-
May 25 2012 LAİKLİK:DİN VE DEVLET İŞLERİNİN AYRILIGI! NİÇİN VE BU KADAR MI?
Toplumumuzun sorunları üzerinde yapılan bir inceleme, çok sayıdaki sorunun az sayıdaki yapı taşından -ki bunlara Kaynaktaki Sorunlar denilmektedir- oluştuğunu göstermiştir.
Bu taşlardan birisi de, “bazı temel kavramlar üzerinde toplumumuzun ortak bir tanıma varamamış olması” dır. Buna inanmayanlar, demokrasi, özgürlük, erdem, hak, ödev gibi kavramlar konusunda anket yapıp sonuçları gözleriyle görebilirler.
Üzerinde tanım birliği oluşmamış, tanım birliği bir yana ne olduğu çok da merak edilmemiş kavramlardan birisi de “laiklik”tir. Laiklik üzerine söz söyleyenlerin önemli bir bölümünün dile getirdiği bir tanım ise “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması”dır.
Bu tanım bu haliyle hem karanlık hem de eksiktir.
Karanlıktır, çünkü “din ve devlet işleri ayrılmasa, her ikisi de ayrı kurallara bağlı olacağına tek kaynaklı olsa daha iyi olmaz mı?” sorusuna, herkesin anlayışını tatmin edecek bir netlik sağlamamaktadır.
Eksiktir, çünkü laiklik yalnız devlet işlerinin dinden ayrılması değildir. Bu ifade, birden fazla sayıda ve inançları arasında az ya da çok farklılıklar bulunan bireylerden oluşan toplum guruplarını ilgilendiren her konunun yani kısacası toplum yaşamının, bireylerin inanç yaşamlarından ayrılması demek olduğunu ifade etmemektedir.
Bireysel inanç ve toplum yaşamı niçin aynı kurallara göre yönetilemez? Tek standart daha iyi değil midir? Tabii ki daha iyidir, ama mümkün değildir. Çünkü bireysel inançlar, kişi ile tanrı arasındadır ve -eğer bir zorlama yoksa- birey sayısı kadar inanç paterni olacaktır.
Bu farklı inançların şüphesiz ki ortak yanları vardır (Tanrı’nın tekliği gibi) ama değişiklikleri de vardır. Bu çok sayıda patern için “doğru” ya da “yanlış” nitelemeleri kullanılamaz. Bunların hepsi, ait olduğu bireylerin değer ölçüleri sistemine göre “doğru”dur.
Buradan görülmektedir ki herkes için ayrı ayrı doğru olan inançlar, bu insanların ortak yaşam kesitleri için bir norm oluşturamamaktadır. Dini kurallar her ne kadar bazı şekilsel ortaklıklar belirlerse de, inançların Tanrı’dan başka bir yere göre şekillenmemesi de dinlerin daha üst bir ilkesidir.
O halde inançların tam özgürlüğünü sağlayabilmek ancak bir yolla mümkündür: O da, bireyler ile Tanrı arasına hiç kimseyi, hiç bir kurumu sokmamaktır.
Toplum yaşamında, dini kuralların uygulanması halinde bu mümkün olamayacağına göre, üzerinde tartışma olmaması gereken kurallara ihtiyaç vardır. O ise müsbet bilimdir.
Müsbet bilim zamanla gelişse ve dünkü doğrular bugün geçerliğini kaybetse de bu önemli değildir. Çünkü her an için tartışılmaz şekilde “doğru”dur. Bu da ortak yaşam kesitleri için yeterli bir temel oluşturmaktadır.
Laiklik bu şekilde açıklanıp inanç ve toplum yaşamı arasındaki ayrıma niçin mutlak gereksinim olduğu netleştirilmedikçe “laiklik dinsizliktir”, “ben laik değilim, devlet laiktir” gibi anlamsız ve kafa karıştırıcı sloganları dinlemek zorunda kalacağız.
-
May 25 2012 LİDERLERİ TOPLUMLAR YETİŞTİRİR, KOŞULLAR ORTAYA ÇIKARIR !
Büyük buluşların hemen hepsinin temelinde, sıradan -sıradan olduğu için de kimsenin aldırmadığı- olguların dikkatle gözlenmesi yatar.
Arşimed’ten önce banyo yapan, Newton’dan önce başına saksı vesaire düşen insan sayısı epey olmasına rağmen, tarihin iki büyük keşfini bu “iyi gözlemciler” yapabilmişlerdir.
Fizik dünyanın gerçeklerini keşfetmek sosyal dünyaya göre daha zordur. Çünkü en azından “yalıtılmış gözlem” yapmak güçtür. Bu nedenle de, sosyal olguları açıklamak isteyenler hem doğrudan hem dolaylı gözlemler yapmak, içinde gerçeklerin izlerini taşıyan hiç bir işareti kaçırmamak zorundadırlar.
Bu basit yaklaşımı kullanarak, üzerinde hergün yüzlerce söz edilen, hemen hiç bir yanı beğenilmeyen “liderler” hakkında ilginç çıkarsamalar yapabiliriz.
Genel kanı (ve de beklenti), bir toplum her ne yaparsa yapsın ya da yapması gerekenleri yapmasın, lider denilen bazı üstün yetenekli kişilerin çıkıp, ağır yemek üzerine içilen maden sodasının hazım yaptırıcı etkisi gibi, tüm olumsuzlukları silmesidir.
İlginç olan, kendisini lider olarak sayanların da bunu böyle zannedip bu, “olumsuzu olumluya dönüştürme” işine dört elle sarılmalarıdır. Simyacılar asırlar boyu taşı toprağı altın’a çevirmeye çalışırlarken muhtemelen benzer bir rüyanın peşindeydiler.
İnsanların, iş yaratma’yı devletten bekleyip devletin de bunu yapmaya çalışması; insanların, gelirlerini giderlerine denkleştirmeyi beceremeyip devletin ise tasarruf-hasıla oranını artırmaya çalışması; insanların, her türlü üçkağıdı kendileri için mübah sayıp bir yandan da politikacılardan “temiz” olmalarını beklemeleri hep bir çeşit simya değil midir?
Liderleri gözlemleyiniz. Hangi davranışlarını beğenmediğinize dikkat ediniz. Ve biliniz ki onların her biri, toplum davranışlarının birer yansımasıdır.
Toplumun tutum ve davranışlarını yansıtmayan kişiler lider olamaz, olursa da tutunamaz. Amerika’dan Clinton’u, İngiltere’den Major’u getirsek acaba onlara kaç gün (hatta kaç saat) dayanabiliriz?
Liderlerimiz bizlere çok uygundur. Onları beğenmiyorsak, orada kendi davranışlarımızın izleri vardır.
