-
Nis 16 2012 Kör eden ameliyat, hastane mikrobu ve karmaşıklık yönetimi!
Kör eden ameliyat, hastane mikrobu ve karmaşıklık yönetimi!
Gazete ve TV’lerden öğrendiğimize göre bir hastanede katarakt ameliyatı olan 7 kişi, hastane mikrobu adı verilen antibiyotiklere direnç kazanmış mikroplar nedeniyle kör olmuş. Bu tür vakalara, ülkemizin hemen her yerinde -hatta en ünlü hastanelerinde- sıkça rastlanıyor.
Bir yolla temizlendikten sonra ise kök-nedenler devam ettiği için yine tekrarlıyor ve her defasında direnci biraz daha arttığı için temizleme yoluyla başa çıkılması daha güçleşiyor.
Bunun tıbbi ayrıntılarını hekimlere bırakarak, hekimlerin her defasında söyledikleri ama pek kimsenin aldırmadığı bir gerçeği tekrarlayalım: Hastane mikrobu sorunu bir hayalet sorun‘dur; yani aslında yoktur; o görüntünün (hayalet) altındaki kök-sorun(lar)ın oluşturduğu bir yanılgıdır.
Haydi arkasına bakalım!
Hastane mikrobu hayalet sorununa ilk düzeyde yol açan kök sorun alanlarına[1] bakıldığında görünenlen en azından şunlardır:
ü Hastane personelinin kişisel hijyen konusundaki bilinç düzeyleri ve alışkanlıkları,
ü Hastaların kişisel hijyen konusundaki bilinç düzeyleri ve alışkanlıkları,
ü Hastane içi ve dışı arasındaki mikrop taşınmasına karşı önlemler,
ü Hastanede kullanılan araç-gerecin temizliği,
ü Hastane binasının temizliği.
Bu 5 ana grubun herbiri birer “kültürel öğeler kümesi” olarak tanımlanabilir. Ayrıca da her küme kendi içinde alt kültürel öğelerden oluşacaktır.
Örneğin, hastane içi ve dışı arasındaki mikrop taşınmasına karşı önlemler kümesi, şu alt kültürel öğeleri içerecektir:
1. Sokakların temizliği:
a. Çöpler
b. Tükürenler
c. Dışkılar
d. Belediye hizmetleri
e. diğer
2. Galoş, dezenfektan vs uygulamaları:
a. Galoş sisteminin kolaylık / güçlüğü
b. Dezenfeksiyon sistemi
c. Hastaneye girenlerin bu konulardaki özen düzeyi
d. diğer
3. Hastane içi ve dışı arasındaki taşınmanın denetim sistemi:
a. Denetim sistemi
b. Denetim personelinin sayı ve nitelik düzeyi
c. Denetleyen ve denetlenenler arasındaki sorunların çözüm sistemi
d. diğer
4. Yukarıdaki kümelerin maliyetleri:
Kültürel öğe kümeleri arasında etkileşim vardır!
Basite indirgenerek sayıları azaltılmış yukarıdaki küme ve alt küme öğelerinin çoğu, aralarında etkileşimlere sahiptir. Örneğin, 1b ile 2c arasında ya da tümü ile 4 arasında güçlü etkileşimler vardır. Bu 4 kümenin tümüne bir isim vermek gerekirse Kültürel Karmaşıklık Düzeyi (KKD) denilebilir.
Bu 4 kümeyi de kavrayan bir 5nci küme vardır ki, sorunların büyük bölümü buradan kaynaklanır. Bu beşinci küme “diğer kümelerin oluşturduğu kültürel karmaşıklığı (complexity) yönetebilme düzeyi/ kabiliyeti“dir (KKYD).
Bu düzey veya kabiliyet ile kültürel karmaşıklık düzeyi arasındaki fark -ister birey, ister kurum, isterse toplum ölçeğinde bakılsın- yaşamsal bir sonuç doğurmaktadır. Bu, söz konusu birey / kurum/ toplumun refah ve mutluluğunu (yani varlığını) sürdürebilme şansıdır.
Daha kısa erimli bir sonuç ise, içinde bulunulan Kültürel Karmaşıklık Düzeyi‘ni artıran her yeni karmaşık (kompleks) kültürel öğeye (cep telefonu, otomobil, göz ameliyatı, fay hattı üzerinde yaşamak ya da etnik farklılıkları bir arada yaşatmak gibi) talip olan birey, kurum ve toplumların dönüp, kendi Kültürel Karmaşıklığı Yönetebilme Kabiliyetleri‘ne bakması, eğer bu kabiliyet düzeyi düşükse, aradaki farkın doğuracağı kaza-belaya hazır olması “zorunluğu”dur.
Söz konusu kabiliyet düzeyinin, kuşkusuz, karmaşık kültürel öğelerle karşılaşmadan edinilmesi güçtür. Ama görülmektedir ki, Karmaşıklığı Yönetme Kabiliyeti -ki buna Sorun Çözme Kabiliyeti de denilebilir- kavramını gözardı ederek de katiyen kaza-beladan kurutulunamaz.
04 Aralık 2010 Cumartesi
-
Nis 16 2012 ISI, SICAKLIK VE MEDYA
ISI, SICAKLIK VE MEDYA
Hemen herkesin dikkatini çekmiştir, yıllardır TRT bültenlerinde ve özellikle de hava raporlarında ısrarla “sıcaklık” yerine “ısı” denilir. “Filan ilimizde en düşük ve en yüksek ısılar şöyle ve böyle olacaktır” gibi!
Şimdi özel TV ve radyolar devreye girince bu bireysel yanlış `kollektif’ olmaya başladı. İşin içine basılı yayın organlarını da katarsanız, bir `yanlış’ın nasıl `doğru’ haline geldiğini(!) kolayca anlayabilirsiniz.
Merakımı çeken nokta, kuruluş içi tek satırlık bir uyarıcı not ile düzeltilebilecek bu yanlışı düzeltmeye gerek görmeyen ya da yanlışmı doğru mu olduğu konusunda şüphede bulunan medya yöneticilerinin durumudur.
