• NELSON’UN HUNİ DENEYİ . YİNE !

    Bundan beş yıl evvel, bir sorunun çözümünde kullanılabilecek doğru ve eğri yolları çok iyi anlattığını düşündüğüm bir yazı yazmıştım. İçinde yaşadığımız bu günlere en uygun yazı olarak bin küsur yazım içinden onu seçtim. Ve hiçbir değişiklik yapmadan tekrar aşağıya alıyorum:

    «1987 yılında, Deming Ödülü adıyla bilinen kalite ödülünü kazanan Lloyd Nelson tarafından yazılan bir makale, yıllardır bazı sorunları niçin çözemediğimizi o kadar çarpıcı biçimde açıklıyor ki, birdenbire bu kadar çok olayın anlaşılmazlık perdesi arkasından ortaya çıkması insanda garip bir his yaratıyor ve nasıl olup da bugüne kadar bunu göremediğinize şaşıyorsunuz.

    Ödül kazanan makale oldukça kısa ve basit bir deneyi anlatıyor. Benzer bir deneyi isteyen evinde bile yapabilir.

    Deney, bir huni, bu huninin boğazından tam geçebilecek bir bilya, huninin ucunu yerden 5-6 santim yukarıda tutabilecek bir düzenek ve huninin altına yayılmış bir kağıt yardımıyla yapılıyor.

    Deney şöyle: Bilya huni içine bırakılıyor ve ucundan çıkıp kağıdın üzerine düşüyor. Ama tam huni ağzının altında durmayıp bir tarafa doğru biraz yuvarlanıp duruyor. Durduğu bu nokta kağıdın üzerine işaretleniyor. Bu deney çok sayıda -mesela 500 defa- tekrarlanınca kağıt üzerinde rastgele dağılmış bir noktalar kümesi oluşuyor.

    Bilyanın her defasında tam huninin altında değil de rastgele değişen yerlere kadar yuvarlanmasının çeşitli nedenleri olabilir. Yerin tam düzgün olmayışı, kağıdın pürüzlülüğü, bilyanın mükemmel küre olmayışı gibi çok sayıda etken, bilyanın hep aynı noktada durmayışının olası nedenleridir.

    Aynı huni, aynı bilya ve aynı kağıtla deney ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın sonuçtaki noktalar kümeleri hep birbirine benzeyecektir (inanmayanlar deneyebilir!).

    Bu haliyle, huni, bilya, kağıt vs den oluşan sistem kararlı (stable) bir sistemdir. Nasıl davranacağı baştan bilinmekte, bilyayı attığınız zaman noktalar kümesinin içinde bir noktada kalacağı bilinmektedir.

    Şimdi, bu sistemi “düzeltmeyi” kafasına koymuş bir kişi düşününüz. Amacına ulaşmak için şöyle bir reçete uyguluyor:

    Reçete 1 – Bilyanın her defasında durduğu yer, bir evvel durduğu noktaya göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecek ve böylece bir öncekine göre oluşan sapma giderilmeye çalışılacaktır.

    Bu reçeteye göre deney yine mesela 500 defa tekrarlanınca elde edilen noktalar kümesi eskisinden daha küçük değil aksine daha büyük olmaktadır.

    Sistemi “düzeltmeyi” kafasına takmış olan kişi bu defa yeni bir çözüm düşünür ve uygular:

    Reçete 2 – Bilyanın her defasında durduğu yer, huni ucunun tam altına göre ne kadar uzaksa, huni tam aksi yönde o kadar hareket ettirilecektir.

    Deney yine tekrarlanır ve yeni bir noktalar kümesi elde edilir. Noktalardan oluşan leke bu defa ilk ikisinden de büyük ve çarpıktır. Umulan “düzelme” yine sağlanamamıştır.

    Düzeltme inadı içindeki kişi nihayet son bir çözüm düşünür:

    Reçete 3 – Huni her defasında bilyanın durduğu noktaya getirilecektir.

    Bu deneyin sonunda noktalar kümesi, huninin altına yayılan kağıdın tümünü kaplayacak kadar genişlemiştir.

    Nelson’un makalesi bir cümle ile son bulmaktadır: “Kendi içinde kararlı hale gelmiş sistemlerin nasıl işlediğini tam anlamaz ve ana parametrelerini (bu örnekte huni boyu, kağıt cinsi, bilya mükemmellliği, yerin yataylığı, düzgünlüğü vs) değiştirmezseniz sistem davranışını değiştiremezsiniz. Kurcalama ile sistem iyileştirilemez, ancak daha çok bozulur!”

    Gündelik hayatta Nelson’un Huni Deneyi yüzlerce alanda, bıkıp usanmadan tekrarlanmaktadır.

