-
Nis 16 2012 İNSANIN EN ÖNEMLİ YETENEĞİNİ PAS GEÇEN YAKLAŞIM: PARÇA PARÇA ÖĞRETME!
İNSANIN EN ÖNEMLİ YETENEĞİNİ PAS GEÇEN YAKLAŞIM: PARÇA PARÇA ÖĞRETME!
Gelecekte sosyal antropologlarca ortaya çıkarılacağı kuşkusuz olan bir olgu, ihtiyaç duyduğu “bütün”leri büyük bir yetenekle öğrenebilen insanın, öğrenme yeteneğini neredeyse sıfıra indiren parça parça öğretme usulünün kimlerce ve niçin icat edildiğidir.
Resmi veya ticari kurumlar, aile ortamı ya da kitle iletişim araçlarıyla yapılan her türlü öğretme girişimi, “bütünleri parçalama” ve de “öğretme”ye dayalıdır.
Sonuçsuz çabalar!
Karşındakinin ihtiyacı olduğu -ya da olması gerektiği- varsayımına dayalı olarak, onun öğrenme profilini, ilgi ve ihtiyaç alanlarını hiçe sayan bu saygısızca yaklaşım harcanan tüm çabalara karşın ancak -o da bazen- tek sonuç verebilmektedir: ad belleme!
“Liderlik 3’e ayrılır, birinci tip: vs. vs.dir”, “motivasyon, çalışanların güdülenmesi olup beşe ayrılır”, “süreç odaklı yaklaşım iyidir” ya da bunlar gibi kalıpları, zihinde tutma tekniklerinin de yardımıyla zihnine tıkıştırmış insanlar, bu geleneksel “parçalı öğretme” yönteminin kurbanlarıdır.
“Süregiden her etki kendini sürdürebileceği bir ekolojiyi de yaratır”!
“Parçalı öğretme” etkisi, şeylerin adlarını bellemişlerin rekabet ettiği, en çok şey adı bilenlerin diğerlerinden üstün, bunları öğretebilenlerin de daha üstün sayıldığı bir ekoloji yaratmıştır.
Böylece, bir durumu değiştirmek isteyen insanların önünde, bu ekolojinin değerli saydığı “parçalı öğretme” aletinden başka bir alet bulunmuyor. Bu alet ise lafazanlığın, bilmişlik gösterisinin dışında birşey kazandırmıyor.
Felaketler tek gelmez!
İş bununla bitmiyor. Parçalanmış şeylerin adlarının bellenmesi üzerine kurulu paradigma, bellediklerinden başkaca bir varlığa sahip olmayan insanlar yaratıyor. İnsanlar bu tek değerli sayılan varlıklarına, yani kendilerine belletilen doğrulara sahip çıkıyor ve kendilerini daha güvende hissebilmek için bunları başkalarına da dayatıyorlar. Böylece tek doğrulu, buyurgan insanlardan meydana gelen bir toplum ortaya çıkıyor. Bu da ikinci felakettir.
Şimdi insanı yeniden keşfetmeliyiz!
İnsanı ve diğer canlıları ayırmak geleneğimizi terketmeli, her varlığın özgün yetenekleri olduğunun ve bunların ayrılmaz bir bütün olduğunu farketmeliyiz.
İnsanlara bir şey öğretmek yerine, ihtiyaç kümeleri içinde yer alanları öğrenmesine yardımcı olmak ilkesini benimsemeliyiz.
İnsanlara yapabileceğimiz en büyük iyilik, yetersiz olduğuna, kendi başına bir şey öğrenemeyeceğine koşulandırılmış olan kendinin aslında böyle olamadığını, doğuştan sahip olduğu birtakım yeteneklerin bir süre için kullandırılamadığını ona anlatabilmektir.
Lider kimdir?
İnsanı böyle tanımlayan, ama bu gerçeği karşındakilere tekrar keşfettirebilecek becerilere sahip olan kimseler gerçek liderlerdir. İnsanın bu yeteneklerinin farkında olmayan, bu yeteneklere inanmayan, ama liderlerin özelliklerini parçalı olarak öğrenebileceklerini sanan kimseler ise liderliğe en uzak olanlardır.
-
Nis 16 2012 “SORUMLU SÜRÜCÜ”
“SORUMLU SÜRÜCÜ”
Sürekli olarak birşeylerden yakınıp sonra da birilerini suçlamak en kolay rahatlama yolu olsa gerektir. Adına “trafik canavarı” denile denile çoğu kimsenin varlığına artık inanmaya başladığı nedenler dizisinden oluşan sorun alanı, bu sakinleştiricinin en çok kullanıldığı daldır.
Birçok doğruyu, hatta doğrudan doğruya trafik katliamlarına yol açan kök nedenleri sıralamak, bununla da yetinmeyip yetkililere yol göstermek, şekilde de görüldüğü gibi bir işe yaramamaktadır.
İşe yaramayışının bir nedeni, sorunlara kök-türev ilişkisi içinde bakılarak hangi kök sorun(lar)ın hangi türev(ler)i ürettiğinin ve de üretebileceğinin -ki bunlar da henüz ortaya çıkmamış potansiyel sorunlardır- görülemeyişidir. Yani doğrudan doğruya, genelde toplumumuzun özelde de politikacı-bürokrat-danışman kesiminin düşünme biçimiyle ilgilidir.