Aslında yanlış kullanılan yalnızca ısı-sıcaklık sözcükleri değildir. Afra-tafrasından geçilmeyen spikerlerimizin, “resm-i geçit” yerine “resmı geçit”; “lider” yerine ”lıder”; “tenkisat” yerine “tensikat” dediklerini hemen hergün duyarız.
Elektrik santrali filan gibi yerlerin açılışında enerji miktarını ifade etmek için `megawatt’; kuvvet ifade etmek için de `güç’ demenin adet olduğunu da hep biliriz.
Bunları bir ayrıntı olarak görenler, bu kadar sorun içinde bula bula bunların üzerinde kafa yorulmasını yadırgayanlar bulunabilir. Ama bakınız Konfiçyüs ne diyor: “Kelimeler yanlış olursa cümleler, cümleler yanlış olursa kavramlar yanlış olur. Kavramlar yanlış olursa halk anlaşamaz, halk anlaşamazsa dirlik bozulur!”.
Laiklik, demokrasi, hak, özgürlük gibi kavramlar üzerinde halkımızın niçin anlaşamayıp, dirliğimizin niçin bozulduğunu araştıranlar mutlaka ısı ile sıcaklığın niçin yerinde kullanılmadığını ve de kullanmamakta bu denli ısrar edildiğini anlamak zorundadırlar.
Kanımca konu yalnızca sözcüklerin yanlış kullanımından ibaret değildir. Yanlış kullanılan sözcükler, daha derinlerdeki başka sorunların yüzeydeki küçük uçları gibidir. Derindeki sorunlardan birisi “teknoloji cehaleti”dir. Yabancıların `teknoloji okur-yazarlığı’ dedikleri nitelikten yoksun olmak!
Durmadan teknoloji lafı edilen bir toplumda nasıl olup da teknoloji cehaleti varolabildiğine inanmayanların, I ve II Hezarfen Ahmet Çelebi olaylarını (II H.A. Çelebi olayı 1993 tarihlidir) incelemelerini öneririm.
-
Nis 16 2012 “Saygılaşım”
“Saygılaşım”
Ben hayvansever değilim!
Evet, ben bir hayvansever değilim. Kendime yakıştırabileceğim sıfat “hayvansayar” olabilir.
“Sevgi” duygusunun farklı kaynakları olabilir ve kolayca da marazi yönlere kayabilir. Çok sevdiği için sevgilisini doğrayan, çok sevdiği ev hayvanı nedeniyle tüm diğer hayvanlara ilgisiz kalan, vatanını çok sevdiği için sevmediğini düşündüklerini gözünü kırpmadan öldürmeye hazır kişilikler, sevginin her zaman saf kalamadığını gösteriyor.
Hayvansayarlığımın nedeni ise çok bencilce
Aslında tek amaç gözetiyorum: türümün varlığını sürdürmek!
Yalnız kendi varlığımı sürdüremiyeceğim, bunun için dışımdaki tüm -canlı, yarı canlı, cansız- varlıklara ihtiyacımın olması benim genetik yazgım. Bu bilgiyle yüklenmiş olarak dünyaya geldim.
Bu belirleyici ilkeye sadık kaldığımda, -nasıl olduğunu anlamadığım biçimde- evren bana yardımcı oluyor, karşı geldiğim zamanlarda ise -yine anlamadığım biçimde- zarar görüyorum. Benim zarar görmemem için, dışımdakilerin zarar görmesini önlemek gerekiyor.
Saygılaşım
Bugüne kadar rastladığım tüm hayvanlar bana karşı tam olarak bu ilkeye uygun davrandılar, ben de onlara öyle davranmaya çalışıyorum. Buna da bir ad taktım: “saygılaşım“.
Saygı nedir?
Saygı’nın “ zarar vermemek“, ancak ve yalnız “zarar vermemek” olduğunu düşünüyorum. Bu ilkeyi -iyi niyetlerle- daha ileri götürüp “fayda sağlamak” gibi bir ekleme ise bu ilkeyi zedeliyor; fayda sağlamak ancak entropiyi daha artırarak mümkün olabiliyor. Zarar vermemek ise tam olarak, yani gerek ve yeter şekilde fayda sağlayabiliyor.
Tüm türlere zarar veren (saygısız) bir alt-tür var
Aslında böyle bir şeyin olması imkansız gibi görünüyor. Bu olsa olsa, türlerden birinin bir özelliğinin yozlaşarak, kendine “fayda sağlamak” adına entropiyi -olağan akışının dışında- artırması şeklinde olabilir. Tabii ki bu uzun süre mümkün olamaz; bir süre sonra birbirine bağlı “büyük bütün” kendi dengesini kuracaktır. Bu arada geçen kısa süre içinde söz konusu alt-tür kendine “fayda sağladığına” inanabilir.
Bu alt-tür insandan türemiştir
İnsanın akıl denen özelliği kimilerinde yozlaşarak, kendi dışındakileri kendine fayda üretmeye zorlayan bir tümöre dönüşmüş görünüyor. Bu “saygısız” alt-tür, ancak onu üretebilecek yapıya sahip insan türünden dönüşerek ortaya çıkmış olabilir.
Büyük kapasiteli belleği (şimdilerde birkaçyüz megabyte civarında fiili kullandığı belleği olduğu tahmin ediliyor) ve -tüm canlılardaki- olağanüstü öğrenme yeteneği bir araya geldiğinde bu geniş bellek alanı içinde, kendi yapısını dahi tehdit edebilecek değer yargıları oluşturabilmektedir.
Öğrenme içgüdüsü aracılığıyla öğrenilenler arasında bir de ezber (sorgulanamazlık) varsa, söz konusu bu riskli değer yargıları sıkı sıkıya sahiplenilmiş bir dünya görüşüne ve onun ürünü olan yaşam biçimine dönüşebilmektedir. Böylece oluşan “saygısız” alt-tür kendince “iyi”dir ve çevresine “fayda” sağlamak için yaşamı boyunca çalışır; gerçekte ise sürekli olarak “zarar” üretir.
Bu alt-tür dışında kalan “saygılı” alt-tür de yine insan türüne aittir ve “saygısız”lar ile anatomik açıdan tamamen -herhalde- benzerdir. Tek olası fark değer yargıları açısındandır. Böylesine bir farklılık -bugünün biyolojik normlarına göre- tür farklılığını tanımlamasa da, birlikte yaşamalarının güç olduğu, dahası, varlıklarını sürdüremeyecekleri de bellidir.