Bu yalın gerçek, kendini geliştirmeyi arzu eden bir toplum için değerli bir ipucudur. Bu toplumsal röntgen, toplum hastalıklarının tedavisi için kullanılabilecek kullanışlı bir tıbbi cihazdır.
Geliniz, artık kurtarıcı aramaktan vazgeçelim. Durumumuzdan mutlu değilsek -ki değiliz- mutsuzluklarımıza yol açan nedenleri liderlerde değil kendimizde arayalım. Neleri yanlış yaptığımızı, niçin öyle yaptığımızı araştıralım.
Yanlışlarımızı düzeltebilecek yaratıcı önlemler geliştirelim ve görelim ki bu defa yeni tutum ve davranışlarımıza uygun liderleri yeni koşullar kendiliğinden ortaya çıkaracaktır.
Cumartesi, 10 Eylül 1994
-
May 25 2012 LİDER VE LİDER ADAYLARINA!
Siyasal yaşamımıza ve onunla ilişki içindeki yaşam kesitlerimize geçmişten bu yana baktığımızda, sürekli bir “rahatsızlık” içinde olduğumuzu görüyoruz.
Toplumun hemen hiç bir kesimi durumdan ve durumundan memnun değil, herkes kendi dışındaki birilerini şuçluyor ve kendi elindeki reçete uygulansaydı durumun “böyle” olmayacağını iddia ediyor.
Bu tablo siyasal partiler ve onların liderleri için de aynen geçerli. Giderek sayıları artan ve artacağa da benzeyen partiler, henüz partileşmemiş hareketler, bunların liderleri ve lider adayları, mevcut tabloyu kıyasıya eleştiriyorlar.
Bir siyasi parti ya da hareketin liderinin popülaritesinin halkımız nezdindeki geleneksel ölçütü, eleştirinin “yayıldığı alan” ve “keskinliği” olduğu için, beğeni toplayabilecek eleştiri üretmek gittikçe daha güçleşiyor. Ancak her şeye rağmen en kolay eleştiri üretebilecek toplumlar dan biri olduğumuz da şüphesizdir.
Yıllardır “konuşan”, giderek “daha özgür konuşan” ama çoğunlukla “yanlış konuları konuşan” Türkiye’mizde, ağzını açıp rastgele bir konuyu eleştiren kişinin haklı olması olasılığı yüzdü yüze yakındır.
Başka ülkeler bilinmez ama, bu toplumda inanılması güç bir süreç yılardır işliyor: Tıkanmış bir tuvaleti açmanın bile belirli bir metod kullanılmaması halinde imkansız olduğunu çoğumuz biliriz. Bu denli basit bir sorunu dahi bir “yöntem”le çözmek gerektiğini idrak edip, ya bilen birisini çağıran ya da nasıl yapılması gerektiğini öğrenmeye çalışan insanlarımız, birbiriyle birleşe bütünleşe ilk hallerinden çok uzaklaşmış bir sorunlar yumağını sadece eleştirerek, daha çok eleştirerek ve daha keskin eleştirerek, ama hiç bir yöntem kullanmadan, bırakın kullanmayı böyle bir metoda ihtiyaç olup olmadığını merak etmeden çözebileceklerini zannetmektedirler.
Eleştirileri dinleyen insanların içi -gayet doğal olarak- bin türlü isyanla doludur. Kimi, çalışmadan kazanan komşusuna haset etmekte, kimi uğradığı ya da öyle sandığı bir haksızlığın acısını duymakta, kimi de “eleştiren” liderle aynı fikirde görünmenin yarın getirileri olacağını hesaplamaktadır.
Lider de, eleştirileri dinleyenlerin bu duygularını bilmekte -zaten bunları bilmeden lider olunmaz-, kendi eleştirilerinin onaylanması için, karşısındakilerin onaylıyacağı eleştirilerde bulunmaktadır. Bu karşılıklı tatmin etme eyleminin toplumumuz terminolojisindeki adı “demokrasi”dir.
Saygıdeğer liderler ve lider adayları,
Lütfen kabul ediniz ki eleştiri afyon gibidir. Rahatlatıcı, alışkanlık yaratıcı ve ölümün gelişini unutturucu!
Yine lütfen kabul ediniz ki, bu ülkenin sorunları, birbirinizi eleştirerek, ama gerçek sorunların neler olduğunu, niçin olduğunu anlamaya yarayan metotlar kullanılmaksızın çözülemez, nitekim çözülememiş ve çözülememektedir.
Bugün, ülkemizin en ücra köşelerinden en yüksek yerlerine kadar her yerde “birilerinin ve birşeylerin yanlışları” konuşuluyor. Mezradaki ağanın, ildeki Vali’nin, Başbakan ya da Cumhurbaşkanı’nın ya da İstanbul’da lağım suyu akan muslukların, kapıdaki hava kirliliğinin ya da enflasyonun!
Ama, bu yanlışların nerelerden, o nerelerin nerelerden kaynaklandığı, bu çığ gibi sorunların nasıl ele alınması gerektiği, nasıl tam anlaşılıp ondan sonra da çözümler geliştirileceği konusunda bir tek söz söylenmiyor.
Ve liderler, onların kadroları, tayfaları ve neferleri, “onlar gitsin biz gelelim, onlar çözemedi, olsa olsa biz de çözemeyiz” yaklaşımı içinde, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Sıra geliyor, çözemiyorlar, yeni gelenler aynı deneyi tekrarlıyorlar, onlar da çözemiyorlar.
Arkasından gelen eleştiri afyonu ve bunalmış insanların doya doya kullanarak rahatlamaları!
Önümüzde kesin tarihi belli olmayan bir seçim var. Her seçim döneminde afyon kullanımı artar. Meydanlar, TV ekranları, birbirlerine acımasızca saldıran, ama sorunlara karşı cilalı taş devri araçlarıyla yaklaşan insanlarla dolacak.
İlginçtir ki, birbirinin özel yaşamına dahi pervasızca saldırabilen liderler ve lider adayları, inanılmaz bir uzlaşı içinde birbirlerinin sorunlara yaklaşım biçimleri hakkında tek kelime etmeyeceklerdir. Çünkü yaklaşımları birbirinin tamamen aynıdır!
Ve onları dinleyen milyonlar da, “tıkanmış tuvalet açmanın metodu var da ülke sorunlarına yaklaşımınızın bir metodu yok mu?” diye sormayacaklardır.
Yoksa soracaklar mı? Ne dersiniz?
Pazar, 4 Eylül 1994
-
May 25 2012 LOJMANDAN ÇIKMAYAN MİLLETVEKİLLERİ. ACABA NİYE ÇIKMIYORLAR?
