• EKONOMİK KRİZ, BİLGİ İHTİYACI VE BİLGİSAYAR SEKTÖRÜ

    Her yeni bütçenin onaylanmasından sonra, her ekonomik sıkışıklıkta, her krizde akla ilk gelen önlem, bir “tasarruf genelgesi” yayımlamaktır.

    Bütün diğer genelgelerde olduğu gibi tasarruf genelgeleri de göreve yeni başlamış acemi devlet memurları ile işini canla başla yapmaya çalışan kamu görevlilerini durdurur, geri kalanlar ise, sağlanan bu tasarruflar yardımıyla biraz daha harman savururlar.

    Toplu iğne, kağıt, çiçek, kurutma kağıdı sarfiyatının her genelgeden sonra hızlı azalışı ile Mercedes araba, yurtdışı gezi, işe yaramaz personel istihdamı ve bina yapımındaki hızlı artışın hep bu genelgelerden sonraya rastlaması tesadüf değildir.

    Tasarruf genelgelerinin yararı yalnız yukarıda sayılan kalemlerle sınırlı olmayıp, ele güne karşı “bak devlet de tasarruf yapıyor siz ne güne duruyorsunuz” mesajı vermeye de yarar.

    Genelde bilgiye, özelde ise teknolojiye düşman olan, ama ahbap sohbetleri sırasında “düğmeye bir basıyorsun dairede kaç kişi çalıştığını söylüyor” gibisinden bilgiçliği kimseye bırakmayan teknoloji meraklısı(görünüşlü) genelge uzmanı bürokrat ve politikacılarımız, eskiden yalnız kalem kağıt tasarrufu ile yetinirlerken şimdilerde listeye bilgisayarları da dahil etmişlerdir.

    İğneden ipliğe hemen her konuda ürettiğinden fazlasını tüketerek bugünlere gelmiş olan toplumumuz halen bir fatura ödeme süreci yaşamaktadır. Keşki tasarruf genelgeleri samimi olsa da toplu iğne ve kağıt dahil tüm harcamalar kısılabilse..

    Böyle bir krizde kısılmak bir yana kullanımı, hatta fazla kullanımı özendirilmek gereken yalnızca tek kalem vardır: Bilgi !.

    Kriz için mikro açıklamaların hepsi bir yana (ve çöpe), kaynaktaki başlıca neden üretimsizlik, onun da temelinde yatan “bilgi”sizliktir. O halde, krizden çıkışın reçetesi de “daha çok bilgi tüketimi” dir.

    Bilgi, TV’de seyretmeye alıştığımız bilgiç tiplerin ağızlarından saçılan saçmalar değil, birer algoritma haline getirilmiş bulunan sorun çözümleri’dir. Bunun Türkçesi yazılım, Frenkçesi de software’ dir.

    Bilgisayar donanımı ise bu yazılımları kullanılabilir kılan araçlar olduğuna göre, gerek yazılım gerek donanım konusundaki kısıtlamalar krizden kurtulmaya değil, burnuna kadar krize batmaya yarar.

    Tasarruf genelgelerini kaleme alanların, onlara bu aklı verenlerin üretim ve teknoloji düşmanlıkları malumdur. Ama şimdi kendi kendileriyle karşılaşmış durumdadırlar. Bir yanda kriz ve ona dayalı bilgi ihtiyacı, öte yanda ise bilgi ve teknoloji düşmanlığı !

    Tasarruf, bilinçsizce bir kısıntı değil, bir öncelikler listesi değişikliğidir. Bir kısım kalemler listenin arkalarına atılırken bazıları öne çıkacaktır. İşte bilgisayar ve bilgi tüketimi konusuna böyle bakılmalı, bunlarda kısıntı bir yana listenin en başına yerleştirilmelidir.

    Salı, 10 Mayıs 1994

  • DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ, AKLINA GELENİ SÖYLEME ÖZGÜRLÜĞÜ MÜDÜR?

    En uç teknolojiler dahi henüz bir kimsenin aklından geçenleri saptayabilmiş değildir. Bu nedenle düşünce özgürlüğü , insanların doğal olarak sahip bulundukları ve kimse tarafından denetim altına alınması mümkün olmayan “aklından geçirme” yi onlara güya sunan bir özgürlük türü olarak değil, düşündüklerini dile getirebilme özgürlüğü olarak anlaşılmalıdır.

    Yasalar ve özellikle insan haklarının çağımızdaki boyutları karşısında yasalar, kişilerin düşündüklerini serbestçe ifade etmelerine, yayıp propagandasını yapabilmelerine uygundur. Demokratik idareler insanların düşüncelerini serbestçe ifade etmeleri için onları teşvik etmektedirler.

    Bu, madalyonun bir yanıdır. Madalyonun bir de diğer yanı vardır.

    Düşüncelerini ifade etmek açısından tüm insanlar eşit haklara sahiptir ama eşit imkanlara sahip değildir. Bazı görevler ya da meslekler bazı kişilere, diğerlerinden daha kolaylıkla düşüncelerini ifade etme, yayma, propagandasını yapma imkanı vermektedir.

    Politikacılar, yazarlar ve benzer kişiler böyledir. Bir de, işi, düşüncelerini kolay ifade etmeye uygun olmamakla beraber şöhreti dolayısıyla bu imkana otomatik olarak sahip olanlar vardır.

    “Cesur bir manken”, “bir şarkıcı veya türkücü” gibi sanatçı ya da aksine “kaçakçılığı ve yakalanmamayı meslek edinmiş” gibi kişiler de şöhretleri dolayısıyla ağızlarına bakılan insanlar durumundadır.

    Acaba bu kişiler de her konuda düşünce ifade etme özgürlüğüne sahip midirler? Yasalara göre evet.

    Aynen 1.90 ve 1.70 boyunda iki kişinin yasalar karşısında eşit ama mesela terzi karşısında eşit olmaması gibi.

    Bir kişinin bir konudaki düşüncesini ifade edebilmesi için mahalle muhtarı ya da bir başka merciden izin kağıdı alması düşünülemiyeceğine göre, bu özgürlüğü kullanabilmenin herkes tarafından kabul edilebilecek bazı kriterlerine ihtiyaç vardır.

    Tabiidir ki bu kriterlerin bir yaptırım gücü olamaz. Olsa olsa bu kriterlere uymayan düşünce ifadeleri “saçmalamak” veya “haddini aşmak” olarak nitelendirilebilir.

    Bir konuda düşünce beyan edebilmenin kabul görmüş ölçüsü, o konuda söz söyleme ehliyetine sahip olmaktır. Peki bu ehliyet nasıl kanıtlanır?

    Bunun pek somut tek ölçüsü bulunmamakla beraber:

    1. konudaki pratiğin bir tarafı (uygulayıcısı, düzenleyicisi, denetleyicisi gibi) olmak ve/ya

    2. O konunun düşünsel yanının bir tarafı (kuramcısı, öğreticisi gibi) olmak ve/ya

    3. O konunun pratik ya da kuram yanında olmamakla beraber, her konuya uygulanabilecek bir sistem yaklaşımına sahip olmak.

    gibi kriterler, bir kişinin bir konuda düşüncesini ifade edebilmesi için “ehliyet” olarak kabul edilmektedir.

