-
May 25 2012 GEÇMİŞİN BELİRLEYİCİLİĞİ
Onbir kibrit oyununda kazanan baştan bellidir!
Onbir kibrit oyunu, iki kişiyle oynanan, tarafların sırayla ya bir ya da iki kibrit çekebildiği ve böylece devam ederek son tek kibriti çekmek zorunda kalanın yenik sayıldığı bir oyundur. Gösterilebilir ki, oyuna ilk başlayan için daima bir kazanma stratejisi vardır. Bu durumda, yani birinci başlayan o stratejiyi uygularsa, oyuna ikinci başlayan, ne yaparsa yapsın yenilmekten kurtulamaz. Bu durumda sonuç, ilk yola çıkış sırasında belirlenmektedir.
Sorunsal süreçler de geçmişin belirleyiciliğine tabidir.
Toplum sorunlarının büyük çoğunluğunun nedenleri irdelendiğinde, hemen hepsinde ortak olan bir tanesine rastlanacaktır: geçmişin belirleyiciliği!
Geçmişi tersine döndürmek ya da yaşanmamış kılmak mümkün olmadığı için -en azından şimdilik-, sorunların nedenleri konuşulurken bu ortak nedene değinilmez, diğerleri üzerinde durulur.
Geçmişin, bugün arzuladığımız sonuçların doğabileceği biçimde değiştirilmesinin mümkün olmadığı doğrudur. Ama, aynı biçimde doğru olan bir başka şey de, bugünü değiştirmek isteyenlerin karşılarındaki en büyük engelin, “geçmişin belirleyiciliği” olduğudur. Yani, sorunların bu ortak nedenine göz kapamak, onun bugünkü etkilerinin yok olmasına yetmemektedir.
Bir – iki örnek!
“İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur” özdeyişi, geçmişin belirleyiciliği ilkesinin bireysel durumlara uygulanmasından ibarettir. Gerçekten de ilk çocukluk çağlarında kazanılan karakter özellikleri, ileri yaşlarda da genellikle sürmektedir. Bu özelliklerin değiştirilmesi ancak büyük kişisel çabalar ya da rastlantılarla olabilmekte, aksi halde geçmiş geleceği belirlemektedir.
Buluşçuluğu, gayrımüslim uğraşı sayan Osmanlı, önce ticaretteki iddiasını kaybetmiş sonra da parçalanarak bunun bedelini ödemiştir. Yıkılan imparatorluğun enkazı üzerine kurulan cumhuriyet, «geçmişin belirleyiciliği»ni dikkate al(a)mamış, ilim ve fennin tek yol gösterici kılınabilmesi yolundaki büyük çabaya karşın, XXyüzyılın son yıllarında, buluşçularını ağır ceza mahkemelerinde yargılatacak kadar “buluş düşmanı” olmaktan kurtulamamıştır.
Yozlaşmış kurumlarımızda çalışan, hatta onları yöneten kişiler, o kurumların durumlarından bizzat şikayetçidirler. Başbakan telefonlarının dinlendiğinden, polis poliste dayak yediğinden, milletvekili meclisin işlevlerini yapmamasından, Eğitim Bakan’ı eğitimin kalitesizliğinden yakınmaktadır. Bu kişiler haklıdırlar. Çünkü geçmiş, bu kişilerin iradelerinden daha güçlü bir şekilde süreçler üzerine etki yapmaktadır.
Geçmişin belirleyiciliği nasıl aşılabilir?
Bir şeyle başa çıkabilmek için önce onun varlığını kabul etmek gerekir. Bu birinci adımdır. İkinci olarak, belirleyiciliği geçmişten bugünlere taşıyan “taşıyıcı(lar)”ın ne(ler) oldukları anlaşılmaya çalışılmalıdır.
Örneğin, “buluşçuluk düşmanlığı” sorunu ile uğraşılıyorsa, toplumun tüm birey ve kurumlarının bu sorundaki payının eşit olmadığı, bazılarının anahtar rol oynadıkları bilinmelidir.
Bundan sonra, anahtar rolleri oynayanların tesbiti için bir çözümleme yapılmalı, bu analiz sonunda ortaya çıkarılan nedenler önem sıralamasına tabi tutularak “sonucun çoğuna yol açan az sayıdaki neden” tesbit edilmelidir.
Örnek olarak alınan “buluşçuluk düşmanlığı” sorunu için yapılan bir çözümleme, insanların merak duygularını körelten, dolayısıyla da meraklı insanların yadırganıp dışlanmasına yol açan bir nedenin, eğitimdeki “ezber” usulünün olduğunu göstermektedir.
Bu durumda “ezber yöntemi”, geçmişi bugünlere taşıyan “taşıyıcı”lardan birisi olmaktadır. Bu ve bunun gibi taşıyıcıları ortadan kaldırmak için birer proje geliştirilerek geçmişin belirleyiciliği kısmen ya da tamamen -taşıyıcıların ne kadarının yokeldiğine bağlı olarak- ortadan kaldırılır.
Bu operasyonda dikkat edilmesi gereken nokta, belirleyiciliği günümüze taşıyan şeyin, okul değil okul içinde uygulanan süreç yani ezber olduğudur. Süreç yerine kurum ortadan kaldırılarak geçmişin belirleyiciliğinden kurtulmaya çalışmak genellikle düşülen bir yanılgıdır. Bu takdirde hem belirleyicilik bir başka taşıyıcı bularak devam eder, hem de bir kurum tahrip edilmiş olur.
Bu son duruma somut bir örnek polis kurumudur. Polise karşı kamuoyunda tepkilerin oluştuğu dönemlerde hemen polisin kıyafeti değiştirilerek bir bakıma, “o kurum gitti, bunlar yenidir” mesajı verilmek istenir. Halbuki geçmişin belirleyiciliğini günümüze taşıyan “taşıyıcı(lar)” aynen devam etmektedir.
Sanık, tutuklu ve hükümlü arasındaki farkın bilincinde olmama, toplumun her kesitindeki kötü muamele ve onun bir türü olan dayak, işinin gereklerine göre eğitilmemiş olmak, güvenlik teknolojilerindeki gelişmeleri izleyememek, ideolojik yönlendirmeler, siyasal etkiler gibi onlarca “taşıyıcı”, geçmişin belirleyiciliğini aynen sürdürmektedir.