“Saygılı” alt-tür çaba harcamalıdır
Saygılı alt-tür bu trajik gidişi durdurmak için çaba harcamak zorundadır. Bunu iyilik, sevap ve bu gibi deruni nedenlerle değil son derece bencilce nedenlerle yapmalıdır; aksi halde kendi varlığını sürdüremeyecek, kurunun yanında yaşlar da yanacaktır.
İşte mesele de bu noktada başlıyor: Çaba harcamak evet, ama nasıl?
Mevcut paradigmalarımız içindeki mücadele araçlarını kullanan epey insan var. Evlerine hayvan alıp korumaya çalışıyorlar, barınaklarda gönüllü olarak çalışıyorlar, yasal ortam oluşturmak için çaba harcıyorlar, protesto ediyorlar; yani ellerinden geleni doğrusu bu ya yapıyorlar. Hepsine şapka çıkarmak bir insanlık görevi.
Ama o ne? Vahşet giderek artıyor!
Büyük resme dışardan bakıldığında görünen şu: toplumumuz -ve de başka toplumlar- çok eski yıllarda olduğu gibi değil, çok daha gelişmiş. Daha örgütlü, yasalar daha yaptırımcı vs.
Ama hayvanlara karşı vahşet bu gelişmeye paralel olarak azalmamış tam aksine daha büyük bir hızla artmış. Hızla artan nüfus, acımasız rekabet koşulları içinde bunalan insanların bozulan ruh sağlıkları gibi nedenlerle dün akla hayale gelmeyecek vahşet bugün olağan sayılıyor.
Bu vahşet artışına yol açan çok sayıda neden içinde birkaç tanesi belirgindir: iletişim ortamlarının sınırlılığı nedeniyle yerel olarak kalabilen vahşet örnekleri artık ışık hızıyla tüm dünyaya dağılıyor; hiç aklına gelmeyecek insanlara yeni şiddet yöntemleri öğretiyor.
İkinci belirgin neden ise insana -haklı olarak- verilen değerin, -çok haksız olarak- “önce insan” gibi ayıp bir slogan eşliğinde yaygınlaşması.
Esas irtica budur
Binlerce yıl önce çeşitli dinlerin peygamberlerince tüm varlıkların birbirinden ayrılmazlığı vurgulanmışken, bunca zaman sonra geldiğimiz noktada “insan türü” bütün diğerlerinden ayrılıp yüceltiliyor ve yaşam hakkında bile ona öncelik veriliyor; hayvan deneyleri, serum yapmak için atlara can çekiştirmeler, hayvan derileri, kürkler vs hep “önce insan” sloganıyla yapılıyor. İşte esas geriye gidiş budur.
Saygısızlık tekdüze değildir, çan eğrisine göre dağılmıştır!
Saygısız alt-türün saygısızlık düzeyinin -çoğu olayda olduğu gibi- normal dağılım (çan eğrisi) uyarınca dağıldığı varsayılabilir. Elde başkaca saygı eksiği araştırması olmadığına göre böyle kabul edilebilir. Bu dağılımın bir ucunda “iflah olmazlar”, diğer ucunda ise “kazanılabilir olanlar” bulunmakta, iki ucun arası ise biraz farkında-biraz değil insan alt-türleri ile dolmaktadır.
İflah olmazlar için hayvansayarların -yasal sınırlar içinde- yapabilecekleri polise haber vermekten ibarettir. Bunun ne kadar etkili olacağını herkes kendi takdir edebilir. Öldürmek isteyip de deneyim yetersizliğinden öldüremedikleri adamın boyu, kazdıkları çukura sığmayınca ortak akılla önce kafasını kesmeyi düşünüp sonra onu da beceremeyince adamı canlı canlı katlayıp çukura sokan, sonra da adamın dışarı çıkabilme olasılığını azaltmak için toprağı -üzerinde zıplayarak- sıkıştıran kişiler bu gruba aittir ve sanılanın aksine etrafta bunlardan çok da vardır.
Bu saygısız alt-türün uç mensupları bazen adam öldürmekte, bazen de bu ihtiyaçlarını kurban keserken hayvanlara işkence ederek gidermektedirler. Bunlara doğrudan yapılabilecek şey pek yoktur.
Bunlara cesaret veren en büyük itici güç, çevrelerindeki diğer “saygısızlar”ın yarattığı “saygısızlık hoşgörüsü”dür. Çünkü hemen hepsi “önce insan” (hatta önce ben) sloganını benimsemişlerdir. Bu ortam saygısızlığı sıradanlaştırmakta, ancak çok aşırı olanların ortaya çıkabileceği bir kontrast ortamı yaratmaktadır.
(Nitekim, canlı toprağa gömerek öldürme olayını işleyen bir radyo programına çağrılan akademisyen ünvanlı bir kişi ile ünlü bir avukat, olayın nedeninin işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu vs olduğunu savunmuş; programa telefonla katılanların tamamı da aynı görüşü desteklemişlerdir. Olayın bir, “kendi türüne saygısızlık” örneği olduğu ise konu dahi edilmemiştir. Şimdi bu kasapların “nadir” vaka olduğu söylenebilir mi?
Bunun için akla ihtiyacımız var, ama sıradan olanına değil!
İflah olmaz uç dışında kalanları etkileyebilecek yöntemlere ihtiyacımız var. Bu yöntemlerin bulunabileceğine inanıyorum. Ama tek engel var.
Katil kavram: “zaten“
Tembel insanlar genellikle zeki olurlarmış (en tehlikeli olanlar ise çalışkan ve aptal olanlarmış). Her halde en tembel -ve dolayısıyla da en zeki- olan birisinin icadı olduğundan kuşku olmayan bir kavram var: “zaten“.