    Dikkat edilirse bunlar içinde, “sorulduğu için beyan etmek”, “zorunlu olduğu için beyan etmek”, “ben eksik kalmamalıyım diye beyan etmek”, “hergün her konuda beyan ettiği için beyan etmek” gibi ehliyet kriterleri yoktur.

    Örneğin, bir kişinin, yerçekiminin kaynağı konusunda düşüncesini ifade edebilmesinin yasal bir engeli yoktur. Ama bu “ehliyete sahip olma” şartı dolayısıyla, bu kişi bu konuda ancak çok özenle ve de “benim bu konuda bilgim yok ama,…” şeklinde başlayarak düşüncesini dile getirebilir. Tabii ki daha iyisi, hiç konuşmaması ve “ben bu konuda fikir beyan etme ehliyetine sahip değilim” demesidir.

    Ancak uygulama bu değildir. Hergün yazılı basın ve TV’lerde, o konuda söz söyleme ehliyetine sahip olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmayan birçok “imkan sahibi”nin düşünceleri boy boy yer alır.

    İşin garip tarafı, bir süre sonra bu “o konuda ehliyeti bulunmayan” kişiler bu işlere o kadar alışmaktadırlar ki, Güneydoğu siyasetinden, balık zehirlenmesine kadar her konuda fikir beyan etmeyi bir kamu görevi olarak benimsemektedirler.

    Bu gibi kişilerin düşünce beyan etmesinin ne gibi zararı olabileceği sorusu doğru bir sorudur. Bir konuda ehliyet sahibi olmamak, aynı zamanda o konuda bilgi sahibi olmamayı da beraberinde getirdiğinden dolayı, bu gibi kişilerin sorunlara önerdikleri çözümler daima kestirme ve dolayısıyla da kamuoyunun hiç olmazsa bir kısmı için son derece “açık-seçik”(!) olmaktadır. Gerçek ise her zaman o kadar basit olmayabilir.

    İnanılmaz gibi görünebilir ama bir süre sonra kamuoyu bu ehliyetsiz görüşler doğrultusunda etkilenmektedir. Bu ise insanların “doğru bilgilenme özgürlüğü” ne yapılan bir saldırıdan başka birşey değildir. Buna ise kimsenin hakkı olmamalıdır.

    Ancak bu konudaki kusuru tamamen bu ehliyetsiz kişilere yüklemek doğru değildir. Hatta hiç doğru değildir. Bir kamu görevinin (kamuoyu oluşturmak), bir bölümünü yerine getiren haber toplayıcı elemanlar, belki sansasyon isteğinden, belki de basit ve kestirme çözümlere karşı eğilimlerinden ötürü, bu gibi ehliyetsiz kişilere çanak tutmaktadırlar.

    “Sayın filanca, Güneydoğu için ver-kurtul mu, yoksa vur-kurtul mu gerekir?” gibi siyah-beyaz sorulara hergün verilen ve buram buram bilgisizlik ve haddini bilmezlik kokan cevapları ibretle okuyor ve de dinliyoruz. Fikrini söyleyebilme imkanına sahip olmak, başkalarının doğru bilgilenme hakkını çiğneme hakkı olarak anlaşılmamalıdır.

  • EKSİK / YANLIŞ BELİRLENEN SEBEPLER = YANLIŞ ÇÖZÜM!

    Bir gazete haberi, Turizm Bakanlığının turizmdeki krizi gidermek için giriştiği büyük tanıtım harcamalarının bir işe yaramadığını haber veriyor.

    Bu, hiç sürpriz sayılmaması gereken, sokak deyimiyle “kör kör parmağım gözüne” bir sonuçtur.

    İster turizm, ister bir başka alandaki sorunları çözebilmenin çok sayıda koşulundan ilk ve vazgeçilmez olanı, o soruna yol açan nedenlerin eksiksiz olarak saptanmasıdır.

    Ama sorun çözmekle yükümlü insanlarımız (özellikle politikacılarımız, akademisyenlerimiz ve kamu yöneticilerimiz) genellikle bir “esas mesele” nin (en kolayının) peşine takılarak bu kuralı hiçe sayarlar.

    Bunun olası sebebi belki kolaycılık, belki de “benim söylediğimin dışında çözüm olmasın” bencilliğidir. Üçüncü bir ihtimal ise, bu sorumluların “başka” işlerle meşgul hale gelmiş olması ve çözümleri onlar yerine beşinci sınıf adamlarının, kendi kapasitelerinin sınırlarını zorlayarak ürettiği çözümleri ortaya koyması olabilir.

    Turizm ya da Türkiye’nin tanıtımı sorununun (ki gerçekte sorun tanınma sorunu değildir), kendi kendini tanıtma uzmanı ilan eden kuruluşların dış medyaya verdikleri pahalı ilanlarla ilgisi olmadığını uzun süredir tekrarlıyorum.

    Hiç bir ilanın, bizi sevimsiz yapan, çağdaş normların dışına iten davranışlarımızın olumsuzluklarını silemeyeceği gerçeğini anlatabildiğimi anlatabilmiş değilim.

    Kedileri fırında yakarak itlaf eden, turist hanımlara bekaret muayenesi yapan, dış ülkelere yolladığı temsilcilerine Türkçe’yi dahi öğretememiş bir ülkenin, pahalı ilanlar yoluyla denizini, güneşini methetmeye kalkışması, hindi olmadığı yolunda kampanyalar düzenlemesi ya da bakanlarına sokaklarda yürüyüş yaptırması olsa olsa bir sonuç yaratabilir, çağdaş insanın çok önem verdiği “rasyonel düşünce biçimi”nden hiç nasibini almamışlığa karşı duyulan kızgınlıkla karışık acıma duygusu!

    Amacım, turizmin gerçek sorunlarının ne olduğu konusunda sorumlularına defalarca ilettiğim teşhisleri burada tekrarlamak değildir. Belli ki onlar bir “esas (ve kolay) mesele” arayışı içindedirler. Ve yine belli ki bu “esas (ve kolay) mesele” lere daha çok -ve de boş yere- paralar harcanacaktır.

    Araştırmak istediğim, acaba nasıl bir yöntemin, “bir soruna yol açan sebeplerin tümünü belirlemeksizin o sorunun çözülemeyeceği” gerçeğini anlatabilmekte başarılı olacağıdır.

    Bunu yapabilecek olanlar, toplumumuzun aydınlarıdır.

    Uzun vadede, eğittiğimiz çocuklarımıza akılcı düşünmeyi öğretmek en geçerli yoldur. Bu ise eğitim sistemimizin felsefesini bütünüyle, değiştirebilmemize bağlıdır.

    Dünyamızın bu hızlı değişim çağında tüm değer ölçülerinin sorgulandığını göz önüne alırsak, günün birinde bizim de “neleri yanlış yapıyoruz?” diye kendi kendimizi sorgulayacağımızı umabiliriz.

    Eminim ki o zaman bu gerçek ortaya çıkacak ve yıllarca bizi “esas (ve kolay) mesele”ler peşinde koşturanlar ayıplanacaklar, kaybettiğimiz yılların sorumlusu ilan edileceklerdir.

    Ama o günler gelene kadar nasıl bekleyebiliriz?

    Toplumumuzun sorun çözme kaabiliyetinin artırılması, her soruna yol açan nedenlerin tümünün göz önüne alınıp, her birine ayrı bir çözüm geliştirilmesi gereğinin anlaşılmasına bağlıdır.

