• KURAL TANIMAZLIĞIN SINIRLARI NERESİDİR?

    KURAL TANIMAZLIĞIN SINIRLARI NERESİDİR?

    Yasalarımızın hiç olmazsa bir bölümünün günümüz koşullarına uymadığı bir gerçektir. Diğer yandan, günün koşullarına uyan kuralların da milletimizin tüm bireylerini tek tek memnun etmediği de bir gerçektir.

    Bu iki gerçek biraraya geldiğinde, insanlarımızın büyük çoğunluğunun, mevcut kurallardan (anayasa, yasalar, tüzükler vb) memnun olmadığı anlaşılacaktır.

    Bir kuraldan memnun olmayan bir vatandaşın yapması gereken, bir yandan o kuralı değiştirmek yönünde kendi çapında çaba harcarken, bir yandan da o kurala uymaya devam etmektir.

    Ama günümüz Türkiye’sindeki pratik böyle değildir. Kişiler, beğenmedikleri kurallara uymamakta, bunu da o kuralların eskimişliği ve yanlışlığıyla açıklamakta, Dünya’daki büyük değişimin, mevcut kurum ve kuralların bütünüyle reddi ve bir kaos ortamının yaratılması olduğunu sanmaktadırlar.

    Kural tanımazlığın doğal sınırı orman kanunlarıdır. Gücü yetenin zayıfı hakladığı bir ilkel topluma ancak, “yanlış kurala uyulmayabilinir” ilkesiyle varılabilir.

    Kural tanımazlığı savunanlar şunu bilmelidir: kendilerinin varlığını ve özgürlüklerini de beğenmeyenler çıkabilir ve onlar biraz daha güçlü ve daha kural tanımaz olabilirler. O zaman ne olacak?

  • TRAFİK KAZALARI SANILDIĞI KADAR ÇOK DEĞİLDİR!

    TRAFİK KAZALARI SANILDIĞI KADAR ÇOK DEĞİLDİR!

    Her yıl bir savaşta kaybedilebilecek kadar insanımızı trafik kazalarında yitirdiğimiz sürekli söylenir durur. Gerçekten böyle midir diye şimdiye kadar hiç kuşkulanmamıştım. Ta ki, geçenlerde iki kaza (!) haberini duyana kadar.

    Birisinde, araçların çarpışması nedeniyle içinde sıkışan ama ölmeyip yaralanan bir kişiyi, araçtan zorla çekerek çıkarmak isteyen kişiler göz göre göre “öldürdüler”.

    İkincisi ise, 20 saat otobüs kullanıp sabaha karşı dayanamayıp uyuyakalan bir şoför, otobüsü şarampola devirip 26 kişiyi “öldürdü”.

    “Karayolu”, “araç” ve benzeri anahtar sözcüklerle bir araya gelince hemen “trafik kazası” olarak adlandırılıveren olayların çok büyük bir yüzdesinin ne trafik ile ne de kaza ile bir ilgisi vardır.

    Gerçek trafik kazalarının önlenebilmesi için öncelikle trafik kazasının ne olup ne olmadığının iyi tanımlanması, sonra da eğer diğer kaynaklı ölümler de önlenmek isteniliyorsa onların da ait oldukları kategoriler içinde incelenerek “kaynak nedenleri”nin bulunmaları gerekir.

    Kaza, kişinin elinde olmayan nedenlerle karşılaştığı ve evvelden bilinemeyecek kötü olaylar’a denilmelidir. Buna göre, sonucu herkesçe bilinen bir eylemi, bilgisizlikten, duyarsızlıktan, saygısızlıktan ya da topluma karşı duyduğu nefretten dolayı belki yüzüncü defa tekrarlayan bir kişinin başına gelen olgu “kaza” olamaz.

    Bu türlü olaylarda yaşamını yitiren kişilerden ise bir bölümü gerçek kaza kurbanları olup diğerleri de kazaen değil intihar ederek ölmüş sayılmalıdırlar. Örneğin, traktörünün römorkuna ve çamurlukları üzerine yüklediği kişileri götüren bir sürücünün yol açtığı olay kesinlikle kaza değildir. Ayrıca, römork ve çamurluk üzerinde seyahat edenler de intihar ederek ölmüş sayılmalıdırlar. Ancak yine de, bu türlü intiharı, “bilerek, isteyerek kendi hayatına son verme eylemi” olarak tanımlanabilecek diğer intihardan ayırabilmek için başka bir ad bulunması doğru olacaktır.

