• İNSAN ŞAKASI-EŞEK ŞAKASI !

    İNSAN ŞAKASI-EŞEK ŞAKASI !

    Dikkatli gazete okuyucuları bilirler, sık sık basınçlı hava ile çalışılan yerlerde bir kısım aklıevvel insanımızın, insanlar üzerinde yaptığı geleneksel bir deney vardır: içi basınçlı hava doldurulan bir insanın ne olacağı, mesela uçup uçmayacağı ya da top gibi olup olmayacağı daima merak edilir ve aynı tür meraka düşmüş bir grup arkadaş(!)ın yardımı (!) ile deneğin uygun bir yerine hortum sokulur ve sonuçları gözlenir.

    Bu deneyler bilimsel bir karanlılıkla daima aynı sonucu verir ve deneğin barsağı patlar. Ne kadar zeki olduğu konusunda zaman zaman tartışmalar çıkan ve Atatürk tarafından da işaret edilmek zorunluğu duyulmuş insanımızın içinde bu tür sapık merak sahiplerinin bulunmasını pek yadırgamamak gerekir.

    Yadırganması gereken başka iki konu vardır: Birincisi bu tür insanlara verilen cezalar olup TCK’na göre “kasten yaralama” hükümlerine göre kovuşturma yapılır, yasada yazılı 1-2 aylık ve tecil edileceği şüphesiz olan ceza çok yersizdir.

    Bence bu insanlara verilen cezanın böyle değil, mesela görünür bir yerlerine çıkmaz boya ya da dövme vs gibi bir teknikle yazılmış ve ömür boyu taşıyacağı, “ben gerizekalıyım, ben ve benim gibilerden uzak durun” şeklinde bir belirtimin markalanması olmalıdır.

    İkinci ve daha da garip olan yan, bütün bir toplumu aşağılayan böyle bir gerzekliğin “şaka”, üstelik de “eşek şakası” olarak olarak anlaşılıp topluma benimsetilmeye kalkışılmasıdır.

    Buna şaka demek, şaka diyenlere sesini çıkarmamak, “şaka duygusu” denilen yetenekten hiç nasibini almamış olmak demektir. “Şaka duygusu”nun bir toplumun gelişmişliğinin en şaşmaz göstergelerinden birisi olduğu düşünülürse, neyin şaka olduğunun ayırt edilemeyişine ciddi bir toplum sorunu olarak eğilmek gerektiği sonucuna varmak gerekir.

    “Eşek şakası” deyimi ise toplumumuz açışından birinciden daha da aşağılayıcı bir mesaj taşımaktadır.

    Acaba evren yaratıldığından bu yana hiç bir eşek ya da insan dışı bir yaratık, böyle bir şaka(!) yapmaya kalkışmışmıdır?

    Bir canlıya basınçlı hava veya elektrik vererek ne olacağını gözlemlemiş tek bir insandışı yaratık görülmüş, duyulmuş ya da hayal edilmiş midir?

    İnsan dışı canlıların tümü şaşmaz biçimde tek amaca yöneliktir: doğayla uyum halinde yaşamını sürdürmek!

    En yüce dinlerin dahi eriştirmeyi amaçladığı bu yalın ve güzel amacı tek ilke edinmiş bu yaratıkları böyle bir suçla aşağılamanın anlamı, o varlıkların engin dünyasını hiç ama hiç anlamamış olmak demektir.

    Bir insan olarak bu ayrımın farkında olmayan, birbirine hala hayvan adları kullanarak hakaret eden hemcinslerimden utanıyorum. Buna mutlaka bir ad vermek gerekirse, “insan şakası” demek daha yerindedir!

  • TRAFİK CANAVARI

    TRAFİK CANAVARI

    Medyanın her organında hiç değişmeyen bir haber türü ve bu haberlerin bir veriliş biçimi var: trafik canavarı’nın iş başında olduğu!

    Özellikle TV spikerlerine dikkat edilirse, örneğin trajik bir kitlesel ölüm haberini dahi verirken hafifçe gülen yüzlerinin, bu trafik canavarından söz ederken birdenbire ciddileştiği yakalanacaktır.

    Çok küçük yaşlarda TV izlemeye başlayan milyonlarca çocuğun, günde üç öğün sözü edilen bu “canavar”ın varlığından giderek emin olmaları, bunu yaşamın bir olgusu olarak kabul ettiklerinden kuşku yoktur. Aralarında bu işin bir canavar işi olmadığını anlayabilenler ya da anne babaları tarafından uyarılarak bunun haber organlarının densizliği olduğunu bilenler olsa dahi, başka alanlarda da canavarlar bulunduğunu gözümüze baka baka söyleyen güvenilir kişilerin çokluğu, çocuklardaki bu kuşkuyu giderecektir.

    Küçük yaşlarda bu tür bir beyin yıkamayla yetişen bir genç, ne denli uyanık ne denli iyi eğitim görürse görsün, her istenmeyen olgunun mutlaka “o şeyin canavarı” tarafından meydana getirildiğine inanacaktır. Enflasyon canavarı, terör canavarı, kollu canavar vs gibi.