– “Okulların, çocuğu çevreleyen dış ortamın bozucu etkileriyle tek başına başetmesi imkansızdır; bu yüzden bir veli-okul-öğrenci sözleşmesine gerek vardır. Sizden, bir veli olarak bunu yapmanızı bekliyorum“
– “A biz onu-tam sizin dediğiniz gibi değil ama- zaten yapıyoruz“
– “Sınavlarda uyguladığınız gözetim sistemi yerine onur sistemi uygulamalısınız ki, kendine ve başkalarına güvenen onurlu insanlar yetişsin“
– “Bizim uyguladığımız sistem zaten onun gibi bir şeydir“
– “Hayvanseverler aralarında bir ağ oluşturmadan bu işle başa çıkılamaz“
– “Zaten öyle bir ağımız var, herkese e-posta atıyoruz“
– “Hayvansayarlar dışındaki geniş kesimleri etkileyebilecek sıradışı etkinlikte sanat ürünlerine gerek var“
– “Bizim zaten öyle projelerimiz çok var“
– “Dizilerin, reklamların, filmlerin senaryoları içine gömülebilecek çok zekice mesajlara ihtiyaç var“
– “Zaten öyle filmlerimiz var“
Geniş kesimleri etkileyip saygısız alt-tür kimliğinin farkına vardırabilecek düşüncelere ihtiyaç var. Haydi bakalım kolay gelsin.
-
Nis 16 2012 Merak ediyorum!
Merak ediyorum!
Ben gazeteci değilim, neyin “haber” olup olmadığı konusunda iletişim okullarında öğretilenleri de bilmiyorum. Ama en azından, filanca futbolcumuzun hangi mankenle seviyeli birliktelik içinde olduğu ile ilgili yazıların haber olmadığını, bunların cinselliğini terbiye edememiş bir kitleye gazete satmak, TV seyrettirmekten başka amacı olmadığını da süzebiliyorum.
Şimdi, bu konuda eğitim almış, yazılı ve görsel medyamızı yöneten, onlara danışmanlık yapan kişilerden öğrenmek istediğim bir konuyu onlara soruyorum:
ü Bir terör örgütünün (herhangi birisi) yöneticileri oturup, yapacakları öldürme eylemleriyle ilgili ilkeler belirlemek isteseler bu çok anlaşılabilir bir amaç olurdu. Örneğin şöyle bir öneride bulunulsa, acaba ne denilirdi?
ü Öldürülecek kişileri trafik kazaları yoluyla yok edelim. Her gün farklı yerlerde, sıradan kazalarmış görüntüsü altında birer ikişer insanları yok edelim! Cevap: Katiyen olmaz. Zaten hergün onlarca kişi bu tür kazalarda ölüyor; bizim öldürdüğümüz neresinden belli olacak? Ayrıca, birer ikişer öldürmek de olmaz, infial yaratabilecek sayıda insan öldürmeliyiz.
ü O halde eylemlerin master ilkeleri: (1) Çok sayıda ölüm olacak, (2) Başka ölümlerden (maden kazası, trafik kazası vbg) ayırıcı net işaretleri olacak, (3) Ölümlerden haberi olmayan kimse kalmayacak şekilde propagandası yapılacak, (4) Propagandanın etkisini artırmak için ise medya organlarında uzun süreli işlenmesi sağlanacak ve en önemlisi, “herkeste, “benim de başıma gelebilir” duygusu yerleştirilecek şekilde magazin boyutlarıyla donatılacak.
ü Propaganda dehası Goebels de bu ilkeleri tasarlasaydı her halde bu 4 kuralı es geçmezdi.
ü Bir şehit ailesinin evinde, çektiği acı, yaşadığı şok nedeniyle ağlayan, yakınan insanların görüntü ve feryatları, iletişim okullarında öğretilen “haber” midir? Bunları görüp işitmek, acaba demokrasi açısından bir zenginlik mi yaratmaktadır?
ü Kayıp haberlerinin böylesine magazinleştirilerek verilmesi, hemen tüm medya organlarınca eksiksiz yerine getirildiğine göre acaba bu bir ulusal strateji midir?
ü Terörün teorik ve pratik amacı “korku ve yılgınlık salmak” olduğuna göre, bu stildeki haberler, terör örgütüne yardım değil midir?
ü Bu haberler, politik görüşü ne olursa olsun tüm medya tarafından benzer biçimde verildiğine göre acaba bütün görüşleri aşabilen bir yüksek irade mi bunları yönetiyor?
ü “Bu cinayetleri kimlerin yaptığını veya yaptırdığını biliyoruz” türü beyanlar acaba şu anlama mı geliyor: “Biliyoruz ama ne yazık ki bir şey yapamıyoruz, gücümüz, kozlarımız yetmiyor!” Bu tür beyanat acaba terör örgütünün arzuladığı bir ifade olabilir mi?
ü Terör mücadelesindeki en etkili silahlardan birisinin de iletişim olduğunu bilen ünlü iletişimcilerimiz acaba bu konuda bir uyarıda bulunmayı düşünmezler mi?
ü Her saldırıdan sonra standart biçimde:
o Teröristler kalabalık geldiler (yani en çoğu birkaç yüz kişi),
o Teröristler ağır silahlar kullandılar (yani en ağırı Doçka),
o Teröristler kalleşçe saldırdılar, 3 koldan saldırdılar (sanki haber vermeleri ve tek koldan gelmeleri gerekiyordu),
o Anında kalkan helikopterler (her defasında marka ve modeliyle birlikte) teröristleri ateş altına aldı (sanki dinleyenler helikopter almak için marka beğenemiyorlar),
o F-16’lar bölgeyi bombalıyor,
o Şiddetle kınıyoruz, terörle bir yere varılamaz. vs vs
ü Bu haberleri böyle verenler acaba ifadelerin tercümesinin şunlar olabileceğini düşünmüşler midir?
o Bizim binlerce kişilik güvenlik gücümüz var ama teöristlerin bir kişisi bizim onlarca askerimize bedeldir,
o Teröristler o denli beceriklidirler ki ellerinde bizim silahlarımız olsa Türkiye’yi teslim alırlar,
o Biz çatışmanın düello gibi olanına göre çarpışabiliriz, habersiz gelirlerse biz yokuz,
o Biz her defasında ancak şiddetle kınar ve bağırırız; çünkü Sorun Çözme Kabiliyeti‘miz yaklaşık 200 yıldır göçmüş durumdadır. Birinci Dünya Savaşı sonunda bu nedenle yok oluyorduk; M.Kemal’in bir vizyon doğrultusunda harekete geçirebildiği toplum bilinci sayesinde bu topraklarda tutunabildik. Şimdi onu da kaybetmek üzereyiz, bağırıp çağırmamızın nedeni budur.