    Buna göre mesela, sinek yutup sonra da onu öldürmek için sinek ilacı içerek ölen bir kişinin “bilgisizlik nedeniyle kendi ölümüne neden olmak” ya da “bana bi’şi olmaz çünkü bugüne kadar bi’şi olmadı” diyen bir kişinin alkollü araç kullanarak ölmesi” olgularına ayrı bir ad verilmelidir.

    Bu yaklaşımın, bir laf cambazlığından öte bir yararı var mıdır? Evet vardır. Birincisi, trafik kazalarında çok az kişinin öldüğü, buna karşın başka nedenlerle olan olayların çoğunluğu oluşturduğu gerçeği anlaşılmış olur.

    Bunun sonunda, bu toplu ölümlerin nedeninin trafik olduğu sanısıyla trafik kanununa ümit bağlamaktan vazgeçer, insanlarımızın daha zeki ve bilgili olmadan ölmekten kurtulamayacakları basit gerçeğini kavramış oluruz.

    Bilim, şeyleri sınıflandırıp onları adlandırarak başlar. Biz de bu toplu ölümler olgusuna bilim yaklaşımıyla bakmalıyız. Böyle yaklaşınca ilk soru, “ölümlerin nedenleri nelerdir?” sorusu olacaktır.

    Ölümleri sınıflamaya başlayınca belki şöyle gruplamalar ortaya çıkacaktır:

    Grup1– Basit fizik ve mekanik bilmemek (bununla, Newton fiziği vs gibi karışık konular değil, enerjinin sakınımı vs gibi basit günlük bilgiler kastediliyor)

    Grup 2– Saygısızlık

    Grup 3– Hayatta bir amacı olmamak

    Grup 4– Ruhsal sağlık bozukluğu (kendinden veya toplumdan nefret bunun alt grubudur) Grup 5– Fiziki sağlık bozukluğu

    Grup 6– Bedenini tanımamak

    Grup 7– Gerçek kazalar (üretim hatası, kalp krizi, yol göçmesi, yıldırım veya göktaşı düşmesi, yukarıdaki 6 grup ölümü seçmiş olanların “ben gidiyorum ama yalnız gitmeyeyim” tercihleri sonunda doğan olaylar)

    Bu şekilde gruplanınca göreceksiniz ne kadar az insan trafik kazalarında ölüyor. Onun için trafikle uğraşmayı bırakalım, bunları sınıflandırmaya, sonra da onların, daha onlarca belanın nedenleri olduğu gerçeğini kavramaya bakalım. Bilgi toplumu biraz da bu bakış değil midir?

  • TRAFİK ŞİKAYET SİSTEMİ

    TRAFİK ŞİKAYET SİSTEMİ

    İnsanlarımızın ölümlerine, yaralanmalarına, mallarının tahribatına sebep olan ve önemli sorun alanlarının başında gelme özelliğini yıllardır koruyan trafik sistemimiz için yapılması gerekenlerin başında bir “neden analizi” geliyor.

    “Trafik Kazaları niçin Oluyor?” sorusuna, tüm sebepleri ihmal etmeden verilecek cevaplar, bu konu için uygulanması gereken politikanın ta kendisidir.

    Bu metod yalnız trafik kazalarının değil, akla gelebilecek tüm sorunların çözüm reçetelerini de verecektir.

    Çoğu kimse, “biz zaten…………….’nın sebeplerini biliyoruz, esas mesele………………dir” dese de, böyle tahlilleri yapmış olanlar bunun doğru olmadığını, ya da en azından tam doğru olmadığını çok iyi bilirler.

    Sorun Çözme Teknolojisi denilebilecek bu yöntemin üzerinde daha fazla durmadan, bu 1 numaralı insan telafatı alanı için bir enstrüman önermek istiyorum. Bu, “Trafik Şikayet Sistemi” dir.

    Trafik konusunda bir şikayeti olup da bunu, etkin olabilecek biryerlere duyuramamış herkes iyi bilir ki, hiçbir ilimizde bu tür şikayetlerin iletilip peşinden de sonucunun izlenebileceği basit ama etkin bir sistem yoktur.

    (155 Polis İmdat) telefonunun dahi ne denli etkin olduğu gözönüne alınırsa, bir Trafik Şikayet Sistemi’ nin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Her ne kadar hemen her yerde bazı telefon numaraları mevcutsa da :

    1. Bu numaraları çoğu kimse bilmez,

    2. Bu numaralar, 24365 modeli hizmet vermezler (24365modeli, 24 saat ve 365 gün sürekli hizmet demektir)

    3. Bu telefonlara yapılan şikayetlerin ne sonuç verdiğini kimse bilmez,

    4. ve nihayet yapılan şikayetler pek bir işe yaramaz.