    Bu canavar merakının pek öyle bir sözgelimi olduğunu sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, bunlar söylenir geçilir, canavarın kolu, bacağının ayrıntılı tanımlarına girişilmezdi.

    Örneğin, “enflasyon, yedi başlı bir canavar olup..” gibisinden bilimsel içerikli tanımlar en yetkili sayılan ağızlardan yapıldığına göre, bu canavar işi pek öyle hafife alınabilecek bir konu değildir.

    Toplum bilimciler bu işin tarihi, kültürel ve sosyolojik nedenlerini incelemeli, hangi bilinç altı korkuların “canavar” biçiminde sembolize edildiğini bulmalı ve sonra da toplu terapi seanslarıyla bunu giderip toplumu rahatlatmanın çaresini bulmalıdırlar.

    Hatta bu işi daha da ciddiye almalı ve mesela “Canavarlar ve Canavarlıkla Mücadele Daire Başkanlığı” -ki ileride ödenek bulunabilirse Bakanlık dahi yapılabilir- kurmak gerekir diye düşünüyorum.

    Benim çok kısıtlı sosyolojik bilgim, bu canavar tutkusunun, birbiriyle ilişkili iki kaynaktan geldiğini göstermektedir. Birinci kaynak, çocukluğumuzda bol bol okuyup büyüyünce de dinleye dinleye yaşlandığımız masallar olup, orada her başa çıkılamaz belanın yedi başlı, on kollu, ateş dilli bir canavara benzetilmesi geleneği vardır.

    Bu masalların çok etkisinde kalan yöneticilerimiz, sorunlarla nasıl başa çıkılabileceğini genellikle bilmedikleri için bu idol’ü icadederek hem kendilerini hem de vatandaşları rahatlatabilecek bir açıklama bulmuşlardır. (Bilindiği gibi, açıklanamayan sorunlar deliliğe yol açmakta olup, insanlar her sorun için mutlaka bir açıklama bulmak eğilimindedirler)..

    İkinci neden ise, bu tür canavarlarla daima olağanüstü güçlere sahip prenslerin (ve prenseslerin) başa çıkabildiği, onun dışındakilerin yapabileceği tek şeyin öyle bir prens (veya prenses) beklemekten ibaret olduğudur.

    Elinde tuttuğu okunup üflenmiş kılıcını, canavarın can alıcı bir noktasına -ama dikkat sadece bir noktasına- batıran masal kahramanlarını bekleyen insanları, kollektif akıl kullanarak belalarla başa çıkmak yerine, kurtarıcılar (babalar, analar, bacılar) beklerler ve de beklerler.

    Bu yolla sorunları açıklamak rahatına alışmış bir toplumda hangi sorunun hangi nedenlerden kaynaklandığını, bunlar arasındaki bağlantıların ne olduğunu, dolayısıyla hangi kaynak sorunlar çözülürse hangi sorunların kısmen ya da tamamen çözüleceğini düşünebilen insanlar çıkmasına, çıksa da dinlenmesine imkan var mıdır?

    İş bununla bitmemektedir. Çünkü toplumun karşılaştığı kaza belanın tümünün o alanlara özgü canavarlara yüklenmesine imkan yoktur. Örneğin trafik, terör, kumar canavarları ile idare edilirken mesela bir sel baskını olsa, bu felaketin bu görevlilere yüklenmesi imkanı yoktur. Hem insanlar inanmaz hem canavarlar itiraz ederler.

    “Enflasyon canavarı dün filanca yeri sel altında bırakmıştır” gibisinden bir haberi kimse ciddiye almaz ve tüm canavarlar hakkında kuşku doğar. Nitekim çok Tanrılı dinlerin iflas etmesinin nedeni de bu gelişi güzel olayların gelişi güzel Tanrılara yüklenmesinden doğmuş, uyanık kişiler bu aldatmacanın farkına varmışlardır.

    İşte bu nedenle, birçok kaza belanın da o alanla ilgili canavara değil, doğrudan doğruya Tanrıya yüklenmesi usulü geliştirilmiştir.

    Böylece açıklamasız kalan bir sorun kalmamakta, her sorun ya o alanla ilgili canavar ya da bizzat Tanrı tarafından yaratılmış olmaktadır. Bu durumda insanlara düşen görev de ya canavara lanet okumak ya da boyun eğmektir.

    İşte canavar merakımızın altında yatan nedenler ve sorunlarımızı, onların nedenlerini arayarak çözemeyişimizin nedeni budur. Yeni canavarlar doğdukça daha çok gözlem yapıp daha iyi açıklamalar bulacağız. Bulacağız yoksa delirebiliriz..

    Pazartesi, 31 Temmuz 1995

  • “KAVRAM TABANI” ÜZERİNDE UZLAŞI GİRİŞİMİNİ KİM ÜSTLENEBİLİR?

    “KAVRAM TABANI” ÜZERİNDE UZLAŞI GİRİŞİMİNİ KİM ÜSTLENEBİLİR?

    Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.

    Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –seçkin tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?

    İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.

    Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiyenin önünü açacak bir adımdır.

    Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “geciktirilmiş yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.

    Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.

    Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?

  • TRAFİK CANAVARININ TAM ŞEKLİ!

    TRAFİK CANAVARININ TAM ŞEKLİ!

    Gazetelerin pazar eklerinde ya da çocuk dergilerinde rastlanan, “noktaları birleştirin bakalım ne çıkacak?” türünden bulmacaları bilirsiniz. Bir sürü karışık noktayı, numara sırasına göre birleştirdikçe, baştan hiç tahmin edilemeyecek şekiller ortaya çıkar. Tek yapılması gereken, sırayı şaşırmadan, sıkılıp bırakmadan noktaları birleştirmektir.

    İşte bu yöntemle, yıllardır yüzbinlerce insanımızı öldüren, milyonlarca insanımızı sakat bırakan, onca mal kaybına yol açan “trafik canavarı”nın tam şeklini çıkarmak mümkün olmaktadır. Her ne kadar yol boylarındaki panolarda canavarın resimleri yer alıyorsa da, bu resimlerin söylentilere dayalı birer tasvir olduğu, canavarın gerçek şeklini yansıtmadığı unutulmamalıdır. Bu yeni yöntemle ise neredeyse aslına tam uygun bir görüntü elde edilebilecektir.

    Yıllardır canavar diye bir şeyin olmadığını ve de olamayacağını iddia eden her kim varsa bu şekli çerçeveletip evlerine asmaları, bir daha da diğer canavarlar (enflasyon, terör, gönüllü bağış, medya, kollu canavar ve diğerleri) için ileri geri konuşmamaları tavsiye olunur.

    Şimdi tek yapacağınız, aşağıdaki sayılara karşı gelen noktaları sırayla -bu çok önemlidir, lütfen sıra atlamayınız- birleştirmekten ibarettir. İşte size canavarın gerçek şeklini oluşturan noktalar:

    1. Yollarda meydana geldiği ve taraflardan biri daima bir araç olduğu için, olaylara “trafik kazası” adını vermekte bir sakınca görmeyen, kaza ile cinayet arasında fark gözetmeyen herkes,

    2. Okullarda, nedenini bilmediği binlerce kalıbı kafalara sokmayı eğitim sanan, bunu yıllarca yapmakla övünen, ama yaşam için gereken en basit fizik kurallarının öğrenilmesini sağlayamayan öğretmenler,

    3. Eğitimle ilgisi olmayan bu beyhude işe kafa yormayan ya da yoramayan ama illa ki eğitimi yönlendirme iddiası taşıyan bürokrat ve politikacılar,

    4. Saygının çeşitli türleri olup bunların hepsinin de aynı kökten türediğinin, bunlardan birinin de trafikte araç kullanılırken ortaya çıkan “başkalarının mal ve canına saygı” göstermek olduğunun farkında olmayan yaratıklar,

    5. Bu yaratıklarla başa çıkabilmenin dünyada bilinen en etkin yolunun, herkesin gördüğü eğrilikleri şikayet etmesi ve şikayetinin sonuçlarını izlemesi olduğunun farkında olmayan trafik ilgilileri,

    6. Şikayet etmenin kabadayılığa yakışmadığını savunan, ama gerçekte bunu korktuğu için yapamayan ve demokrasiye layık olmayanlar,

    7. Aracının camına çeşitli kuruluşların amblemlerini yapıştırıp bunları başkalarının haklarını çiğnemek için kullananlar,

    8. Trafikle ilgili örgüt kurup, bunu polislerle içli dışlı olmak için kullanan sahtekarlar,

    9. Karayollarını işaretlemeyen, taşaronlarına güvenlik önlemi aldıramayan TCK ilgilileri,

    10. Sürücü hatalarının trafik teröründeki payının farkında olmayıp hala kavşak tasarımlarıyla açıklamaya çalışan üniversitelerde çalışanlar,

    11. Bu ve benzeri sorunların, mutlaka bir kurtarıcı tarafından çözülmesini bekleye bekleye ömür dolduranlar,

    12. Kendisinin bir hiç olduğunu, bu dünyaya güdülmek üzere geldiğini sananlar,

    13. Bu işlere ayıracak zamanı olmayan, zamanını sadece para kazanmak için harcayıp, kazandığı parasını tekrar para kazanmaya harcayanlar,

    14. Bu konuda yapılan uyarıları kulak arkasına atanlar,

    15. Hurda araçlara rüşvet karşılığında sağlam raporu verenler, bunları görüp bir şey demeyen polisler, bu polisleri bilip sesini çıkarmayan amirler,

    16. Sorunları anlama ve buna göre çözüm geliştirme durumunda olup da “sorun çözme aletleri çantası” bomboş olanlar,

    17. Bilimsel, ticari, yönetsel vs tafrasından yanına yanaşılmayan, koca dağlara doğurta doğurta fare doğurtan, “trafik sorunları çözülmelidir” cinsinden incileri, soruna katkı diye ortaya atanlar,

    18. Değerlerimiz içinde bulunan, “başkası yapmasın ben de yapmam”, “sana ne” gibi virüslerin yok edilmeden de sorunun çözüleceğini uman saflar.