ü Şimdi bunlardan sonra bana sorulacak olanı duyuyor gibiyim: Ne yani ölümleri haber vermeyelim mi? Cevaba gerek yoktur.
Sanılmasın ki bu habercilik beceriksizliği sadece terör haberlerine özgüdür. En basit polisiye olaylarında dahi failllerin nasıl bulunabildiği öylesine anlatılır ki, bu aslında şu demektir: Bundan sonra bu tür işlere kalkışacak olanlar lütfen güvenlik kameralarını dikkate alsınlar, tükürük izleri bırakmasınlar, izmarit atmasınlar vs.
Gündelik polisiye olay haberlerini dahi suç işleme eğitimi’ne çeviren akıllar acaba terör gibi karmaşık olayları nasıl haberleştirebilir?
Bir kül tablasına bakarak tüm evreni anlayabilirsiniz bir eski deyiştir. Burada kül tablasından çok daha fazla bilgi verebilecek bir olgu vardır. Terör olgusuna bakarak, Sorun Çözme Kabiliyetimizin nasıl bir toplumsal AIDS’e yakalandığını, varlığımızı savunmak ve sürdürmek için ihtiyacımız olan toplumsal bağışıklık sistemimizin (yani toplumsal sorun çözme kabiliyetimizin) nasıl çökmüş olduğunu anlayabiliriz.
Ve ancak bunu anlayabildiğimizde sorunları çözme yoluna girebiliriz. Yoksa daha çok bağırırız.
Pazar, 20 Haziran 2010
-
Nis 16 2012 Nereye varmak istediğini bilmek!
Nereye varmak istediğini bilmek!
Sağlam iki gözlem
Uzun zamandır, çeşitli -ticari, siyasi, akademik, gönüllü vd- kuruluşların şu üç konudaki profillerine dikkat ediyorum: (1) Ne için var oldukları (misyon), (2) Nereye varmak istedikleri (vizyon) ve (3) Vizyon yolculuğunda hangi değerlere sadık kalacakları (değerler)[1].
Bir gözlemim, bu kuruluşların neredeyse tamamı denilebilecek bir çoğunluğunun -en azından deklare edilmiş, yazılı- misyon, vizyon ve değerlerinin bulunmadığıdır.
Diğer yandan, danışmanlık hizmeti veren ve alan ticari kuruluşların bu misyon, vizyon, değerler konusuna olan ilgileridir. Danışmanlık hizmeti alanlar için de verenler için de “bizim de bir vizyonumuz olsun” isteği epey yaygındır; bu da ikinci gözlemim.
Halkın ilgi alanı içinde değil
Nüfusun entellektüel dağılımında en büyük parçayı oluşturan ve “halk” olarak kısaltılan kesimde ise bu konuda bir merak söz konusu değildir. Sadece, bir şeyler satın alacağı zaman, satıcı kuruluşun diğer satıcılardan farklı bir şeyleri olmasını da arzu ederler.
Bunun farkında olan satıcılar reklamlarında, halkın -ne olduğunu anlamasa da- yabancı dilden olduğu için iyi “bişi” olduğuna inandığı sözcükleri kullanmaya özen gösterirler. Ama o iyi bir şeylerin sonuçta dönüp de kendilerinden somut bir talebe yol açmamasına da dikkat edecek kadar uyanık olduklarından, o farklı olması arzulanan şeyin var ama yok türünden bir illüzyon olması için danışmanlık kuruluşlarından yardım isterler. İşte vizyon sevdası içindeki vizyonsuzluk böylece ortaya çıkmıştır.
Üstüne basa basa övünmeye uygun, ama buna dayanılarak bir şey talep edilmesi imkansız. Müthiş bir buluş!
Aklınızı eşek arası soksun!
Bir akademik kuruluş gazete ilanı vermiş: “Vizyonumuz: Eğitimde çağdaş kalite.”
Şimdi hangi öğrenci ya da velisi çıkıp, “size avuç dolusu para veriyor, karşılığında da çağdaş kalitede eğitim alacağını umuyorduk” diye tutturabilir? Tuttursa da alacağı cevabın göğüs yumruklama türünden övünmeler olacağı baştan belli değil mi?
Vizyon’un ayrılmaz özelliği, hedef kitlece “yanlışlanabilir” olmasıdır
Vizyon, Meksika kumarı gibi olamaz. Her isteyenin kendi tanım veya kurallarını vazettiği bir ifade, vizyon gibi “geniş bir hedef kitleye ortak bir hedef” göstermeye yarayan bir sorun çözme aracı olamaz. “Eğitimde çağdaş kalite” böylesine sünek, her çekilen yere gidebilen, dolayısıyla hiçbir şey yapmadan dahi iyi şeyler yapıldığını iddia edebilmeye imkan tanıyan bir ifadedir. İşin daha vahimi, işlevi, toplumu aydınlatmak olan bir kurumun böylesi bir ifadeyi topluma vizyon olarak ilan edebilmesidir.
Burada esas üzerinde düşünülmesi, hem de çok düşünülmesi gereken nokta, nasıl olup da bu denli basit bir ilkenin gözardı edilmiş olduğu, hem de toplumun çeşitli kurumlarının büyük çoğunluğunun gözardı etmiş olduğudur.
Ancak bir neden bu tür bir yaygın yanlışı açıklayabilir: Hedefsiz yaşamanın bir kültür haline gelmiş olması!
Hedefsiz yaşama kültürü doğurgandır. Hedefli yaşamın gerektirdiği tüm sorun çözme araçlarını bir anda gereksiz kılar ve bir Kısır Sorun Çözme Kültürü üretir. Toplumumuzun içine düştüğü kısır döngü budur.
Şimdi bu gözlükle kurumlarımıza tekrar bakınız. Türkiye’nin hedefsizliğinin nedenlerini daha iyi görebiliyor musunuz?
Haziran 27, 2010
-
Nis 16 2012 “Geri arama” bir ölçü mü, neyin?
“Geri arama” bir ölçü mü, neyin?
