• NE YAPMALI?

    İnsan derisi 65 derece sıcaklıktan sonra yanmaya başlar. Ya da bir kişinin kafasına vurulacak 100 kilogramlık bir ağırlık onu öldürebilir. Zehirli bir akrep ya da yılan, bir ısırışta bir insanı öldürebilir.Ama diğer yandan, 700 derecelik kor ateşin üzerinde yürüyen insanlar vardır. Ağır sıklet boksörlerinin yumruklarının uyguladığı kuvvet 300 kilogramdan fazladır. Efsunlanmış denilen insanları ise yılan ve akrepler öldürememekte, hatta onları ısırmamaktadırlar.

    On misli sıcaklıktan, üç misli kuvvetten ya da yılan ısırığından etkilenmemek, organizmayı eğitmek suretiyle mümkündür. Bu eğitimler, organizmanın bu tahripkar etkilere karşı “hazırlıklı” olmasını sağlarlar. Bu, vücudun salgıladığı ve yanma ya da zehirlenme olgularına engel olabilecek, kasların direnimini olağanüstü artırabilecek salgılar yoluyla olabilir. Ama her ne olursa olsun, insan organizmasına o inanılmaz direnci veren şey, zamanla ve eğitimle kazanılan -ya da mevcut olup da ortaya çıkarılan- , “hazırlıklı olma” becerisidir.

    Sosyal organizmaların, dış etkenlere karşı davranışları da benzerdir. Bir toplum da, kendini tahrip edebilecek iç ve/ya dış etkenlere karşı ancak bu yolla, “hazırlıklı olma” yoluyla karşı koyabilir. Bu iç ve dış etkenlerin ne olduğu önemli değildir. Hatta o denli önemli değildir ki, hazırlıksız bir bünyenin, o etkenleri bizzat kendisinin dahi ürettiği söylenebilir.

    Toplumumuz, çeşitli sorunların çok yönlü kıskacı altında ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Sorunların görüntüleriyle çeşitli derinlikteki kaynakları birbirinden farklı olduğundan ve herkes farklı derinliklere baktığından, bir “tanı karmaşası” yaşanmaktadır.

    Bir kesim insana göre, en önemli sorun köktendincilik, bir kesime göre İslam’dan sapış, bir bölümüne göre etnik terör, bir diğer bölümüne göre ise ekonomik bunalımdır.

    Bunlar ister sorun olsun ister olmasın, ister “görünen sorun” (hayalet sorun), isterse “kaynak sorun” olsunlar, katı bir gerçek, toplumumuzun bunları çözemediğidir. Çünkü toplum, ne bunlara ne de başkalarına karşı koyabilecek “hazırlıklar”a sahip değildir. Bunu hisseden iç bünye de, dış ortam da (sokak deyimiyle dış mihraklar), bu topluma sürekli sorun üretmektedir.

    Bir toplum bünyesi, olası sorunlar için nasıl “hazırlıklı” olabilir?

    Bir insan bünyesi, olası sorunlar için -300 kiloluk yumruk, 700 derece sıcaklık ya da yılan ısırması gibi-, egzersiz ya da bir başka tür eğitimle, o sorunlara karşı birer “sorun çözme kalıbı” hazırlamakta, o sorunun varlığına işaret eden bir sinyal aldığında da “hazırladığı” kalıbı harekete geçirmektedir. Bunlara ek olarak da, her tür soruna müdahale etmeye hazır esnek güçleri harekete hazır olarak tutmaktadır.

    O halde toplum bünyesi de, karşılaşabileceği sorunlar için böylesine ikili bir önlem stratejisi geliştirmek zorundadır. Bunlardan birisi, toplumun sorun çözme kabiliyeti denilebilecek beceridir. Bir sorunu çözmeye kalkışmadan önce onu anlamaya çalışmak, onu soyutlamak, analiz etmek, ona yol açan nedenleri bulmak, bunlar için yaratıcı çözümler üretmek gibi “sorun çözme aletleri”ni hazırda tutmak, bu becerinin özellikleridir.

    Diğer önlem ise, çeşitli sorunlar karşısında örgütlenerek onlarla mücadele etmektir.

    İşte bu iki önlem, bir toplum bünyesinin, olası iç ve/ya dış kaynaklı sorunlara karşı “hazırlıkları”dır.

    Bu iki önlem açısından durumumuz nedir? Sorun Çözme Kabiliyetimizin düşük olduğunun en sağlam kanıtı, düşünme biçimimizin neden sormaya değil, nedenini sorgulamadığı sorunlara çözüm üretmeye dayalı oluşudur.

    Sorunlar karşısında örgütlenme konusunda ise iki ayrı zafiyet söz konusudur: Birincisi, örgütlenme kültürümüzün zayıflığıdır. En seçkin kesimlerin toplantılarında dahi, çok sayıda fikrin üretilmesine izin vermeyecek kadar uzun konuşulması, toplantıların başlama ve bitiş saatlerine uyulmayışı gibi en temel örgütlenme ilkeleri gözardı edilir.

    Örgütlenme konusundaki ikinci zafiyet, sorunların tanımlanması konusundadır. Doğru tanımlanmamış bir sorunun çözümlenmesi imkansızdır. Rahatsızlık duyulan bir Görünen Sorun’un kaynaklarına inilmeden o sorun çevresinde yapılacak örgütlenme daima tek sonuç verir: yakınılan sorunun daha da büyümesine fırsat hazırlanmış olur!

    Sorunlardan yakınan ve bunların çözümüne katkıda bulunmak isteyenlerin benimseyebilecekleri çeşitli yollar vardır.

    Bunlardan biri, sorunların kimyasını öğrenmektir: Çok sayıdaki “Görünen Sorun”un, hangi temel sorun elementlerince (Kaynak Sorunlar) oluşturulduğunu, bunların, aralarında nasıl yeni bileşikler yaparak çoğaldıklarını, olumsuzluk üreten bir “sebep-sonuç” döngüsünün nasıl olumluya çevrilebileceğini anlamak ve bunlara göre yaratıcı çözüm geliştirme becerisi geliştirmek, bu yolda ilerleyen kişi ya da kuruluşlara yardım etmek bir yoldur.