Sorun kaynaklarını anlamaya, sonra da onları ortadan kaldırmaya değil, doğrudan sorunun yarattığı sıkıntıları gidermeye yönelik düşünme biçimi, denilebilir ki ulusça en büyük sorunumuzdur. Ama bunu da kısa süre içinde değiştirmeye imkan yoktur.
Buna göre, trafik anarşisiyle başa çıkabilmek için, sürekli olarak …meli/..malı ile biten öneriler üretmek yerine, devlete dayalı olmayan örgütlenmelere gitmek tek çözüm yolu olarak görünmektedir.
Bu tür örgütlenmelerden birisi şu olabilir: Son derece somut bir ya da iki konuda taahhütte bulunmayı kabul eden ve bunu, aracının görünür bir yerine koyacağı bir yapışan (stiker) ile ilan eden sürücüleri örgütlemek!
Örneğin,
“Emniyet Şeridini Kullanmıyorum!”
“Başkalarının Önünü Kesmiyorum!”
“Kuyruklarda Sıramı Bekliyorum!”
“Bakımsız Araçla Yola Çıkmıyorum!”
“Alkollü Araç Kullanmıyorum!”
gibi taahhütlerin her birini ayrı ayrı yapışanlarla aracında ilan etmeyi kabul eden sürücüleri organize etmek, yapışanları bastırıp dağıtmak, bu taahhütte bulunacak olanların aksine tutumlarının bildirilebileceği telefon numaraları oluşturmak, bu gibi durumlarda bu yapışanları kullanabilme hakkını geriye almak, bir sivil girişim olarak mükemmel bir örnektir.
Bu model, çeşitli sivil toplum kuruluşlarınca uygulanabilir. Bir kuruluş alkolsüz araç kullanma konusunu, bir diğeri güvenlik şeridi kullanmama işini organize edebilir ve her kuruluş, bunları ihlal eden sürücülerin bildirilebileceği ortak bir telefon numarası verebilir.
“Gönüllü, somut bir taahhüt ve onun denetimi” olarak özetlenebilecek olan bu “SORUMLU SÜRÜCÜ” sistemi yalnız sivil toplum kuruluşlarınca değil, ticari kuruluşlarca da -ve hatta reklam amacıyla- oluşturulabilir. A sanayi topluluğu bir taahhüt sistemini, B topluluğu ise kendince önemli saydığı bir başka taahhüdü sistemleştirebilir.
Çeşitli ihlalleri yapanların bir bölümünün bu toplumsal baskı nedeniyle kötü huylarından vazgeçmeleri beklenir. Bir bölümü ise bu defa daha bariz olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü, genellikle bir ihlal hemen çoğunluk tarafından benimsenmekte ve kısa süre içinde ayıplanmayı ortadan kaldıracak kadar çok taraftar bulmaktadır. Bu gibi durumlarda ihlalleri yapanların kendilerini savunmaları kolaylaşmaktadır: “N’apim herkes yapıyor!”..
Başlamak ve de şimdi başlamak için iyi bir nokta değil mi?
-
Nis 16 2012 İNSANLAR NİÇİN BAĞIRIR?
İNSANLAR NİÇİN BAĞIRIR?
Bilmem hiç düsündünüz mü insanlar niçin bağırırlar? Bir kaç olası neden görünüyor: Birincisi ve en mantıklı olanı sesini duyurmak içindir. Mesafe uzaklığı veya çevre gürültüsü gibi nedenlerle, insanlar bağırır o da yetmezse haykırırlar.
İkinci neden çok insanın dikkatini çekmek içindir. Vapurda jilet ve tesbih satanlar bağırmasalar kimse ilgilenmez. Onlar da bunu bildikleri için kuyruğuna basılmış kedi gibi bağırıp herkesi kendilerine baktırır ve ondan sonra bir sürü şakrabanlıklar yapıp biraz da yalan söyleyerek ilgiyi devam ettirirler.
Üçüncü neden korkudur. Korkan insan başkalarının yardımını çekebilmek için bağırır.
Dördüncü neden ise korkutma isteğidir. Tüy kabartma, kol kabartma, bağırma gibi yöntemler, hem karşısındaki olası tehdit ögelerini caydırabilir hem de canlının kendine olan güvenini artırır. Ayrıca, toplu olarak birarada duran insanlara (okulda, mitinglerde vs) bağrılınca, herkeste bir korku oluşur “ya şimdi özel olarak bana da bağırırsa” endişesine kapılarak daha bir süklüm püklüm olurlar.
Pekiyi meydan mitinglerinde, “biiiz, demokrasiyiii, Sinop içinnn, Ardahan içinnn, ülkemiz içinnn istiyoruzzz!” şeklinde bağıran politikacılar niye bağırır? Yukarıdakilerden hangi(ler)i bu feryadın nedenidir?
-
Nis 16 2012 TAFRA VE YAKA-PAÇA!
TAFRA VE YAKA-PAÇA!
Osmanlıca kökenli tafra “yukarıya sıçramak” anlamından çok “yukarıdan bakmak” anlamında kullanılıyor.