Bunların hepsi, “taşıma” da eşit etkinliğe sahip değildir. Bazıları diğerlerinden daha önemlidir. Onların tesbit edilip giderilmeleri için çaba harcanması, geçmişin belirleyiciliğini azaltacaktır.
Mesele yine dönüp dolaşıp, “görünür sorun” ve “kaynak sorun” kavramlarına gelmektedir. Sorunlarımıza kalıplarla yaklaştığımız, kalıplarla yaklaşanların ağızlarının içine baktığımız sürece onlar geçmişi bugünlere taşımaya, bizde halimizden yakınmaya devam edeceğiz.
Pazar, 25 Şubat 1996
-
May 25 2012 SORUNLARI ÇÖZMEYE UĞRAŞMAYALIM!
Uzun süre ayakta durmayı gerektiren hallerde, iki ayak üzerinde bir süre hareketsiz durabildikten bir süre sonra ayak değiştirmeye başlanır. Vücudun ağırlığı bir ayağın üzerine verilip diğeri dinlendirilir, sonra ayak değiştirilip öbürü dinlenmeye (güya) alınır. Ancak bu bir şeye yaramaz ve insanlar sonunda oturacak bir yer aramaya başlarlar.
Bu basit olguda kişi bir sorunla karşı karşıyadır ve çözüm yolu olarak da mevcut koşulları çok az değiştirerek sıkıntıdan kurtulmayı görmektedir. Ancak, duruma dikkatle bakılırsa, kişinin bu sorunu, sorunu çevreleyen koşullarda esaslı bir değişiklik yapmadan yani soruna yol açan nedenleri (burada sürekli hareketsiz ayakta durmak) gidermeden çözmesine imkan olmadığı hemen görülecektir.
Ayak değiştirmek, üzerine yüklenilen tek ayağın daha çabuk yorulmasına neden olur ve kişi bir süre sonra sık sık ayak değiştirmeye başlar ve sonunda o çözümün -ki çözüm değildir- işe yaramadığını görür.
İşkence uzmanları bu mekanizmayı gayet iyi bilir ve insanlara acı çektirmek için onları, koşullarında esaslı değişiklikler yapamayacakları durumlar içine sokup öylece tutarlar.
Bir durumu oluşturan koşullarda esaslı değişiklikler yapmadan sorun çözmeye çalışmak, yalnız o sorunu çözememeyi değil, aynı zamanda evvelce bulunmayan yeni sorunlar doğmasına da yol açar.
Bu basit örnekte kolayca görülebilen gerçek, sorunlar karmaşık hale geldikçe görülemez hale gelir. İnsanlar (özellikle de bizim insanlarımızın çoğu), karmaşık sorunların daha farklı kurallara göre oluştuğunu düşünürler. Gerçekte ise mekanizma hep aynıdır.
Hangi karmaşıklıkta olursa olsun bir sorun, ancak ona yol açan nedenler ortadan kaldırılarak çözülebilir. Aksi halde, yani nedenler devam ettiği sürece, diğer koşullarda değişiklikler yapılarak yalnızca ilk sorunun belirtileri şekil değiştirilir ve bir süre sonra yeni belirtilerle, yeni (ve daha ağır) sorunlar doğar.
Kamu yönetiminde ister bürokrat ister politikacı olsun, bu altın kuralı tam anlamamış kişiler, sürekli olarak yeni koşullar oluşturup belirtilerin şekil değiştirmesine çalışırlar ve böylece sorunları “çözdüklerini” düşünürler.
Dışarıdan bakan bir kısım seyirci de sorunların çözüldüğünü sanır. Ve sevinir.
Salı, 05 Temmuz 1994
-
May 25 2012 “BİR TUTKUNUN ÖYKÜSÜ”
İÇİN BİRKAÇ SÖZ!
Erbil Serter, az sayıdaki tasarımcımızdan birisidir. Hatta, kendi alanında tektir denilebilir. Uzun yıllardır, tasarımladığı savaş gemileri dünyanın büyük tersaneleri tarafından üretilir.
Diğer buluşçu insanlarımız kadar kovuşturmaya uğramamış olmasının nedeni, Türkiye’de az yaşamasıdır.
“Bir Tutkunun Öyküsü”, Erbil Serter’in, tasarımcılığın ilginç dünyasına nasıl girdiğinin ve ne gibi evrelerden geçtiğinin belgesel-hikayesidir. Çok az sayıda basılmış birinci basımı tükenince, şimdi bir prestij yayını olarak, telif haklarını hibe ettiği BEYAZ NOKTA VAKFI tarafından tekrar bastırılmaktadır.
“Bir Tutkunun Öyküsü”, bilim ve teknolojide gerilerde kalmış tüm toplumlar için sağlam bir reçetedir. Bir çocuğa, onun merak volkanını harekete geçirebilecek bir armağan verilmesinin nelere yol açabileceğinin iyi örneklerinden birisi Erbil Serter’dir.
Ünlü kemancı Paganini için de benzer bir hikaye anlatılır. Müzikle amatör olarak uğraşan, sıradan bir esnaf olan babasından aldığı ilk dersler ve bir armağan keman, bu büyük ustanın var olan -ve hemen herkeste bir türü var olan- yeteneği ortaya çıkarmıştır.
Erbil Serter, dedesinin kendisine verdiği bazı planlardan yararlanarak 1947 yılında bir helikopter yapmaya girişir. Kendisinde var olanı ateşleyenin bu planlar olduğu güçlü bir olasılıktır.
İnsanlık tarihi içinde bir süre, “yetenek” denilen özelliğin herkeste bulunmadığı, bazı insanların doğuştan yetenekli oldukları, onların dışındakilerin ise sıradan ve itaatkar kalabalıkları oluşturmak üzere kuşkusuzluk (ezber) esasına göre eğitilmeleri gerektiği savunuldu ve de uygulandı; bazı toplumlarda hala da uygulanıyor.
Daha sonraları, bu kadar karmaşık yapılı ve milyon yıllık bir “öğrenme” deneyimine sahip türümüzün, bu denli basit bir yargıyla sınıflandırılamayacağı anlaşılmaya başlanmış ve tek değil ama birçok zeka türünün mevcut olduğu, herkeste bunlardan en az birinin mevcut olduğu tezi ağırlık kazanmıştır. Bunun ne kadar doğru olduğunu deneyimlemeyen kimse pek yoktur.