Son günlerde medyayı epey meşgul eden -ve bir süre daha meşgul edeceğe benzeyen- bir konu, geçen dönem milletvekillerinin lojmanlarını hala terketmeyişleri oldu. Siyasetin halk arasındaki geleneksel tanımına göre -“siyaset kirli, siyasetçi de kirli işlerle uğraşan insanlardır”- bunda bir tuhaflık yoktur. Sıradan bir paparazzi haberi gibi, kim çıkmadı, kim eşyasını nereye koydu gibisinden onlarca dedikodu üretilebilir.
Bu dedikodularla uğraşılırken gözden kaçırılan önemli bir nokta var. Öyle bir nokta ki, siyasetin niçin kirlendiği, bir yere oturanın niçin oralardan kalkmak istemediği, milletvekili olmak istemenin niçin bu denli önemsendiği gibi sorulara yol açabilecek olan bir soru gözden kaçırıldı.
Bu soru şudur: hiçbir bulanıklık bulunmayan, en net kurallardan bile daha açık olan “milletvekili lojmanlarından yararlanma kuralı” niçin çiğneniyor, hem de bir kişi, iki kişi, on kişi tarafından değil altmış küsur kişi tarafından?”
Herhangi bir kamu kuruluşuna ait lojmanlardan yararlanan bir kişinin durumu ile milletvekillerinin önemli bir farkı vardır. Milletvekili lojmanları sayısı , tamı tamına milletvekili sayısı kadardır (hatta 50 tane daha eksiktir). Dolayısıyla, lojmandan çıkmamak, yeni seçilenin neredeyse milletvekilliğini kabul etmemekle eşdeğerdir.
Peki bu açık duruma rağmen, bu kadar çok sayıda eski milletvekili niçin lojmanları terketmeye direniyorlar?
Sorunun yanıtı -genelleştirmeme ilkesi saklı kalmak üzere- maalesef çok üzücüdür ve siyasetin niçin bu denli kirlendiğinin açıklamasını da içinde taşımaktadır. Hatta daha da ileri gederek, yalnız eski dönem milletvekillerinin değil, siyasi örgütlenmede herhangi bir pozisyon sahibi olanların oralara niçin bu denli sıkı sıkıya yapıştıklarının açıklaması da aynı noktadadır: bugün siyaset, yapacak başka bir iş bulamayan insanlar için bir istihdam kaynağıdır, yani bir ekmek kapısıdır. Yapacak bir işi olan ve siyasete gerçekten hizmet etmek için girenler açısından son derece talihsiz bir durumdur bu karışıklık..
Hele, siyasette belli bir süre kalıp, elindeki mesleğinin gelişmelerinin uzağında kalan bir kimse için siyaset tam bir ekmek kapısıdır ve insan doğasının gereği olarak bu ekmek kapısı ölesiye savunulmaktadır.
Halkımızın genel yargısı, milletvekili olan kişinin ikinci bir iş yapmaması yolundadır. Halbuki doğru olan bunun tam tersidir. Milletvekili ikinci bir iş yapmalı ve milletvekilliği imkanlarına tabi olmayacak düzeyde bir iş yapmalıdır.
Milletvekilinin yapmaması gereken ikinci iş değil, milletvekili imkanlarını kullanarak kendine çıkar sağlamasıdır ve buna “çıkar çelişkisi” denilmektedir. Kavram dağarcığımızda yer almayan bir kavramın milletvekilinin ikinci iş yapmasına engel sayıldığına, onun da siyasetin ekmek kapısı sayılmasına yol açtığına ibretle dikkat edilmelidir.
Milletvekilleri, mesleği bulunmayan ya da mesleğindeki gelişmeleri takip edemez duruma gelmiş kişiler arasından değil, çıkar çelişkisine düşmeden hayatını kazanabilen kişiler arasından seçilmeden bu iş düzelemez. Bunun için gereken, inanç sistemimiz içindeki değerleri gözden geçirip, hiç kuşkulanmadığımız kimi virütik değerlerimizi çöpe atmaktır.
-
May 25 2012 MAYO ASKISI GÖSTERGE OLUR MU?
1948 Olimpiyatlarını hatırlayanlar, rahmetli Eşref Şefik’in sesinden radyolarının başında güreş karşılaşmalarını dinlediklerini de anımsayacaklardır.
Dünya’nın henüz güreşi tam bilmediği, bizim de üstün yetenekli güreşçileri bir araya getirebildiğimiz o yıllarda, neredeyse tüm ağırlıklarda altın madalya kazanmamız bir gelenek haline gelmişti.
Ancak o yıllarda bir türlü çözümlenemeyen bir sorun, daha doğrusu bir türlü başedilemeyen bir rakip vardı: güreşçilerimizin mayolarının askıları! Rakiplerin karşılıklı çekişmeleri sırasında, bizim güreşçilerimiz en az rakipleri kadar sık sık omuzlarından kayan mayo askılarını tekrar yerine yerleştirmeye çalışırlardı.
Güreşçilerimizin çoğu bu soruna, mayo askılarını çapraz takarak, yani sol omuza takılması gereken askıyı sağa, sağa takılması gereken askıyı da sola geçirerek çözüm bulurlar, biraz olsun sıkılama sağlayabilirlerdi.
O zamanlar, niçin hep bizimkilerin mayo askılarının kaydığını, yabancılarınkilerin ise neden kaymadığını herhalde hiç merak eden olmamıştır. Olsaydı bu sorunu çözerlerdi.
Aradan yıllar geçti, televizyon yaşamımıza girdi, artık güreşleri spikerlerin sesinden çok kendi gözlerimizle seyreder olduk. 1970’li yıllarda yapılan güreş karşılaşmalarında hayretle gördük ki bizimkiler yine mayo askılarıyla boğuşuyorlar. Aradan geçen 20 yılı aşkın sürede demek ki yine meraklı birisi çıkıp bu askıların niçin kaydığını, yabancıların askılarının ise niçin kaymadığını hala sormamaktadır.
Şimdi yıl 1996 ve Atlanta Olimpiyatları! Minderde güreşçimiz, karşısında da bir İsveç’li. Bizim güreşçimiz aynen 1948’de Olimpiyatlara katılan dedelerinin yaptığı gibi yine mayosuyla meşgul, ama bu defa bir farkla: askıların sarkık kısımlarını arkadan iyice çektirip birbirine düğümletmiş!
İsveçli ise, yaptığı spora tam uygun biçimde tasarımlanmış bir mayo giymiş ve onu unutacak kadar vücuduna oturmuş.
