• ÇÖZÜM SORUNU İYİ ANLAMAKTIR!

    Toplumsal sorunlar arttıkça, ya da daha doğru ifadeyle çözülmeden sürdüğü sürece, insanlar üzerinde çeşitli etkiler yapıyor. Bunların içinde sıkıntı, stres, bunalım, erdem dışı yollara eğilim gibi durumların yanısıra bir de “acil çözüm eğilimi” adı verilebilecek bir ruh hali doğmaktadır. Bu ikinci, aslında tüm canlıların, temel yaşam dürtülerinin doğal bir sonucudur.

    Acil çözüm eğilimi, bireyleri ve toplumları kamçılayarak sorunlardan kurtulmaya yol açtığı sürece yararlı; çözüm sürecinin adımlarının eksik atılmasına yol açması halinde de zararlı olmaktadır.

    Kısa yoldan çözüm eğilimleri genellikle sorundan çözüme atlama biçiminde görünmektedir. Bu eğilim zamanla toplumsal bir norm haline gelmiş, en karmaşık sorunlar için dahi, ona yol açan nedenlere bakılma ihtiyacı duyulmaksızın doğrudan çözümler geliştirilmesi gibi bir “standart sorun çözme yaklaşımı” haline gelmiştir.

    Kolayca anlaşılabileceği gibi bu tür bir yaklaşımın doğal sonucu, sorunları çözmede yetersiz kalmak ve yetersizliğin de bambaşka nedenlerle açıklanmaya çalışılmasıdır.

    Bu argümanların yanısıra, kısa yoldan çözüm eğilimlerinin rasyonel nedenleri de vardır.

    Belirli sorunların kronik hale gelmesi, olağan yaşam biçiminin devamını engellemeye başlaması, ve de nedenlere dayalı sorun çözme yaklaşımının uzun süre alacağı düşüncesi yersiz sayılmamalıdır.

    Ancak unutulmaması gereken bir nokta, sorunların kronik hale gelmiş ve sabırların azalmış olmasının, kısa yoldan çözüm beklentilerinin gerçekleşmesine hiçbir olumlu katkısının olmadığıdır.

    Hatta denilebilir ki acil çözüm eğilimleri, -sonuç veremeyeceği nedeniyle- çözüm sürecini sonsuza kadar uzatabilir, yani sorunun çözülmesine değil çözülmemesine yol açar.

    Bu gerçekler karşısında izlenmesi gereken yol nedir?

    İlk olarak şu bilinmelidir ki, bir sorunun (ya da sorunların) çözülmeden uzun zaman geçirilmiş olması, umulan zararlı sonuçların yanısıra son derece faydalı bir sonuç da üretmektedir. Bu yararlı sonuç, o sorunun faturasının toplum tarafından ödenmesidir.

    Bu tür faturalar -verdiği tüm sıkıntı ve acılara rağmen- toplumu en iyi eğiten öğretmenlerdir. “Bir musibet, bin nasihattan evladır.” özdeyişi bunu anlatmaktadır.

    Buradaki haklı bir endişe şu olabilir: “Sorun çözülmeyip toplumsal faturası ödenirse, geriye dönülmez bir durum doğmaz mı?”

    Bazı hallerde doğabilir. O halde böyle bir durumla karşılaşılmak istenmiyorsa geriye yapılması gereken tek şey kalmaktadır: Nedenselliğe dayalı çözüm için gereken süreyi kısaltmak!

    Bir işçi ile on günde yapılan bir iş her zaman on işçi ye bir günde yapılamayabilir. Ama “yaratıcılık” denilen özellik herzaman için bir takım imkansız mümkünler (plausible impossible) üretebilir.

    Mevcut dar zaman içinde arzulanan çözümlere varmanın yolu ise daha çok insanın yaratıcılığından yararlanmaktır. Sorunları bireysel olarak çözmeye çalışmakla, bir örgüt (Beyaz Nokta) olarak çaba harcamak arasındaki fark işte budur.

    İzlenmesi gereken yolun ikinci koşulu, sorunları “iyi” tanımlamaktır.

    “Tanımlamak” ile ‘iyi tanımlamak” arasındaki fark, toplumumuzun ortalama belagat becerisi açısından çok önemlidir.

    İçleri tam dolu olmayan ve daha da kötüsü içerikleri herkese göre farklı dolmuş bulunan kavramlara dayalı iletişimi, bir de bunların üzerine binen “yuvarlak ve süslü söz söylemek” merakı ile birleştiren aydınımız, bir konuyu “açıklamak” yerine “imalarda bulunmak”, “mesaj vermek”, “söylüyormuş gibi yapıp birşey söylememek” gibi yararsız bir beceri geliştirmiştir.

    Berrak olmayan, çoğunlukla bir analize dayanmadığı için süslenerek, yüksek seslerle bağırılarak, gerekirse hedefi belli olmayan şikayetler eklenerek değerli kılınmaya çalışılan tanımları genellikle mental çıkmazlara ya da sorun ile ilgili olmayan tartışmalara saplanır.

    Bu nedenle, iyi tanımlanmış, sorunu çözmeye çalışanlarca ortak anlamlar yüklenmiş kavramlar kullanarak doğru sorun tanımları çözüm için zorunludur.

    Sorunları, çözümleri neredeyse kendiliğinden ortaya koyabilecek şekilde tanımlamanın üçüncü koşulu, soruna yol açan nedenleri, o nedenlerin nedenlerini ilh. -ikinci adımdaki iyi tanımlama kuralına yine uyarak- sıralamaktır.

    Bütün bunlar eksiksiz yapıldığı takdirde, aranan çözümün, bu parçalanan nedenlerin içinden yüzümüze baktığı görülecektir.