Hal böyle olunca mesele, herkeste var olan çeşitli yeteneklerin nasıl ortaya çıkarılabileceği noktasına gelip dayanmaktadır. Bilim zamanla bunun için güvenilir yöntemler bulabilecektir. Ama bugün için en iyi yöntem, çocukların meraklarını çok yönlü tahrik etmek, daha da doğrusu doğuştan sahip oldukları engin merakın önünü kesmemek, mümkünse o merakların akabileceği uygun kanalları oluşturabilmektir. Bu kanal bazen bir keman, bazen bir helikopter planı olabilir.
Erbil Serter’e, bu değerli deneyimini yazarak toplumla paylaştığı için müteşekkiriz. Umarız ki bu kitap daha nice Serter’lerin ortaya çıkarılmasında bir araç olur.
-
May 25 2012 SORUNLARI İNSANLAR ÇÖZEBİLİR !
Toplumumuz yaklaşık 150 yıldır, doğruluğundan hiç kuşkulanmadığı bir tanı uyarınca müthiş bir çaba harcıyor. Bu, “sorunlarımızın, anayasa ve yasalardaki yetersizliklerden kaynaklandığı, dolayısıyla, mükemmel bir anayasa ve ona uygun yasalar yapılırsa onların çözüleceği” yolundaki inançtır.
Toplumun seçkin kesimi bu teşhise o denli inanmıştır ki, adeta bir histeri halinde bunun gereğini yerine getirme peşine düşmüş ve bütün başarısızlıklara karşın bu uğraştan vazgeçmemiştir. Otuzbeş yıl boyunca yaşadığımız üç askeri müdahalenin nedenleri ayrı da olsa, üçünün de ilk hedefi yasaları yenilemek olmuştur.
Bugün sivil bir hükümet ve toplum yine, mevcut sorunların anayasa ve yasalardan kaynaklandığı ve yenilerinin bunları aşabileceği kanısındadır.
Toplumların refah ve mutlulukları ile yasaları arasında kuşkusuz bir ilişki vardır. Ama acaba bu ilişki, sanıldığı gibi “biri diğerini yaratır” biçiminde midir?
Her nerede gelişkin bir toplum varsa onun, yasaları da gelişkindir. Ama acaba toplumlar mı yasaları yoksa yasalar mı toplumları yaratmaktadır? Yoksa, gelişmesinin önündeki engelleri yok edebilen toplumlar, bu arada gelişkin yasalar yapıyorlar, o yasalar da toplumların daha da gelişmesine mi yardımcı oluyor? Ya da bir başka soruşla, “gelişmesinin önünde engeller bulunan bir toplum yasalarını değiştirerek refah ve mutluluğa erişebilir mi?”..
Toplumumuzun yasalara olan bu tutkusu, geleneksel birey – devlet ilişkilerinin bir sonucudur. Geleneksel anlayışımızda birey devlet için vardır. Bireyin neleri yapabileceğine (dikkat! neleri yapamayacağına değil !), devlet karar verir, bireye ise kayıtsız – koşulsuz itaat etmek düşer.
Bu temel anlayışı, devlet mekanizmasının tüm kurumlarına kadar özümleyen devlet (ve onu onaylayan bireyler), örneğin eğitim sisteminin üzerine oturacağı “öğretme” yönteminin ezber olmasına yol açmıştır. Bugün görünürde herkes eğitim sistemine “ezberci” demekte, fakat ezberi sistem dışına atmaya “en küçük” katkıda bulunmamaktadırlar. Bu, ezberin toplum tarafından benimsendiğinin bir göstergesidir.
Ezber, belirli kalıpların, nedenleri bilinmeksizin ve de sorulmaksızın bellekte tutulması demektir. Bu, bireylerin karşılaşacağı tahmin edilen sorunların çoğunun yanıtlarının, önceden (okulda) belleklere yerleştirilmesi anlamına gelmektedir.
Birey, ezberlediği bu kalıpların dışında bir sorunla karşılaştığında derhal bir “öğretmen” (erişkinlikteki adı “kurtarıcı”dır) aramaya başlamaktadır. İşte bu arayış içinde ilk başvurulan çare, “bireylerin ne zaman ne yapacaklarını belirleyen” “yasalar” ve “anayasa” olmaktadır. Anayasa ve yasaların, “bireylerin neleri yapamayacaklarını değil neleri yapabileceklerini sıralaması”nın kökeni, eğitim sistemimizin ana özelliği olan “bireyin neye ihtiyacının varsa onların devlet tarafından belirlenip ona belletilmesi” yani ezber’dir.
Vatandaşların, her sorununa çözüm bekledikleri yerin meclis olmasının nedeni de yine, “bir başkasının ne yapacağımızı bize öğretmesi -ezberletmesi- alışkanlığımız” dan ötürüdür.
Anayasa ve yasaları meclis, refah ve mutluluğun kuralları olan hukuku ise toplum üretir. Toplumumuz işte bu hukuku üretememekte, onun yerine sürekli olarak yasa üretmekte, işe yaramadıkça yeniden üretmektedir.
Her idare, sorunların kaynağını iyi anayasa ve yasaların bulunmayışında görmekte, bütün siyasi partiler, yeni yasalar çıkararak toplumu geliştirmek için iktidar mücadelesi yapmaktadırlar.
Hukuk bir anlamda üretim ve paylaşım ilişkilerini düzenlediğine göre, gerçek anlamda bir üretim* yapmayan toplumumuz bir çeşit belirsiz denklem takımını çözmeye uğraşmaktadır.
Devlet, tarım kesimini, belirlediği taban fiyatlarla, özel sektör çalışanlarını ise kamu toplu sözleşmelerine indeksleme yoluyla bir çeşit devlet memuru yapıp, bunun dışında kalanları da memur, sözleşmeli ve kamu işçisi adları altında kendine bağlayıp bütçesinin %80’ini böylece harcarken, kamu personelinin refah sorununun , anayasaya konulacak grev hakkı ile çözülüvereceği sanılmaktadır.