    Aydınımızın önündeki bu tarihi görevi yapabileceğini beklemek hakkımız değil mi?

    Hoşça kalınız.

  • ÇÖPÇÜLERİMİZİN EĞİTİM BİRLİĞİ

    Meslek eğitiminde en önemli konulardan birisi de “standart eğitim”dir. Belirli bir meslek için eğitilenler, ülkenin neresinde ve hangi kişi ya da kurum tarafından eğitilmiş olurlarsa olsunlar, aynı amaçlar doğrultusunda yetiştirilmelidirler. Aksi halde sorunların çıkması kaçınılmazdır.

    Örneğin, şoförlük eğitimi alanların bir bölümüne geri vitesle ilgili bilgi öğretilmese, onlar daima Dünya turu yaparak bu işlevi yerine getirmek zorunda kalabilirler.

    Bu önemli gerekliliğin yerine getirilebilmesi için, uzmanlar çeşitli sistemler geliştirmişlerdir. Son yıllarda ilerleyen teknoloji de bu standart eğitim sorununun çözümüne katkıda bulunmuştur. Ancak bütün bunlara rağmen, eğitim birliği koşulunun yerine getirilmesi her zaman mümkün olmaz ve bu nedenle de ulusal düzeyde “sertifika sınavları” düzenleyip, kazananların o mesleği icra edebileceklerine ilişkin birer sertifika verilir.

    Ancak, ülkemizdeki bazı meslekler için hiçbir düzenleme yapılmamasına karşın, inanılmaz ölçüde bir standardizasyon kendiliğinden gerçekleşmektedir. Bu mesleklerden birisi de, belediye temizlik görevlilerinin süpürgeli bölümünün icra etmekte oldukları, “sokak toz ve çöplerini homojenize etme” mesleğidir.

    “Biz böyle bir meslek olduğundan habersizdik, ülkemiz ne kadar da ilerlemiş” diyebilecek okurlarımız ve belediye temizlik işleri yöneticileri ve daha üst görevliler için biraz açıklama gerekirse, bu meslek, sokaklardaki toz ve çöpleri kaldırmak -hatta kaynaklarını kurutmaya çalışmak- yerine, çalı süpürgelerini kullanarak ve sırtına pire girmiş kişinin omuzlarını iki yana sallayarak kaşınması gibi hareketler yaparak onları daha homojen ve böylece daha az göze çarpan ve rüzgarın uçurması için daha uygun bir konuma getirme mesleğidir.

    Ülkemizin dört bir köşesinde milli marşımızı farklı söyleyen, trafik kurallarını farklı uygulayan, anayasayı farklı anlayan vatandaşlarımız, her nasılsa bu “çöp dağıtma” işini inanılmaz bir “birliktelik şuuru” içinde yapmaktadırlar.

    Bu konunun üzerinde duruşumun nedeni, önemi dolayısıyla değildir. Bu konudaki olağanüstü birlikteliğin mekanizması anlaşılabilirse, diğer konulara da uygulanabilecek bir önlem geliştirilmiş olacaktır.

    Bu “homojenizasyon” işinin en heyecan verici yanı, bu işlerin yönetiminden sorumlu kişilerin nasıl olup da bunun farkına varamayışlarıdır. Eğer bu keşfedilebilirse, örneğin nasıl olup da kronik enflasyon’un enflasyon sanıldığı, ekmek fiyatlarındaki tekelin nasıl farkına varılmadığı gibi konulardaki sırlar da açığa çıkmış olacaktır.

    Pazartesi, 20Haziran 1994

  • ELBİSELER TAMAM YA İÇİ N’OLACAK?

    Polisimiz de dahil olmak üzere resmi kıyafet sahibi kamu görevlilerinin kıyafetlerindeki “akıl eksiği”nin, biraz gözlemci nitelikteki herkes farkındadır. Yumurta topuklu ayakkabısı ile birisinin peşinden koşan, uzun ceketinin altından silahını çıkarmaya çalışan ve o sırada da ceketinin cebinden düşebilecek eşyalarını tutmaya çalışan bir polis düşünebiliyor musunuz?

    Aynı akıl eksiği istisnasız tüm kamu görevlilerinin kıyafetlerinde vardır. Son zamanda polis kıyafetlerinde yapılan değişiklikle bu akıl eksiği “az birazcık” düzeltildi.

    Pekiyi, elbiselerin içinde yapılması gereken değişiklikler, en az kıyafetlerdeki akıl eksiği kadar önemli değil midir? Şüphesiz önemlidir, hatta çok daha önemlidir.

    Sivas olaylarını TV’lerden görenler hatırlayacaklardır. Kendisi gibi düşünmeyenleri yakmayı kafasına koymuş bir kalabalık karşısında, bu tür konularda en küçük bir eğitimi bulunmadığı hemen belli olan polis “memurları”..

    Ankara’da coplu memur yürüyüşünde ise, iki uç noktadan başka bir nokta bilmeyen -eğitilmediği için- polisin kıyasıya (ama yine de acemice) cop kullanışı..

    İstanbul’daki Bosna ayaklanmasında anıt çevresinde çember olmuş bekleyen polisler ve yüzlerce kişinin önünde kollarını açıp sağından solundan geçenleri durdurmaya çalışan zavallı güvenlik (!) görevlilerimiz..

    Bütün bunlar, karakol jargonunun, bu işleri yönetmeye gerek ve yeter koşul sayılmasından ve eğitimin ne demek olduğunun bilinmeyişinden kaynaklanmaktadır.

    Bugün Türkiye’nin en önemli ihtiyacı IMF’nin yakacağı yeşil ışık değildir (hatta hiç değildir). En önemli sorunu laik-şeriatçı çatışması da değildir, ayrılıkçı hareket de değildir.

    Ülkemizin en önemli ihtiyacı, toplum olayları ile nasıl başedileceği konusunda iyi eğitilmiş, ne yaptığını bilen, eğitimiyle, kıyafetiyle, davranışıyla saygı ve caydırıcılık karışımı bir his uyandıran güvenlik gücüdür.

    Karşısında aciz durumda bir polis gören bir saldırgan, hiç kimsenin bulunmaması haline göre daha da cesaret sahibi olur.

    Kızgın toplulukları manipüle etmek çok kolaydır. Hele içlerine bu konularda eğitilmiş birkaç provakatör girince daha da kolaydır. Hayat pahalılığı veya sendika hakkı gibi bir konuda toplanmış bir kalabalığı bir anda kışkırtıp kravat takanların (ya da takmayanların) üzerine saldırtmak işten bile değildir.

    Bu bir kehanet sayılmasın. Yarın öbürgün, bu denli az eğitilmiş ve özellikle de toplum olayları ile baş etmek konusunda çok eğitimsiz bir polis gücü, örneğin TBMM’ni koruyamayacaktır.

    Sefaretleri koruma konusunda son Ankara olayları küçük bir örnektir. Ama iyi yorumlanırsa altın değerinde bir musibettir.

    Bütün bunlardan için için şikayetçi olan birçok üst düzey yetkili olduğundan adım gibi eminim. Ama ne yapılacağı konusunda berrak olmadıkları, eğitim konusunda tam bilinçli olmadıkları da bir gerçektir.