    Bir diğer yol daha pratiktir. Toplumda çok sayıda insana yaygınlaştırılabildiği takdirde olağanüstü sonuçlar almak, bu yolla mümkündür. Zaten, eğer bu tür bir örgütlenme yaygınlaştırılamaz ise o takdirde, toplum olası sorunlara karşı hazırlıklı da olamaz.

    Bu yol, insanları rahatsız eden çeşitli sorunlar için “Devlete Dayalı Olmayan Şikayet Sistemleri” oluşturmaktır. Bunun nasıl yapılabileceği ise ayrı bir yazıda işlenecektir.

    Salı, 20 Ağustos 1996

  • BULUŞÇULUK TEMELLİ ÜRETİM !

    Bundan tam 6 yıl önce, 26 Mayıs 1994’de yazdığım bir yazıdan bazı alıntılar yaparak, bugün içinde bulunduğumuz ve de herkesin ayrı bir kurtuluş reçetesi önerdiği ekonomik krize farklı bir açıdan bakılmasını sağlamaya çalışacağım:

    «……..Toplumumuz bugün yavaş yavaş, “üretim” olarak adlandırageldiği çabalarını gözden geçirmek, bunun, çağdaş anlamda “üretim” olup olmadığını, değilse nedenlerini sorgulamak ve mümkünse o nedenleri ortadan kaldırmak durumu ile karşılaşmaya başlamıştır.

    Bu, Türk insanı için acı bir sürprizdir. Uzun yıllar bir şeyler üretip bunları ihraç ettiğini “zanneden” insanımızın karşısına, gerçek anlamda bir üretim yapmadığı, çağdaş üretim kavramının olmazsa olmaz koşulu durumunda olan rekabet edebilirlik açısından çok güçsüz olduğu, çünkü rekabet edebilirliğin kaynağının buluşçuluk olduğu, onunsa Türkiye’de neredeyse yasak olduğu, yalnızca ucuz işçilik ihraç edebildiği ya da başkalarının girmek istemediği pazarları doldurabildiği gibi hiç aklına gelmeyen bir resim çıkmaktadır….

    …..Buluşçuluk düşmanlığı, birçok kimse tarafından abartılı hatta saldırgan bir deyim olarak görülebilir. Halbuki bu deyim gerçeği ifade etmekten uzak bir yumuşaklıktadır.

    XVII yy.da Hezarfen Ahmet Çelebi’yi cezalandırdığı rivayet edilen IV Murat’ın anlayışı, 1989’da Dr. Ziya Özel’i, 1992’de Erkan Ayral’ı, 1994’de Yusuf Kahvecioğlu’nu, buluşçuluklarından ötürü cezalandıran anlayışla tıpatıp aynıdır. 1989 yılında Prof. Mehmet Pala’yı, buluşuna -ki buluşu, benzer bir buluşun iddia alanı (claim area) dışındaydı- patent aldığı için gazetelerde hırpalayan anlayış da yine buluşçuluk düşmanlığı ile anlatılmak istenen tavırdır…..

    ….Osmanlı İmparatorluğu fütühatla meşgulken, kendi dışında yavaş yavaş oluşan Aydınlanma Çağı ve müteakip Sanayi Devrimi’ni “ıskalamış”,olayların somut sonuçları yaşanmaya başlandığında ise parçalanma süreci artık fiilen işlemeye başlamıştı.

    Parçalanan İmparatorluğun enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise bu “makus talihi” tersine çevirebilecek mekanizmanın “buluşçuluk” temeline dayandığını ya farkedememiş ya da başetmek zorunda olduğu belalardan başını kurtaramadığı için yeni sistemi “Buluşçuluk Temelli Üretim” olarak kuramamıştır.

    Çok partili siyasi yaşama geçtikten sonra her 10 yılda bir ekonomik, bilahare de siyasal krizlere düşen Türkiye bugün geldiği 4ncü 10 yıl sonunda yine ekonomik kriz içine düşmüş durumdadır……

    …Ama bütün bunların temelinin, rekabet gücü yüksek üretim olduğu, bu olmadan ancak sınırlı üretimin kurnazlık yoluyla talan edilmesine dayalı bir mekanizmanın varolabileceği anlaşılamamıştır.

    Uluslararası alanda etkinliğin ancak tek yolla, ekonomik güçle olabileceği anlaşılmamış, ancak her olaydan sonra daha çok bağırarak hıncını alma gibi zavallı bir yol seçilmiştir.

    Yanlışa koşullandırılan kitleler ise tatmin olabilmek için daha çok daha çok bağrılmasını, yumruklarının masalara vurulmasını, hatta askeri güç kullanılarak her dost olmayanın kafasının ezilmesini istemektedir.

    ….T.C Başbakanı “Türkiye’nin sorunu üretim değildir, devlet borçlarıdır” derken, IMF yetkilisi, “Türkiye üretim-tüketim dengesini kuramamıştır” demektedir ve doğru teşhis maalesef yabancınınkidir.

    Türkiye, tuttuğu yolun çıkar yol olmadığını, bu denli rekabet gücü düşük ve de giderek daha düşük üretim yaparak; ve giderek daha fazla tüketim eğilimi içine girerek varlığını sürdüremeyeceğini anlamalıdır….

    …İnsanımız ne üretiyor? Kimler üretiyor, ne kalitede, hangi maliyetle üretiyor?

    Buluşçuluğumuz niçin gelişmemiştir?

    Aklımızda zekamızda bir eksiklik mi var? Yoksa işin içinde başka faktörler mi var?

    Bu çıkmazdan, bu üretimsizlikten nasıl kurtulunur?….

    …Bu yazıyla yapmaya çalıştığım, bu tartışmayı başlatmaktır. Engeller büyüktür ama tehlike ve fırsat da büyüktür. Tercihlerimiz kaderimizi belirleyecektir.»

