• Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    En gerçekçi ve de gerekli vaat: Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    2009 rakamlarına göre Türkiyedeki toplam siyasi parti sayısı 61, faal dernek sayısı yaklaşık 85,000 ve faal vakıf sayısı ise 10,000 dolayındadır.

    Bunlardan siyasi partilerin tamamı, vakıf ve derneklerin de bir bölümü, adına Türkiye Sorunları denilebilecek -küçük ya da büyük ölçekli- sorunlara çözümler geliştirmek ile meşguldürler. Siyasi partiler ise geliştirdikleri çözümleri iktidar gücünü bütünüyle ya da (koalisyonlar yoluyla) kısmen elde ederek uygulamayı hedeflemişlerdir.

    Bu kurumların özetlenen bu niyetleri -ilan edilmemiş olsa da- şöyle bir varsayıma dayalı olsa gerekir: “Eğer sorun alanları için çözümler geliştirilebilir ve bunlar geniş kesimlere ya da iktidar gücünü elinde bulunduranlara anlatılabilirse uygulamaya aktarılabilmesinin önünde önemli bir engel yoktur..

    Buna göre şöyle bir soru sorulsa!!

    Bu nedenle de bu kurumların çoğu, enflasyonun nasıl kontrol altında tutulacağı, fakirlikle nasıl mücadele edileceği, evsizlere nasıl ev, işsizlere nasıl iş sağlanacağı, bankacılıkta neler yapılacağı gibi konulardaki vaatlerini ilan eder, çabalarını da bu konularda planlar yapmaya, bu konulara hakim uzmanları çevrelerine toplamaya yöneltirler. Acaba sorun gerçekten de bu mudur?

    Eğer sorun bu çerçevede olsaydı, eline imkan geçen her kurum vaatlerini gerçekleştirebilirdi. Ama ne yazık ki durum bu değildir. Haklarında çözüm geliştirilmiş sorunların çoğu için ortam koşulları ya kısmen ya da bütünüyle göz ardı edilirler.

    Ekonomik, siyasal, kültürel iç ve dış emeller, toplumsal değer yargıları[1], sahiplenilmiş çözümler[2], kaynak kısıtları, iç ve dış kaynaklı vesayetler, mafyatik etkiler, yabancı servislerin hiçbir yasal ve/ya ahlaki kural tanımayan girişimleri, ortam koşullarının çetrefilli birkaç elementidir.

    Dağarcık zafiyeti

    Bütün bu koşulların dikkate alınmasına imkan verebilecek Sorun Çözme Araçları, siyasi kurumlarımızın dağarcıklarında mevcut değildir. Bu nedenle de sorun çözümleri için öneri ve vaatleri, teknik adıyla sub-optimization, düz Türkçesiyle de dikensiz gül bahçesi ortamı denilebilecek koşullara göredir.

    Bu ortam koşullarının dikkate alınmayışı, Türkiye’yi giderek zor yönetilir duruma getirirken, bir yandan da durumu gittikçe zorlaştıran başka yan etkiler doğurmuştur: Ülke sorunlarının giderek derinleştiğini gözlemleyen -ve sayıları giderek artan- insanlar, mevcut ahlaki ve yasal kurallara uymanın yararsız olduğu sonucuna varmışlardır. Ortaya çıkan ve giderek derinleşen bu yan etkilerden birisine kural tanımazlık denilebilir.

    Diğer ve daha da olumsuz yan etki Sömürüye Açık Alan (SAA) genişlemesi denilebilecek bir olgudur. Her çözülemeyen sorun çevresinde, çeşitli iç ve dış niyet sahiplerince sömürülerek kendi lehlerine ve Türkiye aleyhine kullanılabiecek alanlar oluşmaktadır.

    Örnekler..

    • Ermeni sorunu çevresinde oluşan SAA, neredeyse tüm ülkelerin parlamentolarından “soykırımı tanıma yasaları” çıkarılacağı tehdidini (koz) ortaya çıkarmıştır.
    • Kürt sorunu çevresindeki SAA, silah satışı, anlık istihbarat verip vermeme, terör gruplarını destekleme gibi melanet ürünlerini barındırıyor.
    • Farklılıkların bütünlüğünü sağlayamama sorunu çevresindeki SAA, ılımlı islam denilen ve tamamen islamcı terörizm ile başa çıkabilmek için Türkiye’yi kullanarak tasarımlanan Sorun Çözme Aracı’nı başımıza sarmıştır. Uluslararası oyunun temel kuralının pembe kazan-kazan ilkesine değil, büyük sopa kuralına göre işlediğini bir kere daha sopalanarak öğreniyoruz.
    • Eğitimi, ideolojik koşullandırma zannederek, bir yandan ayakları üzerinde duramayan muhtaç insan üretimi, bir yandan da dinci ve etnik ideolojik koşullandırmalara icazet sağlanması gibi çok yönlü üretilen sorunların çevresindeki SAA’lar, ülkedeki onlarca melanet odağının beslendiği alanlar olmuştur.
    • Demokrasi kavramının üzerine oturduğu uzlaşı kavramının içselleştirilemeyişi sorunu çevresindeki SAA, bu yaşam kolaylaştırıcı kavramın dönerek bir çoğunluk egemenliği olarak anlaşılmasına, bu ise bu egemenlikten çıkar sağlamayı amaçlamış kesimlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

    Nasıl araçlar kullanılmalı ki Türkiye yönetilebilir olsun?

    Vizyonu her ne olursa olsun siyasi partiler başta olmak üzere Türkiye sorunları üzerine tezler, vaatler geliştiren her kurumun öncelikli hedefi, ele aldığı sorunları çevreleyen ortamları oluşturan bileşenleri irdelemek ve bu yolla o sorunların çevresindeki sömürüye açık alanları daraltmak olmalıdır.

    Bunu yapmayıp, çeşitli yaşam alanları için yeni kurallar koyarak sorunları çözmeye çalışanlar, bilgileri, ünvanları, deneyimleri, tutkuları, ezberleri ne olursa olsun onları bir kenara bırakıp, sorunları ortamlarıyla birlikte ele almadıkları her durumda yeni sorunların üremesine yol açacaklarını idrak etmelidirler. Bu tür girişimler sorunları çözemediği gibi, yeni üretecekleri sorunların çevresindeki SAA’lar nedeniyle Türkiye’nin yönetilebilirliğini daha da zora sokacaklardır.

    Sonuç: Gerçekçi iki vaat!

    Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni artırmak ve Türkiye’yi yönetilebilir kılmak, siyasi partilerin vaat etmeleri gereken en gerçekçi iki hedef olmalıdır. Bunun dışındaki vaatler, sokaktaki insan açısından anlamlı olabilir, ama onlar bu vaatlerin gerçekleştirilebilmesi için gereken ortamları sorgulama kapasitesine sahip olamayabilirler ya da olanlar seslerini duyuramayabilirler.

    Tartışma ve programlarını halen “imar planları nasıl yapılmalı?”, “okullaşma oranı nasıl artırılmalı?”, “işsizlere nasıl iş bulunmalı?” ve benzeri sorunlar çevresinde yürüten siyasi partilerimizin, bunlara paralel olarak -hatta daha da öncelikli olarak- yukarıdaki iki vaat çevresinde düşünmeleri önerilir.