Televizyonların haber programlarında sıksık rastlanan ve trafik kazası ya da benzeri olaylarda henüz ölmemiş kişilere uygulanan “hastaneye yetiştirme” çabaları sırasında hasta ya da yaralının sakat kalmasına ya da morga kaldırılmasına yol açan tutma ve taşıma eylemlerine ise “yaka-paça” denilebilir ve bu eylemin “tafra” deyimiyle sözlük açısından bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Bu iki deyim bizim insanlarımız tarafından ilişkiye sokulmakta ve her “yaka-paça”nın söz konusu olduğu durumda “tafra” da orada bulunmaktadır.
Bir trafik kazasında yaralananlara yardım etmeye çalışan insanların ve özellikle de resmi görevlilerin, bir hastaneye getirilen yaralının olmayacak yerlerinden “yaka-paça” taşımaya çalışan sağlık görevlilerinin, zaman zaman kaza yapan uçaklardan yolcu tahliye etmeye çalışan görevlilerin ortak yanları hep tafralarıdır. Eğitimsiz ve tafralı!
Birçok eksiğimiz söz konusu olduğunda bir karış dille ücretinin ya da ödeneğin yetersizliğini öne süren insanlarımıza sormak gerekir. Yaralı insanları taşımanın eğitimi de ücretinizin düşüklüğü ya da ödenek yokluğu ile mi ilgilidir?
Kendi reklamını yaptırmak için televizyonlara her fırsatta çıkanlar acaba 1-2 ay süreyle bu konuyu işleyip halkı bilinçlendiremezler mi?
Birçok yaralının, yara-beresinden değil kendisine bilgisizce yardım etmeye çalışanların yaka-paça tutuşlarından öldüğünü ya da sakat kaldığını insanlarımıza anlatmanın bütçesi neredeyse sıfırdır.
Yangın söndürmek için gerekli organizasyonu kurmak yerine kalabalıkla birlikte koşuşturanların, kaza anında uçakların nasıl tahliye edileceğinin öğretimini yaptırmak yerine bizzat bavul taşıyanların, görevlerinin bunlar olmadığını, bunları yapacak insanları eğitmek ve o sistemleri kurmak olduğunu acaba ne zaman idrak edebilecekler, kamuoyu da bu tür yanlışlara ne zaman pirim vermekten vazgeçecek?
Pazar, 18 Eylül 1994
-
Nis 16 2012 İNSAN HAKLARI, İNSAN HAKKI İHLALLERİNİN BAŞLICA NEDENİDİR!
İNSAN HAKLARI, İNSAN HAKKI İHLALLERİNİN BAŞLICA NEDENİDİR!
Üzerinde tartışma olmayan, herkesin hep birlikte uzlaşı içinde olduğu konular oldum olası dikkatimi çekmiş, bu “fazla uzlaşı”nın, konuların doğruluğunun tartışılmazlığından mı, yoksa üzerinde kafa yormaya değer bulunmadığından mı olduğunu bir türlü anlayamamışımdır.
“İnsan hakları” kavramı da bu “tartışılmazlar”dan birisidir. Birbirinin her söylediğine karşı çıkıp mutlaka bir yanlışını bulan kişiler dahi, insan hakları denilince seslerini çıkaramıyor, uzlaşmak zorunda kalıyorlar.
Şimdi bu uzlaşıya karşı ortaya şöyle bir sav atmak istiyorum:
“İnsan, “büyük sistem”in bir parçası olarak kuşkusuz çok önemlidir. Onun hakları da, insanın uzantısı olduğu için çok önemlidir. Ancak, insan haklarının hemen her yerde ihlal edilmesinin nedeni de, hakların “insan hakları” ile sınırlı sayılması, bir başka deyişle, “büyük sistem” içinde insanın ayrıcalıklı bir yerinin olduğunun sanılmasıdır.”
Fizik Dünya’da tüm sorunlar, nesnelerin süreksizlik noktalarında doğar. Bir cam -eğer kırılacaksa- içindeki mikro çatlağın bulunduğu yerden kırılır. Camcılar da bunu bildikleri için, kesmek istedikleri cam üzerinde sert bir uçla yapay bir çizik (süreksizlik) yaratırlar ve o çatlak boyunca camı “kırarlar”.
Sosyal oluşumlar da çatlak noktalarında sorun yaratır. Mezhep, dil, kültür farklılığı gibi “sosyal çatlaklar”, sistemlerin süreksizlik noktalarıdır. Sorunlar genellikle buralarda doğar. Bunu bilenler, sistemleri bozmak ve yıkmak için bu “doğal çatlaklar”a yönelir, oraları genişletmeye çalışırlar. Aynen, odun parçalamaya çalışanların, doğal çatlakları baltayla genişletmeye çalışması gibi.
Yasalar da süreksizlik noktalarında sorun yaratırlar. Bu yüzden iyi yasalar, derin olmayan ve az sayıda süreksizlik noktası yaratan -çünkü hiç süreksizlik yaratmayan yasa olamaz-, ilkesel kural koyan yasalardır.
Değer ölçülerimizin süreksizlik noktaları ise, hiç tartışılmayan ama çok derin sorunları içinde barındıran noktalardır.
Bütün bunları birleştirerek denilebilir ki, “nerede bir süreksizlik, bir istisna varsa orada bir yanlış olması olasılığı çok yüksektir” !.