    Beş yıl içinde böyle bir tartışma başlatamadık. Geçtiğimiz haftalar içinde II. Teknoloji Kongresi sırasında da dile getirilen bu yaklaşım, tekrar gündeme gelen ekonomik kriz içinde acaba aydınımızın gündemine girer mi?

  • RADYASYON KOMEDİSİNİN BİR PERDESİ

    Tarih denilen bilim dalına ait herhalde bazı kalıp tanımlar olsa da ona, “geçmişteki çeşitli süreçleri ve bunların etkileşimlerini aydınlatma bilimi” denilebileceğini düşünüyorum.

    Bu açıdan bakıldığında, toplumumuzun tarihinde bazı aydınlatılmamış süreçler bulunduğunu, bunlar tam olarak ortaya çıkmadan da “çağdaş uygarlığa erişme” savaşımımızın asla başarılı olamayacağını söyleyebilirim.

    Bu süreçlerden birisi “icatçılık”tır. Toplumumuz geleneksel olarak icat yapana kötü gözle bakmış, onu öyle veya böyle bir punduna getirip cezalandırmış ya da onu yapamamışsa aşağılamış (ya da çalışmış)tır.

    I Hezarfen Ahmet Çelebi olayı (evet şaşırmayın birden fazla vardır) denilen utanç verici olay bunların en yaygın olarak bilinenidir ama en basitidir. Galata Kulesi’nden kanat takıp uçan ve bugünkü hang-glider’lerin büyükbabasını yapan bu “bin ilimler ustası” Ahmet Çelebi, zamanın padişahı üzerinde panik yaratmış, bu adamın olası icatlarının toplumu -allah korusun- uyandıracağı korkusuyla derhal Cezayir’e sürülmüştür.

    Matbaanın 300 yıl kadar yurda sokulmayışı bundan da önemli bir olaydır ve ardışık sonuçlarının neler olduğunu, sosyal bilim ulemamız henüz merak etmemiştir.

    Bu olaylar zannedilebileceği gibi tarihte kalmamış halen de devam etmektedir.

    1986 yılında, kanser konusundaki gözlemleri üzerinde bilimsel araştırma yapılmasını isteyen bir hekimimiz mahkemeye verilmiş, meslekten menedilmeye çalışılmış ve kendisi basınımız tarafından “Zakkumcu Ziya” olarak aşağılanmaya çalışılmıştır. 1992 yılında A.B.D. ve Kanada’da buluşuna patent verilen bu hekimimize o zaman yöneltilen eleştiri, “senin doktoran yok ve böyle bir ilaç olabilseydi yabancılar bulurdu!” olmuştur. O günlerde, buluşu için yaptığı patent başvurusuna uzun ünvanlı yetkililerin “patent bir şey ifade etmez, her başvurana patent verilir” diyerek bu konudaki olağanüstü bilgisizliklerini göstermişlerdi. (Bilindiği gibi patent, bir konuya ancak bir yenilik yani katkı getiriyorsa verilebilir).

    1992 yılında başlayıp hala süren II Hezarfen Olayı’nda ise, bir araştırma denizaltısı yapan bir mühendisimiz ağır cezaya verilmiş olup, Muğla valimizin çabalarıyla kendisine hukukun üstünlüğü “gösterilmeye” (ben sana gösteririm anlamında göstermek) çalışılmaktadır.

    Tarihimizde aydınlığa kavuşmamış süreçlerden bir diğeri ise “akılcı düşüncenin toplum yaşamımızdaki egemenliği” dir.

    Çağdaş uygarlığı oluşturmuş ve halen de ona katkıda bulunan toplumların temel niteliklerinden birisi olan akılcı düşünce’nin, toplum yaşamımıza egemen olamayışı, her soruna üstünkörü yaklaşıp bir “esas mesele” ile açıklamaya çalışan yarı-aydınlarımızca “islamiyetin kaderci yaklaşımı” ile izah edilirse de durum bunun tam tersidir. Bu akıldışılık, olsa olsa islamiyetin de yanlış anlaşılmasına yol açmış ve bir ahlak öğretisi olarak toplumun en yüce değerlerinden birisi olmak gereken din kurumu bir dejenere politik ideoloji haline getirilmiştir.

    Akıldışı yaklaşım örneklerimizin sonuncusu 1993 tarihlidir. Bir gün, toplumumuzun “akılcı düşünce süreci” ni inceleyecek toplum bilimcilerin,

    I ve II Hezarfen Olayları’nın yanısıra hatırlayacakları bu olay Radyasyon Komedisi’dir.

    Bir gazete haberinin güvenilirlik sınırları içinde şu ifadelere bakınız:

    “Burada vazifeyi ihmal var, ama nereden nereye yükselir belirlemek zor. …………………. Radyoaktif maddeler Türkiye’yi ne kadar etkilemiştir? Kesin ölçümler yapılmış mıdır? Halkın sağlığı ne denli riskle karşı karşıya kalmıştır? Böyle bir risk varsa kanser hastalığı yapar mı? Bunları bilemiyoruz. Bilim adamları bir şey saptadılarsa açıklamalı. Bugünkü ceza kanunumuz sorumluları cezalandırmak açısından çok yetersiz. Tazminat davaları açıldı. Ama sebep-sonuç bağı bulunmadığı için bu davalar reddedilmeye mahkum.”

    Bunu söyleyenin, her konudan bir politik çıkar uman bir kişi ya da sokaktaki bir adam olduğunu sanabilirsiniz. Ama öyle değildir. Bunu bir hukuk profesörü söylemektedir. Daha doğrusu gazete, öyle söylediğini yazmaktadır. Umarım durumumuz bu kadar vahim değildir.

    Yani kısacası söylenen şudur: Ortada bir sebep-sonuç ilişkisi yok, ama bunlar suçludur(!).

    Akıldışılık, akılcılığa dönüştürülemediği sürece toplumumuz hiç bir sorununu çözemeyecektir. Mesele bununla da bitmeyecek, toplumumzun her kurumu, sorun çözmek bir yana sürekli sorun üretecektir. Başka ülkeleri yücelten kurumların nasıl olup da bizim elimizde birer “sorun üreteci” olduğunun nedeni bu akıldışılık’tır.