    Pazar, Mayıs 2, 2010

    [1] Değer yargıları terimi genelde pozitif çağrışımlar yapsa da, tüm değer yargılarının olumlu, yapıcı vb pozitif nitelikli olması gerekmez. Örneğin töre adı altında uygulanagelen cezalandırma yöntemi, toplumumuzun tamamında değilse de önemli bir bölümünde bir değer yargısıdır. Benzer şekilde eğitim ve ezberin ayrılmazlığı, bal tutanın parmağını yalayabileceği, eşe sadakatsizliğin erkeğin elinin kiri, kadının ise yüzünün karası olduğu gibi onlarca değer yargısı yapıcı olmayan örneklerdir.
    [2] Sahiplenilmiş çözüm terimiyle, bir kurumun önceden gelen kalıp çözümlerini sürdürme konusundaki tembelliği + ezberciliği + korkaklığı gibi bileşik huyu kastediliyor.
  • Çocuklar Sorun Çözüyor!

    Çocuklar Sorun Çözüyor!

    Bir önerim var!

    Edward De Bono’nun başlıktaki adlı bir kitabında[1], 5-14 yaş arası çocuklara 9 tasarım sorunu verilip çözmeleri isteniliyor. Bunların neler olduklarını ve çocukların ne gibi tasarımlar yaptıklarını https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Ogrenme_Evi/cocuklar_sorun_cozuyor.pdf adresine tıklayarak (pdf formatında) görebilirsiniz.

    Çocukların bir bölümünün düşüncelerini yazıyla ifade edemeyecek kadar küçük olmaları nedeniyle, daha çok çizim şeklinde ifade etmeleri istenilmiş.

    Önerim, buna benzer bir fikri yurdumuzda uygulayıp bizim çocuklarımızın ne gibi tasarımlar yapacaklarını görmek.

    Bunun için, aşağıdaki basit şartnameyi, sizin veya yakınlarınızın ya da tanıdıklarınızın çocuklarına ulaştırıp, yapacakları tasarımları e-posta ekinde aşağıdaki e-posta adreslerinden birisine yollamalarını sağlamanızı rica ediyorum.

    Bunları biraraya getirip, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı sitesinde (www.beyaznokta.org.tr), her tasarımı yapan çocuğumuzun adı altında yayımlayacağız.

    Fikir bu kadar basit. Bakalım büyüklerimize örnek olabilecek tasarımlar gelecek mi?

    (Belirtmeye gerek yok, çocukları yerine tasarım yapıp yollayacak ebeveynlere kapalıdır J ).

    Basit şartname..

    Ø       Bu organizasyon 5-12 yaş arasındaki çocuklara açıktır. Büyüklerince yapıldığı izlenimi güçlü olan veya yasal sorunlar doğurabilecek tasarımlar başkaca neden gösterilmeden elenecektir (daha bu yaşlarda bu işlere girişmelerini özendirmemek için J),

    Ø       İstenilen tasarım konuları şunlar olup, mutlaka her birisi için birer tasarım yapma zorunluğu yoktur; bir tane dahi yeterlidir:

    1.       Sizin bir bireysel sorununuzu çözebilecek bir tasarım yapınız,

    2.       Oturmakta olduğunuz ev, apartman veya siteye ait bir sorunun çözümü için bir tasarım yapınız,

    3.       Yaşadığınız kentin bir sorununun çözümü için bir tasarım yapınız,

    4.       Ülkemizin bir sorununun çözümü için bir tasarım yapınız,

    Ø       Yapılacak tasarımlar bir adet A4 kağıdı üzerinde olacak ve bir tarayıcı ile taranarak jpg formatında bir e-postaya eklenerek yollanacaktır,

    Ø       Her tasarım kağıdının üst orta kısmına, tasarımı yapan kişinin adı ve soyadı, bitirmiş olduğu yaşı (2009-doğum yılı) ve halen yaşadığı il adı -gerekirse büyüklerince- yazılacaktır,

    Ø       Tasarımlar siyah-beyaz ya da renkli olabilir; herhangi bir çeşit kalem kullanılabilir,

    Ø       Yazı yazma konusunda henüz yeterli beceriyi edinmemiş çocuklar için dezavantaj olmaması için tüm tasarımlar çizim şeklinde olacak, çizimlere sadece çok kısa açıklalamalar yerleştirilebilecektir (bu amaçla başlangıçta değinilen örneğin incelenmesi önerilir),

    Ø       Tasarımlar tinaz@tinaztitiz.com adresine yollanacaktır,

    Ø       Gönderilecek tasarımların e-postada görülecek olan son tarihi 30 Ekim 2009’dur,

    Ø       Gönderilen tasarımlar özlerine dokunulmadan tasarımcının adı ile www.tinaztitiz.com ve www.beyaznokta.org.tr sitelerindeki birer klasörde yayımlanacaktır,

    Ø       Yollanacak tasarımların tüm yayın hakları Beyaz nokta® Gelişim Vakfı’na ait olacaktır.

    Çocuklarımızın ne kadar yetenekli olduğunu hep beraber görmek ilginç olmayacak mı?

    Kuşkusuz ne kadar çok çocuk katılırsa sonuçlar o denli öğretici olabiecektir. Bu nedenle lütfen olabildiğince çok çocuğun eline geçmesini sağlayınız. Şimdiden teşekkürler.

    5 Eylül 2009

  • Sorun Çözme Yeteneğimiz ve Kürt Sorunu (Nedir?)

    q    Öz

     

    1.düzey
    ayrıntı

     

    2.düzey
    ayrıntı

    Sorun Çözme Yeteneğimiz
    ve Kürt Sorunu (Nedir?) 
    (Rev 4)

    q   
    Bu yazının
    başlığı çoğu kimseyi sinirlendirebilir. Öyle ya, üzerinde bunca
    konuşulan, bunca insanın öldüğü bir sorunun ne olduğu sorulur mu?
    Hiç sorun belli olmasa o kadar insan ölür mü? Bir sorunun olup
    olmadığını değil -ki olduğu belli-, o sorunun ne olduğunu
    soruyorum.

     

    Soruna ait
    çeşitli boyutları sayarak sorun tanımlanamaz.

     

    Daha ileri gidip
    şu da söylenebilir: Yalnız Kürt sorunu değil, başka birçok
    sorunumuz da tanımlı değildir.

     

    Örneğin, “eğitim
    sorunu” denilen ve hergün üzerinde konuşulup tartışılan sorun
    tanımlanmış mıdır; yoksa tanımı belli olmayan bir sorunu herkes
    kendine göre tanımlayıp tartışmakta mıdır?

    Benzer şekilde
    “göç sorunu”, “trafik sorunu”, “gelir yetmezliği sorunu” ve birçok
    sorun tanımlanmış değildir.

     

    Sorun çözme
    kültürümüz, sorunları tanımlayıp çözmeye değil, sorunların çeşitli
    rahatsız edicilik boyutlarını sorunun kendisi gibi ele alıp onunla
    boğuşmaya dayalıdır.

     

    Buna Sorun Çözme
    Kabiliyeti yetmezliği denilmesi iyi bir adlandırma olabilir.

    q   
    Sorun
    nedir?

     

    Bu soru
    yanılıtıcı olabilir. Bir sorun’un ne olduğu ile o sorun’un
    dışavurumlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu herkes
    bilir.  Ama?.

    q   
    ?. sorun’un
    ne olduğunu tanımlamak yerine, onun semptomlarını sıralamak çok
    daha kolay ve de somut olduğu için çoğu zaman sorunu tanımlamak
    yerine dışavurumlarından örnekler verilir.

     

    Örneğin “trafik
    sorunu”nu tanımlamak yerine, “her yıl bir savaştaki kadar insanın
    ölümüne yol açan olaylar” tanımlaması çok daha doyurucu değil
    midir

     

    Doyurucudur da
    kime göre?