    Sonuç olarak denilebilir ki iyi analiz edilmiş bir sorun formu, çözümü görünür biçimde içinde taşımaktadır.

    Bunun dışındaki, yollarla, yani nedenlerini aramadan sorun çözmeye çalışmak, havuza düşen yüzüğü karanlıkta el yordamıyla bulmaya çalışmaktan daha güçtür.

    W. Churchill’in, havuza düşen yüzüğünü aramak için piposu ile önce suyu boşaltmaya çalışırken ona el yordamıyla aramasını sağlık veren dostuna verdiği cevabı unutmayınız: “Ama bu yol garantilidir!”

  • DİREKLER KURTULDU, PEKİ DUVARLAR NE OLACAK ?

    Ankara’daki elektrik direklerine aday posteri yapıştırılmasından illallah eden belediye, mükemmel bir yaratıcılık sergilemiş ve birer mühendislik harikası tasarım yoluyla direklere posbıyıklı yiğitlerimizin resimlerinin yapıştırılmasını engellemiştir.

    Derhal üretimi yapılıp uygulaması gerçekleştirilen bu dahiyane projeyle, üzerinde inek görmüş kurbağa gözü gibi şişikler bulunan çelik saç kuşaklar direklere üst üste geçirilmiş ve böylece ilan yapıştırmak isteyen parti teşkilatlarının fedakar üyelerine çok fena bir kazık atılmıştır. Artık elektrik direklerine ebediyen aday posteri yapıştırılamayacaktır.

    Ancak bu proje, partililerimizin yaratıcı zekaları karşısında tutunamamış, bu defa evvelce temiz kalan bina duvarları, trafik işaretleri gibi yerler-ve daha kolay olarak- yapıştırma yeri olarak kullanılmaya başlanmıştır.

    Bu durumu belediyenin ahmaklığı ya da sorun çözme becerisi yetmezliği şeklinde açıklamak mümkünse de, buna potansiyel bir iş alanı gibi bakıp sevinmek de mümkündür.

    Bir kısım girişimcimiz için yeni projeler üretip belediyelere pazarlama imkanı getiren bu yeni durumda, “şişikli çelik levhalar”, “dokununca patlayan kaplama levhaları”, “kimyasal maddeler yoluyla iyileşmez yara açan panel kaplamalar” gibi çeşitli malzemelerin üretimi ve belediyelere sokuşturulması pardon pazarlanması kapıları açılmıştır.

    Bütün bu gelişmelere karşı hala eski kafalarda ısrar edip, “Yahu bu posterleri yapıştıranlar fotoğraflarına kadar belli. Mevcut yasalar da kamu araçlarına zarar vermeye izin vermez. O halde niçin gidip onlara ceza yazmıyorsunuz?” diyenler çıkabilir. Onlara aldırmamak ve bu yolda devam etmek lazımdır.

    Gerçi eskiden de tırmanılmayı önlemek için duvarların üzerine kırık cam parçaları dondururlardı. Ama şimdi bu işler belediyelerimiz eliyle bir kamu hizmeti olarak yapılmaktadır.

    Allah bu tür hizmet veren kamu görevlilerini başımızdan eksik etmesin!

  • DÜŞÜNCE KALİTESİ!

    Günümüzde hemen bütün dünyada ifade özgürlüğü konusundaki sınırlamalar giderek azalmakta, tam tersine insanların düşündüklerini ifade etmesi, yayması özendirilmektedir. Gelişmiş toplumların idareleri bunu, toplumları daha iyi yönetebilmek için zorunlu bir katkı olarak görmektedirler.

    Herhangi bir düşüncenin ifade edilebilmesini düzenleyen, onu sınırlayan bir yasa yoksa da bu konuda ortak anlayışlar oluşmuştur. Bu anlayışın pek somut tek ölçüsü olmamakla beraber;

    • O konudaki pratiğin bir tarafı (uygulayıcısı, düzenleyicisi, denetleyicisi gibi) olmak ve/ya
    • O konunun düşünsel yanının bir tarafı (kuramcısı, öğreticisi gibi) olmak ve/ya
    • O konunun pratik ya da kuram yanında olmamakla beraber, her konuya uygulanabilecek bir sistem yaklaşımına sahip olmak

    gibi kriterler, bir kişinin bir konuda düşüncesini ifade edebilmesi için ehliyet olarak kabul edilmektedir.

    Bunlar, bir düşünceyi ifade edecek kişinin ehliyetine ilişkin “gerek koşullar”dır. Bir de, bu ehliyete sahip kişinin dile getireceği düşüncenin kalitesine ilişkin “yeter koşullar” olmalıdır. Çünkü her trafik ehliyeti olan kişinin mutlaka doğru araç sürmesi gerekmediği gibi, bir konuda düşünce dile getirme ehliyetine sahip sayılan herkesin de dile getireceği bütün düşüncelerin kaliteli olması da gerekmez.

    Bu noktada tanımlanması gereken kavram, düşüncenin kalitesi’dir. Bunun için akla gelebilecek çeşitli ölçütlerden şu dördü işe yarar gibi görünmektedir:

    • İlgili alanın son bilgileriyle (state-of-the-art) tutarlı,
    • Kanıtlanmaya ihtiyaç gösteren hipotezlerden olabildiğince az içeren,
    • O alanda bilinenleri, bir sorunun anlaşılmasına ve/ya çözülmesine katkı sağlayabilecek şekilde yeniden bir araya getirebilmiş,
    • Düşüncenin ilgilendirdiği tarafların olabildiğince çoğu tarafından aynı şekilde anlaşılabilmesi için “mümkün olan en kısa formda (kanonik form)” ifade edilebilmiş,

    Hal böyle iken, bu ölçütlere uymayan çok sayıda düşünce ürününün konuşulup yazıldığı da bir gerçektir. Değersiz ya da düşük kaliteli düşünce denilebilecek bu düşünceleri değerli ya da kaliteli denilebilecek olanlardan ayırabilmek oldukça güçtür. Çünkü, düşünce kalitesi düştükçe anlaşılmazlığı da artar ve anlaşılmaz düşüncelerin bir hikmet içerdiği inancı nedeniyle bu tür düşünceler kabul de görür.