    İşte bu 4 nedenden dolayı da vatandaş, yardım etmek istemesine rağmen suskun kalmayı yeğler. Yöneticiler de halkın desteğinin azlığından yakınır dururlar.

    Önerim, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün trafikle ilgili biriminin merkezde ve her ilçede, kolay hatırlanabilir bir telefon numarası edinmesi ve 24365 modeline göre buralarda birer kişi (ya da bazı saatlerde birer telesekreter) bulundurmasıdır.

    Trafik konusunda herhangi bir şikayeti bulunanlar bu numaralara başvururlar ve sonuç da yine telefonla kendilerine iletilebilir.

    Yapılacak ikinci iş, bir kart sistemi (ya da daha iyisi bir bilgisayar) yardımıyla, araçlar için bir sicil tutulmasıdır. Hele bilgisayar sistemiyle, kısa süre içinde, sürekli kural çiğneyenler ve çiğneme şekilleri hakkında değerli bilgiler edinilecektir .

    Sistem çok basittir, ama çok da etkilidir. Bu sistemi kuramamanın iki olası sebebi olabilir: Ya mevcut katliamın farkında olmamak ya da beceriksizlik .

    İsteyen istediğini beğensin! ***

  • TRAFİK TERÖRÜNÜ NİÇİN DURDURAMIYORUZ?

    TRAFİK TERÖRÜNÜ NİÇİN DURDURAMIYORUZ?

    Hergün yavaş yavaş ve sinsice varlığımızı kemiren ve diğer terör türlerinden sadece yöntem farkı bulunan trafik terörü konusunda, bu ülkeyi yönetmek durumunda bulunan kişilere kamuoyu önünde şunları tekrar duyurmak istiyorum:

    `Kaza’, elde olmayan nedenlerle meydana gelen olaylara denilebilir. İnsanlarımızın katline neden olan bu olaylar birer kaza değil, nedenlerinin hemen hepsi önlenebilir olan birer terör olayı’dırlar.

    Trafik terörü’nün önlenemeyişinin, ayrıca giderek de artışının başlıca nedeni, bu terörün kaynaklarını kurutmaya yönelik bir “program”ın tanımlanıp uygulanamayışıdır. Bu kaynaklar şunlardır:

    1. Trafik gibi, çok sayıda kuruluşu ilgilendiren bir konunun tüm yönleriyle yönetimini sağlayan bir kamu otoritesi y o k t u r. Bu yönetim, sokaklardaki ya da masa başına oturtulmuş trafik polislerinin yapmaya çalıştıkları işlev olmayıp, eğitimi, denetimi, işaretlemesi ve bunların sürekli olarak yenilenmesiyle bir bütündür ve bu bütünün sorumlusu ise y o k t u r.

    Bunun çaresi, çok küçük kadrolu (azami 10 kişi) bir TRAFİK YÖNETİMİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ kurmak ve ilgili kuruluşlar arasındaki üst koordinasyonu kurmak üzere bir Devlet Bakanlığına bağlamaktır.

    1. Kendisini trafik işlerinde yetkili sayanlar, i ş a r e t l e m e’ nin önemini anlamamışlardır. Yol çizgilerinin -çoğunlukla- bulunmayışı, yol tamiratlarının işaretlemeye gerek duyulmadan

    -çoğunlukla- yapılması, bu anlamamışlığın somut iki göstergesidir.

    Bunun çaresi, Dünya’nın en ucuz işlerinden birisi olan işaretlemeyi yapmak, bozulunca yeniden yapmak ve yeniden yapmaktır.

    1. Trafik denetimleri yetersizdir. Cezalar caydırıcı değildir. Cezalar uygulanmamakta, uygulananlar ise p a z a r l ı k’la saptanmaktadır. Bu durumun şikayet edilebileceği bir yer olmadığı için de, tek başına cezaların artırılması p a z a r l ı k ortamının daha da gelişmesine neden olmaktadır.

    Bunun çaresi, vatandaşların katkılarından yararlanmak, bir TRAFİK ŞİKAYET SİSTEMİ kurmak ve rüşvet isteyen görevlinin işine anında son verebilmektir. Bunun yöntemini bulmak zorundasınız. Buna paralel olarak, Trafik Yasası’nın acilen değiştirilerek, alkollü araç kullanımı, tehlikeli araç kullanımı, bakımsız araç kullanımı gibi eğilimleri k e s i n l i k l e caydıracak önlemler alınmalıdır.