    1984 yılında, bu işlere meraklı birisinin ABD ve İngiltere’deki polis derneklerinden getirtmiş olduğu ve o zaman meraklı bir eğitimci tarafından birleştirilerek karakollara kadar dağıtılan ve toplum olaylarıyla başetmek tekniklerini gösteren video filmleri, bu işin Dünya’da ne denli önemsendiğinin bir küçük kanıtıdır.

    Yapılması gereken, iki-üç kişilik bir çalışma grubu ile -katiyen uzun ünvanlı eğitim daireleri değil- bir hızlı eğitim programı yapmak ve kısa süre içinde tüm polisleri -evet yanlış okumadınız tüm polisleri- hiç eğitim görmemişler gibi yeni baştan eğitmektir.

    Devletimizin yumuşak karnı burasıdır. Sonra demedi demeyin!

  • DELİK DEŞİK İŞİ BİTMEZ!

    Yıllardan beri belediyelerin neler yaptıklarının bir istatistiğini tutan bir aklı evvel olsaydı bugün elimizde çok değerli veriler birikmiş olacaktı. Ama yine de yaşı biraz uygun ve meraklı tipler -biraz zihinlerini zorlarlarsa- buna benzer bir resim çizebilirler.

    Resmin ana parçaları şunlardan ibarettir: belediye sarayı inşa etmek, görünen yerlerdeki kaldırımları yenilemek, fırıncılarla pazarlık etmek, halk ekmek çıkarmak, iş makinesi parkı kurmak ya da yenilemek, eski yönetimin işe aldıklarını çöpçü kadrosuna tayin edip yeni çöpçüler işe almak, park, cadde, meydan gibi yerlere parti büyüklerinin adlarını vermek, kendinden evvel yapılanları kötülemek, büyük düşündüğünü kanıtlamak için küçük işleri (!) bir yana bırakıp büyük projelere kalkışmak, kendinden sonra gelecek yönetimin altından kalkamayacağı kadar borç yapmak, ne kadar önemli bir insan olduğuna önce kendini sonra yakın çevresindekileri inandırmak, seçimler sırasında kendisine oy verenlerin sokaklarını asfaltlayıp, diğerlerini boş vermek ve bunun gibi bir çok yararlı(!) iş..

    Bir de insanların ihtiyaçları vardır ki onlarla ilgilenen bir merci henüz görülmemiştir. Örneğin, şöyle bir aday çıkıp aşağıdaki gibi bir seçim beyannamesi bastırsa acaba ne olur?

    ÖNCE İLKELER

    * Siyasi, etnik, bölgesel, dini ayrım yapmayacağım,

    * Kendim temiz olacağım gibi, kadrom da temiz davranacak,

    * İnsan da dahil olmak üzere doğa’nın tüm ögelerine saygı, ilk yol göstericim olacak,

    * Sınırlı bütçemi sınırsız ihtiyaçlar karşısında yetiştirmek için ilkem, “akılcı öncelikler” olacak.

    FİLAN PARTİSİ ADAYI

    Mehmet İşbilir

    PROJELERİM ŞUNLAR !

    * Solunabilir Hava

    Havamızı kirleten nedenlerin herbirinin ortadan kaldırılması için ayrı birer projeden oluşan bir pakettir.

    * Hijyen

    Satın aldığımız ekmekten piyango biletine, oturduğumuz otobüs koltuğundan kullandığımız paraya kadar binlerce hastalık kaynağını kurutmaya yönelik bir pakettir.

    * Kuralsızlıkla Savaş

    Genelde tüm vatandaşlarımızı özelde ise bu belde de yaşayanların yaşamlarını çekilmez hale getiren her türlü kuralsızlığı ortadan kaldırmaya yönelik bir pakettir.

    * Gençlere İş

    İşsizliğin, özellikle de gençlerin işsizliğinin birçok sorunun kaynağı olduğunun bilincindeyim. Onları birer iş sahibi yapabildiğimiz zaman birçok sorunumuz ortadan kalkacak ya da en azından hafifleyecektir. Bu amaçla, şu parçalardan oluşan bir projem var:

    1. BELDE GİRİŞİM AJANSI kurulacak..

    Bu Ajans, kendi işini kurmak ya da gelirini artırmak isteyenlere;

      • İş fikirleri verecek,

      • Çeşitli kuruluşların sağladığı desteklere erişilmesini sağlayacak,

      • Kendisi de mali destek verecek.

      • Beceri Kursları organize edilecek..

      • Eğitimi bulunsun ya da bulunmasın, piyasanın ihtiyaç duyduğu yani geçerli becerilerden birisine sahip olmayan bir kişi iş sahibi olamaz. Bu amaçla, Beceri Kursları düzenlenmesi için girişimciler özendirilecektir.

    1. Yönetimi Sağlanmış İşyerleri’nde ucuz iş yeri sağlanacak..

    Birçok ortak kolaylığı (sekreter, telefon, faks, bilgisayar, fotokopi, toplantı odası, kafeterya, ısıtma gibi) bulunan, Belediye’ye ait işyerleri oluşturulacak ve gençlere ucuz işyeri sağlanacaktır.

    1. Belde Teknoparkı kurulacak..

    Teknik bir dalda bilgi-becerisi olanlar için, üniversitelerle ortak bir teknopark açılacak ve buralarda da Yönetimi Sağlanmış İşyerleri sağlanacaktır.

    1. Girişimcilere Destek

    Belediye’nin mal ve hizmet alımları kendi işini kurmuş olanlardan alınacak, böylece kendi işini kurmuş olanlara yeni pazarlar yaratılacaktır.

    • Belediye Alımlarını Saydamlaştırma..

    Belediye’lerdeki her türlü yolsuzluğun altında mal ve hizmet alımlarının düzensizliği ve kapalılığı yatar. “Temiz” bir belediye ancak bu alımların saydamlığı ile gerçekleşebilir. Belediye Meclisimize derhal sunulacak olan bir: Belediye Alımlarını Saydamlaştırma Yönetmeliği ile bu kangren kesilip atılacaktır. Bu, tüm girişimcilerimizin önündeki haksız rekabet engelini kaldıracaktır.

    • Özürlüler için yeni bir Belde..

    TBMM’de beklemekte bulunan Özürlüler Yasası’nın, Belediye Meclisi’mizce onaylanabilecek birçok hükmü vardır. Bunlar, Belediye Meclisi’mize sunulup özürlüler için yepyeni bir yaşam ortamı yaratılacaktır.

    • Kendi evini yapma imkanı..

    Beldemizdeki kamu arazilerinin parsellenerek kendi evini yapmak isteyenlere satılması, konut yapımı için tasarruf yapanlara mali destek sağlanması, tip proje verilmesi gibi parçalardan oluşan bir pakettir.

    • Belediye Şikayet Sistemi

    Yılda 365 gün ve günde 24 saat hizmette bulunacak olan bir ŞİKAYET SİSTEMİ, her konudaki şikayetinizi alıp sonuçlandıracak olan bir YEREL OMBUDSMAN görevi yapacaktır.

    • Küçük Fakat Güçlü Belediye..

    Tüm belediyelerimizin bütçelerinin %90’a yakın bir bölümünü yutan personel ücretleri hizmet için para bırakmıyor.