    Belediyeler yol güzergahlarını değiştirerek trafik sıkışıklığını çözmeye, hükümetler vergi oranlarını değiştirerek vergi gelirlerini artırmaya, başarısız futbol klübü antrenör değiştirerek şampiyon olmaya, Merkez Bankası para arzı ile oynayarak faizleri düşürmeye ve daha binlerce kişi “kurcalama” yöntemiyle birşeyleri “düzeltmeye” çalışmaktadırlar. Ama bu “kurcalama”ların başarılı olmadığı, başarılı olmak bir yana sorunları daha içinden çıkılmaz hale getirdiği görülmektedir.

    Sorun, şu veya bu kişi ya da şu veya bu siyasal partiyle ilgili değil, toplumumuzun tüm sorunlara yaklaşımındaki yetersizlikle ilgilidir.

    Bu yetersizliğin giderilmesi iki aşamalı bir yaklaşımla mümkündür: Önce, “kurcalama” yöntemiyle çözmeye çalıştığımız sorunları gözden geçirmeli ve bunların hemen hemen “tüm” sorunlar olduğunu görmeliyiz. İkinci aşama ise sorunları “kurcalamak”tan vazgeçip, onların niçin olduğunu anlamaya çalışmaktır. Eğer bu iki adım doğru atılırsa, çözümler konusunda hiç endişe edilmemelidir. Ama eğer “kurcalama” yöntemini terketmezsek sorunların daha çok ağırlaşacağından zerre kadar şüphe edilmemelidir. »

    Gelecek haftaya kadar hoşça kalınız.

  • NASIL BİR TÜRKİYE ÖZLEMİNDEYİZ?

    Bu soru ilk anda biraz anlamsız görünüyor değil mi?

    Öyle ya:

    “Bu cennet vatan toprağında, barış, kardeşlik, hoşgörü içinde yaşayan; refah ve mutluluğu çağdaş ülkeler düzeyine erişmiş ve sürekli gelişen bir Türkiye” gibi bir tanımlama yeterli değil mi? Haydi bunu pek yuvarlak buldunuzsa daha somut terimlerle şöyle de diyebiliriz:

    “Fert başına milli geliri 6000 doları aşmış, enflasyonu ve işsizliği %5’lerin altında, düşmanlarını sindirip dostlarını yüreklendirebilecek bir güce erişmiş bir Türkiye”…

    Yoksa bunu da beğenmediniz mi?

    İsterseniz, bu deneme-yanılmaları bir kenara bırakıp, “Nasıl Bir Türkiye?” sorusunun cevabını verebilmenin bir önemi olup olmadığını, sonra da bu cevabın nasıl bir kalıp içinde verilmesi gerektiğini irdeleyelim.

    Bu soruyu cevaplayabilmenin en güvenilir yolu, bu ülkede olabilecek tüm doğru, iyi ve güzel şeyleri altalta sıralamaktır. Böyle bir listeyi, hatta bir kısmını bile buraya yazmaya kalkışmıyorum, çünkü yüzlerce kalem istekten oluşacağı bellidir. Öyle ya tüm doğruluk, iyilik ve güzelliklerin listesi o kadar uzun olacaktır..

    Şimdi ikinci soru: Pekiyi böyle eksiksiz bir ülke, ütopyanın dışında olabilir mi? Cevap basit ve kesindir: Hayır olamaz! Nedeni, bu kadar çok doğruluğu, iyilik ve güzelliği gerçekleştirmeye, o ülkeye ayrılabilecek kaynaklar yetmez de ondan!

    Bakınız iki adımlı bir soruyla, böyle uzun bir istekler listesinin hiçbir işe yaramayacağı ortaya çıkmış oluyor.

    O halde yapılması gereken şudur: Uzun listedeki, doğruluk, iyilik ve güzellikleri bir öncelik sıralamasına tabi tutmak (bazılarına eş öncelik vermek gerekse de) ve sonra da ayrılabilecek kaynakların bittiği yerden listeyi kesmek! (Daha sonra yeni kaynaklar bulunursa geri kalan liste parçasından ve yine öncelik sırasıyla alıntılar yapmak! Bunlar da uzun ve vadeli amaçlarımız olacaktır.)

    Bu yöntem iyidir ama bazı sorunları da vardır. Örneğin, sıralamayı kim(ler) ve de nasıl yapacaktır? Öncelik farklarını kim(ler) karara bağlayıp tartışmayı bitirecektir?

    Bunun cevabı ise demokrasidir. Çeşitli öncelikleri savunan kişi veya gruplar olacak, onlar da aralarında tartışıp uzlaşacaklardır.