    Düşünce kalitesini düşüren nedenler çeşitliyse de, başlıcaları şunlar olabilir:

    • Mantık operatörleri içinde virüslerin karıştırılması,

    Bir mantık zincirinin içine katıldığında, olması gerekenin tam aksine sonuçlar üretilmesine yol açan operatörler “virüs” gibidir. “Evet ama yine de”, “olsun”, “n’apalım” gibi virüsler bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bu tür virüs içeren düşüncelere karşı düzgün mantıkla başa çıkabilmek çok güçtür.

    • Bilgi eksiği,
    • Yetersizliklerin ucuz akademik ünvanlarla gizlenmesi,
    • Ana dil yetersizliği,

    Kalitenin, yaşamımızın her kesitindeki rolünün sorgulandığı günümüzde artık, önümüze konulan ve tüketmemiz istenilen düşünsel ürünlere daha farklı bir gözle bakmanın zamanı gelmiş olsa gerektir.

    27 Eylül 2001

  • ELEŞTİRİYE KAPALI SİSTEMLER KENDİNİ SÜRDÜREMEZ!

    İnsan -ve çoğu canlının-, çevresindeki fiziki koşullar değiştikçe ona uyum gösterebilmesi, “geri besleme” denilen bir çeşit “özeleştiri mekanizması” yoluyla mümkün olabilmektedir.

    Örneğin, ortam sıcaklığı yükselince terleyen vücut, ısı kaybederek kendini tekrar 37C° dolayına getirir. Aksine, ortam soğuyunca, deri gözenekleri daralarak ısı kaybını azaltır ve vücudu yine aynı sıcaklıkta tutar.

    Herhangi bir nedenle bu mekanizmanın işleyişi bozulsa ve beden sıcaklığı 42’nin üzerine çıksa ya da 35’in altına düşse, insan, yaşamını sürdüremez.

    Vücut sıcaklığı için geçerli olan bu “kendini, ortama göre ayarlayabilme” özelliği, organizmadaki yüzlerce süreç için de aynen geçerlidir.

    Bu mekanizma ister vücut sıcaklığının, ister dengemizin, isterse kan basıncımızın korunmasını sağlasın, daima aynı şekilde çalışır: Dengede tutulmak istenen her ne ise, ona ait bir “olması gereken değer” genetik belleğimizde mevcuttur. Diğer yandan, dengede tutulacak olanın değerini her an ölçen bir de duyarga vardır. İşte, yaşamın sihirli mekanizması, bu iki değeri karşılaştırılması yoluyla olur. Bu bir çeşit “özeleştiri” dir.

    “Olması gereken” ile “gerçekte olan” arasındaki fark, sistem tarafından bir “hata” olarak kabul edilir ve bu hata katlanılabilir bir değeri aşınca, bir “hata düzeltici mekanizma” devreye girer ve hatayı yoketmeye çalışır.

    Dikkat edilirse, sistemi yaşayabilir durumda tutan sihirli yan, “gerçekte olan”ın üstünün örtülmeyip aksine ortaya konulması, bununla yetinilmeyip bir de “olması gereken”e göre ne durumda olunduğunun eleştirilmesidir. Sistem, son adımı bu eleştirinin sonucuna göre ortaya çıkan “hata”nın düzeltilmesine razı olmakta ve ancak bunun karşılığında yaşamını sürdürebilme ayrıcalığını koruyabilmektedir.

    İnsanoğlu bu harika “yaşam sürdürebilme” mekanizmasını keşfedince, kendi icadettiği mekanik sistemlere de uygulamaya çalışmıştır. Uçaklar, dengesini bozmaya çalışan çeşitli etkenlere karşı bu sayede uçmakta, evlerdeki buzdolapları böyle çalışmakta, TV yayınları bu yolla izlenebilmektedir.

    Organik ve mekanik Dünya’nın bu yaşam sırrı, toplum yaşamına da uygulanmış, örneğin “demokrasi” denilen rejim de böylece ortaya çıkmıştır.

    Baskın özelliği, “halkın kendini yönetmesi” olarak belletilen bu rejimin daha önemli bir niteliği, “kendini, olması gereken özelliklerinin dışına çıkarmaya çalışan etkenlere karşı, özeleştiri yoluyla koruyabilmesi”dir.

    Organik ve mekanik sistemlerde kontrol altında tutulması gereken özelliklere ait “olması gereken”ler, doğuştan ya da insanlar tarafından dışarıdan empoze edilir. Demokraside ise “olması gerekenler”, demokrasi tarihi boyunca gelişmiş evrensel kurallara göre oluşur.

    “Hataları düzeltici” mekanizmanın, demokrasiyi, “olması gerekenler”in dışına çıkmaktan koruyabilmesi için ise, “gerçekte olanlar”ın ölçülebilmesi, yani sistem tarafından “bilinebilmesi” gerekmektedir.

    İşte işin püf noktası buradadır: içinde ülkemizin de bulunduğu bir dizi “gerice” toplumda, mekanizmanın bu “gerçekte olanları bilinir kılma” yanı, kurumları yıpratmama adına, ama aslında, kurumlardan oluşan sistemin kendini sürdürebilirliğini tahrip etmek pahasına işletilmemektedir.