Geri arama iletişim devriminin bir kavramı. Sabit ev telefonları zamanında -mesaj biriktirme özelliği olanlar dışında- geri arama diye bir sorun yoktu. Mobil telefonlar ve internet iletişimi ortaya çıkınca artan iletişim yoğunluğu bu kavramı üretti.
Kavramın içeriğindeki “arama” sözcüğü akla hemen telefonu getiriyorsa da, e-posta yoluyla iletilen mesajları, skype vb yoluyla gelen çağrıları da (kuşkusuz, posta kutusuna gelen mesajları adres defterindeki kişilere bir değer katmadan, üstelik tüm adresleri de başkalarının göreceği şekilde bırakarak yayan, gönderdiği kişilerin de yayması için neredeyse and veren mesajları kastetmiyorum) içeriyor.
Milliyet gazetesinde Metin Münir’in, 28 Ocak tarihli yazısından aşağıdaki alıntılar bu konuda tam söylenmesi gerekenleri dile getirmiş:
Tabii, bu kural iki taraflı da geçerlidir. Farkında olmayabilirsiniz. Ama sizi arayan bir kişiye ne kadar çabuk döndüğünüz onun tarafından ona verdiğiniz değerin bir ölçüsü olarak algılanacaktır. Birine kıymet verirseniz hemen ararsınız.
Kendilerine hiç dönülmeyen veya makulün dışında geç dönülen kişiler genellikle bunu bir terslenme veya küçük görülme olarak algılar. Düşman kazanmanın en kolay yollarından biri budur. Düşman kazanmamak dururken kazanmak çok aptalca bir şeydir. Çünkü kimin, ne zaman, ne kadar zarar vermeye muktedir olacağı bilinmez. Kimin kime güngelir ne kadar ihtiyacı olacağı da. En doğru davranış, mümkünse, arayan herkese, çok kısa bile olsa, geri dönmektir.”…….
“Derim kalındır. Bu gibi olayları hiç umursamam. Bir arkadaşım yapsa kırılabileceğim davranışlar kontaklarımdan geldiğinde hemen unuturum. Değer vermediğiniz bir kişinin size değer vermemesi önemsizdir.”
Öyle görünüyor ki gün geçtikçe yoğunlaşan iletişim ağları, kişileri giderek daha fazla iletişme zorunluğu ile yüzyüze getiriyor, getirecek. Bir yandan da, geri dönülmesi gereken mesajlarla yukarda açıklanan türde çöp mesajları ayıran -ne yazık ki- kesin bir çizgi olmadığı, bir gri alanın varlığı söz konusu.
Bunun üzerine, iş yaşamımızın büyük oranda bu kanallardan yürümesi gerçeği ve kişinin kendiyle yalnız kalma hakkı bindiğinde ortaya çıkan sorun, geri ara(ya)mayanlar için çabuk bir yargıya varmayı güçleştiriyor. Teknolojik sorunlar da (bulunulan yerdeki imkanların kısıtlı olması, arızalar vb)geri dönemeyiş nedenlerinden birisi.
Bütün bunlar, geri dönmeyiş / geç dönüş konusunu sulandırmak, hatta haklı göstermek için değil, herhangi bir sorunun tek ve kesin bir nedene bağlanamayacağının farkında olunduğunu vurgulamak amacını taşıyor.
Tanımlanan istisnaların dışında kalan büyükçe bir pay ise, yazısı alıntılanan yazarın tanımladığı nedenle, geri dönme konusunu -en azından- önemsemeyenkesime aittir.
Bu noktada sorulup cevaplanması yararlı olabilecek birinci soru, bu önemsemeyişin ne ölçüde doğurgan bir sorun olduğu; ikinci soru ise üreyen sorunların ne ölçüde önemli olduğudur.
Sorular böyle sorulduğunda cevaplanması güç görünüyor. Bir de tersinden sorulabilirse belki bir ipucu verebilir: Toplumun çeşitli sorunlarını oluşturan yapıtaşları içinde acaba, kendini kendi dışındakilerden her konuda alacaklı görmek, ama kendini kimseye hiçbir şekilde borçlu (örneğin geri dönme konusunda) görmemek gibi birisi var mıdır?
Sizler düşünedurun bir fıkrayla bitireyim: “Yeni genel müdür ilk günün enerjisiyle, sabahları geç kalanlar ile akşamları erken çıkanları esprili bir dille uyarmak için bir duyuru yapar: Duyuru No 1-Sabahları mesaiye geç kalanlar ile akşamları erken çıkanlar koridorda çarpışmakta olduğundan, her iki grubun da koridorun sağ yanını kullanmalarını önemle rica ederim. Ertesi gün Duyuru No 2 gelir: Sabah geç gelenlerle akşam erken çıkanların aynı kişiler olduğu belirlendiği için Duyuru No 1 yürürlükten kaldırılmıştır.”
28 Ocak 2011 Cuma
-
Nis 16 2012 Aşağıda, Çorum’lu bir öğrenci yurttaşımızdan gelen bir mektup var. Benzer düşünceler binlerce yurttaşımızda ortaktır, ama bu genç arkadaşımız az sayıda “yazarak dile getirenler”den..
Önce mektup:
Merhaba,
Ben çorum ilinde yaşamaktayım. Sokak hayvanları için ailemle beraber savaş vermekteyiz. Hayvan haklarıyla ilgili mücadele içinde olduğunuzu bildiğim için dün yaşadığım bir olayı size aktarmak istiyorum.
Ailemle bağ evimizin bulunduğu çevredeki sokak köpeklerini hertürlü bakım ve beslenme işlerini elimizden geldğince gerçekleştirmeye çalısıyoruz. Diğer bağ sahiplerinden bazıları bu köpeklerden çok şikayetçi, sürekli belediyeyi arayacağız diye tehdit ediyorlar (Çorum belediyesi önceki yaptığımızı mücadelelerle tam olmasada belli bir bilince ulaştı ama yeterli değil).
Bağ yolunda yürüyüşe çıkan bir grup kadın evin önündeki köpeklerin yanından geçerken köpeğin biri SADECE havladı; kadın korkusundan kendini dikenli tellerin üstüne attı. Yardım etmeye çalıştık ancak kadın “siz insan mısınız? köpeklerinizi bağlasaydınız” gibi kelimeler kullandı. Karşılıklı bağırmalar sonucunda kadın belediyeyi arayıp köpekleri öldürtceğim diye bağırdı.