    Bunlar, canavarın resminin ana çizgilerini ortaya çıkarmaya yeterlidir. Ana şekil bir defa belirdi mi sonrası kolaydır. İçini doldurmak için daha onlarca nokta bulunabilir.

    Şimdi bir de canavarın gözünün bulunduğu noktanın işaretlenmesi gerekir. Ondan sonra şekil eksiksiz tamamdır: “Bir sorunu, bütünlüğünü kaybetmeden bileşenleriyle göremeyen, ama görmek zorunda olanlar”.

  • KÖKÜ DERİNDE BİR HASTALIK!

    KÖKÜ DERİNDE BİR HASTALIK!

    Ülkemizde 35 milyon erişkin var. Bunların yalnızca 10 milyonunun, her gün 1 saat Türkiye sorunları üzerinde konuşup kafa yorduğunu varsaysak, harcanan toplam kaynak her yıl 150 milyon adam.gün eder. Bu müthiş bir rakamdır. Bir kişinin yarım milyon yıl, ya da yarım milyon kişinin bir yıllık beyin enerjisine karşılık gelir.

    Ülke sorunlarına kafa patlatan bu insanların bir bölümünün konuşmalarının dedikodu düzeyini aşmadığı varsayılsa dahi mertebe o denli büyüktür ki, yararlanılabilir beyin erejisi yine de muazzamdır.

    Ama, bu büyük potansiyel çeşitli nedenlerle pek işe yaramaz. Çünkü bir defa, bu enerjiyi harcayan akıllar bir “ortak akıl” durumunda değildir. İnsanlar, toplu halde -örneğin toplantı, panel, seminer gibi- bir konu üzerinde çalışsalar dahi, ortak akıl üretemeyebilirler. Herkes tek tek, bir diğerinin ürettiği bir fikri daha ileri götürebilecek biçimde fikir üretmediği sürece iki kişinin ortak çalışmasından, iki kişilik akıldan daha büyük bir “ortak akıl” ortaya çıkmaz.

    Harcanan beyin enerjisinin önemli bir yarar sağlayamamasının bir diğer nedeni ise, düşünme biçimimizin neden-sonuç ilişkilerine değil, evvelce belirlenmiş bulunan kalıplara dayalı oluşudur.

    Ama bütün bunlardan başka bir neden daha vardır ki işte o, üretilen düşüncelerin büyük ölçüde kirlenip işe yaramaz hale gelmesine neden olmaktadır. Düşünceleri enfekte eden bu neden, değer ölçülerimiz içindeki “virütik değerler”dir. Bunlar, ilk anda farkedilmeyen, fakat birlikte kullanıldığı “sağlam” değerleri bozup dejenere eden değer ölçüleridir.

    “Bana ne”, “sana ne”, “hele önce … düzelsin”, “ama o benim hemşehrim – okuldaşım – meslekdaşım – partilim”, “idare ediver”, “bu defalık oluversin”, “esas mesele”, bu tip değer ölçülerine birkaç örnektir.

    Bunların ortak özelliklerinden birisi, düzgün değer ölçüleri kümesine göre imkansız olanı mümkün kılmalarıdır. İkinci ortak özellikleri ise, düzgün değer ölçülerinden, hiçbir yolla türetilemeyişleridir.

    Bu virüsler düşünce sistemimize nasıl girmiştir? Bunları temizlemesi gerekirken bunu yapamayan sistem(ler) hangileridir? Bunların düşünsel kirleticilik yaratma derecesi nedir? Bunlardan nasıl kurtuluruz? Bu ve bunlar gibi bir dizi soru yanıtlanmalıdır.

    Değer ölçülerimiz içine bulaşmış olan bu virüsler yalnızca düşünsel enerjilerimizi emen, onlardan, daha yüksek düşünce ürünleri üremesine engel olan ögeler değildir. Bunlar, gündelik yaşamımızdan devlet idaresine kadar geniş bir alana etkileri olan, çoğu olumsuzluğun içine ana ya da yardımcı madde olarak karışmış unsurlardır.

    Resmi bir bayram tatili ile hafta tatili arasına sıkışmış 1 günlük bir çalışma gününü “idari izin” saymayı makul gören binlerce memur ve idare, “idare et” adlı düşünsel virüsün yaşamı kolaylaştırıcılığından yararlanmaktadır.

    Tüm ülke hizmeti için kullanması gereken kaynakları, seçilmiş olduğu il için kullanan bir bakan ve o ildeki yurttaşlar bu defa “ama o bizim hemşehrimiz” virüsünü kullanmaktadır. Sabancı cinayeti içinde rol alan kızın güvenlik açısından fazla irdelenmeden işe alınmasındaki neden de yine bu “ama o bizim hemşehrimiz” değeridir.

    Sorunlarımızı çözmeye başlamamız, değer ölçülerimizi berraklaştırmaya, sonra da onları kirleten virüsleri farketmeye (ve daha sonra da ayıklamaya) başlamakla mümkündür.