    Kendi işlerini kurmaları ve ücretle yapmakta oldukları işleri bu defa kendi işlerinin sahibi olarak yapmak üzere desteklenecek olan belediye personeli, kendi işlerini kurdukça belediyemizin personel giderleri %30’lara doğru çekilecek ve aynı bütçe ile daha çok iş yapılacaktır.

    • Seyyar arsalara paydos !

    Her araç yaklaşık 10 m2’lik bir seyyar arsa demektir. Yayaların ve akan trafiğin hizmetinde olması gereken alanların araçlarca işgaline son vermek için:

      • Yaygın bir parkmetre uygulaması başlatılacak,

      • Parkmetre işletmeciliği özel girişimcilere yaptırılacak,

      • Bu yolla birçok yarı-zamanlı gencin istihdamı sağlanacak,

      • Belediye de gelir sağlamış olacaktır.

    Ayrıca, boş alanlar otopark olarak düzenlenecek, yollar ve kaldırımlar işgalden kurtarılacaktır.

    • İşgale karşı acımasızlık..

    İster kamu ister özel mülkiyet olsun işgal edilen her arazideki en küçük yapı ANINDA yıkılacaktır. Konut ihtiyacı olanlara sağlanacak olan Kendi Evini Yapma imkanı, gecekondu olgusunun gerekçesini kaynağından kaldırmaktadır.

    • Belediyenin ilgi sahasına giren tüm meslekler için sertifika zorunluğu..

    Bir mesleğin, gerekli niteliklere ve de bilgi-becerilere sahip olunmaksızın icra edilmesinin faturasını halk öder. Bazen sağlığı ile bazen de parası ile.. Belediye’nin ilgi alanına giren her meslek için bir sertifika sistemi oluşturulacak, bunun için gerekli eğitimler, ücreti Belediye’ce karşılanmak üzere özel girişimcilerce sağlanacaktır.

    • Seyyar satıcılık bir dert olmaktan bir istihdam yaratma avantajına çevrilecektir.. Bunun için seyyar satıcılığın kuralları konulacak, kendini istihdam eden bu insanlar kovalanmayacak, saygı görecektir.

    • Belediye, girişimcilerin önünde engel değil, onların destekçisi olacaktır..

    • Belediye’yi, halkımızın önüne bir rakip olarak diken BİT’ler DERHAL özelleştirilecektir.

    Böyle bir seçim beyannamesi bastıran bir belediye başkan adayı acaba kaç oy alır? Bilmem, isteyen deneyip görebilir. Pazartesi, 04 Eylül 1995

  • FAİZ VE TEFECİLİK !

    Bir siyasi partinin, onun yandaşlarının ve partili ya da yandaş olmamakla birlikte birçok kişinin faizi reddettiğini biliyoruz. Bunu garipsemiyorum. Garipsediğim, aksi düşüncedeki hiç kimsenin bu konuda bir açıklama yapmayışı, sanki faizsiz hayat mümkünmüş de bir kabahat işleniyormuşçasına susmayı tercih etmesidir.

    Yüksek kredi faizlerinin insanları doğrudan (sanayiciler) ya da dolaylı (sanayi mamullerini kullananlar) bunalttığı ortamda faizin, borç-faiz spirali olgusunu çağrıştırması, otomatık olarak faize karşı olumsuz “his”lerin doğmasına neden olmuştur. Bu bir gerçektir.

    Ama ilginç olan, bu denli faizle içli dışlı olmuş bir ortamda faiz’in ne olup ne olmadığının hiç konuşulmayışıdır. Belki herkesin bildiğinin varsayılması, bunun bir nedenidir.

    Ülkemizin çok sayıdaki sorununun, çok az sayıdaki Kaynak Sorun’un çeşitli bileşimleri olduğu, diğerlerinin ise birer Görüntü Sorun (Phantom Problem) olduğu, artık yavaş yavaş kavranmaya başladı.

    İşte bu az sayıdaki Kaynak Sorun’dan birisi de “çeşitli kavramların tanımlanmamışlığı nedeniyle üzerlerinde uzlaşma olmayışı, bunun ise toplumsal iletişimi güçleştirdiği”dir. Hak, özgürlük, demokrasi, laiklik ve birçok soyut kavramın yanısıra, bunlarla hiç ilgisi olmayan matematik bir kavram olan faiz de bu “tanımsızlık” hastalığından nasibini almıştır.

    Bunun üzerine bir de “bilerek kavram tanımlarını karıştırma” eylemi binince, düz deyimle tam toz-duman bir ortamı doğmaktadır. Şimdi faiz, bu ikili etki altında bir kesimin nefret ettiği, bir kesimin de suskunlukla seyrettiği bir kargaşaya itilmiştir.

    Faiz, iki bileşenden oluşmakta olup birincisi paranın değer kaybının telafisi, diğeri de paranın nedretine ödenen karşılıktır. Bu iki bileşenden biri ya da ikisine karşı kızgınlık duyanların kullanabileceği tek alternatif “hibe”dir. Yani faizi haram olarak görüyorlarsa bu iki bileşenden hangisini isterlerse almayabilir, karşı tarafa hibe edebilirler. Bunu enayilik olup olmadığı ise hibe’de bulunacak olanların sorunudur.

    Faizin bir de kötüye kullanımı vardır ki o da tefeciliktir. Aslında yalnız faiz değil tüm yüce kavramlar dahi istenilirse kötüye kullanılabilir.

    Tefeciliğin faizle ilişkisi, suyun boğulmakla olan ilişkisi kadardır.

    Bilerek ya da cehalet nedeniyle anti-faiz propagandası yapanlar ya da bunlara muhatap olanların bilmeleri gereken, paranın yukarıdaki iki bileşeninin (değer kaybı ve nedret ücreti) haram olamayacağı, yüksek faizin yarattığı olumsuzlukların Kaynak Nedeni’nin faizin kendisi değil, paranın süratle değer kaybetmesi olduğudur. Kızılacak, nefret edilecek birşey varsa o da, paraya değer kaybettiren “üretmeden tüketmek” olgusu ve bir kısım politika ve bilim esnafının bunun mümkün olduğunu propaganda etmesidir.

    Bu ise yalnız dinde değil tüm öğretilerde ayıptır, günahtır ve de yanlıştır.

  • EKONOMİDE TEMİZLİK!

    Zaman zaman ortaya çıkan yolsuzluk olaylarından sonra toplumumuzun çeşitli kesimleri “temiz toplum” istemlerini dile getirir, birkaç kişi ortaya çıkarılıp cezalandırılınca da unutur ve yeni yolsuzluğa kadar temiz toplum rafa kaldırılır.

    Bunun nedeni halkımızın gelgeç gönüllü olması değil, bu tür yolsuzlukları analiz etmesi gereken politikacı, bürokrat ve bilim adamlarının, yolsuzlukların magazin yanıyla uğraşmayı yeğlemeleri ya da bu analizi yapmadıkları veya yapamadıklarıdır. “Yolsuzluk” genel adı verilen olgulara yol açan nedenler iyi anlaşılmadığı ve onların üzerine niçin gidilemediği irdelenmediği sürece bunların önlenmesine imkan yoktur.