Kıyafet mühendisliği denilebilecek bir uğraş alanının olduğunu, yapılan her işe uygun donanımın bir “dizayn” işi olduğunu bizden 50 yıl kadar önce idrak etmiş insanlarla aynı dünyayı paylaşıyoruz.
Bundan 1 yıl kadar evvel üzerine benzin dökülüp yakılmak istenilen bir polis ve birdenbire alev alan elbisesi nedeniyle TBMM’ne bir soru önergesi verilmiş ve bu elbiselerin teknik şartnameleriyle, muayene komisyonunun kabul raporunun görülmek istendiği belirtilmişti.
Uzun bir süre sonra gelen yanıtta, polisimizin ne denli feragat ve fedakarlıkla görev yaptığı belirtiliyor, sorulan sorular ise es geçiliyordu.
Tekstil alanında ne kadar iddialı olduğumuzu okuyup dinledikçe, bunların kendi kendimize yaptığımız propaganda olduğu, dünyanın bize, mesleki giyim ve benzeri konular gibi biraz olsun tasarım kültürü isteyen işleri değil, daha sıradan işleri yaptırdığı ve bunlara da son derece düşük değerler biçtiği acı gerçeğini anlıyoruz.
Henüz, güreşirken askıları kayan, ancak arkada düğümlenerek yerinde durdurulabilen askılı mayo yapabiliyoruz. Ayrıca, bunları becerebilen ülkelerden bir düzine mayo ithal edip, bir sorunu bir başkasının kaynağı durumuna getirmemeyi de akıl edemiyoruz.
Şimdi şu soruyu sormalı ve yanıt aramalıyız: bu mayo askısı meselesi acaba başka nelerin göstergesidir? Yoksa bir kuruntu mudur?
Pazartesi, 22 Temmuz 1996
-
May 25 2012 EKONOMİK YENİDEN YAPILANMADA
M.P.M.’NİN ROLÜ NE OLMALIDIR?
A.B.D. ekonomisi, dışarıdan bakıldığında sanılabileceği gibi dev şirketlerin değil çok sayıda küçük kuruluşun omuzları üzerindedir. Ekonomisinin % 47’si küçük boy şirketlerce oluşturulur.
Benzer şekilde Japonya da böyledir. Dev dış ticaret şirketlerinin çevresi, onbinlerce küçük ve orta ölçekli firma tarafından sarılmıştır. Bunlar konjonktürel dalgalanmaları absorbe eden amortisörler gibidir.
A.B.D.’de küçük şirketlerle devletin ilişkisi SBA (Small Business Administration) adında bir federal kurum tarafından düzenlenir. SBA, yüzbinlerce küçük girişimci ile tek tek ilişkide değildir. Bu imkansızdır. Çünkü her girişimcinin ihtiyacı bir diğerinden farklıdır.
SBA, çok daha az sayıdaki aracı şirketi destekler. Aracı şirketlerin SBA ile ilişkileri basittir: SBA onlara hibe ve kredi sağlar, aracı şirketler de anlaşmaları gereğince bunların ödenmesi gereken kısımlarını SBA’ye geri öderler.
Diğer yandan, aracı şirketlerle girişimciler arasındaki ilişkiler ise son derece girifttir. Kimi aracı şirket yalnız para (risk sermayesi vb yollarla) sağlarken, bazıları ödünç personel (secondee), diğerleri ise işyeri (teknoparklar vb yollarla) sağlarlar. Bu, devleti ekonominin içine fazla sokmadan ekonomiyi idare etmenin yoludur ve bilinen en iyi yöntemdir.
SBA son derece küçük kadrolu, ama kadrosu gerçek uzmanlardan oluşan bir kurumdur.
MPM’nin ekonomik yeniden yapılanmadaki rolünü açıklamak istediğim bu yazıya SBA örneğiyle başlamamın nedeni, çok yaygın bir amaç kümesine hizmet vermek durumunda olunduğunda, liberal bir ekonomik anlayışın nasıl davranacağını göstermek içindir.
SBA’nin ABD’de üstlendiği rolü oynamak üzere ülkemizde de KOSGEB kurulmuştur. Ancak kısa sürede -tüm kamu kuruluşlarında olduğu gibi- kadroları şişmiştir. Bunun nedeni, girişimcileri destekleyecek aracı kuruluşları desteklemek yerine, girişimcileri bizzat desteklemeye, onlara destek olabilecek hizmetleri bizzat yapmaya kalkışmış olmasıdır. Diğer bir deyişle, devletin gücünü kullanarak girişimcilerle rekabet ederek girişimcileri desteklemek !
KOSGEB’in bu çıkmaz yoldan kurtarılması için yapılması gerekenler açıktır:
-
Aracı kurumların yani Girişim Destekleme Şirketleri’nin (Enterprise Agencies) kurulmasını özendirip onları desteklemek ve
-
Girişimciliği caydıran Kaynak Sebepler’i belirleyip -ki onlar da bellidir- bunların giderilmesi yolunda çaba harcamak.
MPM’ye gelince: Ekonomiyi yeniden yapılandırmak, ekonomik faaliyetlerdeki -ki, içinde insanın yer aldığı tüm faaliyetlerdir- verimi artırmak ve de gerek konjonktürel gerekse arızi krizleri aşabilmek için MPM’ye düşen görev öncelikle, verimliliğin diğer faaliyetlerden ayrılabilir, onlardan bağımsız olarak yükseltilebilir bir kavram olarak anlaşılması biçimindeki geleneksel yaklaşımı terketmektir.
MPM’nin -ve sistemini ele almadan verimliliğini artırmaya çalışan tüm kuruluşların- giriş kapılarına büyük harflerle şu yazılmalıdır:
“VERİMLİLİK ARTIRILAMAZ. ANCAK ONU AZALTAN NEDENLER GİDERİLEBİLİR. VERİMLİLİK, BİR SİSTEMİN AYNADAKİ YANSIMASIDIR”
Bir söz oyunu gibi görünebilecek olan bu yaklaşım aslında geleneksel ve yeni yaklaşım arasındaki büyük farka işaret etmektedir. Verimliliğin söz konusu olduğu bir sisteme, sistem içi ve dışından etki yapan tüm faktörler etkileşim halindedir. Bunları bir kenara bırakıp yalnızca göze çarpan girdilerin verimliliğiyle uğraşılması her zaman ve yalnızca tek sonuç verir: başarısızlık!
Bu soyut sözlerin somut bir sonucu vardır: Çeşitli kurum ve kuruluşların, dolayısıyla da ülkenin topyekün verimliliğini artırmayı hedef edinmiş bir kurum olan MPM, sayıları onbinlere varan sistemleri analiz etmek ve geliştirmek gibi yapımı hem imkansız ve hem de yapılabilse dahi -KOSGEB örneğinde olduğu gibi- özel girişimcilerin önünü tıkayacak bir role soyunmuştur.