    Yargı kurumu böyledir. Ordu böyledir. İstihbarat kurumları böyledir. Hatta dışişleri büyük ölçüde böyledir. Yalnız bu kurumların mensupları değil, toplumun büyük bölümü de, “hata düzeltici mekanizma”nın can alıcı noktası durumundaki “gerçekte olanları bilme” konusunda son derece tutucudur ve bu kurumlara yönelik eleştirileri yıkıcılıkla eş tutar. Gerçek ise tamamen aksidir. “Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşelidir” özdeyişi uyarınca, “gerçekte olanları bilme” konusunu yıkıcılık saymakta bulunanlar, ülkemiz rejiminin, kendini yıkıcı etkilere karşı koruyabilme kabiliyetini, bir deyimle demokratik bağışıklık sistemimiz’i bilmeden sabote etmektedirler.

    Ancak bir noktaya da işaret edilmelidir: sistemin kendini hatalara karşı koruyabilmesi yalnız “gerçekte olanları bilme” sine bağlı değildir. Bunun yanısıra, “hata düzeltici mekanizma”nın da çalışması gerekmektedir. Bu mekanizmanın demokrasi durumundaki karşılığı, “toplumumuzun sorun çözebilme kabiliyeti”dir. Bu kabiliyetin düşük olduğu da ayrı bir toplumsal zafiyetimizdir.

    Türkiye’nin artık bunları konuşabilmesi, kendi kendine övünmekten vazgeçip, evrenin en eski ve en güvenilir mekanizmasının güvenilir kurallarına kendini teslim etmesi vakti gelmiştir. Hatta geçmektedir.

    31 Aralık 1995

  • EN ÖNEMLİ SORUNUMUZ YILLARDIR NİÇİN “PAS GEÇİLDİ”?

    Lütfen şöyle bir düşününüz, hangi küçük ya da büyük sorun olursa olsun, ilginç bir gerçek gözünüze çarpacaktır: Deniz kirliliği, kamu arazilerinin işgali, yüksek enflasyon, terör ya da dil yozlaşması; hangisinden yola çıkarsanız çıkın daima daha temelde yatmakta bulunan az sayıdaki “Kaynak Sorun”a varılmaktadır .

    Herhangi bir sorunun ortaya çıkması için daima, birisi “ortam hazırlayıcı” diğeri de “tetikleyici” olmak üzere iki grup nedene ihtiyaç vardır. Bunlardan birisi bulunmadığında, “sorun”un doğması imkansızdır.

    Bunun tersi de doğrudur; mevcut bir sorunu yoketmek için hem ortam hazırlayıcı hem de tetikleyici nedenleri birlikte ortadan kaldırmak gerekir. Aksi halde sorun yok olmaz, olsa olsa şekil değiştirir.

    İşte, çeşitli sorunların bu ortam yaratıcı nedenlerine tek tek bakılırsa, bunların bir bölümünün o sorunlara özgü olduğu ama geri kalanlarının ise birbirinin aynı olduğu görülecektir. Bu, çarpıcı bir bulgudur. Yani, deniz kirliliğinin, yüksek enflasyonun, terörün ve dildeki yozlaşmanın bir bölüm nedeni birbiririnin aynıdır. Bunlara Kaynak Sorunlar adı verilebilir.

    Kaynak Sorunlar’ın, önemli özellikleri vardır: Birincisi, bunlar bir su kaynağının su üretmesi gibi sorun üretirler.

    İkincisi ise, çeşitli sorun kaynakları’ndan kaynaklanan sorunlar birbirleriyle birleşip yeni sorun bileşikleri oluşturmak eğilimindedirler. Ayrıca, bu bileşikler de hem kendi aralarında hem de diğer kaynaklardan üreyen sorunlarla sürekli olarak birleşirler.

    Üçüncü özellik, toplum sorunlarını çözme iddiasında olanları çok ilgilendirmektedir. Bu da, sürekli sorun üreten bu kaynaklar kurutulmadan, bunlardan doğan sorun bileşiklerinin çözümlenemeyeceği, yalnızca şekil değiştirebileceğidir.

    Bir başka deyimle, Kaynak Sorunlar yerine onlardan oluşan sorunları çözmek üzere para, zaman, beyingücü gibi nadir

    kaynakları harcamak, bırakınız sorun çözmeyi, onların daha da yayılıp derinleşmesine yol açar.

    Batı’lılar Kaynak Sorun’a (source cause), onlardan türeyen sorunlara da (phantom cause) -biz de Görünen Sorun diyebiliriz- adını vermektedirler. Dilimizde bu olguları tanımlayan deyimler yoktur. O halde sorunlara bu tür bir teşhis de konulmamıştır. İşte sorun da burada başlamaktadır.

    Her kavramın her dilde bulunması gerekmez. Ama bu öylesine önemli bir kavramdır ki bu konudaki bir eksiklik, “eksiklik” değil neredeyse bir hiçlik gibidir. Aynen, ondalık sayı sistemi olduğunu savunan bir sistemdeki on rakamdan birisinin bulunmayışının bir eksiklik değil bir hiçlik olduğu gibi! Hele ve hele çağdaşlaşma (hatta onu da aşma) iddiasını taşıyan bir toplumun, bu eksikliği farketmemiş olması kolay kolay geçiştirilemez, geçiştirilmemelidir.

    Çünkü o takdirde bu “pas geçme”ye yol açan neden(ler) halen devam ediyor demektir. Bu, cebinde pimi çekik bomba taşıyor olmaktan daha az tehlikeli değildir.

    Şimdi yüksek sesle şu soruyu sorup yine yüksek sesle cevap vermeye çalışalım: “Bir imparatorluğun batmasına yol açan, şimdi ise toplumumuzu yokedebilecek bu kavram eksiğinin sebep(ler)i nelerdir? Bunu birileri tezgahlamış olamaz. O halde biz neyi ya da neleri pas geçtik de bu önemli kavramı, sorun çözme kültürümüzün dışında bıraktık?”