    Halen “154-Alo Trafik” adını taşıyan uygulamanın, burada işaret edilen sistemle yalnız isim benzerliği bulunduğunu görmek ve ciddi bir sistem kurmak gerekir.

    1. Trafik polisleri çekinmeden görev yapamamaktadır. Kendisini politikacı, basın mensubu ya da emniyet görevlisi olarak tanıtan büyük bir kesim, polislerin yansız ve çekinmeden görev yapmalarını önlemekte, üst merciler de bu duruma göz yummaktadırlar.

    Bunun çaresi, Cumhurbaşkanı’ndan en sade vatandaşa kadar herkesin trafik kurallarına tam uymaları için trafik polislerinin tam yetkili kılınmaları, olası mağduriyetlere karşı korunmaları ve polislerin de bu yetkileri küstahça kullanmalarını engelleyecek bilgi-beceri ve davranışlarla donatılmalarıdır.

    Ayrıca, hemen her araçta bulunan ve yerli yersiz kullanılan “basın”, “polis”, “meclis” vs amblemleri taşıyan çoğu uyduruk belgeler tümüyle geçersiz ilan edilmelidir.

    1. Karayolları (TCK) teşkilatı, giderek büyüyen yol ağının bakımını, işaretlemesini ve denetimini yapabilecek durumda değildir ve bunun bilincinde olduğunu gösteren bir belirti de yoktur. Ayrıca, iş yaptırdığı taşaronları da yol güvenliği konusunda kayıtsızdır. Taşaronların önlem almadan çalıştıkları ve bundan doğan kazalara (teröre) karşı TCK’nın kayıtsız kaldığı da bir gerçektir.

    Bunun çaresi ise bu kuruluşun daha sorumlu kılınması yolunda önlem alınmasıdır.

    Bunlar, çoğu kimse tarafından bilinen noktalardır. Pekiyi o halde niçin yerine getirilemiyor? İnanılmayabilinir ama nedeni, bu işten sorumlu olanların bu konuyu polisiye bir iş olarak görmeleri, diğer noktaları önemsememeleridir.

  • TRAFİK TERÖRÜ TEK DEĞİLDİR !

    TRAFİK TERÖRÜ TEK DEĞİLDİR !

    Her yıl, Kurtuluş Savaşında kaybettiğimizden daha fazla insanımızı telef eden trafik terörünün -ısrarla kaza denilen- benzerlerinin başka alanlarda da hergün olageldiğini, trafiğin tek farkının, sonuçlarının kanlı-canlı, somut ve de hemen görülebilir olduğunu bilmem düşündünüz mü?

    Eminim ki trafik terörünün her olayının sonundaki can ve mal kaybı hemen olmasa, mesela bir ila dört ay sonra görünür hale gelse bu konunun üzerinde hiç kimse durmazdı (hoş durulunca ne olduğu da ayrı meseledir). Örneğin, bu bir ila dört aylık gecikmeden sonra ve maddi kayıpların görünür hale gelmesinden de hemen önce hangi olay olduysa kabahat o olaya yüklenir ve ona göre önlemler önerilirdi.

    Nitekim, şimdi de iki araç çarpıştığında neden olarak araçların süratli gitmesi, birinin diğerini sollaması ya da birinin freninin patlaması gösterilmiyor mu? Halbuki olayın nedenleri bunlar değildir. Ama araçların niçin süratli gittiği, niçin hatalı solladığı ya da freninin niçin tutmadığı sorulsa, olayın nedenlerinin görünenlerden çok daha başka olduğu hemen görülebilecektir.

    İşte o “başka” nedenler yalnız trafik terörüne değil, bambaşka kaza belaya da neden olmaktadır ama sonuçları belki hemen ve somut olarak ortaya çıkmadığı için kimse üzerinde durmamaktadır.

    Fren patlamasına Tanrı’dan gelen bir kader olarak değil de araç sahibinin teknik cehaleti, aracın bakım-onarımını yapan kişinin bilgi-beceri yetmezliği, aracı ya da yedek parçasını üreten kuruluş sahiplerinin kısa vadeli kâr hırsı, kural koymak durumunda olan devletin sistem kurmadaki yetersizliği gibi elementlerine ayrıştırılıp da bakıldığında bu yetmezliklerin daha yüzlerce kaza belaya girdi olduğu hayretle görülebilecektir.