Bu durumda yapılması gereken, katalitik bir role çekilmek, böylece fiziki olarak küçülürken etkinliğini (kontrol ettiği alanı) artırmaktır. Bu kavramı daha iyi açıklayabilmek için, evvelce yazdığım bir makaleden şu alıntıyı yapmak istiyorum:
“KATALİTİK” DEVLET !
“Hemen her işin devletten beklendiği toplumumuzda, yapılması gereken işlerin başında, devletin işlevinin ne olduğunun (dolayısıyla da neler olmadığının) doğru ve de yalın biçimde tarif edilmesi gelmektedir. Çünkü, her soyut hale gelen kavramda olduğu gibi devlete de, toplumumuzda ve belki diğer toplumlarda, gerçek işlevinin çok ötesinde görevler yüklenilmeye çalışılmaktadır.
İş bulamayan kişi kendisine iş bulunmasını, rekabet gücü düşük sanayici kendisinin desteklenmesini, iki karış toprağını yirmi kişilik ailesiyle ekip biçen ve yılın yarısında boş oturan köylümüz giderek artan oranlı destekleme alımlarını hep devletten beklemektedir.
Halbuki devlet, ancak bir kısım insanımızın -gönlünden kopan- vergileriyle oluşan sınırlı bir kaynağa sahiptir ve ancak insanların “ortak ilgileri” ne destek sağlamak zorundadır.
Bütün bu isteklerin doğru yerlerine oturtulabilmesi için bir yeni kavrama gereksinim vardır: Bu yeni kavram, “katalitik para” dır!
Katalitik Para, devlet parasıdır ve tek başına hiçbir satın alma gücü olmayan bir paradır. Aynen tedavülden kalkmış bir para gibidir. Ancak insanların ya da kuruluşların kendi paralarıyla biraraya geldiği zaman bir işe yarar.
Örneğin katalitik para, insanların sağlık giderlerini karşılamada kullanılamaz. Sağlık giderlerinin bir bölümünü karşılayabilecek bir paraya (dolayısıyla bilgi, beceri ve üreticiliğe) sahip insanların paralarıyla katalitik para biraraya gelirse bir işe yarayabilir. Nasıl ki meyva konsantresi tek başına içilmez su ile karıştırılarak kullanılabilirse, katalitik para da tek başına kullanılamaz!
Ya da vatandaşın konut ihtiyacı devlet parasıyla (katalitik para) karşılanamaz. Ancak insanları tasarruf yapmaya özendirmek için kullanılabilir. Örneğin, konut için yapılacak tasarruflara devlet de katalitik parasından katkıda bulunabilir ve böylece hiçbir bankanın vermediği büyüklükte bir tasarruf faizi ortaya çıkmış olur ve vatandaş da bu çok yüksek faizden yararlanmak için ne yapıp yapıp tasarruf yapmaya çalışır. Sonuçta biriken paranın büyük bir bölümü vatandaşın parasıdır, ama onun birikmesine devletin katalitik parası neden olmuştur.
Katalitik para, katalitik devlet kavramına dayanır. Küçük devlet katalitik devlettir ve her katalizörde olduğu gibi etkisi de büyüktür. Bu da güçlü devlet demektir.
Her politikacının, bürokratın ve tüm vatandaşlarımızın ilk öğrenmesi gereken kavram bu olmalıdır. Aksi halde, devlet parasının bu katalitik özelliğini bilmeyen politikacının vaatler denizinde hem kendi, hem bürokratı ve hem de vatandaş boğulur.”
Evet, MPM’nin rolü, katalitik rol olmalı, verimlilik politikasını hazırlayıp, girişimcilerin kurum ve kuruluşlarla bu politika uyarınca işbirliği yapmasına uygun ortamı hazırlamasıdır.
Bu yaklaşıma karşı ileri sürülebilecek iki iddia olabilir:
-
MPM’nin geleneksel denilen yaklaşımı bugüne kadar bir çok kurumda verimlilik artışına yol açmıştır.
-
Yeni yaklaşımın, MPM’nin yapısını oluşturan üçlüye anlatılıp benimsetilmesi güçtür.
Bunlara verilebilecek yanıtlar basittir:
-
Kurumlarımızın verimi o denli düşüktür ki, onlar üzerinde yapılacak en küçük bir iyileştirme çalışması dahi verimin bir miktar artamasına yol açmaktadır. Önemli olan, bu verim artışının karşılığında ne harcandığıdır. Aslında MPM’nin kuruluşundan bu yana harcadığı maddi kaynak, sağladığı yararlar yanında ihmal edilebilir kalır. Ama, MPM’nin verimliliğini ifade etmek için kullanılması gereken oranın paydasında, “geleneksel yaklaşım yerine burada önerdiğimiz yaklaşım kullanılmış olsaydı sağlanabilecek verim artışı” bulunmaktadır.
-
Galileo bu gibi savların yanıtlarını çok önceden vermiştir: “Sizler haklı olabilirsiniz. Ama Dünya yine de dönüyor!”
Pazartesi, 06 Mart 1995
-
-
May 25 2012 BİR OKUR MEKTUBU ÜZERİNE!
Yaşamı boyunca 1500 civarında icat yapmış olan Thomas Alva Edison’a bir hayranı “üstat, bu ne müthiş bir zeka!” biçiminde bir iltifatta bulunur. Edison’un yanıtı ilginçtir: “Zeki olup olmadığım konusunda bir şey diyemem. Ama eğer icatlarımı kastediyorsanız onların yüzde doksan dokuzu ter, yüzde biri de şanstır”..
Herkesin hayranlık duyduğu Amerika’nın kısa tarihi sokaktaki insanımız tarafından pek bilinmez. Rekabet olgusunun nasıl olup da Dünya’nın dört bir yanından gelen yetmiş iki buçuk millete bu denli egemen olabildiği, neredeyse bu farklı kültürdeki insanlarda bir kültürel genetik oluşturduğu, Oklahoma’daki sahipsiz arazilerin halka dağıtılma biçimini bilmeyenlerce bir gizem olarak görülebilir.
Abraham Lincoln ve Thomas Jefferson gibi iki başkanın aynı zamanda birer mucit oldukları, Lincoln’ün 0062 nolu patentin sahibi olduğu, ilk işi patent ofiste icat incelemek olan Jefferson’un ise dış işlerinden sorumlu olduğu yıllarda, her akşam üzeri ofisinde icat başvurularını inceden inceye okuyup değerlendirdiğini bilmeyenler, niçin o insanların haftada 6000 civarında icat yapıp para keserken, bizim 120 yılda ancak 6000 icat yapabildiğimizi anlamakta güçlük çekebilirler.