Doğru soru sorabilme geleneğimiz oluşmuş olsaydı, herhalde sorulabilecek bir soru, “halen var olan yasalarımız niçin yeterince uygulanamıyor? Yeni yasalar yapılarak bunların uygulanması sağlanabilir mi? Yoksa başka nedenler mi vardır, varsa o nedenler nelerdir?” şeklinde olabilecekti.
Yasalar, toplumun ortak bilinci’nin tanımladığı hukuka oturduğu zaman işlevsel olabilirler. Dünya yüzünde, sorunlarını bu ortak bilinci geliştirmeden, yalnızca yasa ve anayasa yaparak çözebilmiş bir toplum yoktur.
Eğer herhangi bir yerde bir yasanın ardından olumlu gelişmeler görülmüşse mutlaka o yerde önce bir “ortak bilinç temeli” oluşmuş, yasalar da o temelin üzerine sağlamca oturmuştur. Yazılı anayasası bulunmayan, ama ortak bilinç temeli’ni kurabilmiş toplumlar bunun en somut kanıtıdır.
Pazar, 25 Haziran 1995
-
May 25 2012 GELİNİZ, NELERİ YAPMAK DEĞİL, YAPMAMAK GEREKTİĞİNE BAKALIM!
Çeşitli ekonomik ve sosyal sorunlar ağırlaşıp etkilemediği çember giderek daraldıkça, sıkıntılar ve onlara karşı önerilen çözümler de giderek daha yoğun biçimde dile getirilmeye başlandı. Sıkıntılar derinleştikçe bu yoğunluğun paralel olarak artması, sonunda da tam bir toplu feryat korosu’na dönüşmesi kaçınılmazdır.
Çeşitli Dünya görüşüne, bilgi ve deneyimine sahip kişilerce dile getirilen görüşlerin hemen hepsi şu şablona uymaktadır: mevcut bir durumun eleştirisi ve buna karşı çözüm önerisi! Daha düz ifadeyle, insanlar sorunları ortaya koyup sonra da “ne yapılması” gerektiğini ifade etmektedirler.
Bu davranış şablonu yalnız bizlere özgü değildir. Japon mallarının ABD pazarını istilasından rahatsız olan Amerikalı’lar bir uzman heyetini ABD’ye gönderip, neler “yapılması” gerektiğini araştırmışlardır.
Yaklaşık 3 ay inceleme yapan heyet dönüşünde, Japon’ların Amerikalılar’la hemen hemen hep aynı şeyleri “yaptıklarını”, yalnız ilaveten her sabah bir de milli marş söylediklerini rapor etmiştir.
Uzman heyetin incelemediği, incelemek gerektiğini dahi düşünemediği şey ise, Japonlar’ın neler “yaptıkları” değil neleri “yapmadıkları” olup, Japon kalite devriminin nedenleri işte o “yapılmayanlar”dır.
Giderilmediği için giderek aralarında yeni bileşimler yaparak çeşitlenen sorunlarımızın içinden çıkabilmek için neler “yapılması” gerektiğini bir yana bırakıp, çok daha az sayıdaki “nelerin yapılmaması gerektiği” üzerinde durmayı öneriyorum.
Çünkü, yapılmaması gerekirken yapılan bir şeyin yaratacağı sorun(lar), bazı başka şeylerin “yapılması” yoluyla giderilemez, sadece giderilmiş gibi görünür. Örneğin, enflasyona yol açan yanlışların “yapılmaması” yerine, onun yol açtığı sorunları mesela paradan sıfır atarak önleyemezsiniz.
Ayrıca da, bunu öneren, tartışan, benimseyen, yürürlüğe koyan akıllar, enflasyonun ek nedenleri olurlar, bu da cabası!
Hiçbir önlem, hiç bir ilaç, bir hastalığa yol açan nedenler sürerken etkili olamaz. Eğer oluyor gibi görünürse, mutlaka daha derinde başka başka hastalıkları hazırlıyor demektir.
Geliniz, neleri “yapmamak” gerektiğini bir düşünmeye başlayalım. Eğer gerçekten cesaretimiz varsa!.
5 Haziran 2000
-
May 25 2012 SORUN KİMYASI
Toplumumuz sorunların ağırlığı altında kaldıkça, yeni bir kavramın giderek daha çok konuşulur olması beklenmelidir. Bu kavram “Sorun Kimyası” dır.
“Madde Kimyası”, çeşitli maddelerin hangi elementlerden oluştuğu, bunların aralarında nasıl bileşikler yapıp ayrıştığı, sıcak, soğuk, basınç gibi dış etkenlerin bunları nasıl etkilediği gibi soruları açıklar ve bu yolla da insanoğlunun gereksindiği yeni maddeleri nasıl yapabileceği konusunda ona yol gösterir.
“Madde Kimyası” bütün bunları, maddeleri oluşturan “elementler” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.
“Sorun Kimyası”da benzer şekilde sorunların hangi elementlerden oluştuğuna, aralarında nasıl yeni bileşikler yaptığına, mevcut bir sorun bileşiğinin onu oluşturan elementlerine nasıl ayrıştırılabileceğine, bir sorunun bileşik mi yoksa temel element mi olduğuna nasıl karar verileceğine ilişkin konularla uğraşır.
“Madde Kimyası”nda olduğu gibi o da bütün bu işleri, sorunları oluşturan “sorun elementleri” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.
Uygulamalı bilimlerde bir alan için geliştirilen tekniklerin bir başka alana uyarlanması pek kullanılan yaygın bir yöntemdir. Örneğin, elektrik akımı için geliştirilen analiz yöntemleri, su ve hava akımlarının tahlili için, hatta trafik akımlarının çözümlenmesi için kullanılır.
Sosyal bilimlerle uğraşanlar genellikle bu yalınlıktan rahatsız olurlar ve “içine insan ögesi giren olaylar kolay anlaşılmaz” diyerek kendilerine biraz pay çıkarırlar. İçinde insan davranışı bulunan olayların çözümlenmesinin güç olduğu doğru ama o tür olayların da kendine özgü kurallarının bulunmadığı ve bulmaya çalışmanın boş iş olduğu da bir o kadar yanlıştır.
“Sorun Kimyası” Kimin İşine Yarar?
Her bilim dalı ve her yeni metot bir ihtiyaçtan doğmuştur.