    Geçen aylarda kamuoyunun dikkatini çeken bir-iki trafik terörü olayından sonra hemen, “gerekenler yapılacaktır, Alo Trafik! sistemi kurulacaktır vs vs” gibi hazır yemekler kamuoyunun kızgınlığının önüne sürülmüş ve her zaman olduğu gibi unutulmuş ve unutturulmuştur. Yarın, trafik terörü yine benzer sansasyon düzeyinde olaylar yaratacak ve yine “çalışmalar ilerlemektedir” gibisinden yem boruları çalınacaktır.

    Kamuoyu, bir rüşvet olayında en ince ayrıntılarla aylardır meşguldür ama ondan çok daha tehlikeli ürünler üreten bu vurdumduymazlık karşısında ilgisizdir. Kimsenin aklına bu beyanatı yapanlara, “bu ne uzun çalışmadır ki bir türlü bitmemektedir, bizi kandırmaya mı çalışıyorsunuz, bu yaptığınız bir toplumsal suçtur” dememektedir.

    Lütfen artık farklı görünüşlü olayların kaynaklarının aynı olduğunu, trafik terörünün, yolsuzlukların, büyük kentlerdeki başıbozukluğun ve hatta ayrılıkçı terörün köklerinin az sayıda “Kaynak Sebep” olduğunu görebilelim. Görelim ve bunu görmeyip de hala her türlü kaza belayı ayrı ayrı ve yarım yamalak açıklamaya ve sözüm ona çözmeye çalışanlara da gösterelim.

  • YEŞİLDE GEÇ, ÖLÜMÜ SEÇ!

    YEŞİLDE GEÇ, ÖLÜMÜ SEÇ!

    Geçtiğimiz haftalarda kutlanan (nesi kutlanıyorsa) Trafik Haftası nedeniyle, diğer bütün “hafta” ve “gün” lerde olduğu gibi, fevkalade yüksek içerikli sloganlar yurdumuzun dört bir yanını sardı. Bunlardan birisi de, “kırmızıda geçme ölümü seçme” gibi, son derece kafiyeli ve de anlamlı bir sözdü.

    Trafik işlerimizi yönetenlerin kafalarından çıktığı derhal belli olan bu sözün nesilden nesile bir bayrak gibi aktarılacağını tahmin etmek güç değildir.

    Ancak şu bilinmelidir ki, bu tür sözler semboliktir. Yani, ne söylendiğine değil içindeki derin anlamlara bakılmalıdır. Aynen, “ak akçe kara gün içindir” deyişinde olduğu gibi.. Bu sözün düz anlamına güvenip de akçelerini (günümüz Türkçesiyle ABD Doları’dır) gerçekten yastık altında biriktiren saf bir kişi, kara gün (bugünün koşullarına göre Kara Çarşamba’dır) gelip çattığında, elinde bir şey kalmadığını görüp üzülecektir.

    Benzer şekilde, “ayağını yorganına göre uzat” tavsiyesini tutan bir kişinin de sabah kalktığında dizleri -devamlı bükük tuttuğu için- uyuşmuş olacaktır.

    İşte bu nedenle, “kırmızıda geçme ölümü seçme” özdeyişinin de bu sembolik anlamının dışındaki gerçek anlamını bilmek ve pratikte esas ona uymak gerekir. Aksi halde, bu sözü doğru zannedip yeşilde geçmeye çalışan bir yayayı bekleyen kesin son, bu lambaların dekoratif amaçlı olduğuna inanan sürücülerimizi idare eden araçların altında kalmaktır.

    Bilmeyenler olabileceği ihtimaline karşı, trafik lambalarındaki “sembolik” renklerin “pratikteki” anlamlarını tekrarlamakta yarar vardır. Şöyle ki: Yayalar için kırmızı=geçme!, sarı=yine geçme!, yeşil= kesinlikle geçme!

    Karşıdan karşıya mutlaka geçmek gibi özel bir durumu olanların, yaya geçitlerinden en az 200 metre kadar geriden, yolun gidiş yönünü (evet gidiş yönünü, çünkü oradan da araç gelebilir) iyice kontrol edip öylece geçmeye çalışmaları, ama bundan evvel de yüklü bir hayat sigortası yaptırmaları menfaatleri gereğidir.

    Şaka zannedilebilecek bu sorunun çözümü için önerdiğim metot ise, bu tür özdeyişleri üretenleri teker teker yeşil ışıktan geçmeye ikna etmektir (böylelikle olaylara intihar süsü verilmiş olur)..

    Pazartesi, 13 Haziran 1999

  • BİR GERÇEĞİN YENİDEN KEŞFİ!

    BİR GERÇEĞİN YENİDEN KEŞFİ!

