

     

    Eleme adım adım
    yapılır. Şöyle bir sırayla yapılacak bir eleme, sorun’un giderek
    daha belirginleşmesine (yani tanımlı hale gelmesine)
    götürecektir:

    İşe yaramayacağı
    (etkisizliği, önemsizliği vb) belli olanlar elenir,

    Paydaşlardan
    herhangi birisinin, temel değerleri ve ilkeleri nedeniyle kesin
    olarak reddecekleri elenir,

    q   
    Bu iki
    adımdan geri kalanlar, üzerinde çalışılarak gruplanmaya ve sorunu
    tanımlayacak hale getirilmeye çalışılır.

    q   
    Böylece
    tanımlanan sorun mutlaka çözülebilir mi? Çözülüp çözülmeyeceği
    bilinemez, ama en azından sorun’un ne olduğu tam olarak belli
    olur.
    31 Mayıs
    2009

    31 Mayıs 2009

     

  • BASILAN SANATÇIYA(!) SANATÇILAR KARŞI ÇIKMALI

    BASILAN SANATÇIYA(!) SANATÇILAR KARŞI ÇIKMALI

    Sık sık gazetelerde, geleneksel meslek sahibi hanımların işadamlarıyla basıldığı haberleri yeralır. Bunun ilginç bir yanı yoktur. Dünyanın her yerinde bu tür işleri yapan milyonlarca insan vardır ve bu yüzden de bu işe tarihin en eski mesleği denilmiştir.

    Garip olan, bu kişilerin gerçek mesleklerini gizleyip ne hikmetse kendilerine daima sanatçı demeleridir.

    “Filan sanatçı fişmanca kişiyle basıldı” haberlerinin en çok rahatsız etmesi gereken kesim ise çok az sayıdaki sanatçımız olup, onlardan hiç ses çıkmayışı ikinci garipliktir.

    Sanatın, bir toplumun refah ve mutluluğuna yol açan az sayıdaki faktörden birisi (ve başlıcası) olduğunun bilincine henüz varamamış toplumumuzda, cinsellik sömürüsü yoluyla cinsel eğitimsiz kitleleri televizyonuyla, alo hatlarıyla, gazeteler yoluyla sömüren ve adına hayat kadını dahi denmesi doğru olmayan çok sayıda kadın, her kesimden önce kadınlarımızın sonra da sanatçılarımızın onurlarını çiğnemektedir. Buna hep beraber karşı çıkmalı, bu insanların kendilerine sanatçı denmesini şiddetle reddetmeliyiz.

    Bu kesimlere karşı çıkması gereken bir başka kesim de vücudunu satmaktan başka çare bulamamış zavallı kadınlardır. Bu yaratıklar, onların mesleğini yapmakta ama mecbur olmadan ve değişik ad altında yapmaktadırlar.

    Bu insancıklara verilebilecek en yerinde ceza, basının, televizyonların bunlarla ilgili haberlere yer vermemesidir.

  • Ceket yoluyla hamilelik ve güneydoğuya sürgün cezası!

    Ceket yoluyla hamilelik ve güneydoğuya sürgün cezası!

    Bir gazete haberi..

    Yıllar önce bir TV filminde, New York’ta bir gece yarısı ıssız sokakta işlenen bir cinayeti bir grup sokak çocuğu görüyor. Ertesi günkü gazetelerde maktülün bir trafik kazasında öldüğü yazıyor. Haberi okuyan çocuklar, aralarında tartışmaya başlıyorlar. Bir bölümü, gözlerinin önünde olan olayın trafik kazası olmadığına eminler. Diğerleri ise “gazete yazdığına göre doğrudur” yanlısı.

    Nihayet epey tartışmadan sonra birinci grup iddiasından vazgeçip, gazetenin yalan yazamayacağına ikna olup trafik kazası haberine inanıyorlar.

    18 Ekim 2009 tarihli gazetelerde bir haber var: Burdur Tarım İl Müdürünün, bir kadın çalışanı “hamile kalamıyorsun, çünkü bu işi bilmiyorsun; ben ceketimi üzerine örtsem hamile kalırsın” sözleriyle taciz ettiğini ve kadın çalışanın tokalaşırken “yeni gelin gibi” eline fazla sarıldığını ve de bütün bunları dairedeki diğer çalışanların gördüğü “yazıyor”.

    Gazete yazdığına göre doğru mudur yoksa biraz gerçek biraz abartı-komplo kokan bir durum var mıdır bilinmez, o yön gazetelerin ombudsmanlarının işi olsa gerek.