“-75 derecede yorgandan dışarı çıkan ayağın nasıl üşümeyeceği” eskimoların sorunudur. Eskimoların yapmaları gereken rasyonel davranış, başka kimseyi ilgilendirmeyen bu sorunu anlamaya ve sonra da çözmeye çalışmaktır.
“Sorun Kimyası” ise, yukarıdaki gibi bir sorunu bulunan ve çağdaşlaşma konusunda pek bir iddiası bulunmayan toplumların değil, bizim gibi sorunu çok ve özellikle de onları çözmekte yetersiz kalan toplumların meselesidir. O halde diğer bilim dallarının geliştiği ülkelerin değil bizim, sorunlarla ilgilenen bir bilim alanı tanımlamaya çalışmamız gerekmektedir.
Çağdaş toplumlar, sorunları bulunmayan değil onları çözebilen toplumlardır. Toplumumuz da çağdaş olma arzusundaysa onları çözmek, çözmek için anlamak, anlamak için anladığını sanmaktan vazgeçmek ve bunun için de onları anlayabilmek için bir metotlar dizisi (adına bilim diyemesek de) geliştirmek zorundayız.
“Sorun Kimyası” ‘nın Temel Kanunları!
“Madde Kimyası”nın temel yasası Lavoisier Kanunu’dur: “Hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz, ancak şekil değiştirir” biçiminde ifade edilebilecek bu kanunun “Sorun Kimyası” ‘ndaki üç karşılığı şöyledir:
Kanun 1– Sorunlar yoktan var edilebilir. Her akılsızca davranış en az bir sorun üretir.
Kanun 2- Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.
Kanun 3- Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir.
Görüldüğü gibi iki kimya arasındaki başlıca fark “yoktan var etme” konusundadır. O da, işin içine insanın (insanın akılsızca davranışlarının) girmesi nedeniyledir.
Bu yeni kavramı ve onun kanunlarını öğrenmek zorundayız. Sorunlar ağırlaştıkça, ortaya çok sayıda kurtarıcının çıkması geleneksel bir eğilimdir. Bu yeni kimyayı öğrenmekten ve böylece sorun çözme kabiliyetimizi geliştirerek onlardan kurtulmaktan başka çıkış yolu yoktur.
Pazar, 22 Ocak 1995
-
May 25 2012 HAREKETE GEÇİREN NEDİR ?
Her “olay” 2 ana vazgeçilmez unsura sahiptir: “Ortam” ve “harekete geçirici etki”.
Benzin motorunun işlemesi bir “olay” ise ortam, uygun yakıt-hava karışımı, harekete geçirici etki ise bujinin ürettiği kıvılcımdır.
Kamu arazilerinin işgali bir olay ise, devletin arazi sahibi olması, rüşvet alıp vermeye eğilimli tarafların varlığı ortamı, kanun tanımaz uyanık kişilerin ortaya çıkması ise harekete geçirici etkiyi oluşturur.
Bütün olgulara bu gözlükle bakılırsa daima bu iki unsurun varlığı teşhis edilebilecektir.
Ülkemizde mevcut terör olgusu da, bu unsurlara sahiptir. Eğitilmemiş insan dokusu, işsizlik, gerice yörelerin kamu görevlilerini cezalandırmak için kullanılmış oluşu, kalabalık kamu kadroları ve bunun yol açtığı düşük nitelik ve düşük ücret kısır döngüsü, toplumumuzun sorun çözme becerisi yetmezliği gibi bir grup sebep, iki unsurdan birincisini, “ortam”ı oluşturmaktadır.
Ama aynen benzin motorunda olduğu gibi yakıt-hava karışım ortamı nasıl patlama için tek başına yeterli değilse, yukarıda sayılan olumsuzluklar da tek başına terörün sebebi değildir. İkinci bir unsura, “harekete geçirici etki”ye ihtiyaç vardır.
İşte mesele burada başlamaktadır. Acaba bu “harekete geçirici etki(ler)” ne(ler)dir? Yeterince berrak olunamayan nokta budur.
Tek tek herbirinde gerçek payı bulunabilecek “harekete geçirici etki”ler ileri sürülmektedir.
Bunlar doğru mudur?
Hepsi bu kadar mıdır?
Hepsi geçerli midir?
Ağırlıkları ne kadardır?
Şöyle bir deney düşününüz.
Her yanı tam kapalı bir oda içinden bir takım sesler gelmektedir.
Sesler karışıktır. Köpek havlaması, keman sesi ve boğazlanan insan sesi birlikte duyulmaktadır.
Oda içinde neler olmaktadır? Çeşitli senaryolar düşünülebilir.
Evinde köpek besleyen bir adamın evine giren bir zorba, evin sahibini boğazlamakta, duyulmaması için de çalan radyodan yararlanmaktadır. Köpek de sahibi için bağırmaktadır.
Senaryo böyle olabilir.
Ama yalnızca TV’de film seyreden bir kişi de aynı ses kompozisyonuna sebep olabilir.
Daha onlarca senaryo mümkündür. Ama her bir durumda yapılması gereken, birbirinden farklıdır.
Birincisin de polis çağırmak gerekirken, ikincisin de sadece TV sesinin kısılmasını rica etmek yeterlidir.
Terör olgusunda durum tam böyle olmasa da oldukça benzerdir.
İnsanlar öldürülmekte, kaçırılmakta, bir kısım insanlar kimlik tanınması peşinde koşmakta, bir kısım ülkeler de buna sıcak bakmakta ve de desteklemektedir.
Bu gürültü, yukarıdaki gibi çeşitli senaryolardan doğabilir. Ama tam olarak neyin niçin olduğu bilinmezse buna doğru tedbir geliştirmek de güçtür. Hatta bir senaryoya göre geliştirilen “uygun” tedbirler, eğer senaryo doğru değilse zararlı da olabilir.
Ortadaki terör olgusu bakımından bilinen çok şey vardır. Ama bilinmeyenler hep bu “harekete geçirici etki”ye ait bilgilerdir.
Olayın tam senaryosu bilinmeksizin, alınacak tedbirlerin başarılı olması güçtür.
Ayrıca senaryo zaman zaman değişmekte de olabilir.