    Fakat bu “listeleme” yönteminin önemli bir sakıncası daha vardır: Öncelikler, ister istemez içinde bulunulan koşullara bağlı olarak belirlenecek, koşullar değiştikçe önceliklerin de eski yerleri değişecektir. Örneğin, terör, enflasyon ve trafik kazalarından bunalan bir toplum, listenin ilk üç sırasına bunları yerleştirecek, fakat kontrolsuz göç olgusu nedeniyle mesela su kaynaklarının kirlenmesi hızlanınca bu ögenin, trafik konusunun veya enflasyonun hatta belki de terörün önüne geçmesi gerekecektir.

    Kaynak Sorunlarımızın*, sürekli olarak kendi aralarında yeni sorun bileşikleri yarattığı düşünülürse, böyle bir listenin düzenlenmesinin güç olacağı ve ancak bazı ulusal öncelikler dışındaki tercihleri içeremeyeceği anlaşılacaktır.

    O halde, “Nasıl Bir Türkiye Özlüyoruz?” sorusuna “listeleme” yöntemiyle cevap verilemez.

    Nasıl ki Kaynak Sorunlar bir çeşit “sorun kimyası”nın temel elementleridir ve aralarında çeşitli bileşikler yaparak elementlere benzemeyen yeni sorunlar üretirse, benzer şekilde bunu tam aksi de doğrudur. Az sayıdaki doğruluk, iyilik ve güzellik elementi, refah ve mutluluk dediğimiz bileşikleri yaratır.

    O halde, özlediğimiz Türkiye’nin çok sayıda özelliğini saymayı bir kenara bırakıp, bu az sayıda doğruluk, iyilik ve güzellik elementini “özlediğimizi” belirtmekle yetinebiliriz.

    Refah ve mutluluğun dışa vurumları daima maddidir ama onları yaratan daima insanlar, daha da doğrusu onların nitelikleridir.

    Nasıl ki bir fayans ustasının niteliği, içine fayans döşediği yüzlerce binanın banyolarına yansırsa, tüm insanların nitelikleri de yaptıkları tüm işlere iyi ya da kötü olarak yansıyacaktır.

    Yetersiz nitelikli bir öğretmenin bu özelliği yetiştirdiği tüm öğrencilere, yetersiz bir politikacının özellikleri de verdiği tüm kararlara yansıyacaktır.

    O halde bizi mutlu ya da mutsuz, müreffeh ya da fakir kılan, çeşitli insan kesitlerimizin niteliklerinin üstünlüğü ya da yetersizlikleridir.

    Bu soyut görünümlü yaklaşım aslında, 70 yıllık kalkınma serüvenimizin pek başarılı olmayan çizgisini açıklamakta, insan yerine nesneler (barajlar, yollar, okullar vs) yoluyla kalkınmanın niçin bir türlü olmadığını ve bundan sonra da olamayacağını anlatmaktadır.

    Yeni bir insan tipine ihtiyacımız artık daha açık bir şekilde belirginleşmektedir. Yeni bir politikacı, yeni bir kamu görevlisi, yeni sanayici, yeni bilim adamı, yeni sanatçı ve yeni vatandaş!

    Buna göre, “Nasıl Bir Türkiye?” sorusu, “Nasıl Bir Politikacı?”, “Nasıl Bir Vatandaş?” vs gibi bir soruya indirgenmiş olmaktadır. Doğru soru da budur!

    İlk sorulan soru daha anlamlı bir forma kavuşmakla birlikte hala “listeleme” tuzağından kurtulabilmiş değiliz. Toplum yaşamımızı şekillendiren çeşitli insan kesitlerinin herbirinin niteliklerini sıralamak hem güçtür ve hem doğru bir yaklaşım da değildir. Çünkü, “Daha iyi politikacı”, ile “daha iyi sanatçı” veya “daha iyi sanayici” nin çeşitli “iyi” nitelikleri birbirinden bağımsız değildir.

    O halde, yeni Dünya düzeni içindeki yeni Türkiye düzeninin ihtiyaç gösterdiği bazı ortak nitelikleri ortaya koymak, politikacımızın, bilim adamımızın, sanatçımızın ve vatandaşlarımızın bu ortak niteliklerden uzak oluşlarının nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik programlar geliştirmeliyiz.

    Bu yaklaşım ilk bakışta, somut (ve sihirli) çareler bekleyen, insan dokumuzu değiştirmeden milli gelirimizi, sanayimizin rekabet gücünü, sorun çözme yeteneğimizi ve benzer göstergeleri iyileştirmeyi uman ve de bunu mümkün görenleri hayal kırıklığına uğratabilir. Ama, insan dokumuzun zeka, bilgi-beceri, ahlak ve ruh sağlığı niteliklerini geliştirmeden bunları beklemek boştur ve vakit kaybettirmesi nedeniyle ulusal varlığımızı sürdürebilmemiz açısından da tehlikelidir!