    Bu tür bir kapsamlı analiz, kuşkusuz bir tanımla başlamalıdır. “Yolsuzluk” nedir? Neler yolsuzluktur, yolsuzlukları belirli spesifikasyonlara sahip, az sayıda “kara insanlar” mı yapar yoksa “beyaz insanlar” da yolsuzluk yaparlar mı? Bunların sayısı ne kadardır?

    “Yolsuzluk”, en genel kapsamıyla, bir toplumun erdem değerlerine göre genel kabul görmüş yolların dışındaki yollarla çıkar sağlamaktır denilebilir.

    Bu tanımın yanısıra bir ilkenin de benimsenmesine gerek vardır. O da, yolsuzluklar arasında yapılabilecek küçük, büyük gibi ayrımların yapay olduğu, “büyük” denilebilecek yolsuzlukların ancak “küçük” yolsuzluklardan oluşan bir temel üzerinde ayakta durabileceğidir. “Küçük” ve “büyük” olarak nitelenebilecek yolsuzluklar arasında bir sınır çekilmeye kalkışıldığında, sınırın hemen iki tarafındaki olaylardan birinin yolsuzluklar diğerinin ise erdem küme’sine girmesi, kabul edilebilir bir haksızlık değildir. Toplumun, yolsuzlukları küçük, büyük, masum, iblisçe ve bu gibi sınıflara ayırmasının bir nedeni gündelik yaşamı kolaylaştırmak, bir diğeri ise kendi davranışlarını sürekli olarak erdem domeninde tutmak için gösterdiği özel çabanın sonucudur. Zaten dikkat edilirse, bu tanımlanan “küçük” ve “büyük”, herkes için aynı olmayıp, herkesin küçük ve büyüğü kendi bireysel “gereksinimlerine göre” (!) ve de sürekli olarak ayarlanmaktadır.

    İşte sorun bu noktada başlamaktadır. “Temiz toplum”u istediğinden, içtenliğinden zerre kadar dahi şüphe bulunmayan insanlarımızın büyük bir bölümü -yukarıdaki tanım ve ilke uyarınca- gırtlağına kadar küçük ya da büyük yolsuzlukların içine batmış, daha doğrusu yaşamı yolsuzluklara göre evrime uğramıştır.

    Bu can sıkıcı olguya karşı ileri sürülebilecek olan bir savunma, kişinin kendince “küçük” olarak nitelediği yolsuzlukların hemen herkes tarafından yapıldığı ve yine herkes tarafından yapılmazsa söz konusu kişi tarafından da yapılmayacağıdır. Bu, insanların kendi kendilerine geliştirdikleri düşük dozlu bir uyuşturucu olup gerçekle ilgisi yoktur. Herkesin birden hiçbir yolsuzluk yapmaması halinde yolsuzluktan vazgeçeceği vaadi, ya ahmakça ya da sinsice bir düşünce biçimidir. Demek ki bir kişi dahi yolsuzluk yapsa onu örnek olarak gösterip daha büyüklerini yapma iznini kendine verebilmek mümkün olacaktır.

    Evet, bu resim ürkütücüdür ve can sıkıcıdır. Dışımızda aradığımız yolsuzlukların ta içimizde bulunduğu, kolay yenilip yutulur bir lokma değildir.

    Atandığı görev yerini değiştirmek için aracı kullanan, bu aracılığı kabul eden, bu tür ayrıcalıklar yapıldığını bilip de kulağının üzerine yatanlardan, bir kuyrukta sırasına rıza göstermeyip bir biçimde öne geçenlere; başkaları ter döküp ders çalışırken, kolay yoldan kopya çekip bilgi hırsızlığı yapan öğrencilerden, yapamayacaklarını vaad edip güven ya da oy hırsızlığı yapan politikacılara; eksik tartı yapan esnafı, aracını kurallara aykırı süren şoförü, üzerine yazdığı bileşiminde ilaç yapmayan, ürettiği otomobilin çarpışma testlerini yapmayıp insanları ölüme mahkum eden ya da atıklarını doğaya boşaltan sanayicisi, bankasını soyan yöneticisi ve bu gibi irili ufaklı binlerce yolsuzluk sorumlusu olan bizler eğer gerçekten temiz toplum istiyorsak, yukarıdaki tanımı ve ilkeyi içimize sindirmek ve sonra da sessiz sedasız gereklerini yapmak zorundayız.

    Pekiyi bu gerekler nelerdir? Bu gereklerden önce, saptanabilecek gereklerin önündeki bir büyük engelin aşılması gerekmektedir. Bu engel, bir toplumsal hastalık durumuna gelmiş bulunan, “sorunların nedenlerini aramadan doğrudan çözüm üretmeye çalışmak”tır.

    Toplumumuzda “sürekli çözüm üreten kişi”, “ülke sorunlarına çözümler üreten parti”, “laf değil çözüm üretimi” gibi sözler, kişileri ve kurumları yüceltmek amacıyla kullanılıyor.

    Ama, bu sözlere karşı yöneltilebilecek şöyle bir eleştiri, bu “çözüm üretme” işinin nasıl bir toplumsal hastalık olabileceğini (ve çoğunlukla da olduğunu) ortaya koyuyor: Bir sorunun nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik olmayan ve “herhalde iyi gelir” ön yargısıyla önerilen çözümler, bir hekimin, yüz hastasına iyi gelen bir ilacı, hastalığının teşhisi konulmadan kullanıp ölen yüzbirinci hastasının durumuna benzer.

    Ekonomik ve sosyal konulardaki irili ufaklı sorunlarımızı ve bunlar için sürekli olarak “çözümler” üreten insanlarımızı düşününüz.

    Herhalde, sorunları için bu denli çeşitli ve çok çözüm üreten, ama sorunlarını çözmede de bu denli başarısız bir toplum olmamızın bazı nedenleri olmalıdır.

    Sokakta kendisine mikrofon uzatılıp filanca sorunumuz hakkında düşünceleri sorulan ev kadını, ayaküstü sorulan soruyu ayaküstü cevaplayan politikacı, çağrıldığı panelde yüzüncü defa aynı lafları tekrarlayan öğretim üyesi ya da gençlik programında konuşan genç, hepsi, “çözüm” üretiyorlar.

    Bu nasıl bir iştir ki, üzerinde konuştuğu soruna yol açan nedenleri bir kenara itip, doğrudan çözüm imal eden insanlarımız, acaba bir vahiy kanalıyla mı bu “çözüm”leri üretiyorlar?

    Bir üniversitenin yayımladığı bir rapor elime geçti. Yaklaşık 200 sayfa. Adı da “Hava Kirliliğinin Nedenleri”.. İlk defa çözüm ile başlamayıp nedenleri irdeleyen bir kitap bulduğunuzu sanıyorsunuz. Ama raporun adıyla içeriğinin ilişkisi yok. “Neden” kavramının böylece anlam değiştirmesi ise bir başka felaket..

    Gelişmiş ve gelişmemiş toplumları birbirinden ayıran birçok ölçüt bulunabilir. Bunların en güvenilirlerinden birisi de, gelişmiş toplumlarda sorunların nedenlerinin aranması, gelişmemişlerde ise bu sorunlara “kim”lerin yol açtığı ve “kim”lerin bu sorunlardan kurtaracağıdır. Toplumumuzun baba, bacı vs aramaya bu kadar meraklı oluşu, bu “kim” eğilimiyle açıklanabilir.