O halde tam bilinmesi gereken iki grup bilgi vardır:
Teröre ortam hazırlayan tüm unsurlar ve bunların ağırlıkları birinci grup bilgidir.
İkinci grup ise “harekete geçirici etki” senaryosunun “tam” bilinmesidir.
Bu “tam” bilinme konusu son derece önemlidir.
Bu karmaşık ve güçlü melanet mekanizmasını, dişlilerin arasına elimizi sokarak durduramayacağımız bellidir.
Mekanizma ancak iyice anlaşılırsa, uygun noktalarına müdahale edilerek etkisiz kılınabilir.
“Tam” bilmekle kastedilen, “sevr yeniden hortlatılıyor”, “bu, haçlı zihniyetinin canlanmasıdır”, “Dünya, büyük Türkiye istemiyor”, “büyük devletler maşa olarak terör örgütünü kullanıyorlar” gibi doğruluk payı olabilecek ama mekanizmanın nasıl işlediğini, hangi küçük dişlinin büyük dişliyi çevirdiğini, onun da hangi vanayı açıp kapadığını açıklayamayan yargılar değildir.
Melanet mekanizmasını, bir dikiş makinesinin işleyişini bildiğimiz açıklıkta bilmek zorundayız.
Önlem(ler) buna göre geliştirilebilir.
Bir yandan da “ortam”ı bütün unsurlarıyla dikkate almak zorundayız.
İşsizliğin teröre ortam yarattığını herkes bilmektedir.
Ama aynı açıklık, kalabalık kamu kadroları ya da bir başka deyişle kamu kadrolarının istihdam yaratma amacıyla kullanılmasının nelere yol açtığı konusunda yoktur.
Ortam yaratıcı etkenler, ardışık sonuçlarıyla birlikte ortaya konulduğu zaman önlemleri de kendiliğinden görülecektir.
Sonuç olarak terör sorununun çözümü bu iki grup etkenin tam bir analizine, yani olanların görüntülerine değil onların sebeplerine ve o sebeplerin sebeplerinin bilinmesine bağlıdır.
-
May 25 2012 SORUN KİMYASI’NIN DÖRDÜNCÜ KANUNU!
Meksika kumarı’nı hemen herkes bilir. Kuralları şöyledir:
- Oyunu bir kişi yönetir ve iki kişiyle oynanır.
- Yönetmen, karşısındakinden bir sayı söylemesini ister.
- Söylenen sayıdan bir fazlasını kendisi söyler ve oyunun kuralını açıklar: büyük sayı söyleyen kazanır!
- Yönetmen karşısındakine devam edip etmediğini sorar. Kuralı öğrenmiş olan ikinci kişi kaybını çıkarmak hatta kazanca dönüştürmek için kabul eder.
- Yönetmen, karşısındakinden yine bir sayı söylemesini ister. Fakat bu defa karşısındaki itiraz edip ilk sayıyı yönetmenin söylemesini ister.
- Yönetmen kabul eder ve herhangi bir sayı söyler.
- İkinci oyuncu daha büyük bir sayı söyler ve kazandığını iddia eder.
- Yönetmen bu oyunun kuralını açıklar: Bu defa küçük söyleyen kazanıyordu!
Üç yıl önce İzmir GÖZLEM Gazetesine, “Sorun Kimyası” adıyla bir yazı yazmıştım. Önce ondan alıntı yapmak ve sonra da Meksika kumarı gibi bir ekleme yapmak istiyorum.
«Toplumumuz sorunların ağırlığı altında kaldıkça, yeni bir kavramın giderek daha çok konuşulur olması beklenmelidir. Bu kavram “Sorun Kimyası” dır.
“Madde Kimyası”, çeşitli maddelerin hangi elementlerden oluştuğu, bunların aralarında nasıl bileşikler yapıp ayrıştığı, sıcak, soğuk, basınç gibi dış etkenlerin bunları nasıl etkilediği gibi soruları açıklar ve bu yolla da insanoğlunun gereksindiği yeni maddeleri nasıl yapabileceği konusunda ona yol gösterir.
“Madde Kimyası” bütün bunları, maddeleri oluşturan “elementler” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.
“Sorun Kimyası” da benzer şekilde sorunların hangi elementlerden oluştuğuna, aralarında nasıl yeni bileşikler yaptığına, mevcut bir sorun bileşiğinin onu oluşturan elementlerine nasıl ayrıştırılabileceğine, bir sorunun bileşik mi yoksa temel element mi olduğuna nasıl karar verileceğine ilişkin konularla uğraşır.
“Madde Kimyası”nda olduğu gibi o da bütün bu işleri, sorunları oluşturan “sorun elementleri” ve bu elementlerin birleşip ayrışmalarını düzenleyen “kanunlar” yoluyla yapar.
Uygulamalı bilimlerde bir alan için geliştirilen tekniklerin bir başka alana uyarlanması pek kullanılan yaygın bir yöntemdir. Örneğin, elektrik akımı için geliştirilen analiz yöntemleri, su ve hava akımlarının tahlili için, hatta trafik akımlarının çözümlenmesi için kullanılır.
Sosyal bilimlerle uğraşanlar genellikle bu yalınlıktan rahatsız olurlar ve “içine insan ögesi giren olaylar kolay anlaşılmaz” diyerek kendilerine biraz pay çıkarırlar. İçinde insan davranışı bulunan olayların çözümlenmesinin güç olduğu doğru, ama o tür olayların da kendine özgü kurallarının bulunmadığı ve bulmaya çalışmanın boş iş olduğu da bir o kadar yanlıştır.
“Sorun Kimyası” Kimin İşine Yarar?
Her bilim dalı ve her yeni metot bir ihtiyaçtan doğmuştur.
“-75 derecede yorgandan dışarı çıkan ayağın nasıl üşümeyeceği” eskimoların sorunudur. Eskimoların yapmaları gereken rasyonel davranış, başka kimseyi ilgilendirmeyen bu sorunu anlamaya ve sonra da çözmeye çalışmaktır.
“Sorun Kimyası” ise, yukarıdaki gibi bir sorunu bulunan ve çağdaşlaşma konusunda pek bir iddiası bulunmayan toplumların değil, bizim gibi sorunu çok ve özellikle de onları çözmekte yetersiz kalan toplumların meselesidir. O halde diğer bilim dallarının geliştiği ülkelerin değil bizim, sorunlarla ilgilenen bir bilim alanı tanımlamaya çalışmamız gerekmektedir.