Daha sonra annem, kadının nasıl oldğunu sormaya yanına gitti; kadın polisi aramış; evimizin önüne jandarma+polis ekibi evi basar gibi geldiler, suçlu gibi kortej eşliğinde karakola gittik, köpekleri beslediğimiz için suçlandık.
İşin can alıcı noktası bu suçlamaları yapan uzman doktor xxxx ve eşidir. Güç gösterisinde bulunarak aileme ve bana hiç görmediğim karakolu göstermiş oldular. Bunu sizinle paylasmak istedim çünkü bu gelinen son nokta beni şaşkınlık içinde bıraktı artık.
Sizden özellikle rica ediyoruz Çorum’daki az sayıda bulunan hayvansever olduğumuz sesimizi duyurmamızda bize yardım edin.
(adı soyadı)
“Önce insan“, öyle mi al sana!
Çok sayıda siyasetçi -ister slogan, ister lafın gelişi- sık sık “önce insan” diye bir övüntü tutturmuştur. Düz Türkçe’ye çevirince bu şu demek olur: “İnsanı hayvanı, bitkisi ile canlıları ve taşı toprağı, suyu, havası ile aralarındaki -birlikte yaşamayı zorunlu kılan- muhteşem denge bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren sadece insan -hatta doğrusu sadece “ben”im.”
Yukarıdaki mektupta anılan kadın ve milyonlarca benzeri, “köpeğin mekruh olduğu“, “kedi köpek giren eve melek girmeyeceği“, “insanın tüm canlılar içinde en üstünü olduğu” gibi propaganda ile yetişmiş, şimdilerde de “önce insan” safsatasıyla yaşamaktadır.
Bu insanlara, insanın en üstün olduğu, o üstünlük varsayımının ona kendi dışındakilere her türlü işkenceyi yapma hakkını verdiği yargılarını nereden bildiğini hiç soran olmuş mudur? Ben çok sordum. Aldığım cevaplar hemen hemen aynıdır ve bu konudaki ezbere bellediklerini hiç mi hiç sorgulamamışlardır.
https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’Yunuslar.wmv‘
Bu nedenle onlara ve onların başkanlarına kızmak yersizdir. Onlar da en az hayvan dostlarımız kadar “kurban”dırlar. Canlı dostlarına düşen görevlerden birisi de “insanı, hayvanı, bitkisi, taşı toprağı, havası suyuyla tümünün birlikte yaşayabilecek bir ebedi programa sahip oldukları“na onları ikna etmektir.
Bir yandan da hayvanseverlerin ilk seçimlerde hayvan düşmanı kişileri seçmemek için bir inisyatif geliştirmeleri de gerekiyor. Bu amaçla şu 2 belgenin incelenmesini öneririm:
https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Hayvan_Haklari_Politika_Belgesi/HHPB_taahhut.pdf
https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/Hayvan_Haklari_Politika_Belgesi/HHPB_rev2.2.pdf
Temmuz 25, 2010
-
Nis 16 2012 MEDİAKRASİ VE MEDİOKRASİ !
MEDİAKRASİ VE MEDİOKRASİ !
Bütün Dünya’da medyanın giderek güçlenmesi ve toplum yaşamını yönlendirmesi, “medya demokrasisi (mediakrasi)” deyiminin doğmasına yol açtı. Bu eğilimin önümüzdeki yıllarda daha da güçleneceği ve özellikle TV’nin etkileşimli (interactive) hale gelmesiyle, doğrudan demokrasi yöntemlerinin gündeme geleceği bellidir. Örneğin, çıkarılması öngörülen bir yasa hakkında vatandaşların neler düşündüğü, çok büyük bir doğruluk ve hızla saptanabilecektir. Daha şimdiden buna ilişkin uygulamalar Dünya’da başlamıştır (Fransa’daki Mini-Tel uygulaması gibi).
Bunun sayısız faydalarının yanısıra temsili demokrasiye yeni boyutlar getireceği, parlamenterlerin geleneksel ‘arabuluculuk’ rollerini zayıflatacağı beklenmektedir.
Bu ümit verici gelişmelerin tam aksine bir gelişme ise halen ülkemizde yaşanmaktadır. Medyanın bilgilendirdiği vatandaşlar ve onların temsilcilerinin yararlı etkileşimi yerine, medyanın manipüle ettiği bir demokrasi türü giderek etkin hale gelmektedir. Buna, manipülatif demokrasi de denilebilir.
Ticari kuruluşların sahip oldukları ve doğal olarak ana amaçları, ticari çıkarlarını kollamak olan medya organları, çeşitli bilgileri ticari çıkarları doğrultusunda süzmekte, yani toplumu manipüle etmektedirler. Bu yolla örneğin Dünyanın aslında düz olduğu dahi propaganda edilebilir ve epeyce insan da inandırılabilir.
Demokrasi açısından son derece kaygı verici olan bu gidişin temelinde, “birbiriyle bağdaşmayan” işlerin aynı kişi ve kuruluşlar eliyle yapılması yatmaktadır. Bunların birleştirilmesi, ayrıca bunun toplum tarafından da bilinmeyişi, demokrasimizin bir ortaçağ demokrasisine (mediokrasi) dönüşmesine yol açabilir.
Bunu önlemenin yollarından en etkini, bu tür bağdaşmayan işlerin yasalarla caydırılmasıdır. Ya da her medya organı, doğrudan veya dolaylı olarak kontrol ettiği kuruluşların bir listesini görünür biçimde ilan edip gözönünde bulundurmalıdır. Böylece vatandaşlar, çeşitli haberlerle bu ticari ilişkiler arasındaki bağlantıları hiç olmazsa karine yoluyla çıkarabilirler ve doğru bilgilenmeyi önleyen bu sakınca kısmen de olsa giderilmiş olur.
-
Nis 16 2012 BU İĞRENÇ TV ROGRAMLARI KİMİN İÇİN?
BU İĞRENÇ TV ROGRAMLARI KİMİN İÇİN?
Transseksüel taklidi yapan, programa davetli olarak çağrılan kişilere inanılmaz terbiyesizlikte ve adilikte el ve ağız şakaları yapan kişilerin sunduğu birkaç TV programı var.