    Bir kamu bankasının, bürokrat – iş adamı – politikacı – mafya işbirliğiyle soyulmuş olması, kamuoyunun gündemindedir.

    Bu konuda ilk sorulması gereken soru, hangi mekanizmanın bu ve benzeri soygunlara yol açtığı, o nedenlere hangi nedenlerin sebep olduğu ve son aşamada da o nedenlerin “nasıl” ortadan kaldırılacağıdır.

    Ama, sokaktaki adamdan idare mensuplarına kadar herkes “kim” sorusunun cevabı peşindedir. Rüşveti “kim” vermiş, “kim” almış, “kim” aracılık etmiş, “kim” vurmuş, “kim” azmettirmiş , kim, kim, kim…

    Ulusal hastalığımız uyarınca hemen bir de çözüm bulunmuş, kamu bankalarının özelleştirilmesiyle bu tür soygunların biteceği belirlenmiştir.

    Kamu bankacılığının tek başına değil ama çirkin siyaset anlayışımızla birleşerek soygunları özendirdiği doğrudur, ama tek neden bu değildir. Birkaç ay önce batan bankalar kamu bankası değildi ve onlar da , hem de bizzat sahipleri tarafından soyulmuştu. Demek ki bankanın kamu ya da özel kesime ait olması soygunu önlemeye yetmiyormuş.

    Kamu pastasını küçültmenin yanısıra, kalabalık kamu kadrolarının seyreltilmesi, siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlaştırılması, daimi kamu görevlisi statüsü ihdası, kamu alımları yasası, ombudsman kurumu gibi gerekler de var.

    Ancak, burada işaret edilmek istenen, kamu bankalarının soygunlara karşı nasıl korunacağı değil, nedenlere dayalı olmayan çözüm üretimlerinin nasıl yetersiz sonuçlara yol açacağıdır.

    Geliniz, “ö n c e a n l a” şeklinde bir kampanya açalım. Aklına gelenleri çözüm diye önümüze koyanları dinlemeyelim ve de tepki gösterelim. Yapmamız gerekenlerin ilki budur.

    Orta ve uzun vadeye yayılabilecek bu, “mekanizmayı tam anlama, nedenleri belirleme, her neden için ayrı çözüm(ler) geliştirme” yaklaşımına paralel olarak, gerek insanların sabırlarını takviye etmek gerekse bazı düzelmeler sağlamak üzere şu önlemler yararlı olacaktır:

    1. “Temiz toplum”u arzu edenler arasında bir araştırma yapıldığında, hemen herkesin ayrı bir temizlik tanımı bulunduğu görülecektir. Kimi, çalmayana; kimi, çalıp da ortaya çıkarmayana; kimi, hem çalıp hem iş yapana temiz demekte, bir kısmı ise “benim dışımdakilerin temiz olması gerekir, ben yüksek ideallere sahibim, ne yapsam yeridir” şeklinde bir sava sahiptir.

    Bu nedenle önce, “temiz toplum” ve “yolsuzluk”tan ne anlaşılması gerektiği konusunda bir uzlaşıya ihtiyaç vardır.

    Toplumumuzun yüzlerce sorununa kaynaklık eden az sayıdaki Kaynak Sorun’dan birisinin, “kavramların içlerinin boşluğu” olduğu dikkate alınırsa, bu tanım birliği işinin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

    1. “Temizlik” konusundaki bu tanımsal uzlaşmadan sonra derhal görülecektir ki, temiz toplum yandaşlarının sayıları zannedildiği kadar çok değildir. Ama bu yine de bu amaç doğrultusunda uğraşmayı gereksiz kılamaz.

    2. Kısa vadede oldukça somut etkileri görülebilecek bir önlem, altında birçok anayasal ve yasal değişikliğin yer aldığı iki “şemsiye yasa”nın çıkarılmasıdır.

    “Kamu Alımları Yasası”, “ombudsman”, “Gün Işığında Yönetim Yasası”, “delegesiz siyasi parti”, “siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlığı” gibi yasal düzenlemelerin bulunacağı bu şemsiye yasa’ların TBMM’nden kolayca ve yoğun bir kamuoyu baskısı olmaksızın çıkarılabilmesi hemen hemen imkansızdır.

    İSKİ, İLKSAN, CİVAN gibi olaylar, yolsuzluklar konusundaki geleneksel sığ bakışların işe yaramadığını göstermesi açısından son derece yararlıdır. Hatta, henüz bilinmeyen ve dokunulması düşünülmeyen yolsuzlukların, -çeşitli pazarlık anlaşmazlıkları nedeniyle- ortaya çıkması, bu bilinçlenme açısından zorunludur denilebilir.

    İşte ancak o durumda böyle bir yasa destek bulur ve de “yolsuzluklar ağı”nın önemi ve analizinin gereği anlaşılır.

    Beyaz Nokta Örgütü, bu tür bir anayasa ve yasa teklifinin hazırlığı içindedir. Hatta bu şemsiye altında yer alan Kamu Alımları Yasası adlı bir teklif, 1993 Şubat’ından bu yana TBMM’nde beklemektedir. En kısa vadeli önlem olarak, yılda yaklaşık 100 trilyon TL’nin yolsuzlukları beslemesine neden olan kamu alımlarını, sivil ve askeri alımları ayırmaksızın ele alarak bir düzene sokmayı amaçlayan bu teklifin yasalaşması yönünde İstanbul Sanayi Odası’nın yapabileceği çok etkin katkılar bulunmaktadır.

    Lütfen ne yolsuzlukların ne de diğer sorunların nasıl çözümleneceği ile uğraşmayalım. Bunların “niçin” ve “nasıl” olduklarını anlamaya çalışalım. Göreceğiz ki bu nedenler bütünü, aranılan çözümün kendisidir. Ama çok kısa vadede dahi gerçekleşebilecek önlemler için de işin yükünü yalnız temsilcilerimize bırakmayalım.

    Pazar, 09 Ekim 1994

  • FAL !

    İstikrar paketinin başlıca iki bileşeninin, bazı temel mal ve hizmetlere yapılacak zamlar ve bir kısım KİT’lerin kapatılması olduğu bellidir.

    Bu iki önlemin teker teker ne sonuçlar vereceğinin ayrıntılı olarak tahmini, ekonomik yönü yanında sosyal boyutları da bulunan bir konuda pek kolay değildir. Ama bu, bazı tahminlerin de yapılamayacağı demek de değildir.

    Hoş, tahminlerin bir işe yaraması, onları kullanmak isteyebileceklerin varlığına bağlıysa da bu yine tahmincilerin morallerini bozmamalı, sanki kullanılacakmış gibi kafa çalıştırmaya devam etmelidirler.

    Temel mal ve hizmetlere yapılacak zamların kesin sonucu, “Çığ Etkisi*” ve ona bağlı stagflasyon’dur.

    Buna göre, herhangi bir nedenle zamlanan temel mal ve hizmet ürünlerinin fiyatlarındaki artışların dönerek tekrar başlangıçta zamlanan temel mal ve hizmetlere yansıması ve bu çevrimin bir spiral etki (Çığ Etkisi) yaratarak fiyatlar genel düzeyini başlangıçta umulmayan düzeylerde yükseltmesi beklenmelidir.