    Salı, 16 Ocak 1996

  • TRAFİK KATLİAMINI DURDURABİLİRİZ. GELİNİZ BUNU BAŞARALIM!

    TRAFİK KATLİAMINI DURDURABİLİRİZ. GELİNİZ BUNU BAŞARALIM!

    Gazete ve dergilerde yazı yazmaya başladığımdan bu yana 4 yıl geçti. Bir bilgisayar dergisinde başladığım yazılara şimdi düzenli olarak 4 gazete ve 1 dergide devam ediyorum. Ayrıca da düzenli olmamakla birlikte bazı gazete ve dergilerde konuk yazar olarak fikir pazarlamaya çalışıyorum.

    Bu 4 yıl içinde hiç yapmadığım birşey, aynı bir yazıyı iki yere birden vermekti. Bu defa bunu ilk defa (ve muhtemelen son defa) bozuyorum ve aynı yazıyı, bütün bu yayın organlarına birden yolluyor ve konunun önemi nedeniyle hem okurlarımın hem de yayın organı yöneticilerinin beni bağışlayacaklarını umuyorum.

    Kelimenin tam anlamıyla bir katliam haline gelen trafik kazalarının (ki büyük çoğunluğu kaza değil, kör kör parmağım gözüne olaylardır) büyük ölçüde önlenmesi için bir öneriyi yetkililerin ve kamuoyunun gündemine getirmek istiyorum. Ayrıca, bu öneriyi, konuyla ilgili olan tüm mercilere de yazılı olarak gönderiyorum.

    Trafik kazalarının çeşitli nedenlerinin herbirini ortadan kaldırmaya yönelik bir paket’in tanımlanıp, üst düzey bir yetkilinin (bir devlet bakanı) bunu koordine etmesi, meselenin orta vadeli çözümüdür.

    Ama sorun o boyutlara gelmiştir ki, bu orta vadeli programa ek olarak uygulanması gereken ACİL BİR ÖNLEM’e gerek vardır. Bu acil önlem, bir TRAFİK ŞİKAYET SİSTEMİ KURULMASI’dır.

    Nitekim, Emniyet Genel Müdürü, “Alo Trafik” adlı bir uygulamayı düşündüklerini gazetelerde ilan etti. Ancak, bunun tam olarak bir ŞİKAYET SİSTEMİ niteliğinde (yaygınlığı, sürekliliği ve sonuçların izlenmesindeki ciddiyeti açılarından) olup olmadığını bilmediğimiz için, ben hem o düşünceyi desteklemek ve hem de olası farklılıklarına dikkat çekmek için önerimi dile getireceğim.

    Trafik konusunda bir şikayeti olup da bunu, etkin olabilecek biryerlere duyuramamış herkes iyi bilir ki, hiçbir ilimizde bu tür şikayetlerin iletilip peşinden de sonucunun izlenebileceği basit ama etkin bir sistem yoktur.

    (155 Polis İmdat) telefonunun dahi ne denli etkin olduğu gözönüne alınırsa, bir Trafik Şikayet Sistemi’ nin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Her ne kadar hemen her yerde bazı telefon numaraları mevcutsa da :

    Bu numaraları çoğu kimse bilmez,

    Bu numaralar, 24365 modeli hizmet vermezler (24365modeli, 24 saat ve 365 gün sürekli hizmet demektir)

    Bu telefonlara yapılan şikayetlerin ne sonuç verdiğini kimse bilmez,

    ve nihayet yapılan şikayetler pek bir işe yaramaz.

    İşte bu 4 nedenden dolayı da vatandaş, yardım etmek istemesine rağmen suskun kalmayı yeğler. Yöneticiler de halkın desteğinin azlığından yakınır dururlar.

    Önerim, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün trafikle ilgili biriminin merkezde ve her ilçede, kolay hatırlanabilir bir telefon numarası edinmesi ve 24365 modeline göre buralarda birer kişi (ya da bazı saatlerde birer telesekreter) bulundurmasıdır. Trafik konusunda herhangi bir şikayeti bulunanlar bu numaralara başvururlar ve sonuç da yine telefonla kendilerine iletilebilir.

    Yapılacak ikinci iş, bir kart sistemi (ya da daha iyisi bir bilgisayar) yardımıyla, araçlar için bir sicil tutulmasıdır. Hele bilgisayar sistemiyle, kısa süre içinde, sürekli kural çiğneyenler ve çiğneme şekilleri hakkında değerli bilgiler edinilecektir .

    Ancak bir noktaya dikkat çekmeliyim: kendini kuralların dışında görmeye alışmış insanlarımız (varsa), onlar bu sistemi bozmaya kalkmasınlar ve ilgililer de buna pabuç bırakmasınlar. Sistem ayrıcalıksız uygulansın.

    Sistem çok kısa bir süre içinde bu katliamı büyük ölçüde azaltacaktır. Bunu iddia ediyorum ve hatta daha ileri gidiyorum: Toplumun yardımı olmaksızın hiçbir büyük bela ile başa çıkılamaz. Benzer sistemler yoluyla başka bela alanlarında da iyileşmeler derhal görülebilecektir.