    Haberin bu kısmını geçelim..

    İşyeri tacizleri külliyatına girebilir haberin devamında, kamuoyumuzu tatmin edecek bir ayrıntıya(!) yer veriliyor: Yapılan soruşturmadan bir sonuç çıkmayınca, bakanlıktan yollanan müfettişler, suçlanan müdürün Güneydoğu bölgesini kapsayan 6.Bölge’ye tayini yoluyla cezalandırılmasını istemişler.

    Gerice yörelerimiz niçin geri kalmıştır?

    Bu soru’nun yanıtının tek olmadığını, sadece ceket yoluyla hamile bıraktıranların yol açtığı bir sorun olmadığını herkes tahmin edebilir. Ama kritik sorular, çeşitli -ve de bir kısmı gerçek bir kısmı uydurma- gerekçelerle Doğu ve Güneydoğu’ya tayin olgusunun ne kadar yıldır sürdüğü ve bu gerekçelerle tayin olunanların (yani sürülenlerin) sayısının, oralardaki kamu görevlileri içindeki payının ne olduğu sorularıdır.

    Soruna bu iki soru açısından bakıldığında net olarak görünen şu başlıklardır:

    o        Bir yörenin kalkınma ve gelişmesine etken öğeler tek değildir. Gelişme potansiyeli -ki çok sayıda alt bileşeni var- önemli bir etkendir. Ama en önemli etken, o yöredeki insan nitelik dokusu‘dur. Bu dokuyu tetikleyen birincil faktör (hatta yegane) ise oradaki kamu yönetimi kadrosu, daha da açığı “kamu yönetiminin nitelik dokusu“dur.

    o        Kamuoyunun uzun süreli belleği zayıf olduğu için, hangi yöreye giderseniz gidiniz, halkın kendisi ya da oradaki çeşitli örgütler, gelişmemişliğin nedeni olarak oralara yatırım yapılmaması vs gibi çok daha az etkili unsurları öne sürerler. Halbuki birincil neden, oralara niçin sürekli olarak şaibeli ve/ya küskün kamu görevlilerinin gönderilmiş oluşudur. Çünkü oraların yerel potansiyelleri açığa çıkaracak olanlar onlardır.

    o        Kelebek etkisi nedeniyle bazen bir defa yapılan bir yanlış bile olağandışı sonuçlar üretebilir. Gelişmemiş yörelerimiz açısından durum bu değildir. Bu yanlış sürekli olarak (asırlardır) tekrarlanmıştır. Küçük gibi görünen bu olgu o yörelerin geri kalmasının birinci derecede nedenidir. Nitekim, zaman zaman bilerek veya eğrisi doğrusuna denk gelerek ya da rahmetli Recep Yazıcıoğlu’nun tayininde olduğu gibi “sürelim ama sürmüş gibi de görünmesin” formülü ile tayin olunanların o yörelerin gelişimine -kısa sürelerde- ne kadar katkıda bulundukları biliniyor.

    Bu bir kamu yönetimi geleneğimizdir ve asırlıktır..

    Cezalandırılmak istenilen kamu görevlilerinin “burunlarının sürtüleceği” koşullara sahip yerlere gönderilmesi Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri titizlikle korunan bir kültürel mirasımızdır.

    Milletvekilliği ve bir süre bakanlık yapmış bir dostum, bakan olduğu ilk gün tüm teşkilatına yayımladığı ve sonradan da israrla izlediği bir genelgesinden söz etmişti: “Kusur işleyen için prosedür uygulansın, fakat kesinlikle gerice yörelere tayin edilmesin“.

    Bunun ne denli önemli bir gelişim tetikleyici öğe olduğunu biraz düşünmeliyiz.

    18 Ekim 2009 Pazar

  • Cehalet nasıl özendirilir?

    Cehalet nasıl özendirilir?

    Çobanın oyu kaçtır?

    Bir TV programında, saçının rengi nedeniyle zeka özürlü sayılan bir kişi “benim de çobanın da birer oyumuz var, bu haksızlık” deyince -haklı olarak- çok eleştirilmişti.

    Demokrasinin olmazsa olmazlarından birisi olan “eşit oy hakkı” ilkesinin reddi çoğu kimsece eleştirilmiş, ama bir bölüm de, “çoban” sözcüğünde simgeleştirilen “cehalet”in demokrasi ile bağdaşmazlığına da hak vermişti. İki arada bir derede kalanların sayısının epey olduğunu da sanırım.