Çağdaş toplumlar, sorunları bulunmayan değil onları çözebilen toplumlardır. Toplumumuz da çağdaş olma arzusundaysa onları çözmek, çözmek için anlamak, anlamak için anladığını sanmaktan vazgeçmek ve bunun için de onları anlayabilmek için bir metotlar dizisi (adına bilim diyemesek de) geliştirmek zorundayız.
“Sorun Kimyası” ‘nın Temel Kanunları!
“Madde Kimyası”nın temel yasası Lavoisier Kanunu’dur: “Hiçbir madde yok olmaz, yoktan da var olmaz, ancak şekil değiştirir” biçiminde ifade edilebilecek bu kanunun “Sorun Kimyası” ‘ndaki üç karşılığı şöyledir:
Kanun 1– Sorunlar yoktan var edilebilir. Her akılsızca davranış en az bir sorun üretir.
Kanun 2– Hiç bir sorun onu meydana getiren nedenler ortadan kaldırılmadıkça çözülemez, ancak şekil değiştirir. Nedenleri yok etmeye dayalı olmayan her çözüm girişimi yeni sorunların üremesine yol açar.
Kanun 3– Bir sorun çözülmediği sürece doğurma ve başka sorunlarla birleşme yoluyla çoğalma eğilimindedir.
Görüldüğü gibi iki kimya arasındaki başlıca fark “yoktan var etme” konusundadır. O da, işin içine insanın (insanın akılsızca davranışlarının) girmesi nedeniyledir.
Bu yeni kavramı ve onun kanunlarını öğrenmek zorundayız. Sorunlar ağırlaştıkça, ortaya çok sayıda kurtarıcının çıkması geleneksel bir eğilimdir. Bu yeni kimyayı öğrenmekten ve böylece sorun çözme kabiliyetimizi geliştirerek onlardan kurtulmaktan başka çıkış yolu yoktur.»
Aradan geçen 3 yıl içinde bu yaklaşımın doğru olduğunu, ama bir dördüncü kanunun ilave edilmesi gerektiği sonucuna vardım. Onu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Kanun 4– Sorunların, aralarında bileşikler yaptığı bir ortam içinde, bileşiksiz bir ortamda uygulanıp iyi sonuç vermiş çözümler hedeflenen sorunu çözemez ve hatta yeni sorunların üremesine yol açar.
Nasrettin Hoca -ünlü düşünürler Wise Nasreddin diyorlar- beline ip bağladığı adamı bir çekişte aşağı indirip ölümüne neden olunca kendini savunur: Dün yine böyle bir kişi kurtarmıştım, ama galiba o kuyudaydı!
Bu, sorunlu ortamlarda birşey yapmadan teslimiyet içinde kaderine boyun eğmek gerektiği mi demektir?
Hayır. Sadece, Sorun Kimyasına boş vererek hiç bir sorunun çözülemeyeceği demektir.
1998 Kasım
-
May 25 2012 HAVA KİRLETME VERGİSİ
Bu başlığa bakarak telaşlanılacağını, “başımıza bir de bu vergi mi çıktı?” diye isyan edildiğini görür gibi oluyorum. Ama hemen belirtmeliyim ki, bir defa bu yeni bir vergi olmayıp halen alınmakta bulunan bir vergidir.
İkincisi, toplumun bütününü değil yalnızca dar gelirli bölümünü ilgilendirmektedir. Dolayısıyla, hali vakti yerinde vatandaşlarımızı ilgilendiren bir yanı yoktur.
Nihayet üçüncüsü, diğer tüm vergilerden farklı olarak, devletçe zorunlu olarak alınan, ödenilmediğinde cezaya neden olan değil, bir kısım vatandaşlarımızın gönüllü olarak ödedikleri bir vergidir.
Hava Kirletme Vergisi, bu özelliklerinden ötürü Dünya vergi literatürüne toplumumuzun bir katkısı olarak değerlendirilmelidir.
Halen piyasada satılmakta bulunan kömür sobalarının verimleri %30 civarındadır. Bunun anlamı, yakılan her 100 kilo kömürün 30 kilosunun ısınma, geri kalan 70 kilosunun ise bacadan dışarı atılarak hava kirletme amacıyla (!) kullanıldığıdır.
Soba, genellikle dar gelirli kesimin kullandığı bir ısınma aracıdır. Dolayısıyla hava kirliliğinin yanısıra konunun bir de “cep” boyutu vardır. Dar gelirli insanlarımız, ısınma amacıyla harcadıkları paranın %70’ini “hava”ya atmaktadırlar.
Türkiye’deki 10 milyon konutun yaklaşık 6 milyonunda soba kullanılır. Her sobanın yılda ortalama 1 ton -ki aslında daha fazladır- kömür yaktığı düşünülürse, hava kirletme “amacıyla” havaya atılan kömürün 4 milyon ton olduğu, bunun değerinin ise 160 milyon dolar kadar olduğu anlaşılacaktır.
Yukarıdaki rakamlara bakarak, bacalardan dışarı atılan ısı enerjisinden arta kalan %30’luk ısının, vatandaşların ısınması için kullanıldığı sanılabilir. Bu böyle olmayıp, bacadan dışarı atılamayan ısının %50’si de yalıtılmamış pencere ve duvarlardan yine havaya atılır.
Böylece. yakılan her 100 kilo kömürün 85 kilosu tamamen dışarı atılmış olmaktadır.
Bu, 5 milyon ton kömürün ya da 200 milyon doların hava kirletme için kullanıldığı biçiminde de anlaşılabilir.
Kış mevsimlerinde hava kirliliğinin öldürücü boyutlarda olduğu ülkemizde, hava kirliliği ile mücadele etmek isteyen kuruluşlar için ciddi iki hedef, “soba verimlerinin düşüklüğü” ve “yalıtım eksikliği” dir.
TSE, sobaların asgari verimlerini belirleyen bir standardı 10 yıl kadar önce yayımlamış, standartın uygulanmaya başlama talimatını ise Sanayi Bakanlığına bırakmıştır. Ancak, soba üreticilerinin baskıları nedeniyle bu standart bir türlü uygulanamamaktadır.