    Bunun muhbirlik vs ile yakın-uzak bir ilgisi yoktur.

    Ruhsal bozukluklarını, gelişmemiş, baskı altına alınmış duygularını milletin canı ile ödetmek isteyen geri zekalılara karşı sessiz kalmak fazilet değil korkaklıktır. Korkak toplumlar ise her türlü belaya müstahaktırlar.

    Şimdi, bu sistemi derhal kuramamanın iki izahı kalmaktadır: Ya mevcut katliamın farkında değiliz ya da korkak ve beceriksiz. İsteyen istediğini beğensin!

  • KURAL TANIMAZLIĞIN SINIRLARI NERESİDİR?

    KURAL TANIMAZLIĞIN SINIRLARI NERESİDİR?

    Yasalarımızın hiç olmazsa bir bölümünün günümüz koşullarına uymadığı bir gerçektir. Diğer yandan, günün koşullarına uyan kuralların da milletimizin tüm bireylerini tek tek memnun etmediği de bir gerçektir.

    Bu iki gerçek biraraya geldiğinde, insanlarımızın büyük çoğunluğunun, mevcut kurallardan (anayasa, yasalar, tüzükler vb) memnun olmadığı anlaşılacaktır.

    Bir kuraldan memnun olmayan bir vatandaşın yapması gereken, bir yandan o kuralı değiştirmek yönünde kendi çapında çaba harcarken, bir yandan da o kurala uymaya devam etmektir.

    Ama günümüz Türkiye’sindeki pratik böyle değildir. Kişiler, beğenmedikleri kurallara uymamakta, bunu da o kuralların eskimişliği ve yanlışlığıyla açıklamakta, Dünya’daki büyük değişimin, mevcut kurum ve kuralların bütünüyle reddi ve bir kaos ortamının yaratılması olduğunu sanmaktadırlar.

    Kural tanımazlığın doğal sınırı orman kanunlarıdır. Gücü yetenin zayıfı hakladığı bir ilkel topluma ancak, “yanlış kurala uyulmayabilinir” ilkesiyle varılabilir.

    Kural tanımazlığı savunanlar şunu bilmelidir: kendilerinin varlığını ve özgürlüklerini de beğenmeyenler çıkabilir ve onlar biraz daha güçlü ve daha kural tanımaz olabilirler. O zaman ne olacak?

  • TRAFİK KAZALARI SANILDIĞI KADAR ÇOK DEĞİLDİR!

    TRAFİK KAZALARI SANILDIĞI KADAR ÇOK DEĞİLDİR!

    Her yıl bir savaşta kaybedilebilecek kadar insanımızı trafik kazalarında yitirdiğimiz sürekli söylenir durur. Gerçekten böyle midir diye şimdiye kadar hiç kuşkulanmamıştım. Ta ki, geçenlerde iki kaza (!) haberini duyana kadar.

    Birisinde, araçların çarpışması nedeniyle içinde sıkışan ama ölmeyip yaralanan bir kişiyi, araçtan zorla çekerek çıkarmak isteyen kişiler göz göre göre “öldürdüler”.

    İkincisi ise, 20 saat otobüs kullanıp sabaha karşı dayanamayıp uyuyakalan bir şoför, otobüsü şarampola devirip 26 kişiyi “öldürdü”.

    “Karayolu”, “araç” ve benzeri anahtar sözcüklerle bir araya gelince hemen “trafik kazası” olarak adlandırılıveren olayların çok büyük bir yüzdesinin ne trafik ile ne de kaza ile bir ilgisi vardır.

    Gerçek trafik kazalarının önlenebilmesi için öncelikle trafik kazasının ne olup ne olmadığının iyi tanımlanması, sonra da eğer diğer kaynaklı ölümler de önlenmek isteniliyorsa onların da ait oldukları kategoriler içinde incelenerek “kaynak nedenleri”nin bulunmaları gerekir.

    Kaza, kişinin elinde olmayan nedenlerle karşılaştığı ve evvelden bilinemeyecek kötü olaylar’a denilmelidir. Buna göre, sonucu herkesçe bilinen bir eylemi, bilgisizlikten, duyarsızlıktan, saygısızlıktan ya da topluma karşı duyduğu nefretten dolayı belki yüzüncü defa tekrarlayan bir kişinin başına gelen olgu “kaza” olamaz.

    Bu türlü olaylarda yaşamını yitiren kişilerden ise bir bölümü gerçek kaza kurbanları olup diğerleri de kazaen değil intihar ederek ölmüş sayılmalıdırlar. Örneğin, traktörünün römorkuna ve çamurlukları üzerine yüklediği kişileri götüren bir sürücünün yol açtığı olay kesinlikle kaza değildir. Ayrıca, römork ve çamurluk üzerinde seyahat edenler de intihar ederek ölmüş sayılmalıdırlar. Ancak yine de, bu türlü intiharı, “bilerek, isteyerek kendi hayatına son verme eylemi” olarak tanımlanabilecek diğer intihardan ayırabilmek için başka bir ad bulunması doğru olacaktır.