    İşimizi gücümüzü bırakarak bu noktaya bakmalıyız. Türk toplumunun bundan daha öncelikli bir meselesi olamaz.

  • ŞAPKADAN TAVŞAN NASIL ÇIKARILIR?

    Herşeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki şapkadan tavşan çıkarmak güçtür. Tabii, tavşandan daha büyük ve daha hareketli hayvanları çıkarmak çok daha zordur. Çühkü bir defa şapkaya sığmazlar, haydi bir an için sığdığı kabul edilse dahi bu defa da şapka içinde kıpır kıpır hareket edecekleri için iş daha da zorlaşır.

    Bu güçlüklerin dışında, olmayan birşeyi var etmek ya da olan birşeyi yok etmenin imkansızlığı meselesiyle karşı karşıya gelinir. Bu, öyle yaptım oldu demekle çözülemez.

    Ancak çok dikkatli olmak ve bu konuda epeyce tecrübeli olmak lazımdır, yani birdenbire tavşan çıkarmak yerine önce, sinek, böcek, kertenkele, kuş, sıçan gibi hayvanları çıkarmaya çalışmak gerekir.

    Buna genel olarak hokus pokus denilebilir. Hokus pokus, halk arasında sirk hokkabazlarının göz boyama seansları sırasında seyredenlerin dikkatini başka yere çekmek için kullandıkları bir araç olarak addedilirse de aslında bu katiyen böyle anlaşılmamalıdır. Hokus pokus, imkansızı imkanlı yapmak için kullanılması gereken bilimsel bir metoddur.

    Görüldüğü gibi, şapkadan tavşan çıkarmak için önce inançlı olmak, sonra da bir hamlede kulaklarından tutup tavşanı çekip çıkarmak yeterlidir.

    Çevreden itiraz edenler, bunun seyircileri ahmak yerine koymak olduğunu iddia edenler bitabi olacaktır. Zaten her şapkadan herkesin tavşan filan çıkaramayışının nedeni de budur. Yoksa herkes her fırsatta tavşan çıkarır etraf tavşandan geçilmez olurdu. Hele demokrasilerde, konuşan toplumlarda bu daha da zordur. Alimallah adamı rezil ederler.

    Anlaşılacağı gibi bu tür operasyonlar için seyircilerinde biraz şey, yani hoşgörülü olması gerekir.

    Bu faydalı metodu, çeşitli meseleleri çözebilmek için kullanmak, tavşan çıkaran kadar seyredenlerin de istekli olmasına bağlıdır. Yoksa evvelce olduğu gibi ne tavşan çıkar ne başka birşey.

    Şimdi durup dururken bu şapka-tavşan muhabbeti nereden çıktı denilebilir. Herhangi özel bir neden yok. Zaman zaman önemli bilimsel ilkeleri gözden geçirmek, unutmamak için de tekrarlamak lazım olduğu için aklıma geldi.

    17 Ağustos sonrasında birşeyler yapıp eski günleri geride bırakmak, eski sorunların bulunmadığı yepyeni ortamlara varmayı -ama bizden de birşeyler istemeden- arzu ve temenni edenleri gördükçe şapkadan tavşan çıkarmak aklıma geliyor.

    Herkes, kendi alanındaki alışkanlıklarını değiştirmek için zorlu çabalara girmeden birşeylerin değişeceğini ummak, şapkadan tavşan çıkarmak daha da imkansızdır.

  • SIKINTISIZ YAŞAM!

    Hemen her insanın genel hedefi “sıkıntısız” bir yaşam değil midir? Kişiler, toplumlar ve idarenin amacı sorunları enaza indirmek, mümkünse yoketmek değil midir?

    Ama , “her dokunduğum altın olsa” diye yakaran kişinin dileği kabul olduğunda nasıl bir cehennem hayatı başladıysa, “Tanrım bana acı verme” diye dua eden birisinin de aynı cehennemle karşılaşacağından şüphe yoktur.

    Acılar, sıkıntılar hatta felaketler, aslında Tanrı’nın insanlara verdiği en değerli yol göstericilerdir. İnsana verilen en büyük ceza, en büyük felaket ise onlardan yararlanmayı, ders almayı bilmemek, öğrenmemeye çalışmaktır. Doğru yorumladığınız takdirde neleri yapmamanız gerektiğini şaşmaz bir doğrulukla gösteren sıkıntı kaynaklarından daha sağlam bir dost bulunabilir mi? Ya da aksine, her türlü uyarıya karşın onlardan öğrenmeyen bir kişi için , kendisinden daha tehlikeli bir düşman var mıdır?

    Ama ne gariptir ki insanlar, binlerce yıldır putlara va Tanrı’ya hep bu gerçek dostu kendilerinden ayırması için yakarmaktadırlar.

    Toplum yaşamımızdaki çeşitli sorunlara bu gözlükle bakınca, ne kadar çok ve yol gösterici işaretle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Yapılacak şey bunları doğru yorumlayıp, gereğini yapmak; yapılmaması gereken ise, sorunun kaynaklarını kurutmak yerine o işaretleri yani sorunun neden olduğu sıkıntıları gidermeğe çalışmaktır.

    İşte gündelik ve köklü politikalar arasındaki ayrım buradadır. Her nerede”bu sorun nerelerden kaynaklanıyor?” diye soruluyorsa orada köklü politikalara yönelim vardır. Her nerede “sıkıntıları giderelim” diye bir eğilim varsa orada ise gündelik politika vardır.

    “Çöp patlaması”, “hava kirliliği”, “trafik terörü”, “köktenci eğilimler”, ya da “adalet personelinin ücretleri” sorunlarına bu yaklaşımla bakıldığında son derece yararlı işaretler görülecektir. Yeter ki bu işaretlerin ne anlama geldiklerini merak edip,”bunlar niçin oluyor” diye sorabilelim.

  • FANTOM (hayalet) SORUN !!