Bu programları, bunları tasarımlayan, sunan, izleyip zevk alan kişilerin zihinsel kurgularını anlayabilmek için defalarca seyrettim. Ve sonunda şu yargılara vardım:
-
Evet, bunları izleyenler vardır ve de reyting denilen o anlamsız ölçüye göre sayıları çok fazladır.
-
Bu programları tasarımlayanlar -eğer o sunan kişilerle aynı değilse-, para için herhangi bir başka şeyi de yapabilecek yapıdadırlar. Bu programların, çocuk ve gençler üzerinde ne gibi olumsuz etkiler yaratacağını bilmekteler ve bunu bile bile yapmaktadırlar.
-
Hanımefendi, beyefendi görünüşüyle o programlara katılan kişilerden, programın ortasında terkedip ayrılmayanlar varsa, onlar da bu aşağılayıcı muamelelere -kendilerine yapılmasa bile- müstahak kişilerdir.
-
RTÜK denilen kuruluşun, görevini nasıl yapacağını bilmediği kesindir. Programları sansür etmek yerine, toplumun duyarlı kişilerinin olumlu ve olumsuz tepkilerini gösterebilmeleri için uygun ortam yaratmak gibi medeni bir görevleri olduğunu akıl edemeyen bir kuruluştur. Örneğin, her programın yayımlanması sırasında, ekranın bir köşesinde bir faks numarası gösterilmesini telkin etmek, bunu yapabilecek birkaç TV ile işbirliği yaparak yaygınlaşmasını sağlamak, vatandaşları, beğendiği ve beğenmediği programlar hakkında görüş bildirmesinin bir yurttaşlık görevi olduğu bilincini yayabilecek kampanyalar düzenlemek gibi önlemler, yayın durdurmaktan çok daha etkindir.
Bu tür iğrenç programları izleyenlerin genellikle ot kökenli olmalarının, bilinçli insanlar için bir avantaj olduğu, birincilerin pasif, koşullanmaya teşne, nereye itilirse oraya giden kişiler olduğu bir gerçektir. RTÜK bu avantajı kullanarak bir yurttaş inisiyatifi geliştirmeyi düşünememektedir.
Demokrasinin, yıllar boyunca ne olduğu konusunda söylenmeyen kalmadı. Ama yalın olarak, “vatandaşların, çeşitli sorunlar karşısında bir başkasından beklemeden üzerine düşenleri yapmak olduğu” bilinci yerleşmedi.
Şiddetin, cinsellik sömürüsünün, bayağılığın, terbiyesizliğin adının “program” olamayacağını, bunları pazarlamanın adının “ticaret” değil bir “başka şey” olduğunu, bunları ses çıkarmadan izlemenin bunları onaylamak anlamına geldiğini bir kere daha düşünmeliyiz.
Şimdi lütfen elinize kalem ve kağıdı alarak ya da bilgisayarınızın başına geçerek bu konudaki tepkilerinizi dile getiriniz ve böylece, ot kökenli insanlarımızla aynı geleceği paylaşmak istemediğinizi gösteriniz.
Şimdiden elinize sağlık olsun.
-
-
Nis 16 2012 Zihin Yeleği yani can yeleği gibi!
Zihin Yeleği yani can yeleği gibi!
Önce bir soru!
Eğitimle herhangi bir düzeyde ilgilenen hemen herkes ezber konusu açıldığında görüşünü derhal söylüyor: “ben ezbere karşıyım; eğitim sorgulamaya dayalı olmalı!”.
Hatta, eğitimciler arasında daha da ileri gidip, öğrencilerine hiç ezber yaptırmadığını, öğrencilerinden soru soranları katiyetle paylayıp susturmadığını, cevabını bilemeyeceği sorular karşısında bile soğukkanlılığını kaybetmediğini -gözünüzün içine baka baka-, ama ezbersiz eğitimin de olamayacağını, eğitimin zaten bir koşullandırma olduğunu -hemen birincisinin ardından- savunanlar çoğunlukta.
Ben zaman zaman, rastladığım eğitimcilerle -yani herkesle- bu konuları konuşmaktan çok hoşlanıyorum. En sevdiğim konu ise, konuşması, tavrı, simgeleri vs yoluyla başkalarına dini, siyasi, ideolojik tebliğde bulunmayı bir görev sayanlara karşı -hem de iyice karşı- olanların, kendi doğrularını benimsetme konusundaki tutumlarının nasıl bağdaşabildiğini sormak.
Sanki bütün bu kişiler tek merkezden eğitilmişler gibi benzer cevabı verirler: “ama akıl var mantık var, doğru tektir!”
Eskiden, tebligat görevlilerine direnebilmenin hiç de zor olmadığını düşünürdüm, şimdi ise bunun göründüğü kadar kolay olmadığını düşünüyorum. Eğer, bir tebliğ grubuna aitseniz mesele kolaydır; ama eğer “ben zihinsel bekaretimi korumaya kararlıyım; kimsenin köklerini bilmediği ve bilemeyeceği doğrularıyla aklımı koşullandırmasına izin vermeyeceğim” derseniz o zaman işiniz zordur.
İşte bu nedenle bir süredir, bir çeşit can yeleği gibi zihin yeleği düşlüyorum. Zihinsel taciz veya tecavüz girişimlerine karşı zihinsel duruluğumuzu koruyacak, hatta mümkünse zaman zaman salgılayacağı bir çeşit durulayıcı ile belleğimize -koruyucuyu aşarak- bulaştırılmış dogmaları silecek.
Bu fikrimi açtığım, çeşitli konularda icatları bulunan bir arkadaşım, kendisinin de dahil olduğu bir grubun düşüncelerinin bu koruyuculuğu sağlayabileceğini, tek koşulun grubun doğrularını sorgulamamak olduğunu söyledi. Güvendiği dağlara kar yağmak demek ki bu demekmiş!
Ama ben henüz yılmadım, zihin yeleği konusunda aklına fikrine güvendiklerime danışmaya devam edeceğim. Eskilerin bekaret kemerine benzer bir zihinsel bekanet kemeri buluncaya kadar devam edeceğim.
Ne dersiniz, bulabilir miyim?
Aralık 13, 2008