    Buna göre mesela, sinek yutup sonra da onu öldürmek için sinek ilacı içerek ölen bir kişinin “bilgisizlik nedeniyle kendi ölümüne neden olmak” ya da “bana bi’şi olmaz çünkü bugüne kadar bi’şi olmadı” diyen bir kişinin alkollü araç kullanarak ölmesi” olgularına ayrı bir ad verilmelidir.

    Bu yaklaşımın, bir laf cambazlığından öte bir yararı var mıdır? Evet vardır. Birincisi, trafik kazalarında çok az kişinin öldüğü, buna karşın başka nedenlerle olan olayların çoğunluğu oluşturduğu gerçeği anlaşılmış olur.

    Bunun sonunda, bu toplu ölümlerin nedeninin trafik olduğu sanısıyla trafik kanununa ümit bağlamaktan vazgeçer, insanlarımızın daha zeki ve bilgili olmadan ölmekten kurtulamayacakları basit gerçeğini kavramış oluruz.

    Bilim, şeyleri sınıflandırıp onları adlandırarak başlar. Biz de bu toplu ölümler olgusuna bilim yaklaşımıyla bakmalıyız. Böyle yaklaşınca ilk soru, “ölümlerin nedenleri nelerdir?” sorusu olacaktır.

    Ölümleri sınıflamaya başlayınca belki şöyle gruplamalar ortaya çıkacaktır:

    Grup1– Basit fizik ve mekanik bilmemek (bununla, Newton fiziği vs gibi karışık konular değil, enerjinin sakınımı vs gibi basit günlük bilgiler kastediliyor)

    Grup 2– Saygısızlık

    Grup 3– Hayatta bir amacı olmamak

    Grup 4– Ruhsal sağlık bozukluğu (kendinden veya toplumdan nefret bunun alt grubudur) Grup 5– Fiziki sağlık bozukluğu

    Grup 6– Bedenini tanımamak

    Grup 7– Gerçek kazalar (üretim hatası, kalp krizi, yol göçmesi, yıldırım veya göktaşı düşmesi, yukarıdaki 6 grup ölümü seçmiş olanların “ben gidiyorum ama yalnız gitmeyeyim” tercihleri sonunda doğan olaylar)

    Bu şekilde gruplanınca göreceksiniz ne kadar az insan trafik kazalarında ölüyor. Onun için trafikle uğraşmayı bırakalım, bunları sınıflandırmaya, sonra da onların, daha onlarca belanın nedenleri olduğu gerçeğini kavramaya bakalım. Bilgi toplumu biraz da bu bakış değil midir?

  • SEKTÖREL EZBER !

    SEKTÖREL EZBER !

    Ezber, nedeni bilinmeyen bir bilginin bellekte tutulmasıdır. İnsan kavrama yeteneğinin sınırlı oluşu nedeniyle herşeyin nedeninin bilinemeyeceği, bazı bilgilerin “inanç” tabanlı olarak akılda tutulacağı bilinen bir gerçektir.

    Örneğin, serbest bırakılan cisimlerin yere düşme nedeninin yerçekimi olduğu bilinmektedir. Bu bilgi ezber değildir. Ama yerçekiminin neden varolduğu bilinmediği için o bilgi ezberdir.

    Eğitim sistemimizin en belirgin özelliği ezbere dayalı oluşudur. Gelişkin toplumların hiç birisinde rastlanamayacak ölçülerdeki bu eğitsel hastalığın yalnız okul duvarları arasında kalmadığını tahmin etmek güç değildir.

    Ezber, çeşitli sektörler içinde mutasyona uğrayarak , tanınmayacak hale gelmiş, ama sorun bununla da kalmamıştır.

    Ezber, çeşitli sektörler tarafından öylesine iyi sindirilmiştir ki sosyal bünye onun bir tümör (hem de habis) olduğunu farketmemekte, en değerli besiniyle (insan beyinleri) onu besleyip sürekli olarak semirtmektedir.

    Ezber çeşitli kurum ya da sektörlerce bakınız nasıl özümlenmiştir: Ezberin hiç bağdaşamayacağı sanılan “girişimcilik”, bu hastalıktan en çok nasibini alan kurumlardan birisidir.

    Bir girişimci bir iş fikri üretip onu yaşama geçirdiğinde, onu gören bir girişimci derhal onu izler ve o da aynı işi yapmaya başlar. Sonuç, kısa bir süre içinde her ikisinin de batmasıdır. Çünkü, o iş fikrine karşı gelen iş hacmi muhtemelen iki girişimciyi besleyecek büyüklükte değildir.

    Ülkemizde, ilginç bir iş fikrinin, ezberci girişimcilerce iğdiş edilip nasıl cılkının çıkarıldığını hemen herkes bilir.

    Yayıncılık sektörü, yine ezberin iyi kök saldığı alanlardan birisidir. Basılı,görsel ve işitsel medyadaki tüm yapımlar tek elden çıkmışçasına birbirinin aynıdır.