İnsanın, doğanın en yüce yaratığı olduğu, her şeyin ona hizmet için var olduğu anlayışı, yalnız bizim değil çoğu toplumların genel kabul görmüş bir varsayımıdır.
Dikkat edilirse, burada çok belirgin bir süreksizlik yaratılmakta, ancak büyük bir çoğunluğun işine geldiği ve kimse itiraz etmediği için -ki itiraz eden örneğin Kızılderili yerliler yok edilmişlerdir-, bu süreksizlik genel kabul görmekte ve medeniyetin temel ilkesi olarak ilan edilmektedir.
Bu varsayım aslında şunu demektedir: “bütün şeyler büyük sistemin birer parçasıdırlar. Ama insan, bütün o şeylerden farklı bir yere sahiptir. Bu nedenle, eğer insana hizmet edecekse o şeylerden fedakarlık yapılabilir ve de yapılmalıdır.”
Bu öylesine masum görünüşlü bir icazettir ki, buna dayanarak insan dışındaki tüm canlıları sömürebilir, öldürebilir, tüm ormanları kesebilir, doğanın altını üstüne getirebilirsiniz.
Gözümüzün görme, kulağımızın duyma aralığının -ki ne kadar dardır- dışında kalanları, dokunup tadamadıklarımızı ya da kokusunu alamadıklarımızı yok saymaya, ama bu muhteşem zenginlik içinde ki gariban insan türünü, bilmediği görmediği, duymadığı her şeyin hakimi ilan eden insan, bu haliyle hem komik hem acınacak durumda değil midir?
Hak ihlali bir şeyin “yok sayılması” demektir. Değer ölçülerimiz içine, böyle bir yetkimiz bulunmamasına karşın “yok sayma” kavramını dahil ettiğimiz anda, bunun doğal bir uzantısı olarak “hak ihlali”ni de katmış olmaktayız.
“Konut yapma” hakkını kendimize tanıdığımız anda, karınca ya da bir başka hayvan türünün barınaklarını “yok sayma”, yani onların konutlarını yıkma hakkını otomatik olarak edinmiş oluyoruz. Böylece, kendimize ait bir hakkı tesis ederken başka şeylerin haklarını ihlal etme ve de bunu hoş görme süreci başlatılmış olmaktadır.
Ancak yanılıdığımız nokta, bu başlayan sürecin insanlara zarar vermeyeceği, insana gelince sürecin duracağıdır. Bu, sadece başlangıçta böyledir. Süreç insanlar tarafından ahlaki olarak onaylanıp yürürlüğe girince, yeni bir sürecin de önü açılmaya başlıyor. Bu yeni süreç, insanların (bazılarının) hakları için, yine insanların (ama bazılarının) haklarının ihlal edilebilmesinin “normal” karşılanmasıdır.!
İnsan hakları ihlalleri, doğal çevrelerimizin yıkımları ve daha onlarca sorunun kaynağında bu, “insanı ayrıcalıklı saymak” varsayımı yatmaktadır.
İnsanlara tek öğretilmesi gereken -eğer mutlaka bir şey öğretilecekse-, insan, hayvan, bitki, taş, toprak ve de görüp göremediğimiz her ne varsa, bunların bir bütün ve de ayrıcalıksız bir bütün olduğu ve tek ahlak ilkesinin “zarar vermemek” (herhangi bir şeye) olduğudur.
İnsanın en yüce yaratık olup, bütün diğer şeylerin ona hizmet için var edildiğini, bugüne kadar yalnız insanlar söylemiş, milyarlarca tür varlık içinden hiçbirisince de onaylanmamıştır.
Büyük bir olasılıkla pireler, begonya çiçekleri, kuvartz kristalleri ve hidrojen atomları içindeki bazı akılsızlar da benzer iddialar içindedirler.
Tüm sistemlerimizi bu ahlak ilkesine göre gözden geçirmeye başladığımızda, apartmanda köpek beslemenin değil, zarar verecek herhangi bir şeyi yapmanın (çocuk tepinmesi, yüksek sesle müzik dinlenmesi ya da alt kata akacak şekilde çiçek sulanması) olduğu idrak edilecektir.
İnsan hakları, doğal ve sosyal çevreler böyle korunabilir. Aksine, bunları ayrıcalıklı korumaya kalkışmak, önce bizzat bunlara zarar verilmesine yol açacaktır. İnsan hakları gibi..
26 Eylül 2001
-
Nis 16 2012 TAKSİ PLAKALARI SERBEST OLMALI AMA….
TAKSİ PLAKALARI SERBEST OLMALI AMA….
Büyük kentlerin hemen hepsinde uygulanan ve taksi sayılarının, yol kapasitelerinin üstüne çıkması tehlikesine karşı bir önlem olarak kullanılan “taksi plakası sınırlaması” uygulaması, kasdini aşan bir uygulamadır.
İşsizliğin ve herhangi aranan bir beceriye sahip olmayan insan sayısının yüksek olduğu ülkelerde benzer uygulamalar yapıldığı bilinmektedir.