    Olaylar üç türlü açıklanabilir: Birincisi inanç yoludur. Onda açıklamaya, neden sormaya gerek -ve de imkan- yoktur. “Öyle olduğu için öyle olmak”, yeterli bir açıklamadır.

    İkinci tür açıklama, sokaktaki adam açıklaması’dır -ki ülkemiz sokaklarında tahminlerden fazla insan yaşar-. Sokaktaki adamı ne rahatsız ediyorsa tüm olayların nedeni odur. Örneğin ücreti düşük bir sokaktaki adam, “bizim gibilere değer verilmezse böyle olur!” türünden bir cevap bulur. Tabii ki sokakta kaç kişi varsa o sayıda da açıklama vardır.

    Bu yaklaşım, bu tür insanlar için bir sosyal afyon’dur ve sanıldığının aksine oldukça da yararlı sayılabilir. Çünkü sokaktaki adam’ın bilinç düzeyi, gerçeklerin yükünü taşımaya yetmeyebilir.

    Üçüncü tip açıklama ise bilimin açıklamasıdır. Orada kolaycılığa, kalıpçılığa, kişisel duyguların etikisinde kalmaya yer yoktur.

    İşte, yukarıdaki soru için ihtiyacımız olan, bilimin açıklamasıdır. Evet, nasıl oldu da biz Kaynak Sorun – Görünen Sorun kavramlarını düşünce sistemimizin dışında tuttuk ve halen de ısrarla tutuyoruz?

    Yazarımız-çizerimiz, politikacımız, düşünürümüz hangi yöntemle sorunları açıklıyor? Yoksa bu kavramlar gereksiz mi? Biz bir başka yol bulduk da sorunlarımızı o yöntemle mi analiz ediyoruz?

    Ey toplumun önde gelenleri!

    Politikacılar, yüksek bürokratlar, yazarlar, iş adamları, akademisyenler!

    Sizlere sesleniyorum. Hergün birbirinize şerefler veriyor, birbirinizi ödüllendiriyor, bilgiç tavırlarınızla topluma güven vermeye çalışıyorsunuz. Ama bakınız, ortada cevaplanması gereken bir soru var. Lütfen buna yanıt arayınız. En azından nasıl yanıt aranacağını düşününüz, düşünmek zorundasınız.

    Ama, bir ulusal kimlik özelliğimiz haline gelen, “süslü ve içi boş sözlerle” değil, kişisel sorunlarınızı yansıtan “yorum”larınız değil, “açıklamalar”ınızı yapmak zorundasınız.

    Aksi halde, bütün o yüksek ünvanlarınızı kullanma hakkına sahip sayılamazsınız. “Sokaktaki insan” hepimizden bunu bekliyor ve haklı olarak bekliyor!

    Pazar, 07 Ağustos 1994

  • FANTOM (hayalet) SORUN !!

    Bu kadar sorun yetmezmiş gibi bir de bu nereden çıktı diye lütfen telaşlanmayınız. Allaha şükür yeni bir sorun yok. Bu, sadece bazı sorunların gerçekte olmadığını, onların birer hayalet (fantom) sorun olarak göründüğünü anlatmak için kullanılan bir deyimdir.

    Örneğin, bıçaklanarak öldürülen bir adamın ölüm nedeni olarak aşırı kan kaybı gösterilirse buradaki kan kaybı fantom sorun’ dur. Yani aslında ölüm nedeni bu değildir. Olsa olsa tıbbi neden budur, belki tıbbi neden bile bu değil mesela beynin oksijenle beslenememesidir. Hatta bıçaklanma olayı da bir fantom sorun’dur.

    Bu şekilde geriye doğru gidildikçe öldürme olayının gerçek nedenlerine doğru varılır. En son bulunan nedene ise Kök Sorun denilmektedir.

    Hayalet ve Kök Sorun’ların pratik olarak önemi büyüktür. Görevi sorun çözmek olan kişilerin bilmesi gereken nokta şudur: Hayalet Sorun’lar çözülemez, ancak Kök Sorun’lar çözülebilir !.

    Kamu açıklarının, enflasyonun ve bir sürü kaza belanın nedeni olduğu hergün yüz defa, çeşitli kişiler tarafından dile getirilir ve belki birçok kimse de kamu açıklarının gerçekten de bir sorun olduğunu sanabilir. Halbuki kamu açıkları bir hayalet sorun’ dur ve yukarıdaki kural gereğince hiçbir işe yaramayacak bir sorundur.

    Kamu açıklarına yol açan nedenlerin başlıcası olan KİT’ler de bir hayalet sorun olup, onun da altında KİT’lerin istihdam yaratma amacıyla kullanımı yatmaktadır. Ama bu da bir başka hayalet sorun olup, onun arkasında “iş yaratma” yöntemlerinin yeterince bilinmeyişi, onun altında bürokrat ve politikacımızın Dünya’yı yeterince izlemeyişi, onun da altında insan dokumuzun yetersizliği ve siyaset anlayışımızın yozluğu yatmaktadır.

    Bu şekilde gidilerek kamu açıkları denilen hayalet soruna yol açan Kök Sorun(lar)a varılabilir. Uzun atlama yapılmazsa hemen herkesin varacağı Kök Sorun(lar) birbirinin aynı olacaktır.

    Yatıp kalkıp kamu açıklarını, terörü, trafik kazalarını ya da irticayı sorun ilan edenlerin olaylara bu sistem içinde bakması gerekir.

    27 Eylül 2001

  • BİLGİ TOPLUMU VE İNSAN KAYNAKLARI

    Hemen her kavramı bir başkasına bağlamak mümkün. Hele bu kavramlar kullanıla kullanıla içerikleri merak edilmez olmuşsa bu daha da kolaylıkla mümkündür.