     

    Sokaktaki insan
    uzun açıklamalardan, birbirine girift bağlantılı açıklamalardan
    hoşlanmaz. Ona mutlaka beş
    duyusundan en az birisine (mümkünse
    dokunma duyusuna) hitap eden bir kanıt göstermek gerekir. “Aha bak,
    kamyon sollamış o da otobüsün altına girmiş on kişi de gördüğün
    gibi ölmüş!” kadar net bir açıklama idealdir.

    q   
    Ama sorunu
    gerçekten anlamak isteyen kişiler için böylesine bir kanlı-canlı
    örnek pek az şey ifade eder. Çünkü bu tür tanımlamalar insan sayısı
    kadardır ve hepsi de alabildiğince özneldir.

     

    Örneğin, Kürt
    sorunu olarak dile getirilen ve “terör ve teröre destek olabilecek
    eylemler”, “ayrılma tehdidi”, “iç savaş çıkarma tehdidi”, “dış
    tehditle mücadele için tasarımlanan silahlı kuvvetlerimizin
    işlevinin değişip kendi yurttaşlarının çoğunlukta olduğu bir
    karışımla mücadele etmesi”, “çok sayıda yurttaşımızın ne kendi
    dillerini ne de ana dillerini tam bilememeleri ve bunun yarattığı
    kültürel sorunlar”, “her Kürt kökenlinin potansiyel ayrılıkçı
    sayılma eğiliminin yarattığı haksızlığa uğramışlık psikolojisi”
    gibi semptomların hiç birisi tek başına sorunu
    tanımlayamıyor.

    q   
    Nitekim
    medyadaki tartışmaların her birisinde ayrı argümanlar üzerinde
    durularak yapılan Kürt sorunu tanımları da bu tanım kargaşasına
    işaret ediyor. Bu durum net olarak şunu gösteriyor: İnanılması
    güçtür ama Kürt sorunu tanımlanmış bir sorun değildir!

     

    Bunun başlıca
    doğal sonucu, soruna paydaş olanların her birisinin ayrı tanımlar
    yapması ve o tanımlar uyarınca “önlemler” almasıdır. Yani basit
    Türkçe ile karmaşa!

    q   
    Sorun
    tanımlamak bir tekniği gerektirir!

     

    Teknoloji
    genellikle bu tür olgular için kullanılan bir sözcük değil; fiziki
    nesneler ya da onlarla ilgili süreçler için
    kullanılıyor
    .

    q   
    Ama eğer,
    örneğin kumu cama çevirme süreci için teknoloji kavramı
    kullanılabiliyorsa, bir sorunu semptomlarından ayırarak
    tanımlayabilme süreci için de kullanılmalıdır.

     

    O halde
    teknoloji transfer edelim gitsin (!)

    Bir zamanlar
    ünlü bir sanayicimiz, Türkiye’nin teknoloji üretmekteki zaafiyetine
    karşı “parayı bastırır teknolojiyi alırsın” derdi. Kendisinin de
    hazır bulunduğu bir konferansta, teknoloji transferinin futbolcu
    transferine benzemediği, para vererek alınabilen teknolojinin ancak
    rekabet gücü düşük teknolojiler olacağı, zaten böyle olmaması
    halinde de teknoloji üreten ülkelerin bunu sürdüremeyeceği,
    sürdürebilmeleri için kurnaz ama saf uluslara ihtiyaç olduğunu
    anlatmıştım. Gerçi futbolcu transferlerinin de aynen böyle olduğu
    sonradan anlaşıldı. Milyon dolarlık ayaklar, güneşli ve rahat bir
    emeklilik ülkesine akın edip geliyorlar. Onları birer teknoloji
    olarak transfer edenler ve -özellikle de- transferlerine aracılık
    edenler  çok memnunlar; tek kusurları işe yaramamaları. Aynen
    “para bastırılıp transfer edilen teknolojiler” gibi.

    q   
    Sorun
    tanımlama olarak adlandırdığımız teknoloji aslında Sorun Çözme
    Yeteneği
    [1]
    adı
    verilebilecek daha üst ve bir dizi teknolojiden ibaret bir
    kültürdür.

     

    Kültür -kolay-
    transfer edilebilir mi?

     

    Farklı
    kültürlere sahip insan toplulukları arasında kültür değişmeleri
    olduğunu, bunun bazen iyiye bazen olumsuza doğru aktığını
    biliyoruz
    .

     

    Aynı bir ulusun
    içinde ya da farklı uluslar arasında çeşitli konularda kültürel
    akımlar olabilmektedir. Bu akımların yön ve şiddetini, ardındaki
    ekonomik itme gücü (ve onun da ardındaki güç türleri)
    belirliyor.

    q   
    O halde, bir
    toplum içinde birilerinin farkına varıp da “bizim bu kültüre (yani
    yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne) ihtiyacımız var” demesi bir
    kültür akımının doğmasına yetmiyor.

    q   
    Nitekim,
    Osmanlı İmparatorluğu ya da cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki bu
    tür “kültür reformu” girişimlerinin genelde başarılı olamayışının
    nedeni budur
    [2].

    q   
    O halde,
    yüksek sorun çözme yeteneği ihtiyacımızın yaygınlaşması zorunluğunu
    bir an için kenara bırakıp, önemli bir sorunumuzu iyi
    tanımlayabilmek için o kültürün bir tekniğini -ağızdan dolma tüfek
    gibi- kullanmaktan başka bir çare kalmıyor.

     

    Sorunu
    tanımladıktan sonra nelerin
    nasıl yapılacağı konusunda yine
    yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne ihtiyaç olacağının altını
    çizmekte yarar var.

    q   
    Bir sorun
    tanımlama tekniği: “İstendik ve istenmediklerin
    netleştirilmesi”

    q   
    Genelde
    sorunlarımıza, özelde ise Kürt sorununa bakıldığında görünen, talep
    olarak ortaya koyulan argümanların -bilinçli ve/ya bilinçsizce-
    buğulu ifadeleridir. Örneğin “dilini konuşabilmek” açık gibi
    görünmesine karşın buğulu bir ifadedir.

     

    İfadenin bir
    ucu, “kendimi ifade etmem gereken yerlerde ana dilimi özgürce
    kullanmak, bu amaçla da dilimi öğrenmek istiyorum” iken, diğer ucu
    “devletin ana dilini benimsemiyorum” gibisinden bir net
    başkaldırıya kadar uzanıyor.

     

    Benzer şekilde
    özerklik talebi de beyazdan siyaha kadar uzanabilecek bir
    belirsizlik şerididir. Yerel yönetim bağlamında bilinen özerklik
    tanımından, bir coğrafi bölgenin doğal kaynaklarının da özerk idare
    tarafından tasarrufuna kadar uzanabilir.

    q   
    Diğer yandan,
    “milletiyle bölünmez bütünlük” gibi bir deyim örneğin bir edebi
    eserde anlamlı olabilirken, böylesi bir sorun çözme ortamında yine
    herkesin kendi meşrebine göre anlam yüklemesine yol
    açar.

    q   
    Bu ve benzeri
    belirsizlikler, her niyet sahibinin, üzerine kendi niyetlerini
    bindirebileceği birer taşıyıcı olduğu için iç ve dış kaynaklı
    manipülasyonlara da son derece açıktır.

    q   
    İşte bu
    durumda, taleplerin -gerekirse çok sayıda, basit ama net
    ifadeli
    [3]– “istendik ve
    istenmedikler
    e dönüştürülmesi bu buğulu ortamı
    büyük ölçüde ortadan kaldırır.

    q   
    Sorunu
    tanımlamayı kimler istemez?

    q   
    Cevap
    kolaydır: Her kim ki bu buğulu ortam içinde, içine niyetlerini
    gizleyebileceği ve de zamanı geldikçe yavaş yavaş -alıştıra
    alıştıra- ortaya çıkaracağı ifadelerle taleplerini dile getiriyor
    ya da o talep sahiplerini savunuyor ise onlar tabii ki bu taşıyıcı
    ortamın netleşmesini istemezler.