    Bu kadar sorun yetmezmiş gibi bir de bu nereden çıktı diye lütfen telaşlanmayınız. Allaha şükür yeni bir sorun yok. Bu, sadece bazı sorunların gerçekte olmadığını, onların birer hayalet (fantom) sorun olarak göründüğünü anlatmak için kullanılan bir deyimdir.

    Örneğin, bıçaklanarak öldürülen bir adamın ölüm nedeni olarak aşırı kan kaybı gösterilirse buradaki kan kaybı fantom sorun’ dur. Yani aslında ölüm nedeni bu değildir. Olsa olsa tıbbi neden budur, belki tıbbi neden bile bu değil mesela beynin oksijenle beslenememesidir. Hatta bıçaklanma olayı da bir fantom sorun’dur.

    Bu şekilde geriye doğru gidildikçe öldürme olayının gerçek nedenlerine doğru varılır. En son bulunan nedene ise Kök Sorun denilmektedir.

    Hayalet ve Kök Sorun’ların pratik olarak önemi büyüktür. Görevi sorun çözmek olan kişilerin bilmesi gereken nokta şudur: Hayalet Sorun’lar çözülemez, ancak Kök Sorun’lar çözülebilir !.

    Kamu açıklarının, enflasyonun ve bir sürü kaza belanın nedeni olduğu hergün yüz defa, çeşitli kişiler tarafından dile getirilir ve belki birçok kimse de kamu açıklarının gerçekten de bir sorun olduğunu sanabilir. Halbuki kamu açıkları bir hayalet sorun’ dur ve yukarıdaki kural gereğince hiçbir işe yaramayacak bir sorundur.

    Kamu açıklarına yol açan nedenlerin başlıcası olan KİT’ler de bir hayalet sorun olup, onun da altında KİT’lerin istihdam yaratma amacıyla kullanımı yatmaktadır. Ama bu da bir başka hayalet sorun olup, onun arkasında “iş yaratma” yöntemlerinin yeterince bilinmeyişi, onun altında bürokrat ve politikacımızın Dünya’yı yeterince izlemeyişi, onun da altında insan dokumuzun yetersizliği ve siyaset anlayışımızın yozluğu yatmaktadır.

    Bu şekilde gidilerek kamu açıkları denilen hayalet soruna yol açan Kök Sorun(lar)a varılabilir. Uzun atlama yapılmazsa hemen herkesin varacağı Kök Sorun(lar) birbirinin aynı olacaktır.

    Yatıp kalkıp kamu açıklarını, terörü, trafik kazalarını ya da irticayı sorun ilan edenlerin olaylara bu sistem içinde bakması gerekir.

    27 Eylül 2001

  • BİLGİ TOPLUMU VE İNSAN KAYNAKLARI

    Hemen her kavramı bir başkasına bağlamak mümkün. Hele bu kavramlar kullanıla kullanıla içerikleri merak edilmez olmuşsa bu daha da kolaylıkla mümkündür.

    Henüz yeni tedavüle girmiş bir kavramın içeriğini herkes merak edebilir. Ama örneğin “bilgi toplumu” ya da “insan kaynakları” gibi deyimler o denli sık ve de kolay kullanılmaktadır ki, artık bunlar birer joker iskambil kağıdı gibi niyete göre tanımlanabilir olmuşlardır. Böyle olunca da bunları hiç sıkıntı çekmeden bağlamak mümkündür.

    Ama “bilgi toplumu” ve “insan kaynakları”, bu rahatsızlığın ötesinde ilintili, hem de çok ilintili iki kavramdır.

    Bilgi toplumu onlarca değişik şekilde tanımlanabilir. Toplumumuz açısından en işe yararlardan birisi ise, “sorunlarını bilgi yoluyla çözebilen toplum”dur. Sorunları bilgi yerine, onun yerine geçebilecek araçlarla da çözmek pekala mümkündür.

    • Sorunu çözmeyip ona alışmaya çalışmak,

    • Sorunların çözülmeyeceği varsayımıyla tevekkül etmek,

    • Birisinden, sorunu çözmesi için yardım istemek ya da onun üzerine yıkmak,

    • Rüşvet, tehdit vb. yollarla sorunun etrafında dolaşmak

    ve daha onlarca yolla sorunları bilgi dışı yollarla “geçiştirmek” mümkündür. Daha da kötüsü, bu geçiştirme yollarının hemen hepsi, bilgiyle sorun çözmeye göre daha zahmetsizdir.

    İnsanlar sorunlarını bilgiyle çözebilmek için;

    • bilgi kaynaklarına erişmek

    • çeşitli bilgiler arasından ihtiyaç olan(lar)ı seçmek, onları, kendi işine yarayacak şekle dönüştürmek (işlemek),

    • bunları saklamak,

    • bunları iletmek

    ihtiyaçlarıyla karşı karşıya kalırlar.

    Bu ihtiyaçların her biri ayrı birer donanım ve yazılım demektir. İşte, bilgi toplumunun çok telefon, çok bilgisayar, çok kitap kullanmasının nedeni budur.

    Aksine ise, yani çok kitap, çok bilgisayar ya da çok telefon kullanan bir toplum mutlaka bilgi toplumu demek değildir. Bu araçları, yukarıdaki amaçlarla kullanan toplum bilgi toplumudur.

    “İnsan Kaynakları” deyimi ise çeşitli anlamlarda alınabilir. İnşaatına işçi arayan bir kişi için, demir, çimento ve tuğla gibi malzemeler birer kaynaktır. Bankadan ya da yastık altından temin edilen para da bir kaynaktır. Eğer böyle bakılırsa, tuğlaları üst kata taşıyacak işçi de bir kaynaktır.

    Nitekim günümüzde genellikle insan kaynakları denilince -aynen bilgi toplumunda olduğu gibi- akla, çeşitli becerilere sahip insanlar gelmektedir.

    Kuruluşlarda -yine genellikle- insan kaynakları birimleri, eskiden personel birimlerinin yaptığı işe alma, çıkarma, özlük işleri gibi işleri yapan birimler olarak anlaşılmaktadır.