    Henüz yeni tedavüle girmiş bir kavramın içeriğini herkes merak edebilir. Ama örneğin “bilgi toplumu” ya da “insan kaynakları” gibi deyimler o denli sık ve de kolay kullanılmaktadır ki, artık bunlar birer joker iskambil kağıdı gibi niyete göre tanımlanabilir olmuşlardır. Böyle olunca da bunları hiç sıkıntı çekmeden bağlamak mümkündür.

    Ama “bilgi toplumu” ve “insan kaynakları”, bu rahatsızlığın ötesinde ilintili, hem de çok ilintili iki kavramdır.

    Bilgi toplumu onlarca değişik şekilde tanımlanabilir. Toplumumuz açısından en işe yararlardan birisi ise, “sorunlarını bilgi yoluyla çözebilen toplum”dur. Sorunları bilgi yerine, onun yerine geçebilecek araçlarla da çözmek pekala mümkündür.

    • Sorunu çözmeyip ona alışmaya çalışmak,

    • Sorunların çözülmeyeceği varsayımıyla tevekkül etmek,

    • Birisinden, sorunu çözmesi için yardım istemek ya da onun üzerine yıkmak,

    • Rüşvet, tehdit vb. yollarla sorunun etrafında dolaşmak

    ve daha onlarca yolla sorunları bilgi dışı yollarla “geçiştirmek” mümkündür. Daha da kötüsü, bu geçiştirme yollarının hemen hepsi, bilgiyle sorun çözmeye göre daha zahmetsizdir.

    İnsanlar sorunlarını bilgiyle çözebilmek için;

    • bilgi kaynaklarına erişmek

    • çeşitli bilgiler arasından ihtiyaç olan(lar)ı seçmek, onları, kendi işine yarayacak şekle dönüştürmek (işlemek),

    • bunları saklamak,

    • bunları iletmek

    ihtiyaçlarıyla karşı karşıya kalırlar.

    Bu ihtiyaçların her biri ayrı birer donanım ve yazılım demektir. İşte, bilgi toplumunun çok telefon, çok bilgisayar, çok kitap kullanmasının nedeni budur.

    Aksine ise, yani çok kitap, çok bilgisayar ya da çok telefon kullanan bir toplum mutlaka bilgi toplumu demek değildir. Bu araçları, yukarıdaki amaçlarla kullanan toplum bilgi toplumudur.

    “İnsan Kaynakları” deyimi ise çeşitli anlamlarda alınabilir. İnşaatına işçi arayan bir kişi için, demir, çimento ve tuğla gibi malzemeler birer kaynaktır. Bankadan ya da yastık altından temin edilen para da bir kaynaktır. Eğer böyle bakılırsa, tuğlaları üst kata taşıyacak işçi de bir kaynaktır.

    Nitekim günümüzde genellikle insan kaynakları denilince -aynen bilgi toplumunda olduğu gibi- akla, çeşitli becerilere sahip insanlar gelmektedir.

    Kuruluşlarda -yine genellikle- insan kaynakları birimleri, eskiden personel birimlerinin yaptığı işe alma, çıkarma, özlük işleri gibi işleri yapan birimler olarak anlaşılmaktadır.

    Kısacası toplumumuz kısa süre içinde bu deyimin de içini boşaltmayı becermiştir.

    İnsan kaynakları denilince anlaşılması gereken ise çok farklıdır.

    Dikkat edilirse insan dışındaki tüm kaynaklar ham olarak değil şekillendirilerek kullanılmakta ve böylece katma değeri artırılmaktadır. Böylece kaynağın değeri de, katma değer artırabilirliğine bağlı olarak yükselmektedir.

    Tuğlanın ham kaynak olarak belirli bir değeri vardır ve bu sınırlıdır. Ama işlenip duvar haline getirilince değeri artmaktadır. Ama katma değer artışının sınırı burasıdır. Tuğla, duvardan başka birşey olamamaktadır.

    Ama mesela para kaynağı daha değerlidir. Çünkü katma değeri tuğlaya göre çok daha fazla artırılabilir. Para -maddesel olarak- hemen her şeye dönüştürülebilir. Bu yüzden de değerli bir kaynaktır.

    İnsan gücü ise paradan da daha yüksek bir “katma değer artırılabilirliği”ne sahiptir.

    Gerekli nitelikleri kazanmadan önce yalnız kol gücünden yararlanılabilen ve tuğla taşımaktan -ve üremekten- başka bir işe yaramayan bu insan, gerekli eğitimi alarak bir şair, kompozitör ya da nükleer reaktör tasarımcısı olabilir. Bu denli esnek, katma değeri bu denli artabilen bir başka nesne herhalde yoktur.

    Bu nedenle insan, basit bir üretim girdisi değil, niteliği artırıldıkça bunu fazlasıyla geriye verebilen bir kaynak durumundadır.

    İşte, bilgi toplumu ile insanın böylesine zengin bir “kaynak” olması arasındaki ilişki buradadır.

    Bir toplumun sorun üreten ve bunları, yeni sorunlar üreterek çözmeye çalışan bir toplum olmaktan, onları bilgiyle çözebilen ve böylece de sorun biriktirmeyip refah ve mutluluk üreten bir “bilgi toplumu”na dönüşebilmesi için, insan gibi bir kaynaktan başka kullanabileceği başkaca etkin bir kaynağı yoktur.

    İnsan kaynağı, niteliği arttıkça sorun çözme kabiliyeti de artan bir kaynaktır. Bu ise bilgi toplumunun formülüdür.

    Buradaki “nitelik” deyimiyle insanın yalnızca bilgi-becerisi değil, zekası, ruh sağlığı ve ahlaki tercihlerinin oluşturduğu bileşke kastedilmektedir.