    Çocukken okuduğumuz bir yazıyı yıllar geçtikten sonra tekrar okuyunca, evvelce hiç gözümüze çarpmayan karakterler, yargılar, ilişkiler keşfederiz. Hatta denilebilir ki, bir yazı her yıl tekrar okunsa, her defasında yeni noktalar keşfedilebilir.

    Din kitaplarının sembolik bir dille yazılmış olmasının bir nedeni, geniş bir alanı ilgilendiren yargıların sınırlı bir hacimde ifade edilmek zorunluğudur.

    Ama -bir şekilde aşılabilir olan- bu güçlüğün ötesinde daha önemli bir nedenle sembolik anlatım kullanılmıştır. Bu da, her okuyanın ve de her defasında yeni anlamlar çıkarabilmesine ve böylece de zamanın aşındırıcılığına dayanabilme özelliği kazanmasına imkan yaratmaktır.

    Bu yüzden, “gerçekler her gün, herkes tarafından yeniden keşfedilmelidir” denilebilir.

    İnsan da yeniden keşfedilmeli!

    Fotoğraf teknikleri geliştikçe, insan gözünün fiziksel sınırlamaları ve sınırlamaların yol açtığı anlayış daralmalarını yavaş yavaş aşıyoruz.

    Gözün kolayca izleyebildiği desimetre boyutunun altına inildikçe “yok” sayılan dünyaları yeniden keşfediyoruz. (Micro-cosmos) adlı filmi ya da belgesel yayımlayan TV kanallarını izleyenler, milimetre boyutunda nasıl içiçe geçmiş dünyalar olduğunu gözlemişlerdir.

    Bu teknikler geliştikçe yarınlarda daha küçük -o da ne demekse- evrenlerle içiçe yaşadığımızı algılayabileceğiz. 1/x fonksiyonun artı ve eksi sonusuzu birleştiren ilginçliği, bir anlamda, çok büyükler ve çok küçüklerin olmadığını, bunların aynı ve de “tek” olduğuna işaret ediyor. x değişkeninin sıfıra çok çok yakın pozitif bir değeri 1/x’i artı sonsuz; sıfıra çok çok yakın negatif bir değeri eksi sonsuz yapabiliyorsa, x’in tam sıfırda, artı ve eksi sonsuzu birleştirdiği sanal (gibi) görünen ama müthiş bir gerçekliktir.

    “Göz” dediğimiz organın yetersizliği ve bir yandan da insanoğlunun kendi türüne karşı oluşturduğu türcülük -ırkçılık gibi- nedeniyle düne kadar “önemsiz”, “akılsız”, “insan için yaratılmış” sandığımız canlılar evrenlerinin önünde şaşkınlık ve saygı ile kalakalmış durumdayız.

    Bu resim, diğer canlılar için ne denli şaşırtıcıysa, insanlar için de öyledir. Her ne kadar diğer canlılardan üstün görsek de insan türüne verdiğimiz önem de basit bir “aynıdaşlık”tan öte değildir.

    İnsanın kendi kendinin neresini beğendiği “neremi neremi” diye sorulmaya değer bir sorudur. Kendini “alet yapan hayvan” olarak yücelten insan, diğer canlıların ne tür aletler yapabildiğine, hem de sürdürülebilir yaşam çevresini bozmayacak aletler yapabildiğine dikkat etmemiştir.

    Aslında “alet yapabilirlik”, insanın eksik yanlarından birisi olarak da yorumlanabilir. Çünkü her yaptığı alet, onu varoluş ekolojisinin biraz daha dışına itmektedir. Bu yüzden, diğer canlılara göre çok daha az gelişmiştir. Hatta belki bu huyu, onun sistemden silinmesine yol açabilecektir. Hiç övünülmemesi gereken bir yanıyla şişinen insan, esas şaşkınlık ve hayranlık duyması gereken yanını bugüne kadar gözardı etmiştir. Bu özelliği, “bir amacı benimsemesi halinde, ortaya koyduğu olağanüstü öğrenme yeteneği”dir. Peki, biz bu yeteneği nasıl değerlendiriyoruz.

  • FIKRA ANLATTIRIN!

    FIKRA ANLATTIRIN!

    Bence, cevaplanması istenebilecek en güç soru, cenaze namazı kıldıran hocanın, “ey ahali, rahmetliyi nasıl bilirsiniz?” sorusudur.

    Buna dürüst cevap verebilmek için önce, hocanın “nasıl bilirsiniz?” sorusuyla, meftanın hangi yönü hakkındaki düşüncemizi öğrenmek istediğini bilmemiz, sonra da kişinin o yönü hakkında yeterli bilgi sahibi olmamız gerekmektedir.