     

    Örneğin “siyasi
    çözüm” olarak ifade edilen ama sahiplerinin israrla tanımlamaktan
    çekinip, yuvarlak laf kalabalığı ile geçiştirdikleri “talep” bu
    tanımlama isteksizliğine bir örnektir.

    Yazılı ve görsel
    medyada sık sık rastladığımız, buğulu talep ifadelerine bir de
    böyle bakılmalıdır
    .

    q   
    Bu durumda
    Kürt sorunu nedir?

     

    Bir soruna ait
    şikayetleri, talepleri, semptomlarını alt alta sıralayıp, sonra da
    bunları bağırarak tehditler eşliğinde dile getirerek sorun
    tanımlanamaz.

     

    Toplumumuzu
    oluşturan çeşitli kesimler ve bireyler, Kürt Sorunu konusunda
    birçok yakınma, talep ve çözüm önerisinden oluşan bir küme ile
    karşı karşıyadırlar ama sorunun ne olduğunu ancak herkes kendi
    kendine tanımlamaktadır.

    q   
    Ortaklaşa
    tanımlanmamış bir sorun çözülebilir mi? Bu garip bir durumdur ama
    Kürt sorunundaki durum tam olarak budur.

     

    Hatta buradaki
    “ortaklaşa” kavramının zımnen içerdiği “paydaşlar”ın kimler
    oldukları dahi tam olarak belirlenmemiştir; sadece tahminler
    vardır. “Bu Sevr’in yeni tür dayatmasıdır”, “kafamıza çuval
    geçirenlerin niyetleridir”, “Şark meselesinin uzantısıdır”,
    “İmralı’daki böyle istiyor” vb gibi.

    q   
    Peki sorun
    nasıl tanımlanacak? Bir sorunu çözmenin onlarca yolu olabilir. Ama
    çözememenin tek ortak nedeni, sourunun varlığının kabul
    edilmeyişidir. Şu kabul edilmelidir ki, Kürt sorunu ile yatıp
    kalkanlar dahi, en önemli sorunun, Kürt Sorunu’nun tanımlanmayışını
    bir sorun -hem de en önemlisi- olarak görmemektedirler.

    q   
    İlk adım,
    bunun tam anlaşılması olmalıdır. İşin en az yarısı budur. İkinci
    adım, birilerinin -kimler olursa olsun- ortaya, adına Çalışma
    Listesi denilebilecek (müsvedde, geçici) bir “istendik /
    istenmedikler” listesi koymasıdır.

     

    Tabii ki değer
    iletişimi[4]
    ilkesine uygun hazırlanmak kaydıyla.

     

    İstendik ve
    istenmedikler için geçerlik testi.. Listeye girecek her ifade,
    ancak ve yalnız “bir” şeyi ifade etmeli ve herkesçe aynı
    anlaşılabilmelidir. Bunun için çeşitli testler geliştirilebilir.
    Paydaşların üzerinde anlaşabileceği bir test en doğrusudur; ama
    örnek olması için şöyle birkaç test de önerilebilir: Rastgele 10
    kişinin yaklaşık olarak aynı şeyi anlaması,

    İstendik veya
    istenmedik ifade için “bu niçin önemlidir?” sorusuna verilebilecek
    cevap, temel insan haklarından birisi ile buluşmalı.

    Doğrudan
    buluşamadığı takdirde verilecek cevap için tekrar “bu niçin
    önemlidir?” sorusu sorulmalı.

    Bu çevrim üç
    kere döndükten sonra hala bir temel insan hakkına net olarak
    ulaşamamışsa listeden çıkarılmalı ya da -eğer israr ediliyorsa-
    yeniden ve farklı biçimde ifade edilmeli.

    q   
    Listeyi
    kimler hazırlayacak?  Bu listeyi kimin hazırlayacağı değil,
    kimlerin ne katkılar yapacağı önemlidir. Soruna paydaş olabileceği
    düşünülen kimler varsa (birey ya da kurum) katılarak listeye
    eklemeler yapılması
    özendirilmelidir.

     

    Tekraren
    belirtilmelidir ki, listeye ekleme yapmak isteyenler muhakkak
    sorundan etkilenmeli ya da sorunu etkileyebilmeli, yani gerçekçi
    bir temsil kabiliyeti olmalıdır.

    Listedeki kimi
    istendik / istenmediklere katılmayanlar da kendi tercihlerini
    yazabilirler.

    Böylece, bir
    bölümü birbiriyle çelişen çok sayıda istendik / istenmedik içeren
    bir liste ortaya çıkacaktır.

    q   
    Bu haliyle
    doğrudan sorunun çözümünü sağlamaz ama iyi bir “ilk adım”dır.
    Bundan sonraki adım eliminasyon adımıdır. Kritik adım
    burasıdır.

    q   
    Elemeyi
    yapacak paydaşlar (sorundan etkilenen ve sorunu etkileyenler)
    üzerinde mutlak bir uzlaşı bulunmak zorundadır. Ayrıca bu uzlaşının
    taktik nedenlerle ileri sürülen göstermelik bir uzlaşı olmaması,
    tüm paydaşların bu konuda ikna olmaları gerekir.

     

    Eleme adım adım
    yapılır. Şöyle bir sırayla yapılacak bir eleme, sorun’un giderek
    daha belirginleşmesine (yani tanımlı hale gelmesine)
    götürecektir:

    İşe yaramayacağı
    (etkisizliği, önemsizliği vb) belli olanlar elenir,

    Paydaşlardan
    herhangi birisinin, temel değerleri ve ilkeleri nedeniyle kesin
    olarak reddecekleri elenir,

    q   
    Bu iki
    adımdan geri kalanlar, üzerinde çalışılarak gruplanmaya ve sorunu
    tanımlayacak hale getirilmeye çalışılır.

    q   
    Böylece
    tanımlanan sorun mutlaka çözülebilir mi? Çözülüp çözülmeyeceği
    bilinemez, ama en azından sorun’un ne olduğu tam olarak belli
    olur.
    31 Mayıs
    2009

    31 Mayıs 2009

     

  • BASILAN SANATÇIYA(!) SANATÇILAR KARŞI ÇIKMALI

    BASILAN SANATÇIYA(!) SANATÇILAR KARŞI ÇIKMALI

    Sık sık gazetelerde, geleneksel meslek sahibi hanımların işadamlarıyla basıldığı haberleri yeralır. Bunun ilginç bir yanı yoktur. Dünyanın her yerinde bu tür işleri yapan milyonlarca insan vardır ve bu yüzden de bu işe tarihin en eski mesleği denilmiştir.

    Garip olan, bu kişilerin gerçek mesleklerini gizleyip ne hikmetse kendilerine daima sanatçı demeleridir.

    “Filan sanatçı fişmanca kişiyle basıldı” haberlerinin en çok rahatsız etmesi gereken kesim ise çok az sayıdaki sanatçımız olup, onlardan hiç ses çıkmayışı ikinci garipliktir.

    Sanatın, bir toplumun refah ve mutluluğuna yol açan az sayıdaki faktörden birisi (ve başlıcası) olduğunun bilincine henüz varamamış toplumumuzda, cinsellik sömürüsü yoluyla cinsel eğitimsiz kitleleri televizyonuyla, alo hatlarıyla, gazeteler yoluyla sömüren ve adına hayat kadını dahi denmesi doğru olmayan çok sayıda kadın, her kesimden önce kadınlarımızın sonra da sanatçılarımızın onurlarını çiğnemektedir. Buna hep beraber karşı çıkmalı, bu insanların kendilerine sanatçı denmesini şiddetle reddetmeliyiz.