Yurt dışında yıllarını geçiren çok insanımız vardır. Bunların bir bölümü resmi devlet görevleri için giderler ve de dönerler. İçlerinde mutlaka, gittiği ülkelere derinlikli bakabilen çok kimse vardır. Bir bölümü de gittikleri gibi dönerler, ömürlerinin geri kalan kısmında da oralardaki insanların ne denli medeni, buradakilerin de ne olmadığını anlatır dururlar.
İşte, gidip de boş gözlerle etrafına bakınmayan okurlarımızdan birisinin bazı gözlemlerini içeren bir mektubu:
Dün gece televizyonda “Tarih” kanalında çok güzel bir dökümanter seyrettim: Modern Marvels: Transcontinental Railroad, California to Nevada. Amerikan”Ic Savasindan”dan sonra hükümet tarafıdan finanse edilen bu proje 1862’de Sacremento California ve Omaha Nevada dan aynı anda “Union Pasific Railway” ve “Central Pasific Company” adlı iki şirket tarafından başlıyor ve 1869’da bitiriliyor.
Müthiş bir hikaye. Tabi Amerikalıların tarihe klasik yaklaşımı ile anlatılıyor bu mühendislik macerası. Yani günahlarıyla, hiç acımadan açıklarıyla ve sevaplarıyla hiç alttan almadan. Bu müthiş mühendislik harikası, insan doğa ve hayvan soykırımı ile el ele gidiyor. Yedi sene süren bu mücadele sırasında insanı hayrete düşüren hatalar ve mucizelerle tren yolu tamamlanıyor. Tabii her şey belgelendiği ve fotoğraflandığı için nasil bir proje olduğunu anlayabiliyorsunuz.
Sierra Nevada sıra dağlarına yapılan tünel resmen iğne ile kuyu kazmaya taş çıkartacak hızda bitiriliyor. En görkemlisi, Sierra’nin granit zirvesinin altına yapılan tünel: Dağın iki tarafından baslanılan delme, 24 saatte 8 inç hızında ilerliyor. Tabi bu arada doğanın güçleri ile kıyasıya bir mücadele var. İsçilerin üstlerine cığ düşüyor, kar fırtınaları durmak bilmiyor ama işçiler hep ilerliyor. Demir yolunun üzerindeki karı küremek için yeni bir takım araçlar geliştiriyorlar. Ya da Utah eyaletinde susuzluktan her 14 milde bir su tankları ve suyu kuyulardan yukarı pompalamak içinde rüzgar değirmenleri inşa ediyorlar. Yani tüm yol boyunca bir buluş ve “challenge” kaynağı olan bir mühendislik projesi gerçekleşiyor. Biz Anadolu/Türk kültürü olarak, yendiğimiz savaşlarla öğünürüz. Bu Transcontinental Railroad insai da aynı bir cihad gibi, tükenmez bir inanç, üstün çaba ve çalışma örneği. Belki de her ülke her kültür, cihad-kahramanlık “kotasını” tarih boyunca öyle ya da böyle bir şekilde dolduruyor. Ya Viyana kapılarına kadar ya da Sierra Dağları içinden!!
Buraya kadar hikayenin bir yüzü, diğer tarafı ise yüz kızartacak bir utançlar silsilesi. Bütün bu demiryolu insai Amerkan Yerlilerinin topraklarında oluyor. Ve bu arada kızılderililerinin tek geçim kaynağı olan buffaloları da isçileri beslemek icin her gün onlarcasını öldürüyorlar. 1800’ler başında sayısı milyonları bulan, Amerika’nn bir başından bir başına göç eden bu hayvan türü kısa bir süre önce yok olmaya aday türlerden biriydi. Neredeyse ineğin yok olması gibi!!
Geçtiğimiz yaz Kansas’a gittiğimde korumaya alınmış Buffalo sürülerini gördüm, çok fazla değil bir kaç yüz hayvan. İnanılmaz büyüklükteki bu hayvanların yüzlerinde bir içe dönüklük var, belki de soykırıma uğradıkları için! Ayrıca buffalolar hakkında önemli bir bilgi. Yerliler bu hayvanları bizim modern anlamda hayvancıkla gütmüyorlar. Yerliler bu sürülerin göç yollarında onları takip ediyorlar, yani buffalolar nereye gidiyorsa onlar da oraya taşınıyorlar. Ve yiyecek giyecek ihtiyaçları için bu hayvanları avlıyorlar ve bu hayvanlar onların var olmasına yardımcı oluyor. Ayrıca tren yolunun güzergahı üstündeki ormanlar yok ediliyor. Kızılderililer bu durumdan hiç memnun olmadıkları için isçilere saldırıyorlar ve tabi hepsi öldürülüyor.
Amerikanın tarihe bu iki yönlü bakışı çok da eski değil. Vietnam Savaşından hic kimse bahsetmemeye çalışıyordu, ırkçılıklarını pek telaffuz etmiyorlardı ama 1980 sonlarından beri Amerika’da tarih artık başka okunuyor. Yukarıdaki tren yolunun hikayesinin iki tarafı da böyle. Amerika bu şekilde yaratılmış. Herkes kendi tartısına koysun bunları ve tartsın.
Sivas-Erzincan demiryolunun hangi güçlüklerle açıldığını bilen ya da okuyanlar için benzer bir hikaye gibi gelebilir. Ama medeniyetlerin nasıl kurulduğunu göstermesi ve bunların gelecek kuşaklara nasıl aktarılması gerektiğine örnek arayanlar için çok da öğretici olabilir.
Cumhuriyetin 100ncü yılını kutlama programının tasarımını yapacaklara -eğer anlamak isterlerse- epey ipucu var.
-
May 25 2012 İŞKENCE GÖRENLER VE YAPANLAR AYNIDIR !
Gazeteci Metin Göktepe’nin polis gözetiminde iken ölmesinden sonra yükselen kamuoyu tansiyonu, katil zanlılarının bulunmasından sonra birdenbire düştü. Kana kan isteyen kamuoyu, onbeş kişinin adlarının açıklanmasıyla tatmin oldu.
Şimdi pekala iddia edilebilir ki, Göktepe’nin gerçek katilleri bu onbeş polis değildir. Belirlenen bu onbeş polis işin tetikçileridir. Cinayeti ise;
-
Bu ve benzer olayların nedenlerini sormayıp yalnızca intikam peşinde koşan,
-
Cinayet, işkence ve kötü muamele’nin aynı kökten gelen değişik şiddette olgular olduğunu; trafikte, devlet dairesinde ya da işe giriş sınavında torpil yaparak ya da yaptırarak birilerinin önüne geçmenin, rüşvet almanın ve de vermenin, bunu alıp vermeyenlere karşı kötü muameleye yol açtığını, onun da işkencenin tohumu olduğunu idrak edemeyen,
kamuoyu azmettirmiştir. Yani asıl suçlu odur.