    Örneğin, hoca finansal konulara meraklı ve ölenin insider trading yaparak mı para yaptığını öğrenmek istiyorsa durum bir türlü, açığa repo yapıp yapmadığını sorgulamak istiyorsa daha değişiktir.

    Bu zor soruyu daha da güçleştirebilecek bir olasılık, hocanın böyle özel sorulara yanıt aramadığı, “canım, öylesine genel olarak nasıl bilirsiniz?” diye sormuş olmasıdır. Bu takdirde, rahmetlinin tüm yönleri hakkındaki değerlendirmelerin subjektif bir bileşkesini almak gerekir ki bu göründüğü kadar basit bir iş değildir..

    Örneğin, aptal, çalışkan ve ahlaksız ya da zeki, tembel ve namuslu iki ayrı mefta için bu bileşkelerin hesaplanması ne kadar güçtür!

    İşte, bu gibi zor durumlara düşmemek için herkesin, cenaze namazına gidilmesi ihtimali bulunan kişiler hakkında doğru bir kanaat edinmesi şarttır. Ancak bu, söylendiği kadar basit olmayıp ciddi yapılmaya kalkışıldığı takdirde bir istihbarat örgütü gibi çalışmayı gerektirebilir.

    Pratik olarak mümkün olmayabilecek bu tür çözümlere muhtaç olmamak için uygulanması kolay ve güvenilir bir yönteme ihtiyaç vardır. Ben düşüne düşüne böyle bir yöntem geliştirmiş bulunuyorum.

    Bu yöntem, kişilere, en sevdikleri fıkrayı anlattırmaktır. (Bu, tabii ki kişinin sağlığında yapılmalı cenaze namazının telaşına bırakılmamalıdır).

    Dış görünüşü, eğitimi ve bilhassa ünvanı ne olursa olsun, fıkra anlatan kişi kimliğini gizleyemez. Akıl fikir düzeyi, bilinç altına ittiği fantezileri, Dünyaya bakış açısı gibi özellikleri bu yolla ortaya çıkar. İnanmayanlar deneyebilirler!

    Pazartesi, 13 Haziran 1994

  • İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI

    İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI

    Hayvan Sevenler Derneğinde, “hayvanlar üzerinde deney yapma özgürlüğünün artırılması” düşüncesi tartışılamaz mı?

    veya

    Kilisede “müslümanlık propagandası” yapılır ya da camide “hristiyanlığın faziletleri konulu hutbe” okunamaz mı?

    Şöyle sorular da sorulabilir:

    Tıbbi Deneyleri Geliştirme Derneğinde, “hayvanlar üzerinde deney yapma özgürlüğünün artırılması” düşüncesi tartışılamaz mı?

    veya

    Camide “müslümanlık”, kilisede “hristiyanlık” propagandası yapılamaz mı?

    Birinci gruptakilere `hayır’, ikincilere ise `evet’ denilmesi doğrudur. Pekiyi nasıl oluyor da aynı bir eylem hem doğru hem yanlış olabiliyor? Doğru olan, hangi düşünce olursa olsun özgürce ifade edebilmek değil midir?

    Hayır, değildir. Soru’nun cevabı şudur: Düşünceleri ifade edebilme özgürlüğü, üzerinizde hangi elbisenin bulunduğu ile sınırlı bir özgürlüktür (her özgürlüğün sınırları olduğu gibi).

    Temel hak ve özgürlüklerin başında gelen ifade özgürlüğü, “çıplak insan” için, yani üzerinde bir elbise taşımayan insan için geçerlidir. Üzerine bir kurumun elbisesini yani o kurumun hak ve ödevlerini giyen kişi, ancak o kurumun oluşum amaçları çerçevesinde düşünce üretip ifade edebilir. Bu kural, ifade özgürlüğünü sınırlayan değil tam aksine onu kolaylaştıran bir altın kuraldır.

    T.B.M.M., belirli ilkeler çerçevesinde oluşturulmuş bir kurum olup ilkeleri anayasa ile çizilmiştir. Bu ilkelerin başlıcaları da ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü ile laik ve demokratik sosyal hukuk devleti oluşudur. Oraya gelenler bunu kabul ve ilan etmişlerdir. Aslında kabul ve ilan etmiş olmaları dahi pek önemli değildir. Gönülsüz olarak kabul ve ilan etmiş olsalar dahi, o kurumun görevi bu niteliklere sadık kalmaktır. Çünkü o kurumun amacı tek ve bellidir.