    Bugünkü programın, bu nedenle, yapay bağlantılı kavramlar üzerinde konuşulan sıradan bir toplantı değil, bilgi toplumuna gidebilecek yolun kapısını açacak anahtar demek olan “insan kaynağı”nın, sınırsız katma değer potansiyelinin ortaya çıkarılabilmesi için araçların tartışılacağı bir forum olarak görüyor ve başarı diliyorum.

    25 Eylül 1997

  • BİR BAĞIMLILIK TÜRÜ: ŞİKAYET !

    Bazı konular var ki çoğu sorunun altından çıkıyor. Bunlardan biri de, adına “yakınma kültürü” diyebileceğimiz, sadece şikayet ederek sorunları çözmeye çalışmaktır. 6 yıl evvel yazdığım bir yazıdan bazı alıntıları bu amaçla bu hafta sizlere iletmeyi düşündüm.

    «İçki, sigara, uyuşturucu gibi bağımlılık yaratan maddelerin yarattığı alışkanlıklardan kurtulmak güç olmakla birlikte imkansız da değildir. Bu tür “maddesel” bağımlılık ajanlarının yanında bir de “davranışsal” olanlar vardır ki onlardan kurtulma konusunda pek konuşulmaz, hatta o tür bağımlılıkların farkında olunmaz.

    Bu “davranışsal bağımlılık ajanları”nın başında, hemen çoğu kimsenin -hem de bol miktarda- kullandığı, “şikayet” gelir. Şikayet’in bir bağımlılık yaratıp yaratmadığını test etmek gayet kolay olup, başkalarının üzerinde değil bizzat kendi üzerinizde -eğer kullanıyorsanız- deneyebilirsiniz. Bir süre için -örneğin bir tam gün-, hiç bir şeyden (ama hiç bir şeyden) şikayet etmeden yaşamaya çalışınız, bağımlılığınızın ne denli yüksek olduğunu göreceksiniz.

    Ancak bir noktaya hemen işaret etmek gerekir: O da, eğer şikayeti, eylemlerinizin bir hazırlık aşaması olarak kullanıyorsanız bu bir bağımlılık gibi olumsuz değil, aksine son derece faydalı bir alışkanlıktır. Örneğin, trafikte sizi tehlikeye atan bir olaydan yakınıyor ve sonra da gidip bu olayı bir yerlere duyuruyor ya da bu tür olayları önleyebilecek ya da azaltabilecek “bir şeyler” yapıyorsanız, bu bir olumsuz bağımlılığa değil olumlu bir alışkanlığa, daha da doğrusu bir “iş yapma biçimi”ne işaret eder. Böyle değil de, sadece sohbetler sırasında, işlerin ne denli kötü olduğuna güzel bir örnek olarak kullanıyorsanız işte o zaman bağımlılıktan söz edilebilir.

    İnsanlarımızın çoğu hemen her şeyden şikayet eder. Bu, rahatlamak için bir yoldur. İnsanların şikayet etmelerini (en azından içinden küfür etmelerini) önleyecek bir alet geliştirilip herkesin koluna birer adet kol saati gibi takılabilse üç ayrı şey olacağından şüphe yoktur: birincisi, çok sayıda insanın çıldırmasıdır. Hiç bir şekilde şikayet etmesine izin verilmeyen kişiler, bir süre sonra, uğradıklarını düşündükleri haksızlıkları telafi edememiş olmanın biriken yükü altında ezilip dengelerini kaybedeceklerdir. Bu bakımdan şikayet, insanların acıya dayanmalarını sağlayan bir morfin’dir.

    İkincisi olarak ise, şikayetleri önlenen bir kısım insan, bu defa diğer eylemleri üzerine bindirme yaparak kızgınlıklarını gidereceklerdir. Böylece acayip davranışlı insanlar ortaya çıkacaktır. Bu tipler için de şikayet, davranışları düzenleyen birer ilaç gibidir.

    Üçüncü olarak ise, şikayet etmeleri önlenen bir kısım insan, şikayetin bu “telafi edici” mekaniğini anlayacak ve bu defa, şikayete konu olan yanlışın nedenlerini ortadan kaldırmanın çarelerini aramaya başlayacaktır. Sarfedeceği bu çaba, haksızlığa uğramışlık hissinin yarattığı kızgınlığı telafi edecek, hatta giderek ek bir motivasyon yaratmaya başlayacaktır.

    Bu yaklaşıma göre, çevremizde boyuna her şeyden şikayet eden insanların hangi türden olduğunu anlamaya çalışmak hem ilginç bir gözlem hem de yararlı bir iştir.

    Bir şey yapmaya pek mecali olmayan ve sadece şikayet ederek kendini rahatlatan tiplere pek vakit ayırmaya gerek yoktur. Bununla beraber, bu tür kişiler çevresindeki bağımlıların da şiddetle ihtiyaç duydukları nesneleri (yani şikayeti) ürettiklerinden dolayı, toplumda (ve özellikle bizim toplumumuzda) kolaylıkla sivrilir, büyük beğeni toplar, hatta “büyük” olurlar. Bu bakımdan, “büyük”lerimizin bu türden olup olmadığına dikkat etmekte yarar vardır.

    Şikayet etmeyen, ama onları davranışlarına bindirenleri ise şikayet etmeye özendirmek gerekir. Böylece boş da olsa konuşan ama çevresine zarar vermeyen insanlar ortaya çıkacak, yukarıdaki birinci gruba katılmış olacaklardır.