    Ezberle taban tabana zıt, yaratıcılığın tam egemenliğinde bulunması gereken bir alan sanat, onun da ezbere hiç tahammülü olmayan dalı olan güldürü sanatı ezberin etkisiyle daralmış, yalnızca geri zekalı taklidi yapmaya indirgenmiştir. Küçük bir kısım sanatçı hariç geri kalanı, bu işi gerçekten de aslından farkı anlaşılamayacak kadar doğal yapmaktadırlar.

    Kimi ülkelerde “güzelleşme endüstrisi” denilen ve çoğunlukla kadınlara yönelik olan da ülkemizde ezberin en çok etkisinde kalanlardandır.

    Sokakta, gazete resimlerinde, parlamentoda ya da herhangi bir toplantıdaki kadın giyim-kuşam, makyaj ya da saç biçimine dikkat edilirse, kadınlarımızın en az yarısının birbirinin aynı görünüşte olduğu görülecektir.

    Ama bütün bunların içinde öyle bir tanesi vardır ki işte o, bu işin kaynağı olan eğtimi dahi geride bırakmıştır. Bu, kamu yönetimi ya da bürokrasidir.

    Osmanlı zamanından bu yana değiştirilemeyen usullere üstüne üstlük “devlet geleneği” diye bir de isim takılmıştır. Bir işlemin niçin öyle yapıldığını, başka türlü yapılırsa olup olamayacağını sormak hemen hiç rastlanmamış bir olaydır.

    Her yıl yapılan bütçeler, bir yıl evvel yapılmış bütçenin yalnızca rakamlarının değiştirilmesinden ibarettir.

    Bu kısa bir iki örnekten yola çıkılarak tüm sektörler gözden geçirilirse, ezberin iliklerimize kadar nasıl işlediği görülecektir.

    Bu hastalığa dikkat edilmelidir. Bir toplumu sinsice yok edebilecek eğer iki neden varsa, bunlardan birisi mutlaka ezberdir.

    Salı, 02 Nisan 1996

  • TOPLANTI MERAKI VE “TOPLANTI YÖNETİMİ” !

    TOPLANTI MERAKI VE “TOPLANTI YÖNETİMİ” !

    İster iş hayatı isterse siyasal ya da sosyal amaçlı çalışmalar olsun, insanların zamanlarını en çok harcatan eylem türü, tartışmasız ki toplantı’ lardır.

    Ne yazık ki, insanların yaşamlarından sürekli olarak küçük parçalar kopması demek olan toplantı’ ların daha etkin kullanılabilmesi için çaba harcandığı oldukça seyrektir.

    Toplantı, bir sorun çözme aracıdır. Her sorun çözme aracı nasıl ki her türlü sorun karşısında kullanılamazsa, toplantı da her soruna iyi gelen bir panzehir değildir. Pratikte ise toplantı’lar tam bir panzehir olarak düşünülür ve hemen her durum karşısında derhal bir toplantı düzenlenir.

    Toplantı’larla bu denli içli-dışlı olan insanlarımız, toplantı’ların -ve hele rastgele düzenlenmiş ise- ne kadar yararsız olduğunun bilincindedirler. Kendisine hiçbir fikir danışılmayan ama sırf eksik kalmasın diye toplantılara çağrılmış kişilerin saatlerce nasıl oturtulduğunu ya da tam aksine sadece çağrıldığı için kendisini göstermek gerektiğini düşünüp kimseye söz hakkı bırakmayan insanları hep biliriz.

    Ama bu bilince karşın, toplantıların hala bu denli tutulmasının başkaca nedenleri olmalıdır. Akla gelebilecek bazı nedenler; sorun çözümü için sahip olunan alet çantasının fakirliği, tek başına sorumluluğu üstlenilmek istenmeyen bir olay karşısında başkalarını da sorumluluk altına sokma düşüncesi ya da toplantı yapılan konu hakkında ne yapılacağını katılımcılardan sorma niyeti olabilir.

    Çeşitli sorun çözme araçlarından hangisinin nerede kullanılacağını bilmek, en değerli bilgidir.

    Toplantı’lar, bir kısım insan arasında iletişim sağlamak, yaratıcı fikirler üretmek, dolaylı eğitim yapmak gibi amaçlarla kullanıldığında son derece yararlıdır. Ama, buradaki her amaç için ayrı bir kurgu altında toplantı yapmak kaydıyla ! Örneğin, günün bütün yorgunluğu ve tükenmişliğini taşıyan insanları sigara dumanlı bir odaya sokup onlardan yaratıcı fikir üretmelerini istemek ya da kimin ne bildiğini araştırmadan sadece “bu ilaç sana iyi gelir” gibisinden tüm katılımcılara birşeyler öğretmeye kalkmak abesle iştigalin ta kendisidir ve de bir zaman hırsızlığıdır.

    İşte bu nedenler ile Toplantı Yönetimi, bir anlamda insan hayatının boşuna akıp gitmesine engel olabilecek yararlı bir araçtır.

    Toplantılara bu denli meraklı bir toplumun, bir araçtan nasıl en büyük etkinliği elde edeceğini merak etmesi ve Toplantı Yönetimi adı verilen tekniğe daha büyük önem vermesi beklenir.