    Bu kesimlere karşı çıkması gereken bir başka kesim de vücudunu satmaktan başka çare bulamamış zavallı kadınlardır. Bu yaratıklar, onların mesleğini yapmakta ama mecbur olmadan ve değişik ad altında yapmaktadırlar.

    Bu insancıklara verilebilecek en yerinde ceza, basının, televizyonların bunlarla ilgili haberlere yer vermemesidir.

  • Ceket yoluyla hamilelik ve güneydoğuya sürgün cezası!

    Ceket yoluyla hamilelik ve güneydoğuya sürgün cezası!

    Bir gazete haberi..

    Yıllar önce bir TV filminde, New York’ta bir gece yarısı ıssız sokakta işlenen bir cinayeti bir grup sokak çocuğu görüyor. Ertesi günkü gazetelerde maktülün bir trafik kazasında öldüğü yazıyor. Haberi okuyan çocuklar, aralarında tartışmaya başlıyorlar. Bir bölümü, gözlerinin önünde olan olayın trafik kazası olmadığına eminler. Diğerleri ise “gazete yazdığına göre doğrudur” yanlısı.

    Nihayet epey tartışmadan sonra birinci grup iddiasından vazgeçip, gazetenin yalan yazamayacağına ikna olup trafik kazası haberine inanıyorlar.

    18 Ekim 2009 tarihli gazetelerde bir haber var: Burdur Tarım İl Müdürünün, bir kadın çalışanı “hamile kalamıyorsun, çünkü bu işi bilmiyorsun; ben ceketimi üzerine örtsem hamile kalırsın” sözleriyle taciz ettiğini ve kadın çalışanın tokalaşırken “yeni gelin gibi” eline fazla sarıldığını ve de bütün bunları dairedeki diğer çalışanların gördüğü “yazıyor”.

    Gazete yazdığına göre doğru mudur yoksa biraz gerçek biraz abartı-komplo kokan bir durum var mıdır bilinmez, o yön gazetelerin ombudsmanlarının işi olsa gerek.

    Haberin bu kısmını geçelim..

    İşyeri tacizleri külliyatına girebilir haberin devamında, kamuoyumuzu tatmin edecek bir ayrıntıya(!) yer veriliyor: Yapılan soruşturmadan bir sonuç çıkmayınca, bakanlıktan yollanan müfettişler, suçlanan müdürün Güneydoğu bölgesini kapsayan 6.Bölge’ye tayini yoluyla cezalandırılmasını istemişler.

    Gerice yörelerimiz niçin geri kalmıştır?

    Bu soru’nun yanıtının tek olmadığını, sadece ceket yoluyla hamile bıraktıranların yol açtığı bir sorun olmadığını herkes tahmin edebilir. Ama kritik sorular, çeşitli -ve de bir kısmı gerçek bir kısmı uydurma- gerekçelerle Doğu ve Güneydoğu’ya tayin olgusunun ne kadar yıldır sürdüğü ve bu gerekçelerle tayin olunanların (yani sürülenlerin) sayısının, oralardaki kamu görevlileri içindeki payının ne olduğu sorularıdır.

    Soruna bu iki soru açısından bakıldığında net olarak görünen şu başlıklardır:

    o        Bir yörenin kalkınma ve gelişmesine etken öğeler tek değildir. Gelişme potansiyeli -ki çok sayıda alt bileşeni var- önemli bir etkendir. Ama en önemli etken, o yöredeki insan nitelik dokusu‘dur. Bu dokuyu tetikleyen birincil faktör (hatta yegane) ise oradaki kamu yönetimi kadrosu, daha da açığı “kamu yönetiminin nitelik dokusu“dur.

    o        Kamuoyunun uzun süreli belleği zayıf olduğu için, hangi yöreye giderseniz gidiniz, halkın kendisi ya da oradaki çeşitli örgütler, gelişmemişliğin nedeni olarak oralara yatırım yapılmaması vs gibi çok daha az etkili unsurları öne sürerler. Halbuki birincil neden, oralara niçin sürekli olarak şaibeli ve/ya küskün kamu görevlilerinin gönderilmiş oluşudur. Çünkü oraların yerel potansiyelleri açığa çıkaracak olanlar onlardır.

    o        Kelebek etkisi nedeniyle bazen bir defa yapılan bir yanlış bile olağandışı sonuçlar üretebilir. Gelişmemiş yörelerimiz açısından durum bu değildir. Bu yanlış sürekli olarak (asırlardır) tekrarlanmıştır. Küçük gibi görünen bu olgu o yörelerin geri kalmasının birinci derecede nedenidir. Nitekim, zaman zaman bilerek veya eğrisi doğrusuna denk gelerek ya da rahmetli Recep Yazıcıoğlu’nun tayininde olduğu gibi “sürelim ama sürmüş gibi de görünmesin” formülü ile tayin olunanların o yörelerin gelişimine -kısa sürelerde- ne kadar katkıda bulundukları biliniyor.

    Bu bir kamu yönetimi geleneğimizdir ve asırlıktır..

    Cezalandırılmak istenilen kamu görevlilerinin “burunlarının sürtüleceği” koşullara sahip yerlere gönderilmesi Osmanlı İmparatorluğu zamanından beri titizlikle korunan bir kültürel mirasımızdır.

    Milletvekilliği ve bir süre bakanlık yapmış bir dostum, bakan olduğu ilk gün tüm teşkilatına yayımladığı ve sonradan da israrla izlediği bir genelgesinden söz etmişti: “Kusur işleyen için prosedür uygulansın, fakat kesinlikle gerice yörelere tayin edilmesin“.

    Bunun ne denli önemli bir gelişim tetikleyici öğe olduğunu biraz düşünmeliyiz.

    18 Ekim 2009 Pazar

  • BU İĞRENÇ TV ROGRAMLARI KİMİN İÇİN?

    BU İĞRENÇ TV ROGRAMLARI KİMİN İÇİN?

    Transseksüel taklidi yapan, programa davetli olarak çağrılan kişilere inanılmaz terbiyesizlikte ve adilikte el ve ağız şakaları yapan kişilerin sunduğu birkaç TV programı var.

    Bu programları, bunları tasarımlayan, sunan, izleyip zevk alan kişilerin zihinsel kurgularını anlayabilmek için defalarca seyrettim. Ve sonunda şu yargılara vardım:

    1. Evet, bunları izleyenler vardır ve de reyting denilen o anlamsız ölçüye göre sayıları çok fazladır.

    2. Bu programları tasarımlayanlar -eğer o sunan kişilerle aynı değilse-, para için herhangi bir başka şeyi de yapabilecek yapıdadırlar. Bu programların, çocuk ve gençler üzerinde ne gibi olumsuz etkiler yaratacağını bilmekteler ve bunu bile bile yapmaktadırlar.

    3. Hanımefendi, beyefendi görünüşüyle o programlara katılan kişilerden, programın ortasında terkedip ayrılmayanlar varsa, onlar da bu aşağılayıcı muamelelere -kendilerine yapılmasa bile- müstahak kişilerdir.

    4. RTÜK denilen kuruluşun, görevini nasıl yapacağını bilmediği kesindir. Programları sansür etmek yerine, toplumun duyarlı kişilerinin olumlu ve olumsuz tepkilerini gösterebilmeleri için uygun ortam yaratmak gibi medeni bir görevleri olduğunu akıl edemeyen bir kuruluştur. Örneğin, her programın yayımlanması sırasında, ekranın bir köşesinde bir faks numarası gösterilmesini telkin etmek, bunu yapabilecek birkaç TV ile işbirliği yaparak yaygınlaşmasını sağlamak, vatandaşları, beğendiği ve beğenmediği programlar hakkında görüş bildirmesinin bir yurttaşlık görevi olduğu bilincini yayabilecek kampanyalar düzenlemek gibi önlemler, yayın durdurmaktan çok daha etkindir.