    Ancak, yükselen fiyatlar ve aynı oranda yükselmeyebilecek ücretler karşısında alım güçleri düşecek toplumun bu Çığ Etkisi’ni bir miktar yumuşatıp zaman içine yayması ve çok keskin bir eğimle yükselmeyen bir zincirleme fiyat artışları sonunda çok şiddetli olmayan bir stagflasyon büyük bir olasılıkla beklenmelidir.

    Bu tahmin, hiç olmazsa geçici bir süre tüm ücret ve fiyat artış oranlarının sınırlanmasına gidilmeyeceği, buna siyaseten cesaret edilemeyeceği varsayımına dayalıdır.

    Diğer yandan bir kısım KİT’lerin kapatılmasına gelince: Zarar eden KİT’lerin herhangi bir önlem alınmadan (kurulacak Girişim Destekleme Şirketleri yoluyla alternatif istihdam yaratma, yaygın Beceri Kursları yoluyla işsiz kalacaklara yeni imkanların kapılarını açma vbg) kapatılması önerisi ve bunun bir cesaret olarak takdim edilerek karar alacakların dolduruşa getirilmesi, uzun süredir kamuoyuna sokuşturulmaya çalışılmaktadır. Bu ise, işsiz yani gelirsiz kalan insanların sessiz sedasız bu durumu kabullenecekleri gibi gerçekdışı bir varsayıma dayanmaktadır.

    Üretim denen olguyla hayatında hiç karşılaşmamış sözüm ona uzmanların, bilinçaltlarında yerleşik üretim korkularından kaynaklandığına hiç şüphe olmayan “Türkiye’nin sorunu üretimsizlik değil, parasaldır” safsatasının ne denli yanlış olduğu da bu münasebetle görülecekler arasındadır.

    Sokaklara dökülecek işsizlerin gösterileri sonunda panikle atılacak geri adımlar, her zaman vurgulanan bir acı gerçeğin bir defa daha ilanı anlamına gelecektir. Bu gerçek; “Türkiye’de bağıran kazanır. Haklı da olsa haksız da olsa kazanır!” realitesidir.

    Bunun olası sonucu, kapatılan bir kısım KİT’lerin tekrar açılması ve bu defa para basımı yoluyla stagflasyonun körüklenmesidir.

    Bu resim mutlaka böyle mi sonuçlanır, başka türlü olmaz mı? A partisi B ile birleşse, C de destek verip vs vs olsa yine böyle mi olur?

    Evet böyle olur, ta ki çokbilmiş insanlarımızın şamatası susar, gerçek rekabet gücü olan üretim’in ne olduğu anlaşılır ve ondan sonra da onun Dünyaca bilinen ama henüz Türkiye’mizde keşfedilmemiş (!) araçları devreye sokulana kadar bu resim aynen böyle olur. İnanmayan bekleyip görsün!

    Cumartesi, 02 Nisan 1994

  • DEVLETE DAYALI OLMAYAN ŞİKAYET SİSTEMLERİ

    Toplumları rahatsız eden sorunların, o toplumların bünyelerinin, olası sorunlara karşı “hazırlıksız”lığından kaynaklandığı bir gerçektir.

    Bu hazırlık yollarından birisi, toplumun çeşitli sorunlara karşı örgütlenmesi, ama bunu, Devlete Dayalı Olmayan (DDO) biçimde (NGO) yapabilmesidir.

    Halen, ülkemizdeki sivil toplum kuruluşu statüsündeki kuruluşların bir çoğunun, devletin hareket serbestisini artırmak için kurulduğu göz önüne alınırsa, DDO biçiminde örgütlenmenin önemi daha iyi değerlendirilecek, devletin toplumu yönetmeye çalışması yerine toplumun devleti yönetmesinin, ancak DDO biçimde örgütlenme yoluyla mümkün olabileceği açıkça görülecektir. Diğer yandan da, sık sık duyageldiğimiz “bizi yönetenler” kavramının da yetersizliği -ve tersliği- daha bir iyi anlaşılmış olacaktır.

    DDO Şikayet Sistemleri için iyi başlangıç noktalarından birisi, her yıl bir meydan savaşındaki kadar kayıp verdiğimiz “trafik terörü” sorunudur.

    Bu konuda sağlanabilecek somut bir gelişmenin, sivil toplum örgütlenmesi ve demokrasimiz açısından eşsiz bir örnek yaratması, yakındığımız bir çok sorun için yol gösterici olması kaçınılmazdır. Bu sorunun, başlangıç için seçilmesinin nedeni, etnik vb bir yönünün bulunmayışı, sorunun tüm taraflarının sorundan şikayetçi oluşları ve sorunun devamından bir çıkarlarının bulunmayışıdır.

    Önerilen Trafik Şikayet Sistemi (TTS), üyelik esasına göre çalışacak bir dernektir.

    Derneğin kuruluş felsefesini oluşturan çizgilerden birincisi, insanların, trafik açısından karşılaştığı yanlışlara karşı duyduğu kızgınlığı içine atmak zorunda kalmaması, şikayetlerinin gözardı edilmeyeceğinden emin olduğu, bunu denetleyebiliceği bir kuruma sahip olmalarıdır.

    Derneğin işlevlerinden birisi, üyelerine “trafikte hayatta kalma” eğitimi sağlaması ve bir “etik anlaşma”yı imzalatarak bunu, üyelerinin araç ve yakalarına takacağı bir amblemle sembolize etmesidir.

    Dernek, 365 gün – 24 saat esasına göre çalışan bir “şikayet merkezi” kuracak ve bu merkeze telefon ya da faksla veya bizzat başvuru mümkün olacaktır.

    Bu başvurular, bu konuda deneyimli, usulleri bilen, şikayetlerin resmi makamlarda nasıl kovuşturulacağını bilen personelce işleme tabi tutulacağı için, üyelerin bireysel girişimlerinden daha etkin olacaktır.

    Dernek, kendisine yapılan şikayetleri bir bilgisayar ortamında değerlendirecek ve zamanla, kuralları sürekli çiğneyen araçlar, bunları şikayet edenler, şikayet sonuçları, şikayetçilerin bunu kötü niyetlerle yapıp yapmadıkları gibi konularda değerli bir veri- tabanı oluşacaktır.

    Dernek, kendine yapılan şikayetleri resmi makamlara iletecektir. Resmi makamların, vatandaşların bireysel şikayetlerini dikkate alma düzeyinden daha yüksek bir duyarlık gösterecekleri beklenmelidir.

    Ayrıca, yayınlanacak bir bültende, yapılan şikayetler, resmi makamların yanıtları ve bu konulardaki istatistikler de düzenli yayımlanacaktır. Bunun da, resmi makamları, şikayetlerin üzerinde durmaya bir ölçüde çekeceği beklenebilir.

    Trafik konusunda, resmi makamlardan daha düzenli bir bilgi akış sistemine sahip olması beklenen bu derneğin kısa sürede büyük etkinlik kazanması beklenmelidir.

    Sistemin bir sivil girişim olarak daha büyük etkinlik kazanması, yaptırım gücü elde etmesi, ancak sivil toplumun bu ilk evredeki sınavı başarıyla vermesine, yani buraya kadar açıklanan sistemi kurup iyi işletebilmesine bağlıdır. Ne dersiniz, girişmeye değmez mi?

    Cuma, 23 Ağustos 1996