Plaka sınırlamasının boyutları, alternatif taşıma sistemlerinin varlığı, nüfus, gelir düzeyi gibi faktörlere bağlıdır. Bütün bu değişkenlikler saklı kalmak kaydıyla, ülkemizde uygulanan sınırlamaların gereğinden çok fazla olduğu, bunun kabul edilemez bir haksız rekabet oluşturduğu, astronomik fiyatlara satılan plakaların bir “plaka mafyası” yarattığı, bunun, “şoför esnafının geleceklerinin sigortası” vs gibi bir konuyla yakın ya da uzak bir ilgisinin bulunmadığı cümle alem tarafından bilinmektedir.
“Plakalardaki sınırlamalar kaldırılırsa taksi sayısı ne kadar artar?” sorusunun bir- iki ayrı cevabı vardır:
-
Yurt içinde üretilmekte bulunan, dört teker ve bir direksiyondan ibaret, rekabet gücü düşük arabalar, çok sayıdaki işsiz, kuralsız trafik sistemi ve şoförlerden hemen hemen hiçbir bilgi-beceri ve davranış beklenmediği dikkate alınırsa, plakaların serbest bırakıldığı ay içinde taksi sayısının 10-15’e katlanacağını tahmin etmek güç değildir.
-
Taksi olarak kullanılacak arabalardan istenilen özellikler çağdaş düzeye yükseltilir, buna paralel olarak şöforlerden de harita ve plan okumak, 50 kelime civarında yabancı dil bilmek, belirli davranış normlarını benimsemiş olmak gibi bilgi-beceri ve davranışlar istenilirse taksi sayısı yukardaki kadar artmaz.
-
Buna ek olarak trafik şikayet sistemi oluşturulur, puan sistemiyle ehliyet iptaline gidilir, araçların peryodik bakımları izlenir ve bakımsız araçlar da trafikten men edilirse, taksi sayısı, ilk seçeneği göre daha artmak bir yana, bugünkünden daha aza iner. Belki bu koşullara uygun araba ve şoför ithal etmek gerekebilir.
Plakaların bu üç seçenek altında serbestleştirilmesi yalnız yeni iş alanları açmakla kalmayacak, plaka mafyası ortadan kalkacak ve bu mafyanın elinde birikip de nerelere aktığı belli olmayan (ya da pek belli olan) fonlar kesilecektir.
-
-
Nis 16 2012 İNSAN ŞAKASI-EŞEK ŞAKASI !
İNSAN ŞAKASI-EŞEK ŞAKASI !
Dikkatli gazete okuyucuları bilirler, sık sık basınçlı hava ile çalışılan yerlerde bir kısım aklıevvel insanımızın, insanlar üzerinde yaptığı geleneksel bir deney vardır: içi basınçlı hava doldurulan bir insanın ne olacağı, mesela uçup uçmayacağı ya da top gibi olup olmayacağı daima merak edilir ve aynı tür meraka düşmüş bir grup arkadaş(!)ın yardımı (!) ile deneğin uygun bir yerine hortum sokulur ve sonuçları gözlenir.
Bu deneyler bilimsel bir karanlılıkla daima aynı sonucu verir ve deneğin barsağı patlar. Ne kadar zeki olduğu konusunda zaman zaman tartışmalar çıkan ve Atatürk tarafından da işaret edilmek zorunluğu duyulmuş insanımızın içinde bu tür sapık merak sahiplerinin bulunmasını pek yadırgamamak gerekir.
Yadırganması gereken başka iki konu vardır: Birincisi bu tür insanlara verilen cezalar olup TCK’na göre “kasten yaralama” hükümlerine göre kovuşturma yapılır, yasada yazılı 1-2 aylık ve tecil edileceği şüphesiz olan ceza çok yersizdir.
Bence bu insanlara verilen cezanın böyle değil, mesela görünür bir yerlerine çıkmaz boya ya da dövme vs gibi bir teknikle yazılmış ve ömür boyu taşıyacağı, “ben gerizekalıyım, ben ve benim gibilerden uzak durun” şeklinde bir belirtimin markalanması olmalıdır.
İkinci ve daha da garip olan yan, bütün bir toplumu aşağılayan böyle bir gerzekliğin “şaka”, üstelik de “eşek şakası” olarak olarak anlaşılıp topluma benimsetilmeye kalkışılmasıdır.
Buna şaka demek, şaka diyenlere sesini çıkarmamak, “şaka duygusu” denilen yetenekten hiç nasibini almamış olmak demektir. “Şaka duygusu”nun bir toplumun gelişmişliğinin en şaşmaz göstergelerinden birisi olduğu düşünülürse, neyin şaka olduğunun ayırt edilemeyişine ciddi bir toplum sorunu olarak eğilmek gerektiği sonucuna varmak gerekir.
“Eşek şakası” deyimi ise toplumumuz açışından birinciden daha da aşağılayıcı bir mesaj taşımaktadır.
Acaba evren yaratıldığından bu yana hiç bir eşek ya da insan dışı bir yaratık, böyle bir şaka(!) yapmaya kalkışmışmıdır?
Bir canlıya basınçlı hava veya elektrik vererek ne olacağını gözlemlemiş tek bir insandışı yaratık görülmüş, duyulmuş ya da hayal edilmiş midir?
İnsan dışı canlıların tümü şaşmaz biçimde tek amaca yöneliktir: doğayla uyum halinde yaşamını sürdürmek!