    Bu tür iğrenç programları izleyenlerin genellikle ot kökenli olmalarının, bilinçli insanlar için bir avantaj olduğu, birincilerin pasif, koşullanmaya teşne, nereye itilirse oraya giden kişiler olduğu bir gerçektir. RTÜK bu avantajı kullanarak bir yurttaş inisiyatifi geliştirmeyi düşünememektedir.

    Demokrasinin, yıllar boyunca ne olduğu konusunda söylenmeyen kalmadı. Ama yalın olarak, “vatandaşların, çeşitli sorunlar karşısında bir başkasından beklemeden üzerine düşenleri yapmak olduğu” bilinci yerleşmedi.

    Şiddetin, cinsellik sömürüsünün, bayağılığın, terbiyesizliğin adının “program” olamayacağını, bunları pazarlamanın adının “ticaret” değil bir “başka şey” olduğunu, bunları ses çıkarmadan izlemenin bunları onaylamak anlamına geldiğini bir kere daha düşünmeliyiz.

    Şimdi lütfen elinize kalem ve kağıdı alarak ya da bilgisayarınızın başına geçerek bu konudaki tepkilerinizi dile getiriniz ve böylece, ot kökenli insanlarımızla aynı geleceği paylaşmak istemediğinizi gösteriniz.

    Şimdiden elinize sağlık olsun.

  • Zihin Yeleği yani can yeleği gibi!

    Zihin Yeleği yani can yeleği gibi!

    Önce bir soru!

    Eğitimle herhangi bir düzeyde ilgilenen hemen herkes ezber konusu açıldığında görüşünü derhal söylüyor: “ben ezbere karşıyım; eğitim sorgulamaya dayalı olmalı!”.

    Hatta, eğitimciler arasında daha da ileri gidip, öğrencilerine hiç ezber yaptırmadığını, öğrencilerinden soru soranları katiyetle paylayıp susturmadığını, cevabını bilemeyeceği sorular karşısında bile soğukkanlılığını kaybetmediğini -gözünüzün içine baka baka-, ama ezbersiz eğitimin de olamayacağını, eğitimin zaten bir koşullandırma olduğunu -hemen birincisinin ardından- savunanlar çoğunlukta.

    Ben zaman zaman, rastladığım eğitimcilerle -yani herkesle- bu konuları konuşmaktan çok hoşlanıyorum. En sevdiğim konu ise, konuşması, tavrı, simgeleri vs yoluyla başkalarına dini, siyasi, ideolojik tebliğde bulunmayı bir görev sayanlara karşı -hem de iyice karşı- olanların, kendi doğrularını benimsetme konusundaki tutumlarının nasıl bağdaşabildiğini sormak.

    Sanki bütün bu kişiler tek merkezden eğitilmişler gibi benzer cevabı verirler: “ama akıl var mantık var, doğru tektir!”

    Eskiden, tebligat görevlilerine direnebilmenin hiç de zor olmadığını düşünürdüm, şimdi ise bunun göründüğü kadar kolay olmadığını düşünüyorum. Eğer, bir tebliğ grubuna aitseniz mesele kolaydır; ama eğer “ben zihinsel bekaretimi korumaya kararlıyım; kimsenin köklerini bilmediği ve bilemeyeceği doğrularıyla aklımı koşullandırmasına izin vermeyeceğim” derseniz o zaman işiniz zordur.

    İşte bu nedenle bir süredir, bir çeşit can yeleği gibi zihin yeleği düşlüyorum. Zihinsel taciz veya tecavüz girişimlerine karşı zihinsel duruluğumuzu koruyacak, hatta mümkünse zaman zaman salgılayacağı bir çeşit durulayıcı ile belleğimize -koruyucuyu aşarak- bulaştırılmış dogmaları silecek.

    Bu fikrimi açtığım, çeşitli konularda icatları bulunan bir arkadaşım, kendisinin de dahil olduğu bir grubun düşüncelerinin bu koruyuculuğu sağlayabileceğini, tek koşulun grubun doğrularını sorgulamamak olduğunu söyledi. Güvendiği dağlara kar yağmak demek ki bu demekmiş!

    Ama ben henüz yılmadım, zihin yeleği konusunda aklına fikrine güvendiklerime danışmaya devam edeceğim. Eskilerin bekaret kemerine benzer bir zihinsel bekanet kemeri buluncaya kadar devam edeceğim.

    Ne dersiniz, bulabilir miyim?

    Aralık 13, 2008

  • Hasta Toplum-1

    Hasta Toplum!

    “Tüm yaşam sorun çözmektir”

    Karl Popper’in bu isimdeki kitabı dört sözcükle tüm canlıların yaşamlarının anlamlı bir özetini veriyor. Gerçekten de yaşanılan her an, nereden çıktığı bile belli olmayan bir sürü sorunla boğuşuyor, çözmeye çalışıyoruz; uzak durmak ya da sorunlardan kaçmak da yine çözümler içinde yer alıyor.

    İşin ilginç bir yanı var: Günlük yaşamımızda genellikle çabalarımız birer süre ile sınırlı ve de sonlarında genellikle ödüller var. Eğitim yaşamımız sürelerle sınırlı ve bu bağlamdaki sorun çözme çabalarımızın sonunda not, diploma vs gibi bir ödül var.

    Çalışma yaşamımız da -hem günlük hem de emekliliğe kadarki zaman açısından- sürelerle sınırlı ve bu bağlamdaki sorun çözme çabalarımızın da maaş ve emekli ikramiyesi gibi ödülleri var.

    Hal böyle iken tüm yaşamımızı saniye saniye dolduran sorun çözme çabalarının büyük çoğunluğunun bir sınırı yok, bir mezuniyet, bir emeklilik söz konusu değil.

    Software: Microsoft OfficeMaddeler kimyası olur da sorunlar kimyası olmaz mı?

    Ödülü yok ama cezası var. Eğer önünüze çıkan sorunları çözemiyorsanız, bir süre sonra sorun stokunuz giderek kabarmaya başlıyor. Yaşam başka kaynaklardan önünüze sorun çıkarmasa dahi, kendi çözemediğiniz sorunlar, yeni sorunların yapı taşlarını oluşturmaya başlıyor. Aynen maddeler kimyasında olduğu gibi bir “sorunlar kimyası” oluşmaya başlıyor.

    Bu bir çeşit “belirli bir sıcaklığa erişen alevin -tutuşturucu kaynak ortadan kaybolsa dahi- kendini idame ettirmesi” olgusuna benziyor.

    Medyayı izledikçe bu benzetmenin ne denli geçerli olduğunu görebilirsiniz.

    Ama bu durum dahi “en kötü durum” değildir!

    Çözemediğimiz sorunların kendi kendini beslemesi bir Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliğidir ve biyolojik organizmaların hastalanmasına benzer biçimde toplumsal organizma hastalığıdır.

    Ama yine de her hastalıkta olduğu gibi olabilecek en kötü durum değildir. Eğer farkına varılırsa, SÇK’nin niçin arızalı olduğu anlaşılabilir ve gereken önlemler alınabilir.

    Şimdi bir de “5nci Kanun” gerektiğini anlıyorum.

    Olabilecek en kötü durum, hastalığın farkına varılmayışı, sorunlu durumların “normal” olarak görülmeye başlanmasıdır.