Sanayi Bakanından bu konunun açıklanmasını isteyen bir soru önergesinin “garip sorular” (lüzumsuz sorular denilmek isteniyor) kapsamında gösterildiği bir gazete haberi yayımlandı.
Türkiye, havanda su dövdüğü sorunları bir yana bırakıp bu tür “garip” soruları sormaya başladığında sorunlarını çözebilecektir.
Türkiye’nin güçlüğü, karşı karşıya bulunduğu sorunlarında değildir. Güçlük, Kaynak Sorun’ların “garip”, Görüntü Sorun’ların ise “ciddi” bulunmasındadır.
Çarşamba, 28 Haziran 1995
-
May 25 2012 İHLAL HİYERARŞİSİ !
Bazı sorular vardır ki bunlar hakkında doğrudan anket yapmak, yapılsa da doğru yanıtlar almak çok güçtür. Örneğin, “çok utandığınız bir kötü huyunuz var mı?” gibisinden bir soruya, “evet var, insanlara çok güveniyorum sonra da hayal kırıklığına uğruyorum” yanıtını veren manken taklidi ya da “evet var, hiç hata yapamıyorum” diyen yupi özentisi MT, kolayca anlaşılabileceği gibi gerçek yaşamlarındaki sıkıntılarını telafi etmek ümidiyle yalan söylemektedirler.
Bu yüzden de bu tür sorular içeren anketlerde içtenlikli cevap alabilmek için türlü yollara başvurulur, yanıtların gizli kalacağı ve benzeri güvenceler verilir. Ama bunların büyük çoğunluğunun işe yaramadığı kesindir. İnsanlar yine de gerçekleri değil, idealize ettikleri yanıtları verirler.
En iyisi bu tür “zor” soruları içeren anketleri, kişilerin kendi kendilerine cevaplamalarını istemektir. Bu durumda içtenlikli cevap alabilme şansı yine yüzde yüz değildir, ama ilkine göre daha yüksektir. Tam doğru yanıt alınamayabilir, çünkü bu defa da kişi kendinden utanabilir.
Belirleyici başlıca niteliklerinden birisi “sürekli olarak başkalarından yakınmak” olan toplumumuzda, hemen herkes başkalarının kuralları çiğnediğini, kendi ve kendi gibilerinin bu yüzden mağdur durumda olduklarını iddia etmektedir.
Bu iddialar büyük olasılıkla doğru, ama tam doğru değildir. “Doğru”dur, çünkü gerçekten de kural ihlalleri (istisnasız her konuda) ulusal özelliklerimizin bir diğeridir. Ama “tam doğru” değildir, çünkü kural ihlallerinden yakınanların büyük çoğunluğu da kuralları çiğnemektedirler.
Peki bu nasıl olmaktadır? Bir kişi, yakındığı suçu (kural çiğneme) işler mi?
Mekanizma şöyle işlemektedir: Her kişinin ait olduğu sosyal sınıfın belirlediği “kural çiğneyebilme sınırı” farklıdır. Bir benzetmeyle, toplum içindeki kurallar bir merdivenin basamakları gibi bir hiyerarşi oluşturmaktadır.
Yaşamını şoförlük yaparak kazanan bir vatandaşın ait olduğu sosyal sınıfın kural çiğneyebilme sınırları, apartmanın üst katından kilim silkeleme, çevreye çöp atma gibi belediye yasasını ilgilendiren hükümler ile, trafik yasası hükümlerinin çiğnenmesinde son bulur.
Yap-satçı bir vatandaşın sınırları ise biraz daha geniştir. O nun yaşam alanı içindeki kurallar ise hem bir öncekini hem de daha üst kuralları içerir. Mesela kamu arazilerini işgal edip belediyeye rüşvet vererek inşaat ruhsatı alma, ancak bu vatandaşımızın kural alanı içindeki bir ayrıcalık olup şoför vatandaşımız bu ayrıcalıktan yararlanamaz.
Diğer yandan, örneğin bir bakan ise daha farklı bir sosyal sınıfa ve ona tekabül eden kural alanına sahiptir. Bu nedenle de, hem şoförün, hem yap-satçının, hem de kendi özel sınıfının kural çiğneme imkanlarına sahiptir. Buna göre, ne şoförün, ne de yap-satçının sahip olmadığı, mesela “bakanlık imkanlarını kendi seçim çevresi için kullanma” gibi bir potansiyeli vardır.
Bir ilke olarak -ki buna kural çiğneme kanunu denilebilir-, kurallar hiyererşisinin basamaklarında çıkıldıkça, kural çiğnemenin getirisi artar.
Bu ilkeye göre, herkes maksimum getiri sağlayabilecek kuralları çiğner. Filmlerde seyrettiğimiz mafya “baba”larının toplum içinde son derece saygın olması işte bu kanun dolayısıyladır. “Baba” çevresine iyilik yapar, tüm basit yasal ve ahlaki kurallara uyar, ama mesela uyuşturucu ticaretini yöneterek maksimum getiriyi sağlar.
Bu nedenle, yap-satçı vatandaşımız bir alt sosyal sınıfın kurallarına saygılı, ancak kendi alanı içindeki kurallar için bir canavardır. Merdiven çıkıldıkça herkes kendi altındakilerin kurallarına saygılıdır. Yukarıdan aşağıya doğru durum budur. Yukarıdan aşağı bakanlar, aşağıdakilerin çiğnedikleri, kendilerinin ise saygılı oldukları kuralları gördükçe küplere biner ve yakınırlar.
Aşağıdan yukarı doğru bakıldığında ise durum yine benzerdir. Bu defa, aşağıdaki, kendinin çiğneme imkanı bulunmaması nedeniyle -mecburen- saygılı olduğu kuralları üsttekilerin çiğnediğini gördükçe küplere biner ve yakınır. Gerçekten de şoför ya da yap-satçı vatandaşın, anayasa ihlali ya da imkanlarını seçim bölgesine peşkeş çekme gibi bir imkanı yoktur ve dolayısıyla bu alandaki kuralları çiğnemesi mümkün değildir.
Şimdi, acaba şöyle tek sorulu bir anket yapılsa kendi kendimize ne yanıt verirdik? “Ben hangi kuralları çiğniyorum?”