Şimdi bu polisler;
“Göz altına alınanları hepimiz suçlu olarak görür ve cezasını daha o evredeyken vermeye başlarız. Bu yalnız polisin değil halkın da genel yargısıdır. Ayrıca, olayları çözebilecek eğitim düzeyinde de değiliz. Zanlıları döverek olay aydınlatmak, insanları döverek terbiye etmek bize amirlerimizden, onlara da amirlerinden geçmiş olan bir gelenektir. Bu gelenek yalnız poliste değil, okulda, evde, sokakta, kışlada ve akla gelebilen her yerde böyledir.
Yaşamım sırasında temas içinde olduğum herkes, elindeki imkanlar nisbetinde bana kötü muamele ediyor ve bu yolla kendilerine yapılan kötü muamelenin acısını benden çıkarıyorlar. Yaptıkları muamelenin bir nedeni de işlerini iyi yapabilecek şekilde sistemlerin kurulmamış ve onların da buna göre eğitilmemiş olmalarıdır. Ben de elimdeki yetkileri, kötü muamele dengesini kuracak biçimde kullanıyor ve başkalarına kötü muamele ediyorum. Kötü muamelenin dozunu kaçırdığımız doğrudur, bundan dolayı suçluyuz. Ama suçun bütünü de bizim değildir. Maruz kaldığımız bunca kötü muamele ruhsal sağlığımızı da bozmuştur. İnanmayanlar sokaktan rastgele 100 kişi toplayıp ruh sağlığı testlerinden geçirsinler. Başka ülkelerde yüzde onlar civarında olan ruhsal bozukluklar bizim toplumumuzda çok daha yüksektir.
Aklın ve bilimin önderliğinde anlayıp çözmeniz gereken bunca sorunun en son halkası olan olayları çözmeyi, eğitimi, sağlığı ve içinde yer aldığı sistemi yetersiz olan bizlere bırakmak ve ondan sonra da elindeki tek imkan olan dayağı kullanan bizleri suçlamak haksızlık değil midir?
Bireylerin bir hiç, bireyciliğin ayıp olduğunu, tek korunması gerekenin devlet olduğunu, bu amaçla tüm yapılacakların meşru sayılmak gerektiğini, hepimizin devlete feda edilebileceğimizi öğretip şimdi de devleti yıkmak peşinde olduğunu tahmin ettiğimiz bir kişiyi dövdüğümüz için niçin tepki gösteriyorsunuz? Bu yaptığımız devlete hizmet değil midir? Bizi sorgularken döven polis arkadaşlarımız, Metin Göktepe’yi dövdüğümüz için mi yoksa işi berbat edip öldürdüğümüz için mi kızıyorlardı?
Devleti akılla bilimle korumayı beceremeyip de bu işi bizlere ihale eden laf ebesi aydınlarınızın bu işte suçu yok mudur?
Birbirine kötü muamele eden bu kadar insan varken, bunu olağan kabul edip, yalnız ölümle sonuçlanan kötü muamelelere tepki gösteren sizler esas suçlular değil misiniz? Bizi cezalandırın ama kendinizi de unutmayın!” diye kendilerini savunsalar, buna kim çıkıp da yanlış diyecektir.
Şimdi karşımızda onbeş gariban kişi var. Bunlar kelimenin tam anlamıyla “gariban” kişilerdir. Şaşkın şaşkın başkalarından farklı ne yaptıklarını anlamaya çalışıyor ve belki de öldürdükleri kişinin cesedini niçin daha uzak bir yere atmadıkları için kendilerine kızıyorlardır.
Bu polislerin cezalandırılmasının, benzer olayları önleyeceği inancında olan safdiller bulunabilir. Gerçekten de bundan sonra gözaltında iken vukubulacak ölüm olaylarında büyük bir düşüş meydana gelecek, hatta sıfıra düşecektir. Ama, ölmeden kötü muamele görenlerin sayısında da bir tırmanış meydana gelecektir.
Toplam kalite konusunda verilen bir örnek, bu duruma pek uygundur: Bir bankada veznedarların açık ya da fazla vermelerini önlemek isteyen yönetim, bir genelge yayımlayarak açık ya da fazla veren veznedarların derhal işten atılacağını duyurur. Bu sert önlem üzerine ertesi günden itibaren hiçbir veznedar açık ya da fazla vermemeye başlar. Bunun nasıl olup da o güne kadar becerilemediğini merak eden bir yönetici, veznedarların aralarında bir havuz oluşturduklarını, fazlaları bu havuza koyup açıkları bu havuzdan karşıladıklarını görür. Yani açık ve fazla verme işlemlerinde bir değişiklik yoktur, yalnızca sert önlem dolayısıyla yanlışı yönetimden gizleyecek basit bir çare bulunmuştur!
Ne olduğunu, kimin yaptığını değil niçin olduğunu soran insanlar haline gelmedikçe bu işler bitmeyecek, yalnızca şekil değiştirecektir. Pazartesi, 29 Ocak 1996
-
-
May 25 2012 FELAKET, GELİYORUM DİYOR VE GELİYOR!
Sakatlık kaynaklarının sıralanmasında baş sıralarda yer alan bir neden grubu “ev kazaları”dır. “Trafik kazaları”nın bu sıralamada önemli bir yer tuttuğunu herkesin bilmesine karşın acaba “ev kazaları” niçin yaygınlıkla bilinmez?
Neden basittir; çünkü, ev kazaları son derece geniş bir alana dağılmıştır ve dahası bu tür kazaları raporlayan bir sistem de mevcut değildir. Halbuki buna karşılık hemen her trafik kazası rapor edilir.
Yaşamın çeşitli kesitlerine dağıldığı ve rapor edilirken aynı neden ile açıklanmadığı için, toplumun dikkatinden kaçan bir olgu, patlayıcı gaz veya toz içeren iş yerlerindeki kazalardır. Kamuoyuna daha açık olup, herkesçe tehlikeli olduğu bilinen benzin istasyonları, tüpgaz bayileri ya da dolum tesislerindeki kazalar sık sık gündeme gelir. Buna karşın, aynı derecede tehlikeli olan diğer gaz veya toz patlaması riski içeren iş yerleri konu edilmez.