    Bu konuda esaslı bir uyarıcı işaret almama karşın uyanamadığım için ancak şimdi anlayabiliyorum ki, toplumsal organizmamızdaki SÇK yetmezliği hastalığı 5nci kanun uyarınca kendini unutturmuştur. Aklına fikrine, eğitimine, deneyimine, dünyayı bilirliğine güvendiğim bir arkadaşım, SÇK konusunda “başkaları sorunlarını ne kadar çözebiliyorsa biz de o kadar çözüyoruz” diyerek durumun hiç de bir hastalık gibi görülmemesi gerektiğine işaret etmişti.

    Sokaktaki insan niteliğindeki milyonlar için ise -bu durumda- hiç ümit yoktur. Onlar için sorunların sebepleri bellidir. Ya “bizi yönetenler”dir, ya “dış güçler”dir ya “şanssızlık”tır ya da öyle bir şeylerdir.

    Bu toplum hastadır!

    Lütfen herhangi bir ön-yargıya kapılmadan boğuştuğumuz sorunlara ve onlara karşı geliştirdiğimiz çözümlere bir bakınız. Ama en basit bireysel sorun ve çözümlerden en karmaşık toplumsal olanlarına kadar. Bu toplumun SÇK’nin kronik düzeyde sorunlu olduğunu göreceksiniz.

    Şaka ile karışık birer “kanun” olarak adlandırdığım “genellenmiş gözlemler”den 5ncisine açıklayıcı eklentiler yapmak gerekirse, sorunların kendini unutturması sonunda doğan boşlukların bir takım “sanal sağlık ürünleri” ile doldurulduğu görülecektir. Sürekli şikayet, silkinip ayağa kalkma rüyaları, olmayacak dualar gibi sanal ürünler..

    Bence bu hastalık onulmaz görünüyor. Nasıl olup da hasta olduğumuzu kabul edeceğiz? Cevap aranılması gereken sorun budur.

    22 Temmuz 2009

  • Küçüklerin tasfiyesi işsizlik demektir

    Küçüklerin tasfiyesi işsizlik demektir

    (Bu metin Değişken Derinlikli Yazım yöntemi (Patent No: TR 2005 03764 A2) ile yazılmıştır. Sadece anaf fikri okumak için kalın siyah yazıları okumanız yeterlidir. Ayrıntılar için Bkz. www.tinaztitiz.com/dosyalar/hyperwrite_aciklama.doc)

    Öz


    Ayrıntı Düzeyi

    1.düzey

    2.düzey

     

    Bir yandan otomasyon, insanın yaptığı kimi işleri elinden alırken, bir yandan da şirket birleşmeleri ve diğer ölçek büyütme yöntemleri küçük işletmeleri tasfiye ederek daha yüksek rekabet güçleri yaratıyor; ama bir yandan da istihdam edilenlerin sayısı azalıyor.

    Bu iki olgunun bileşik etkisi altında, dünyada edilen tüm insani sözlere rağmen son tahlilde kuruluşlar giderek çalışan sayısını azaltma eğilimi içindeler ve bu eğilim giderek de güçleniyor.

    Bir an için, tüm mal ve hizmetlerin tam-otomasyon yardımıyla ve hepsi birleşmiş tek kuruluşça yapıldığı varsayılsa, herhalde insanların büyük bölümünün işsiz kalacağı kolayca tahmin edilebilir. Halen işi olan insanlar varsa, bunun nedeninin şu 3 kısıt olduğu söylenebilir: Enerji kaynaklarının sınırlı oluşu, otomasyon teknolojilerinin eksikleri ve firmaların yerel ve/ya küresel ölçekte birleşmelerini sınırlayan çeşitli öğeler.

    Yarınlarda, yeni ve çok ucuz enerji kaynakları geliştirilip bir yandan da otomasyon teknolojileri iyice geliştiğinde, bugün insan çalıştırarak yapılan çoğu işlerin -hatta çoğu beyaz yaka işlerin- neredeyse sıfır maliyetle yapılabileceğini, bu eğilimin önünde de kolay kolay kimsenin duramayacağını tahmin etmek güç değildir.

    Eğer bir de bunun üzerine, küreselleşme önündeki engellerin tamamen kaldırılması bindirilirse, istihdam edilecek sıradan insanların sayısının neredeyse sıfıra düşmesi kaçınılmaz olacaktır.

    Bu sorun kimler içindir?

    Çizilen bu gelecek resmi genel olsa da her toplum ve o toplumlardaki her kesim için etkileri aynı olmayacaktır. Mal ve hizmet ihtiyaçlarını bol ve ucuz enerji + yüksek otomasyon + yüksek birleşmişlik düzeyindeki kuruluşlar eliyle karşılayan ülkelerde bu sorun daha büyük ölçeklerde ortaya çıkacaktır.

    Bunun doğal sonucu olarak işsiz kalacak insanların tepkilerini dindirmek için, bir yandan bu insanların dünya hakkındaki algılarını sınırlarken, başka ülkelerin mal ve hizmet ihtiyaçlarının, kendilerince üretilecek düşük maliyetli ürünlerle karşılanması yoluna gidilecektir. Bu mücadele sürecinde yerel ölçekli-küresel yaygınlıklı çatışma-savaşlar ise yine bu tablonun kaçınılmaz yan ürünleri olacak gibi görünüyor.

    Türkiye’deki istihdam ve işsizlik rakamlarına bakıldığında tam olarak görünen de budur.

    Korunulabilir mi, nasıl?

    En az üç cepheden korunabilmek gerekiyor: (1) Yukarda açıklanan otomasyon / ölçek büyütme nedeniyle ucuzlayan ürünlere, yüksek gümrük duvarları nedeniyle kaçakçılığı özendirmeyecek bir korunma yönetimi yapabilmek cephesi, (2) İç pazardaki oyuncuların otomasyon / ölçek büyütme girişimlerini yönetebime cephesi ve (3) Ucuz ürün istilasının çatışma boyutundan korunabilme cephesi.

    Bunlardan ilki ve ikincisinin birlikte yönetilmesi gerekiyor; çünkü birbiri ile etkileşim halindeler. İç pazardaki oyuncuları dış pazar oyuncularından ayırdedebilmek neredeyse imkansız olduğuna göre tek çare, bazı sağlam ilkelerin koruyuculuğundan yararlanmak.

    Cephelerden üçüncüsü için ise bir sorun çözme aracı koz yönetimi olmak zorunda.

    Bu ilke(ler) ne olabilir? Ticari Soykırım yasağı.

    Buna göre, “kendini istihdam eden bireyler (tek kişilik firmalar) ve benzeri çok küçük ölçekli kuruluşları bütünüyle ortadan kaldırıcı ticari kuruluşlara izin verilmez” şeklindeki bir kural gerekiyor.

    Bakkaları, eczaneleri, seyyar satıcıları, küçük dükkan sahiplerini ve benzeri küçük esnafı ortadan kaldıran, AVM’ler ve süper/hiper marketlerin, çalışma alanları, süreleri, yerleri ve diğer koşulları bir yasa ile düzenlenmeli, çok küçük istihdam odaklarını yoketmeleri tamamen önlenmelidir.

    Bir başka ilke: Büyük firmalara küçük işleri kapatın!

    Pahalı bir otomobil edinip sonra da onu sadece semt pazarına gidip gelmek için kullanmak akıldışıdır. Akıldışılık bir yana, toplumsal hasılanın kötü kullanımı dolayısıyla -yasal engel olmasa da- ahlaki de değildir.

    Benzer biçimde, büyük sermaye birikimini biraraya getirebilmiş, bu haliyle toplumun ihtiyacı olabilecek yüksek karmaşıklık düzeyli mal ve hizmet üretimi, teknoloji geliştirme, araştırma gibi işlerle uğraşabilecek kabiliyete sahipken, bunları bir yana bırakıp seyyar satıcıların ailelerini geçindirmek için yapabildikleri -ayrıca da başka bir iş yapamadıkları- işlere girerek ticari soykırıma yol açılması -yasaklayarak olmaz ama- en azından ayıp ilan edilmeli ve bu yolla caydırılmalıdır.