    Kısacası toplumumuz kısa süre içinde bu deyimin de içini boşaltmayı becermiştir.

    İnsan kaynakları denilince anlaşılması gereken ise çok farklıdır.

    Dikkat edilirse insan dışındaki tüm kaynaklar ham olarak değil şekillendirilerek kullanılmakta ve böylece katma değeri artırılmaktadır. Böylece kaynağın değeri de, katma değer artırabilirliğine bağlı olarak yükselmektedir.

    Tuğlanın ham kaynak olarak belirli bir değeri vardır ve bu sınırlıdır. Ama işlenip duvar haline getirilince değeri artmaktadır. Ama katma değer artışının sınırı burasıdır. Tuğla, duvardan başka birşey olamamaktadır.

    Ama mesela para kaynağı daha değerlidir. Çünkü katma değeri tuğlaya göre çok daha fazla artırılabilir. Para -maddesel olarak- hemen her şeye dönüştürülebilir. Bu yüzden de değerli bir kaynaktır.

    İnsan gücü ise paradan da daha yüksek bir “katma değer artırılabilirliği”ne sahiptir.

    Gerekli nitelikleri kazanmadan önce yalnız kol gücünden yararlanılabilen ve tuğla taşımaktan -ve üremekten- başka bir işe yaramayan bu insan, gerekli eğitimi alarak bir şair, kompozitör ya da nükleer reaktör tasarımcısı olabilir. Bu denli esnek, katma değeri bu denli artabilen bir başka nesne herhalde yoktur.

    Bu nedenle insan, basit bir üretim girdisi değil, niteliği artırıldıkça bunu fazlasıyla geriye verebilen bir kaynak durumundadır.

    İşte, bilgi toplumu ile insanın böylesine zengin bir “kaynak” olması arasındaki ilişki buradadır.

    Bir toplumun sorun üreten ve bunları, yeni sorunlar üreterek çözmeye çalışan bir toplum olmaktan, onları bilgiyle çözebilen ve böylece de sorun biriktirmeyip refah ve mutluluk üreten bir “bilgi toplumu”na dönüşebilmesi için, insan gibi bir kaynaktan başka kullanabileceği başkaca etkin bir kaynağı yoktur.

    İnsan kaynağı, niteliği arttıkça sorun çözme kabiliyeti de artan bir kaynaktır. Bu ise bilgi toplumunun formülüdür.

    Buradaki “nitelik” deyimiyle insanın yalnızca bilgi-becerisi değil, zekası, ruh sağlığı ve ahlaki tercihlerinin oluşturduğu bileşke kastedilmektedir.

    Bugünkü programın, bu nedenle, yapay bağlantılı kavramlar üzerinde konuşulan sıradan bir toplantı değil, bilgi toplumuna gidebilecek yolun kapısını açacak anahtar demek olan “insan kaynağı”nın, sınırsız katma değer potansiyelinin ortaya çıkarılabilmesi için araçların tartışılacağı bir forum olarak görüyor ve başarı diliyorum.

    25 Eylül 1997

  • BİR BAĞIMLILIK TÜRÜ: ŞİKAYET !

    Bazı konular var ki çoğu sorunun altından çıkıyor. Bunlardan biri de, adına “yakınma kültürü” diyebileceğimiz, sadece şikayet ederek sorunları çözmeye çalışmaktır. 6 yıl evvel yazdığım bir yazıdan bazı alıntıları bu amaçla bu hafta sizlere iletmeyi düşündüm.

    «İçki, sigara, uyuşturucu gibi bağımlılık yaratan maddelerin yarattığı alışkanlıklardan kurtulmak güç olmakla birlikte imkansız da değildir. Bu tür “maddesel” bağımlılık ajanlarının yanında bir de “davranışsal” olanlar vardır ki onlardan kurtulma konusunda pek konuşulmaz, hatta o tür bağımlılıkların farkında olunmaz.

    Bu “davranışsal bağımlılık ajanları”nın başında, hemen çoğu kimsenin -hem de bol miktarda- kullandığı, “şikayet” gelir. Şikayet’in bir bağımlılık yaratıp yaratmadığını test etmek gayet kolay olup, başkalarının üzerinde değil bizzat kendi üzerinizde -eğer kullanıyorsanız- deneyebilirsiniz. Bir süre için -örneğin bir tam gün-, hiç bir şeyden (ama hiç bir şeyden) şikayet etmeden yaşamaya çalışınız, bağımlılığınızın ne denli yüksek olduğunu göreceksiniz.

    Ancak bir noktaya hemen işaret etmek gerekir: O da, eğer şikayeti, eylemlerinizin bir hazırlık aşaması olarak kullanıyorsanız bu bir bağımlılık gibi olumsuz değil, aksine son derece faydalı bir alışkanlıktır. Örneğin, trafikte sizi tehlikeye atan bir olaydan yakınıyor ve sonra da gidip bu olayı bir yerlere duyuruyor ya da bu tür olayları önleyebilecek ya da azaltabilecek “bir şeyler” yapıyorsanız, bu bir olumsuz bağımlılığa değil olumlu bir alışkanlığa, daha da doğrusu bir “iş yapma biçimi”ne işaret eder. Böyle değil de, sadece sohbetler sırasında, işlerin ne denli kötü olduğuna güzel bir örnek olarak kullanıyorsanız işte o zaman bağımlılıktan söz edilebilir.

    İnsanlarımızın çoğu hemen her şeyden şikayet eder. Bu, rahatlamak için bir yoldur. İnsanların şikayet etmelerini (en azından içinden küfür etmelerini) önleyecek bir alet geliştirilip herkesin koluna birer adet kol saati gibi takılabilse üç ayrı şey olacağından şüphe yoktur: birincisi, çok sayıda insanın çıldırmasıdır. Hiç bir şekilde şikayet etmesine izin verilmeyen kişiler, bir süre sonra, uğradıklarını düşündükleri haksızlıkları telafi edememiş olmanın biriken yükü altında ezilip dengelerini kaybedeceklerdir. Bu bakımdan şikayet, insanların acıya dayanmalarını sağlayan bir morfin’dir.