    Çerçeve böyle çizilince, o çatı altında, ülkenin veya milletin bölünmesi ya da anti laik bir düzen kurulması düşünceleri ifade edilemez. İfade edilmeye kalkılırsa, aynen yukarıdaki ilk grup örnekte olduğu gibi yanlış yerde yanlış düşünce ifade edilmeye kalkışılmış olur.

    Pekiyi, bu düşünceleri ifade etmek isteyen bir milletvekili ise ne yapmalıdır?

    Çözüm basittir: O çatının dışında ve T.B.M.M. elbisesinin verdiği koruma (dokunulmazlık) zırhı çıkarılarak başka bir elbise giyilir ve ne isteniyorsa ifade edilir. Ancak, bu zırhın dışında olunduğu açıkça ifade edilir, arkasına saklanılmaz ve sonuçlarına razı olunduğu kabul ve ilan edilir. İfade edilenleri sınırlayan başka çerçeveler yok ise özgürce konuşulur, yazılır. İfade özgürlüğü budur.

    Bu “çok elbise” konsepti genellikle unutulmakta ya da görmezlikten gelinmekte, bir elbise altında ifade edilemeyecek düşüncelerin dile getirilmesi fikir özgürlüğü (ifade özgürlüğü denmek isteniyor) sanılmaktadır.

    Bu saptırmayı bilmeden ya da bilerek yapanlar bir yana, birçok aydınımız da düşünce özgürlüğü adı altında bu yanlışı savunabilmektedirler. Acı olan da budur.

    Bazı temel kavramların yeterince açık olarak özümlenmemiş oluşu, birçok sorunumuza kaynaklık etmektedir. İşte bunlardan birisi de genel olarak özgürlükler, özelde ise ifade özgürlüğüdür. Her nerede bir özgürlük varsa mutlaka onun bir sınırı da olmalıdır. O sınır, başkalarının başka özgürlükleridir. Sınırsız olan bir şey için ise zaten özgürlük deyimi kullanılamaz.

    Bölücü ya da anti-laik düşünce sahipleriyle, düşünce özgürlüğü konusunda duyarlığa sahip herkesin oyunu bu kurallar içinde oynamaları gerekir.

    Aksi halde kısa süre içinde oyun oynanamaz hale gelir. Ve mutlak gelir.

  • İFADE ÖZGÜRLÜGÜ YALNIZ YASAKLA MI KISITLANIR?

    İFADE ÖZGÜRLÜGÜ YALNIZ YASAKLA MI KISITLANIR?

    İnsanların düşündüklerini ifade etmeleri tarih boyunca yönetimleri hep rahatsız etmiştir. Önceleri, bütünüyle yasaklama, daha sonraları belirli konulardaki belirtimleri yasaklama derken günümüze kadar gelinmiştir.

    Bugün artık böyle metodlar kullanılmamakta, daha doğrusu kullanılamamaktadır. Bu nedenle daha “ince” yöntemler geliştirilmiştir. İnsanoğlunun yaratıcılığı her engeli aşabilen çözümler geliştiriyor.

    Bu yeni yöntem, ifade edilecekler ile uğraşmayı bir yana bırakıp, daha radikal biçimde meselenin kaynağına inmekte ve “zaman”ı kontrol etmektedir.

    Elli kişiyi biraraya getirir ve dersiniz ki; “arkadaşlar, fişmanca konu hakkındaki görüşlerinizi tam olarak ve hiç çekinmeden söyleyin. Söyleyin ki biz de değerli düşüncelerinizden yararlanalım.”

    Bunu duyanlar da sevinir ve saf saf “oh ne güzel, ifade özgürlüğü ne iyi bir şeymiş” diyebilirler. Halbuki durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Uzun bir açış konuşmasından sonra (uzun konuşmanın da kendine özgü yöntemleri olup sanıldığı gibi allah vergisi değildir) isteyenler söz alır ve iki üç kişi hayat hikayelerini anlatır ve de süre dolacağı için özgür(!) toplantı biter.

    İşin daha da inandırıcı olmasını isterseniz, katılımcılara hafiften tarizde de bulunup, “değerli görüşlerinizden bizi yararlandırmamış bulunuyorsunuz. Neyse bir daha ki sefere mutlaka sizleri de dinlemeliyiz” diyerek insanları bir de suçlu duruma düşürebilirsiniz.

    İnsanımız uzun konuşmasını sevmektedir. Her uzun konuşan -eğer kasıtlı yapmıyorsa-, başkalarının ifade özgürlüğüne tecavüz ettiğini bilmelidir.