    Esas üzerinde durulması gerekenler ise üçüncülerdir. Değişim hareketlerine katılmaya, şikayetlere konu olan yanlışların nedenlerini araştırmaya ve böylece toplumları yüceltmeye yatkın olan bu kişilere, bu özelliklerinin farkına varma ve şikayetlerini bu yola kanalize etme imkanları verilirse çok yararlı bir iş yapılmış olacak, toplumumuzun iyiye, doğruya ve güzele doğru değişmesini hızlandıracak “değişim ajanları”nın sayısı artmış olacaktır.»

    27 Kasım 1994 (Ekim 2000)

     

  • BİR FİZİK PROBLEMİ BAĞIRARAK ÇÖZÜLEBİLİR Mİ? PEKİ YA SOSYAL PROBLEMLER!

    İçinde yaşadığımız ekonomik ve iç barışa ilişkin sorunlar, herhalde toplum olarak uzlaşmaya ve dolayısıyla da “değişik düşüncelerin ifade edilebilme özğürlüğü”ne ençok ihtiyacımız olan koşulları yaratıyor.

    Özel TV’ler bu bağlamda çok önemli bir görev yapmakta ve değişik düşünceden birçok insanın tartışması için “uygun ortam” yaratmaktadırlar.

    Ancak, değişik düşünceli insanların biraraya gelmesi, bunların mutlaka özgürce ifade edilebilmesi ve sonuçta da bir uzlaşının doğması için yeterli değildir.

    Düşünce ifade edeceklerin kompozisyonu, tartışma ortamının yönetimi (hatta tartışma ortamının fiziksel özellikleri ) ve tartışacakların sorun çözme stilleri, bu özgürlüğü olumsuz ya da olumlu etkileyecektir.

    Hepsi aynı yönde düşünce sahibi kişilerin biraraya gelmesi ya da bu kişilerin, o düşünceleri temsile yetkili olmayışı; tartışma yöneticisinin taraf olması ya da iyi bir yönetim gösterememesi; tartışanların rahatsız pozisyonlarda (ayakta, spot ışıkları altında vbg) tartışmaya mecbur bırakılması ya da tartışanlardan bir kişinin bile saldırgan stili (sorun çözme stili böyle olabilir), tartışmanın bir kördöğüşüne dönüşmesine yeter de artar bile!

    Bir fizik ya da geometri problemini çözmesi istenilen bir grubun, bu işi bağıra çağıra, konudan uzak yerlere atlaya zıplaya çözmeye çalıştığı, hatta bununla da yetinmeyip kavga ettikleri herhalde hiç görülmemiştir.

    Pekiyi, sonucu tek doğrulu olan bu problemlere göre çok daha karmaşık olan, üstelik tek doğru çözümü bulunmayan -hatta hiç çözümü dahi bulunmayabilir- sosyal sorunların tartışılmasında kullanımı gereken “sorun çözme stili” niçin bu denli gürültülü olmaktadır? Doğrusu, bunun cevabını vermek kolay değildir.

    Uzlaşma’nın olmazsa olmaz koşulu olan, düşüncelerin özgürce ifadesi olgusunu zedeleyebilecek birçok unsur bulunabilir. Bunlardan en etkininin, bağıra-çağıra, söz keserek, mantıkların düzgün işlemesini olumsuz etkileyebilecek bir stille tartışmak olduğundan şüphe edilmemelidir.

    Tartışma yöneticilerinin bu konuda çok sert bir disiplin kurmaları, ifade özgürlüğü açısından çok önemlidir.

    Aksi halde, tartışmasını bilmeyen (ya da uzlaşmak istemeyen) kişilerin despotik tutumlarına çanak tutulmuş olur.

    Bu kasdi de olabilir, bilmezlikten de olabilir. Ama sonuç aynıdır: uzlaşamamak ve kavga!

    12 Nisan 1994

  • Sultan merakı

    Sultan merakı

    Önce kimi örnekler..

    ·         Filenin sultanları (kız voleybol takımı için)

    ·         Filenin küçük sultanları (kızlar genç voleybolcular)

    ·         Potaların sultanı (kız basketbol takımı)

    ·         Körfezin sultanları (Kepez Belediyespor klübü kızlar volebol ligi birincisi için)

    ·         Saray’ın sultanları (Galatasaray kız takımı için)

    ·         Gökyüzünün sultanı (ilk kadın F-16 pilotumuz için)

    ·         Dansın sultanları (dans grubu)

    Yukarıdakiler halen mevcut sultanlardı. Yarınlarda olabilecek birkaçı:

    ·         Laboratuvar sultanı (bir keşifte bulunan bilim kadınımız için),

    ·         Kortların sultanı (kadın şampiyon tenisçimiz),

    ·         Cumhur sultan (kadın cumhurbaşkanımız),

    ·         Merkezin sultanı (merkez bankası kadın başkanı).

    Bu sultan merakının nereden geldiği incelemeye değer görünüyor. Toplumsal bilinçaltına işlemiş mutlaka bir şeyler olmalı.

    Sanırım, toplumun kadına bakışı ile bu sultan rütbesi arasında bir bağlantı var. Şöyle olabilir: “Bu sayılan nisbeten  sıradışı başarılar erkeklere mahsustur; kadınlar bunları beceremez. Eğer becerdi iseler,  bunlar normal kadın olamaz, mutlaka sultan filan gibi istisnai bir durumları vardır“.

    Gazetelerde bu başlıkları düşünenlerin kadınları aşağılamak istediklerini katiyen tahmin etmiyorum; hatta sultan deyimini onları yüceltmek amacıyla kullanıyorlardır Ama başarıların ancak erkeklere mahsus olduğu kültürel genetiklerine öylesine işlenmiş ki yüceltmek isterken aşağılıyorlar (galiba).

    14 Mayıs 2011 Cumartesi

     

    … Yazıyı beğendiyseniz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’na bağış yapabilirsiniz: http://www.beyaznokta.org.tr Teşekkür ederim :-))