    İkincisi olarak ise, şikayetleri önlenen bir kısım insan, bu defa diğer eylemleri üzerine bindirme yaparak kızgınlıklarını gidereceklerdir. Böylece acayip davranışlı insanlar ortaya çıkacaktır. Bu tipler için de şikayet, davranışları düzenleyen birer ilaç gibidir.

    Üçüncü olarak ise, şikayet etmeleri önlenen bir kısım insan, şikayetin bu “telafi edici” mekaniğini anlayacak ve bu defa, şikayete konu olan yanlışın nedenlerini ortadan kaldırmanın çarelerini aramaya başlayacaktır. Sarfedeceği bu çaba, haksızlığa uğramışlık hissinin yarattığı kızgınlığı telafi edecek, hatta giderek ek bir motivasyon yaratmaya başlayacaktır.

    Bu yaklaşıma göre, çevremizde boyuna her şeyden şikayet eden insanların hangi türden olduğunu anlamaya çalışmak hem ilginç bir gözlem hem de yararlı bir iştir.

    Bir şey yapmaya pek mecali olmayan ve sadece şikayet ederek kendini rahatlatan tiplere pek vakit ayırmaya gerek yoktur. Bununla beraber, bu tür kişiler çevresindeki bağımlıların da şiddetle ihtiyaç duydukları nesneleri (yani şikayeti) ürettiklerinden dolayı, toplumda (ve özellikle bizim toplumumuzda) kolaylıkla sivrilir, büyük beğeni toplar, hatta “büyük” olurlar. Bu bakımdan, “büyük”lerimizin bu türden olup olmadığına dikkat etmekte yarar vardır.

    Şikayet etmeyen, ama onları davranışlarına bindirenleri ise şikayet etmeye özendirmek gerekir. Böylece boş da olsa konuşan ama çevresine zarar vermeyen insanlar ortaya çıkacak, yukarıdaki birinci gruba katılmış olacaklardır.

    Esas üzerinde durulması gerekenler ise üçüncülerdir. Değişim hareketlerine katılmaya, şikayetlere konu olan yanlışların nedenlerini araştırmaya ve böylece toplumları yüceltmeye yatkın olan bu kişilere, bu özelliklerinin farkına varma ve şikayetlerini bu yola kanalize etme imkanları verilirse çok yararlı bir iş yapılmış olacak, toplumumuzun iyiye, doğruya ve güzele doğru değişmesini hızlandıracak “değişim ajanları”nın sayısı artmış olacaktır.»

    27 Kasım 1994 (Ekim 2000)

     

  • BİR FİZİK PROBLEMİ BAĞIRARAK ÇÖZÜLEBİLİR Mİ? PEKİ YA SOSYAL PROBLEMLER!

    İçinde yaşadığımız ekonomik ve iç barışa ilişkin sorunlar, herhalde toplum olarak uzlaşmaya ve dolayısıyla da “değişik düşüncelerin ifade edilebilme özğürlüğü”ne ençok ihtiyacımız olan koşulları yaratıyor.

    Özel TV’ler bu bağlamda çok önemli bir görev yapmakta ve değişik düşünceden birçok insanın tartışması için “uygun ortam” yaratmaktadırlar.

    Ancak, değişik düşünceli insanların biraraya gelmesi, bunların mutlaka özgürce ifade edilebilmesi ve sonuçta da bir uzlaşının doğması için yeterli değildir.

    Düşünce ifade edeceklerin kompozisyonu, tartışma ortamının yönetimi (hatta tartışma ortamının fiziksel özellikleri ) ve tartışacakların sorun çözme stilleri, bu özgürlüğü olumsuz ya da olumlu etkileyecektir.

    Hepsi aynı yönde düşünce sahibi kişilerin biraraya gelmesi ya da bu kişilerin, o düşünceleri temsile yetkili olmayışı; tartışma yöneticisinin taraf olması ya da iyi bir yönetim gösterememesi; tartışanların rahatsız pozisyonlarda (ayakta, spot ışıkları altında vbg) tartışmaya mecbur bırakılması ya da tartışanlardan bir kişinin bile saldırgan stili (sorun çözme stili böyle olabilir), tartışmanın bir kördöğüşüne dönüşmesine yeter de artar bile!

    Bir fizik ya da geometri problemini çözmesi istenilen bir grubun, bu işi bağıra çağıra, konudan uzak yerlere atlaya zıplaya çözmeye çalıştığı, hatta bununla da yetinmeyip kavga ettikleri herhalde hiç görülmemiştir.

    Pekiyi, sonucu tek doğrulu olan bu problemlere göre çok daha karmaşık olan, üstelik tek doğru çözümü bulunmayan -hatta hiç çözümü dahi bulunmayabilir- sosyal sorunların tartışılmasında kullanımı gereken “sorun çözme stili” niçin bu denli gürültülü olmaktadır? Doğrusu, bunun cevabını vermek kolay değildir.

    Uzlaşma’nın olmazsa olmaz koşulu olan, düşüncelerin özgürce ifadesi olgusunu zedeleyebilecek birçok unsur bulunabilir. Bunlardan en etkininin, bağıra-çağıra, söz keserek, mantıkların düzgün işlemesini olumsuz etkileyebilecek bir stille tartışmak olduğundan şüphe edilmemelidir.

    Tartışma yöneticilerinin bu konuda çok sert bir disiplin kurmaları, ifade özgürlüğü açısından çok önemlidir.

    Aksi halde, tartışmasını bilmeyen (ya da uzlaşmak istemeyen) kişilerin despotik tutumlarına çanak tutulmuş olur.

    Bu kasdi de olabilir, bilmezlikten de olabilir. Ama sonuç aynıdır: uzlaşamamak ve kavga!