En yüce dinlerin dahi eriştirmeyi amaçladığı bu yalın ve güzel amacı tek ilke edinmiş bu yaratıkları böyle bir suçla aşağılamanın anlamı, o varlıkların engin dünyasını hiç ama hiç anlamamış olmak demektir.
Bir insan olarak bu ayrımın farkında olmayan, birbirine hala hayvan adları kullanarak hakaret eden hemcinslerimden utanıyorum. Buna mutlaka bir ad vermek gerekirse, “insan şakası” demek daha yerindedir!
-
Nis 16 2012 TRAFİK CANAVARI
TRAFİK CANAVARI
Medyanın her organında hiç değişmeyen bir haber türü ve bu haberlerin bir veriliş biçimi var: trafik canavarı’nın iş başında olduğu!
Özellikle TV spikerlerine dikkat edilirse, örneğin trajik bir kitlesel ölüm haberini dahi verirken hafifçe gülen yüzlerinin, bu trafik canavarından söz ederken birdenbire ciddileştiği yakalanacaktır.
Çok küçük yaşlarda TV izlemeye başlayan milyonlarca çocuğun, günde üç öğün sözü edilen bu “canavar”ın varlığından giderek emin olmaları, bunu yaşamın bir olgusu olarak kabul ettiklerinden kuşku yoktur. Aralarında bu işin bir canavar işi olmadığını anlayabilenler ya da anne babaları tarafından uyarılarak bunun haber organlarının densizliği olduğunu bilenler olsa dahi, başka alanlarda da canavarlar bulunduğunu gözümüze baka baka söyleyen güvenilir kişilerin çokluğu, çocuklardaki bu kuşkuyu giderecektir.
Küçük yaşlarda bu tür bir beyin yıkamayla yetişen bir genç, ne denli uyanık ne denli iyi eğitim görürse görsün, her istenmeyen olgunun mutlaka “o şeyin canavarı” tarafından meydana getirildiğine inanacaktır. Enflasyon canavarı, terör canavarı, kollu canavar vs gibi.
Bu canavar merakının pek öyle bir sözgelimi olduğunu sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, bunlar söylenir geçilir, canavarın kolu, bacağının ayrıntılı tanımlarına girişilmezdi.
Örneğin, “enflasyon, yedi başlı bir canavar olup..” gibisinden bilimsel içerikli tanımlar en yetkili sayılan ağızlardan yapıldığına göre, bu canavar işi pek öyle hafife alınabilecek bir konu değildir.
Toplum bilimciler bu işin tarihi, kültürel ve sosyolojik nedenlerini incelemeli, hangi bilinç altı korkuların “canavar” biçiminde sembolize edildiğini bulmalı ve sonra da toplu terapi seanslarıyla bunu giderip toplumu rahatlatmanın çaresini bulmalıdırlar.
Hatta bu işi daha da ciddiye almalı ve mesela “Canavarlar ve Canavarlıkla Mücadele Daire Başkanlığı” -ki ileride ödenek bulunabilirse Bakanlık dahi yapılabilir- kurmak gerekir diye düşünüyorum.
Benim çok kısıtlı sosyolojik bilgim, bu canavar tutkusunun, birbiriyle ilişkili iki kaynaktan geldiğini göstermektedir. Birinci kaynak, çocukluğumuzda bol bol okuyup büyüyünce de dinleye dinleye yaşlandığımız masallar olup, orada her başa çıkılamaz belanın yedi başlı, on kollu, ateş dilli bir canavara benzetilmesi geleneği vardır.
Bu masalların çok etkisinde kalan yöneticilerimiz, sorunlarla nasıl başa çıkılabileceğini genellikle bilmedikleri için bu idol’ü icadederek hem kendilerini hem de vatandaşları rahatlatabilecek bir açıklama bulmuşlardır. (Bilindiği gibi, açıklanamayan sorunlar deliliğe yol açmakta olup, insanlar her sorun için mutlaka bir açıklama bulmak eğilimindedirler)..
İkinci neden ise, bu tür canavarlarla daima olağanüstü güçlere sahip prenslerin (ve prenseslerin) başa çıkabildiği, onun dışındakilerin yapabileceği tek şeyin öyle bir prens (veya prenses) beklemekten ibaret olduğudur.
Elinde tuttuğu okunup üflenmiş kılıcını, canavarın can alıcı bir noktasına -ama dikkat sadece bir noktasına- batıran masal kahramanlarını bekleyen insanları, kollektif akıl kullanarak belalarla başa çıkmak yerine, kurtarıcılar (babalar, analar, bacılar) beklerler ve de beklerler.
Bu yolla sorunları açıklamak rahatına alışmış bir toplumda hangi sorunun hangi nedenlerden kaynaklandığını, bunlar arasındaki bağlantıların ne olduğunu, dolayısıyla hangi kaynak sorunlar çözülürse hangi sorunların kısmen ya da tamamen çözüleceğini düşünebilen insanlar çıkmasına, çıksa da dinlenmesine imkan var mıdır?
İş bununla bitmemektedir. Çünkü toplumun karşılaştığı kaza belanın tümünün o alanlara özgü canavarlara yüklenmesine imkan yoktur. Örneğin trafik, terör, kumar canavarları ile idare edilirken mesela bir sel baskını olsa, bu felaketin bu görevlilere yüklenmesi imkanı yoktur. Hem insanlar inanmaz hem canavarlar itiraz ederler.