    Bir diğer ilke: İl bakanı peşinde koşmayı bırakın!

    Aşağıda, büyük kentlerimizin birisinin belediye başkanının, kentteki işsizlikle ilgili yakınlamaları görülüyor. Aynen şöyle:

    “X Büyükşehir Belediye Başkanı XXX, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) ilk kez açıkladığı illere göre işsizlik oranları sıralamasında X’nın Şırnak’tan sonra ikinci sırada yer almasının hiç de sürpriz olmadığını belirtti. XX, yaptığı açıklamada, Büyükşehir Belediye Başkanı olarak yıllardan bu yana X’nın en büyük sorunu işsizliktir vurgusu yaptığını hatırlatarak, Türkiye genelinde yüzde 11 olan işsizlik oranı X’da yüzde 20’yi aştıysa, bu vahimin de ötesinde sosyal bir felakettir dedi.

    “XX’NIN 30 YILDIR YATIRIMCI BAKANI YOK” XX’nın 30 yıldır hükümette yatırımcı bir bakanı olmadığını kaydeden Başkan X şunları söyledi: Komşu kentler XX ve YY değişik hükümetler döneminde yatırımcı bakanlıklar aldı ve sonuçları ortada. Maalesef Türkiye’de işler böyle yürüyor; yatırımcı bakanınız varsa devletin imkanları kentinize akıyor, eğer yoksa Ankara’nın vicdanına kalıyorsunuz.”

    Buna göre ikinci ilke, işsizlikle mücadelede bu çok yaygın, acayip ve o derecede de etik dışı yaklaşımı milletçe bırakıp, il bakanı[1]anlayışına son vermektir.

    Bİr başka ilke: Seyyar satıcılara dokunun, ama kaldırmayın.

    Özellikle büyük kentlerde belediyeler oldum olası seyyar satıcılarla mücadele eder. Bu mücadele, kovalama, tezgah kırma, geceyarısı han basma gibi soft sayılabilecek yöntemlerden, at arabasını (atı ile birlikte) denize atma gibi ölümcül yöntemlere kadar uzanır.

    Bundan kesinlikle vazgeçilmeli, bu insanların gelir sağlayıp yaşamlarını sürdürdükleri araçlar tahrip olunca, ya gasp, hırsızlık vb ya da herhangi amaçlı bir suç örgütü üyeliğine sapacakları idrak edilmelidir.

    Seyyar satıcılar açısından yapılacak olan, onların sağlık kurallarına uygunluk başta olmak üzere bir dizi (ve az sayıda) kuralla düzene sokulmasıdır.

    Bu ilkeler şimdilik Türkiye ve benzeri ülkeler için geçerli zannedilebilir. Fakat son derece kısa sayılabilecek -mesela birkaç yıl- içinde başta A.B.D. olmak üzere, kapitalizmi ehlileştirememiş tüm ülkelerde gündeme gelecek ve küçük güzeldir tekrar ve bu defa esaslı olarak bir ilke haline gelecektir.

    Mart 10, 2010

  • Tarih kırımlarla doludur ama?.

    Tarih kırımlarla doludur ama?.

    İster bir ırkı yoketme, ister etnik arındırma, ister savaşlardaki kırımlar olsun, binlerce yıldır çeştli kılıklar altında süregelen -hatta giderek artan- bir vahşet türü, öldürmek olsa gerek.

    En büyük çok taraflı kırımlardan birisi sayılan II Dünya Svaşı’nda 50 milyon asker ve 47 milyon sivil öldü.

    Günümüzde ise son 20 yılda, 1nci Körfez Savaşı’nda sadece Irak’ta ölen insan sayısının 1 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Eski Yugoslavya’nın parçalanması sırasında etnik temizlik nedeniyle öldürülen insan sayısı 312,000, Darfur’da ise 300,000. Şimdilerde daha ekonomik olduğu için yerel savaşlar tercih ediliyor.

    Kısacası insanlar öldürüyor, öldürüyor ve her birine de uygun gerekçeleri ya icedediyor ya da oluşturuyorlar.

    Bu resim için bir soru akla gelebilir: Acaba ölenler ve öldürenler arasında bir haklı-haksız ayrımı yapılamaz mı; örneğin çatışmalara herhangi bir şekilde katıl(a)mamış sivillerin durumlarında bir belirsizlik var mıdır? Kuşkusuz onlar tartışma dışıdır ve deyim yerindeyse kimvurduya gitmişlerdir.

    Eğer yeterince geçmişe gidilirse -mesela birkaç bin yıl-, bu mazlum kesimlerin dışında kalanların birbirlerinden alacak veya borçları olmadığı görülür.

    Rockefeller’e ait olduğu söylenen, “ilk milyonumun hesabını sormazsanız geri kalanlaı kuruşuna kadar açıklayabilirim” sözü, günümüzde hesap soran ve sorulan tüm toplumlar için geçerlidir. Yunus’un “mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” sözü, aslında herkesin (toplumsal ölçekte) sahip olduklarının başlangıcının öyle ya da böyle bir zora, onun da öldürmeye dayalı olduğuna işaret ediyor.

    Bunu herkes bildiğine göre, nasıl oluyor da dünya yüzünde daima birileri diğerlerine hesap soruyor?

    Birkaç yıl önce, kurban bayramlarında hayvanlara uygulanan vahşet sahnelerini eleştirdiğim  bir yazıma bir arkadaşımdan, Danimarka’da -yine tamamen dinsel bir gerekçeyle- balinalara uygulanan daha vahşi bir tören örneği gelmişti. Belki aradaki fark oralarda o vahşete karşı çıkabilen insanların varlığıdır.

    Her toplumun benzer “uzun geçmiş sicilleri“ne rağmen, kimi toplumların hesap sorabilir konumda olmalarının nedeni, hesap soranların daha temiz olmları değildir. İddia edilen “tarihiyle yüzleşmek” gibi öneriler geçmişi yıkayan bir temizleyici değil, sadece kendisinden hesap sorulmaya kalkışıldığında kullanılablecek basit bir akıl karıştırıcıdır.

    Hesap soran ve sorulanları ayıran en önemli özelliği T.Roosevelt ünlü büyük sopa[1] ilkesiyle -çok veciz biçimde ifade etmiştir. Hesap sorabilenler daima haklı oldukları için değil, sorun çözme yetenekleri daha yüksek olduğu için sormakta, sorulanlar ise mazlum oldukları için değil sorun çözme kabiliyetleri düşük olduğu için sorulmaktadırlar.

    1915 olaylarının -adına ne denilirse denilsin- bu denli sistemli biçimde üstüne gidilmesi yerine pekala iki toplum bir şekilde üzgün olduklarını ifade edip, enerjilerini gelecek nesillerinin nefretten uzak yerişmeleri için kullanabilirlerdi.

    Bu yoğun ve sistemli eylemler, Ermenistan’ın elinde bulunan büyük sopa nedeniyle değil, Türkiye’nin elinin boş olması, daha da doğru deyimle koz yönetimi ilkesini sorun çözme araçları dağarcığına sokamamış olması nedeniyle, bunun farkında olan ticari, siyasi, ideolojik vd “rakiplerinin” -düşman deyimi yanlış deyimdir- kendi işlerine yarayabilir koz üretme eylemlerinden başka bir şey değildir.

    Tarih birbirini rahatça dengeleyebilecek kırımlarla doludur. Mesele, bunları “işe yarar”(!) birer suçlama haline dönüştürebilecek koz yönetimi anlayışına sahip olmak ya da olamamaktır.

    21 Mart 2010