    Alan okur-yazarlığı

    Kuşkusuz bu çelişkinin çözümü, çobanlara oy hakkının kısıtlanması yoluyla olamaz. “??. okur yazarlığı” deyimiyle ifade edilen çeşitli alanlardaki cehaletlerin yok edilerek, her oy’a yüklenmiş bulunan bilinç düzeyinin eşitlenmeye çalışılması gerekir.

    Örneğin, bilişim okur-yazarlığı düzeyi yükseltilemezse, bir kısım insanımızın ATM kartıyla emekli maaşını çekememesi hatta otobüse binememesi gibi durumlar ortaya çıkabilecek. Yarınlarda elektronik oy verme gerçekleştiğinde bu insanlar oy da kullanamayacaklar.

    Herhangi bir alandaki okur-yazarlığı geliştirmek için en iyi yöntemin, bir dizi aracın birlikte, birbirini tamamlayacak şekilde kullanımı olduğunu biliyoruz. Sadece tek aracın, örneğin sadece okul kurumu olamayacağı, eğer buna bel bağlanırsa çok uzun yıllar beklemek gerekeceğini tahmin etmek güç değildir.

    En etkili öğrenme “ihtiyaçlar” yoluyla sağlanır

    Öğrenme devrimi adıyla -tabii ki sınırlarımızın dışında- gelişen akım olduğu dikkate alındığında, “alan okur-yazarlığı” konusundaki en etkili aracın da insanlarda ihtiyaç yaratmak olduğu kolayca görülebilir.

    İhtiyaç ise “mecbur olmak”tır!

    Hepimiz birbirimize -bireysel ve/ya kurumsal olarak- ihtiyaç yaratabiliriz.

    Çocuğuna sorumluluk vermek isteyen anne babalar, onların harçlık ihtiyaçlarını bir takım sorumluluklar yükleyerek bunu gerçekleştirebilir.

    Çalışanlarının yabancı dillerini geliştirmelerini isteyen kuruluşlar onlara yabancı dil öğrenmelerini mecbur kılacak sorumluluklar verebilirler.

    Sınıfların kirletilmemesini sağlamak isteyen öğretmenler, sınıf temizliği konusunda öğrencilerinden yardım etmelerini isteyebilir. Ve daha yüzlerce örnek.

    Şimdi size, bunların tam aksine, öğrenmeyi değil cahil kalmayı özendiren ve bunu sürekli yapan kurumlarımızdan üç örnek:

    o      Gazetelerimizde, şu tür haberler neredeyse kuraldır: “Marmaray kazısında 9 metre 40 santim derinlikte insan kemikleri bulundu“, “Dört kişilik bir ailenin mutfak masrafı bin 300 lira oldu” vs.

    Niçin 9.40 m değil de 9 metre 40 santim? Niçin 1300 lira değil de bin 300 lira? Bunların nedeni bellidir: Bizim insanlarımız arasında 9.40 m’nin 9 metre 40 santimetre olduğunu bilmeyenler, 1300 sayısını okuyamayanlar vardır; biz hepsini kucaklamalıyız (bu “kucaklama” işi de neyin gizlenmişidir bilmem!)

    o      Profesör ünvanlı insanlar, en azı lise mezunu olan spikerler hava raporu veriyor: “Meteorolojik tahminlere göre önümüzdeki üç günde İstanbul’da ısı 20 derece olacak

    Bu insanlar ısı yerine sıcaklık denilmesi gerektiğini, ikisinin çok farklı olduğunu bilmiyorlar mı? Bilmiyenler olabilir ama çoğu biliyor fakat şu nedenle ısı diyorlar: Bizim insanlarımız arasında sıcaklık deyince soğuk havaların da bulunabileceğini anlamayanlar vardır; biz hepsini kucaklamalıyız.

    o      Seçimlerde kullanılan oy pusulalarının boyu yaklaşık 1 m. Halbuki basit bir form tasarımı ile, pusulalardaki tüm bilgileri -hatta arka yüzüne gereken yasal bilgileri de ekleyerek- A4’ten daha küçük bir yere sığdırmak, mühürleri de çok küçültmek mümkün.