    12 Nisan 1994

  • BİR UZLAŞMA TEKNİĞİ: “ARAMA KONFERANSI”

    Günlük yaşantı, insanları ister istemez kötümser yapıyor. Hep iç karartıcı olaylarla haşır neşir olan insanlar zamanla “kötümser gözlüklü” olup çıkıyorlar. Objektiflikten ayrılmamak zorunda olan meslek sahipleri için (ayrılabilecekler kimlerdir bilemem) bu önemli bir güçlüktür.

    Bir gazetede okuduğum bir haber, bu kötümserlik havasını biraz olsun azaltıcı türden. Sizlerle bu haber konusu üzerinde düşüncelerimi paylaşmayı istiyorum.

    Haber şuydu: NETAŞ firması, “telekomünikasyon hizmetlerinde tekelin kaldırılması” konulu bir Arama Konferansı (search conference) düzenlemek için çalışmalar yapıyormuş.

    Bir-iki yıl önce TV’de bir yabancı kaynaklı bilim programında bir biyolog, kertenkelelerin nasıl olup da kopan kuyruklarını onardıklarını araştırdığını anlatıyordu. Programın sunucusu biyolog’a şöyle bir soru sordu: “pekiyi, bu kadar önemli araştırma konusu varken siz niçin kertenkelelerin kuyrukları ile uğraşıyorsunuz?”

    Biyolog’un verdiği cevap, hatırlarım bir kaya gibi başıma düşmüştü: “evet ama, kertenkele, kuyruğunu onarabiliyor da biz niçin kopan kolumuzu onaramıyoruz? Ben bunun sebebini araştırıyorum!”.

    Arama Konferansı’nın konusu da biraz kertenkele kuyruğuna benziyor. Onun da sonuçları çok önemli.

    Birincisi, telekomünikasyon hizmetlerinin yani PTT’nin özelleştirilmesinde bir devlet tekelinin (PTT) kalkıp, bir özel sektör tekelinin oluşması ihtimali var. Bu olası tehlikeden nasıl korunulabileceği çok önemli bir sorundur. Aksi halde, ekonomimiz hatta sosyal yaşamımız için önem taşıyan özelleştirme konusu zedelenebilir.

    İkincisi ve belki birinciden daha da önemlisi, artık kuruluşlarımızın çağdaş karar verme tekniklerini kullanmaya başlamalarıdır. Bilindiği gibi Arama Konferansı, bir “katılımcı planlama tekniği” dir. Tekniğin adındaki `arama’ sözcüğü, bir uzlaşının arandığına işaret etmektedir. `Konferans’ sözcüğü ise yanılgıya yol açmamalıdır. “Çok kişinin katılımı” nı ifade eden konferans, bir sorun üzerinde uzlaşı aramaktadır.

    Kültürümüze dışarıdan ithal edilen kavramlardan birisi de demokrasidir. Uzun yıllar, demokrasi’yi başıboşluk, istediğini yapabilme ve zaman zaman sandığa gidip oy vermek olarak tanıdık, daha doğrusu öyle tanıtıldı.

    Halbuki demokrasi’nin esası, halkın uzlaşma yoluyla kendi kendini yönetmesidir.

    Özelleştirme, tarafları çok olan ve de taraflarının çıkarları (hiç olmazsa kısa vadeli çıkarları) birbiriyle çatışan bir konudur.

    Özelleştirilecek kuruluşun çalışanları, işlerinin tehlikeye girmesi; sendikalar ise üyelerinin kamu yerine özel sektörde çalışması nedeniyle özelleştirmeye sıcak bakmazlar.

    Ekonomiyi yönetenler, kuruluşun bir an önce özelleştirilmesini arzularlar.

    Kuruluşun yöneticileri ise iki arada bocalarlar.

    Hükümet, özelleştirme hedefini gerçekleştirmek için çabalarken, ilgili bakan elindeki imkanları kaybetme tehlikesini hisseder.

    Kuruluşun rakipleri tekel oluşumundan endişe ederken, sokaktaki insan, satışa çıkabilecek hisse senetlerini düşünür.

    Muhalefet partilerinin bir bölümü, kamu malını koruma (!) kaygısına düşerken bir bölümü de “niçin biz değiliz?” kıskançlığına tutulabilirler.

    Daha bunların dışında, çıkarları çatışan ya da öyle sanılan -ki aslında hepsinin çıkarları özelleştirme yönündedir- birçok sosyal grup vardır.

    Bütün bu grupları uzlaştırmaksızın, “kestirme”, “tepeden inme” özelleştirme kararları da alınabilir. Nitekim zaman zaman, “cesaretli olmalıyız” (ne için cesaretli olunacaksa) şeklindeki tavsiyeler de buna işaret etmektedir.

    Ama bu türlü yaklaşımların başarılı olma şansı hemen hemen yok gibidir. Özelleştirmeyle çıkarlarının zedeleneceğini “düşünen” grup(lar), demokratik sistem içinde `baskı grubu’ olma imkanlarını kullanarak, özelleştirme karşısında “görünmez ama aşılmaz” bir blok oluştururlar.

    Bu blokları aşmanın yolu tektir ve bu, “uzlaşma” dır. Arama Konferansı ise bu uzlaşıyı sağlayabilecek yollardan birisidir.

    PTT gibi çok önemli hizmetleri üreten bir kuruluşun mezatta eski güğüm gibi satılmaya çalışılması yerine, taraflarının uzlaşısı ile özelleştirilmesi bu nedenle çok akılcıdır.

    Nihayet, işin sevindirici bir başka yönü daha var. Batılı’ların “sosyal sorumluluk” dedikleri kavram, kuruluşların yalnız bilanço büyüklükleriyle değil, kendilerini çevreleyen ortamla da ilgilenmeleri gereğini anlatıyor.

    Duyurulacak ya da kutlanacak bir şey olduğunda, pahalı davetiyeler bastırmayı P-R zanneden kuruluşlarımızın yanısıra, kendini çevreleyen ortama karşı da sorumlulukları olduğunu anlayan kuruluşlarımızın ortaya çıkması son derece iyi bir işarettir.

    Darısı diğer kuruluşlarımızın başına!