Hububat siloları, boya üretim fabrikaları, boyama atölyeleri, film yapım ve basım stüdyoları, zeytinyağı üretim tesisleri, petrol rafinerileri, şeker fabrikaları ve doğalgaz tesisleri, bu tür risk içeren yerlerden “çok az” bir kısmıdır.
Bir kaç yıl önce İstanbul Tuzla’da meydana gelen tanker yangını ile son benzin tankeri yangını, kapalı bir ortamda oluşan patlayıcı gaz atmosferinin ne denli büyük bir tehlike olduğunu kanıtlamıştır.
Bu tür kapalı alanlarda belirli bir yoğunluğa erişen herhangi bir gaz ya da toz, herhangi bir ateşleme kaynağınca ateşlenebilir.
Örneğin un değirmenlerinde havaya dağılıp “asılı” hale gelmiş un, ya da demir-çelik imalhanelerindeki havada asılı metal tozu, aynen benzin buharı gibi patlayabilir.
Medeniyet çeşitli şekillerde tanımlanabilir. Bunlardan birisi de belki, “medeniyet, enerji türlerinin yoğunlaştırılıp saklanması ve kullanılması demektir” şeklinde olabilir.
Mutfaklarımızda kullanılan 25 kg’lık bir tüpgazın içinde saklı bulunan enerji, 1 tonluk bir kayanın yaklaşık 200 metre yukarıdan düşmesi halinde kazandığı enerjiye eşittir.
Bu kadar yoğun enerjilerle burun buruna yaşamanın ön-koşulu, bunların yaratabileceği potansiyel tehlikelerin farkında olmak, farkında olunmaması halinde ise bunun faturasını ödemeye hazır olmaktır.
Bu riskleri en aza indirmenin medeni Dünya’daki yolu, patlama tehlikesi mevcut olan ortamlarda kullanılan ve kıvılcım yaratabilecek tüm donanımı sertifikalandırmaktır.
Türkiye’de bu amaçla kurulmuş ve yetkilendirilmiş bulunan ilk istasyon, halen Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu bünyesinde ve Maden Dairesine bağlı olarak çalışmaktadır. TSE ise bazı sertifikalandırma işlemleri için İzmir’de bir istasyon açmıştır.
Potansiyel patlama riski içeren tesislerin, bu istasyonlardan sertifika almaları yasal bir zorunluk ayrıca da sağduyunun gereğidir.
Bununla beraber, mahalle aralarına kadar yayılmış bulunan benzin istasyonlarında kullanılan benzin pompalarının elektrik donanımlarının sertifikalandırılması zorunluğu, bir süredir – inanılmaz bir biçimde- kaldırılmıştır.
Halkımızın tüm bireylerinin, örneğin Hepatit -C ya da alevsızdırmazlık konularında uzman olmasını beklemek mantıklı değildir. Yarın bir gün bu nedenle doğabilecek bir patlama ve felaketin nedeni belki sokaktaki insanlarca anlaşılmayabilecektir. Ama kamu otoritesinin bunu bilmek ve açıklamak zorunluğu sürecektir.
Yoğun enerjilerle bu denli yakın yaşamanın gerektirdiği ciddiyet, kapı arkalarındaki uzlaşmaları ya da “bi’şi olmaz” ukalalıklarının dışında tutulmalıdır.
Felaketlerin tek tek gelmesi, bunlara karşı kamuoyu duyarlığını azaltmaktadır. Ama medeni ve medeni olmayan toplumları ayıran da bu duyarlığın eşik düzeyi değil midir?
-
May 25 2012 İSTANBUL 2000’İ “GERÇEKTEN” İSTİYOR MUYUZ?
Türkiye’nin hemen her yerinde İSTANBUL 2000 olimpiyat çağrısı afişlerini gördükçe aklıma bu soru geldi.
Lütfen soruya bakarak, “gerçekten de ne demek, tabii istiyoruz, sen istemiyormusun?” demeyiniz. Benim isteyip istemediğim önemli değil, istesem ne olur istemesem ne çıkar?
Önemli olan, neredeyse ulusal amaç durumuna gelen bu arzunun sonunda hüsrana uğramamaktır.
Çünkü geçmiş deneyimlerimiz bize gösteriyor ki mazallah öyle bir şey olursa Dünya’ya savaş ilan edebiliriz.
“Gerçekten” istiyorsak demenin nedeni yine geçmiş deneyimlere dayanıyor. İstediğimiz ve de çok şiddetle istiyor göründüğümüz bir çok şeyin gereklerini nasıl yerine getir(e)mediğimizi bilen bir kişi olarak “istemek” ile “gerçekten istemek” arasındaki farkı bilebiliyorum. “Gerçekten istemek”, istenilen şeyin gereklerini yerine getirmeye hazır olmak, “yalnızca istemek” ise, bu gereklerin ya fakında olmadan istemek ya da fakında olup zaman kazanmak vs gibi bir nedenle istemek demektir.
Olimpiyatların İstanbul’da yapılmasını “gerçekten” istediğimizi varsayarak, bu iş için çaba harçayanlara yaralı olacağını düşündüğüm bir öneride bulunmak istiyorum. Lütfen şu varsayımdan -eğer böyle düşünüyorsanız- yola çıkmayınız: “Dünya bize düşmandır, olimpiyatları bu yüzden Avustralya ya da Çin’de yaparlar. Ama o ülkelerin sakıncaları vardır. Hakkı olan biziz. Zaten her konuda haksızlığa uğruyoruz.Bu konuda hakkımızı istiyoruz!”.
Bilelim ki kimse bize -ve de kimseye- düşman -ve de dost- değildir. Daha doğrusu bu işlerin dostluk ya da düşmanlıkla bir ilgisi yoktur.
Soruyu şöyle sorunuz: “Olimpiyatların İstanbul’da yapılmasını engelleyebilecek sebebler nelerdir?”.
Soru böyle sorulunca, ortaya bambaşka cevaplar çıkmaktadır.
Hijyen, güvenlik, ulaşım, yabancı dil(ler) gibi çok sayıda sorun bulunduğu, bunların birer “emir” ile çözümlenemeyeceğini biliyoruz.
Son çöp patlaması olayı dahi tek başına, yıllarca sürebilecek bir reklam kampanyasının etkilerini silebilecek kadar güçlü bir negatif propaganda konusu olabilir.
Bunu bizim unutmamız, kendimizi iç göç vs gibi şeylerin arkasına saklamaya kalkmamız belki kendimizi tatmin edebilir, ama başkalarını asla!
Olimpiyatları gerçekten istiyorsak ve o “engel olabilecek nedenleri” tek tek sıralayıp, onları tek tek giderebilecek önlemleri gerçekleştiremezsek boşuna ümitlenip sonra da feveran etmeyelim.