“Enflasyon canavarı dün filanca yeri sel altında bırakmıştır” gibisinden bir haberi kimse ciddiye almaz ve tüm canavarlar hakkında kuşku doğar. Nitekim çok Tanrılı dinlerin iflas etmesinin nedeni de bu gelişi güzel olayların gelişi güzel Tanrılara yüklenmesinden doğmuş, uyanık kişiler bu aldatmacanın farkına varmışlardır.
İşte bu nedenle, birçok kaza belanın da o alanla ilgili canavara değil, doğrudan doğruya Tanrıya yüklenmesi usulü geliştirilmiştir.
Böylece açıklamasız kalan bir sorun kalmamakta, her sorun ya o alanla ilgili canavar ya da bizzat Tanrı tarafından yaratılmış olmaktadır. Bu durumda insanlara düşen görev de ya canavara lanet okumak ya da boyun eğmektir.
İşte canavar merakımızın altında yatan nedenler ve sorunlarımızı, onların nedenlerini arayarak çözemeyişimizin nedeni budur. Yeni canavarlar doğdukça daha çok gözlem yapıp daha iyi açıklamalar bulacağız. Bulacağız yoksa delirebiliriz..
Pazartesi, 31 Temmuz 1995
-
Nis 16 2012 “KAVRAM TABANI” ÜZERİNDE UZLAŞI GİRİŞİMİNİ KİM ÜSTLENEBİLİR?
“KAVRAM TABANI” ÜZERİNDE UZLAŞI GİRİŞİMİNİ KİM ÜSTLENEBİLİR?
Gündelik sorunlar, yanıltıcı reçeteler, sahteci rehberlerden oluşan ortamlarda, sorunların köklerini aramak ve onları tedavi edecek sabrı göstermek, toplumumuz açısından pek gerçekçi bir beklenti olarak görünmüyor.
Hangi siyasi parti, hangi devlet adamı ya da hangi sivil toplum örgütü çıkıp da enflasyonun, terörün, ekolojik yıkımın, değer yozlaşısının ve benzer sorunların kökünde az sayıda “kök neden” bulunduğunu, bunlar tedavi edilmedikçe, bunlardan üreyen sorunların çözülemeyeceğini, bu kök sorunların hemen hepsinin ancak zaman içinde çözülebileceğini, hatta yalnız zamanın dahi tek başına yeterli olmadığını, toplumda –seçkin tavır sahipleri başta olmak üzere- bu yaklaşım çevresinde bir farkındalık yaratılmadıkça, bu karmaşık yaşam sistemleri içinde hangi ipi çekince hangi parçanın oynayacağı konusunda bir “bütüncül bakış” paylaşılır hale gelmedikçe bu karabasandan kurtulmanın mümkün olmadığını söyleyecektir? Ve de söylense kim dinleyecektir?
İşte, bu az sayıdaki kök nedenden birisi, “toplumun, bazı temel kavramlardan oluşan kavram tabanı üzerinde uzlaşıya varamamış olması”dır.
Demokrasi, laiklik, inanç, bilim, teknoloji, yaratıcılık, eğitim, ezber, kuşku, merak, yeniden yapılanma, özgürlük, hak, sorumluluk ve benzeri anahtar kavramlar üzerinde bir uzlaşma girişimi Türkiyenin önünü açacak bir adımdır.
Böyle bir girişimin tek ön-koşulu, beyin fırtınası tekniğinin temel ilkelerinden birisi olan “geciktirilmiş yargı” (deferred judgement) kavramının benimsenmesidir. Bir diğer deyimle, bu girişime katılacak olanlar, anahtar kavramlar konusunda kendi doğrularını -geçici bir süre için- terkedecekler, başkalarının doğrularını dinlemeye -ama gerektiğinde benimsemek üzere dinlemeye- hazır hale geleceklerdir.
Girişimi kolaylaştıracak bir taktik olarak da, üzerinde uzlaşı aranacak olan ilk kavramların, toplumda kutuplaşmanın bulunduğu kavramlar (laiklik, milliyetçilik, inanç vb) değil, daha somut -mesela masa, sandalye gibi- deyimlerin seçilmesi iyi olur. Görülecektir ki, herkes tarafından aynı algılandığı sanılan birçok kavrama herkes değişik anlamlar yüklemekte, bu değişiklik bazen çatışmalara yol açabilmektedir. Böylece ilk adımda, bir uzlaşı sağlamak değil ama, böyle bir sorunun varlığı konusunda farkındalık sağlamak mümkün olabilecektir.
Bu girişimi hangi kurum yapabilir? Herhalde bunu değil, kredi faizlerinin yüksekliğini bir numaralı sorun olarak görenler değil. Peki kim? Bir öneriniz var mı?
-
Nis 16 2012 TRAFİK CANAVARININ TAM ŞEKLİ!
TRAFİK CANAVARININ TAM ŞEKLİ!