    YSK’nda hiç olmazsa bir kişi bunu akıl edemez mi? Etmesine eder ama gerekçe yine aynıdır: Bizim insanlarımız içinde öyleleri vardır ki bırakın ayrıntılara dikkat etmeyi, ancak eline ip veya şablon pusula verilirse[1] oy kullanabiliyor. Biz tüm yurttaşları kucaklamalıyız ki demokrasi olsun!

    Bu birbirinden farklı örnekler çoğaltılabilir. Ama dikkat edilirse tümündeki felsefe aynıdır: Her ne sistem kurulacaksa, en aptal, en cahiline göre yapılmalı.

    Böylece, insanlara “alan okur-yazarlığı” kazandırabilecek en etkili araç kenara itilmekte, giderek negatif seçim desteklenmektedir. Halbuki evrim ise bunları ayıklıyor.

    Bir anlayış ki doğa kurallarının aksini zorlar, o sistemin yürümesi zordur.

    Nisan 11, 2009

  • “TÜRKİYE BAŞARIYA HAZIRDIR”!!

    “TÜRKİYE BAŞARIYA HAZIRDIR”!!

    HABİTAT konferansı bittikten bir hafta sonra gazetelerde tam sayfa bir teşekkür ilanı çıktı. Sayın Cumhurbaşkanının, katılımcılara teşekkür mesajını içeren bu reklamın başlığı, “Türkiye başarıya hazırdır” idi.

    Ulusal bütünlüğün önemli bir simgesi olan bayrağın bir parti kongresinde indirilip yerine terör örgütü flamasının çekildiği bir günün ertesinde anlamlı bir slogan!

    BM’in sağladığı fonlardan -ki kendi paramızdır- finanse edildiği ve sırf, “ne koparsam kardır” zihniyetiyle reklamcılarca harcandığı belli olan bu gecikmiş reklam, başarı ve başarısızlık değerlerimizin ne denli çarpıldığının canlı bir örneğidir.

    HABİTAT’ı bir fırsat bilip sokak hayvanlarını katleden belediyeler, bu cinayete seyirci kalan milyonlarca insan ve “Türkiye başarıya hazırdır”diyebilen insanlar şu iki olaya dikkat etmelidirler: Birincisi, konferansa katılan yabancıların bu katliamı kınayan tokat gibi sözleridir.

    İkincisi ise ağır bir şamardır. 9-10 yaşlarında küçük bir çocuğun, ilk defa TV kamerasına birşeyler söylemesinin ürkekliğiyle, titrek ama son derece kararlı bir sesle, düşüne düşüne söylediği “mahallemizdeki köpeği zehirleyenlerde insana saygı da olamaz , bunu niçin yaptıklarını bir türlü anlamıyorum” sözleridir.

    Bu iki olay, birbirlerini kutlayan insanların yüzlerinde inmiş birer şamardır.

    Toplumu oluşturan milyonlar sessiz kaldıkça, bu reklamı yayınlayana, onaylayana binlerce protesto telefonu, faksı, mektubu gitmeden, bir avuç insan aklına geleni yapacak, herşeyi kendine yontacaktır.

    HABİTAT hazırlığını fırsat bilip kan içme duygularını kısmen tatmin edenler, bir avuç hayvan dostunun -onlara canlı dostu demek daha doğrudur- vicdanlarında mahkum olmuşlardır.

    Ama kendilerinin kusuru da yok değildir. Oldukça çok sayıda hayvan koruma derneği ya da platformu bulunmasına karşın, aralarında bir “ağ” kuramamışlardır.

    Böylece doğan vakum, ya belediye itlaf ekipleri ya da “apartmanda köpek beslenemez” kararına “evet” diyen Yargıtay üyelerince doldurulmuştur.

    HABİTAT sırasındaki hayvan katliamı, canlı dostlarına bir uyarı olmalıdır.

    Bir “Canlı Dostları Ağı” oluşturulması için bundan daha iyi bir neden olamaz.

    Doğada ne varsa -ki hepsi canlıdır-, onlarla ilgili dernek, vakıf, platform ve de bireyler, kendi kimliklerini ve de örgütlerinin kimliğini kaybetmeden bir “ağ” oluşturabilir ve işbirliği yapabilecekleri alanları belirleyebilirler.

    İlk bakışta bile görünen ortak bilgi “tüm canlılara saygı” değerinin toplumda yaygınlaştırılmasıdır.

    Bu değer oluşturulmadan ne hayvanseverler, ne insan hakları savunucuları, ve ne de erozyonla mücadele edenlerin başarı kazanmalarına imkan yoktur.

    Çarşamba, 26 Haziran 1996