Gazetelerin pazar eklerinde ya da çocuk dergilerinde rastlanan, “noktaları birleştirin bakalım ne çıkacak?” türünden bulmacaları bilirsiniz. Bir sürü karışık noktayı, numara sırasına göre birleştirdikçe, baştan hiç tahmin edilemeyecek şekiller ortaya çıkar. Tek yapılması gereken, sırayı şaşırmadan, sıkılıp bırakmadan noktaları birleştirmektir.
İşte bu yöntemle, yıllardır yüzbinlerce insanımızı öldüren, milyonlarca insanımızı sakat bırakan, onca mal kaybına yol açan “trafik canavarı”nın tam şeklini çıkarmak mümkün olmaktadır. Her ne kadar yol boylarındaki panolarda canavarın resimleri yer alıyorsa da, bu resimlerin söylentilere dayalı birer tasvir olduğu, canavarın gerçek şeklini yansıtmadığı unutulmamalıdır. Bu yeni yöntemle ise neredeyse aslına tam uygun bir görüntü elde edilebilecektir.
Yıllardır canavar diye bir şeyin olmadığını ve de olamayacağını iddia eden her kim varsa bu şekli çerçeveletip evlerine asmaları, bir daha da diğer canavarlar (enflasyon, terör, gönüllü bağış, medya, kollu canavar ve diğerleri) için ileri geri konuşmamaları tavsiye olunur.
Şimdi tek yapacağınız, aşağıdaki sayılara karşı gelen noktaları sırayla -bu çok önemlidir, lütfen sıra atlamayınız- birleştirmekten ibarettir. İşte size canavarın gerçek şeklini oluşturan noktalar:
-
Yollarda meydana geldiği ve taraflardan biri daima bir araç olduğu için, olaylara “trafik kazası” adını vermekte bir sakınca görmeyen, kaza ile cinayet arasında fark gözetmeyen herkes,
-
Okullarda, nedenini bilmediği binlerce kalıbı kafalara sokmayı eğitim sanan, bunu yıllarca yapmakla övünen, ama yaşam için gereken en basit fizik kurallarının öğrenilmesini sağlayamayan öğretmenler,
-
Eğitimle ilgisi olmayan bu beyhude işe kafa yormayan ya da yoramayan ama illa ki eğitimi yönlendirme iddiası taşıyan bürokrat ve politikacılar,
-
Saygının çeşitli türleri olup bunların hepsinin de aynı kökten türediğinin, bunlardan birinin de trafikte araç kullanılırken ortaya çıkan “başkalarının mal ve canına saygı” göstermek olduğunun farkında olmayan yaratıklar,
-
Bu yaratıklarla başa çıkabilmenin dünyada bilinen en etkin yolunun, herkesin gördüğü eğrilikleri şikayet etmesi ve şikayetinin sonuçlarını izlemesi olduğunun farkında olmayan trafik ilgilileri,
-
Şikayet etmenin kabadayılığa yakışmadığını savunan, ama gerçekte bunu korktuğu için yapamayan ve demokrasiye layık olmayanlar,
-
Aracının camına çeşitli kuruluşların amblemlerini yapıştırıp bunları başkalarının haklarını çiğnemek için kullananlar,
-
Trafikle ilgili örgüt kurup, bunu polislerle içli dışlı olmak için kullanan sahtekarlar,
-
Karayollarını işaretlemeyen, taşaronlarına güvenlik önlemi aldıramayan TCK ilgilileri,
-
Sürücü hatalarının trafik teröründeki payının farkında olmayıp hala kavşak tasarımlarıyla açıklamaya çalışan üniversitelerde çalışanlar,
-
Bu ve benzeri sorunların, mutlaka bir kurtarıcı tarafından çözülmesini bekleye bekleye ömür dolduranlar,
-
Kendisinin bir hiç olduğunu, bu dünyaya güdülmek üzere geldiğini sananlar,
-
Bu işlere ayıracak zamanı olmayan, zamanını sadece para kazanmak için harcayıp, kazandığı parasını tekrar para kazanmaya harcayanlar,
-
Bu konuda yapılan uyarıları kulak arkasına atanlar,
-
Hurda araçlara rüşvet karşılığında sağlam raporu verenler, bunları görüp bir şey demeyen polisler, bu polisleri bilip sesini çıkarmayan amirler,
-
Sorunları anlama ve buna göre çözüm geliştirme durumunda olup da “sorun çözme aletleri çantası” bomboş olanlar,
-
Bilimsel, ticari, yönetsel vs tafrasından yanına yanaşılmayan, koca dağlara doğurta doğurta fare doğurtan, “trafik sorunları çözülmelidir” cinsinden incileri, soruna katkı diye ortaya atanlar,
-
Değerlerimiz içinde bulunan, “başkası yapmasın ben de yapmam”, “sana ne” gibi virüslerin yok edilmeden de sorunun çözüleceğini uman saflar.
Bunlar, canavarın resminin ana çizgilerini ortaya çıkarmaya yeterlidir. Ana şekil bir defa belirdi mi sonrası kolaydır. İçini doldurmak için daha onlarca nokta bulunabilir.
Şimdi bir de canavarın gözünün bulunduğu noktanın işaretlenmesi gerekir. Ondan sonra şekil eksiksiz tamamdır: “Bir sorunu, bütünlüğünü kaybetmeden bileşenleriyle göremeyen, ama görmek zorunda olanlar”.
-