    Buna göre, ilk soruyu bu noktaya, yani “nasıl bir insan tipi istiyoruz?” veya “yeni insan tipimiz nasıl olmalıdır?” sorusuna getirmiş oluyoruz.

    Yeni insan tipimizin bir numaralı özelliği “doğru soruları sormasını bilmek” olmalıdır. “Terörle nasıl mücadele edilmelidir?” sorusu yerine “terörün sebepleri nelerdir?”; “enflasyon nasıl indirilir?” yerine “kronik enflasyona yol açan sebepler nelerdir?” sorularını sorabilen insnlara ihtiyacımız vardır.

    Bu “yeni tip” insanlar, çocukluğunda merak etmesini öğrenmiş, oyun oynaması engellenmemiş, asgari koruyuculuğun dışında korunup güçsüzleştirilmemiş ve dolayısıyla da güçlüklerle mücadele etmeyi zevk edinmiş olanlar arasından çıkabilir.

    Bu “yeni tip” insanlar, (dir..) yerine (mi?) demesini bilen, bundan utanmayan kişiliklere sahip olmalıdır. Bu ise, kendisine zorla birşeyler öğretilmeye (ezberlemeye) çalışılan çocuklardan yetiştirilemez. Onlar, “öğretmeye değil öğrenme”ye dayalı bir eğitim anlayışının ürünleri olabilirler.

    Bu “yeni tip” insanlar, birşeyler üretmeyen, yaratıcılığı, buluşçuluğu olmayan, yalnızca mevcudu paylaşma kavgası veren tumturaklı söz söyleme ustaları olamazlar.

    Onlar, birlikte yaşamaktan zevk alan, bunun kurallarını çocukluğunda oynayarak, spor yaparak öğrenmiş olmalıdırlar.

    Bu “yeni tip” insanlar, “çıkar çatışması” nın ne olduğunu, politikacı, bankacı, sanayici ve gazeteci olduktan sonra değil, çocukluğundan itibaren içine sindirmiş bireyler olmalıdırlar.

    Bütün bu niteliklerin çocuklarımıza kazandırılması için ilk adım, yukarıda değinilen “soru sorma becerisi”nin kazanılmasına bağlıdır. Mümkünse çocukken, değilse şimdi!.. Bu ise eğitim sorunlarımıza yeni bir yaklaşımla bakmak, onlara çağdışı yutturmacaları belletip güya “iyi vatandaş” yetiştirmeye kalkışmamak demektir.

    Özlediğimiz Türkiye’yi, doğru soru sorabilen insanlar kurabilecektir. Başkaları değil!

  • “MAFYA” DİYE BİR SORUNUMUZ YOKTUR !

    Bu kadar da değil. Trafik canavarı, erozyon, terör, çevre kirliliği, işsizlik, rüşvet, demokratikleşememe gibi sorunlarımız da yoktur. Bütün bunlar birer “ad”dan ibarettir. Bütün “ad”lar gibi bunlar da ancak uzun uzun tanımlanabilecek olan kavramları her defasında tekrarlamadan kolay iletişim sağlayabilmek için icad edilmiş sembollerdir.

    Nasıl ki içine birçok malzeme katılıp her malzemenin ayrı ayrı ve sonra da birlikte pişirildiği yiyeceklere “imam bayıldı”, “hanım göbeği” gibi adlar takılması bir iletişim kolaylığı sağlar ve yiyeceklerin aslında imam, bayılmak, hanım ya da göbeği ile yakın-uzak bir ilişkisi yoksa, yukarıdaki sorunlar da aynen böyledir.

    Ama, bu yiyeceklerin içindeki patlıcan, sarmısak, zeytinyağı, şeker ve un böyle değildir. Bunlar Dünya’nın her yerinde herkesçe bilinen ve somut olarak var olan maddelerdir. Bunlardan yapılan yiyecekler, yalnızca imam bayıldı ve hanım göbeği olmayıp, muhtemelen her toplum bunlara ayrı “ad”lar verecek ve bu malzemeleri kullanarak bizim adını dahi bilmediğimiz onlarca yiyecek üretecektir.

    “Mafya”, “trafik canavarı”, “erozyon” ya da “yolsuzluklar” da benzer şekilde “yemek”lerdir ve bunlar birer “ad”dan ibarettir. Ama bu yiyecekleri oluşturan malzemeler, onlara ne isim verilirse verilsin her yerde ve herkes için aynıdır ve de o malzemelerle daha birçok başka görüntü ve tatta yiyecekler yapılabilir.

    Aşçıların hüneri, bu malzemeleri kullanarak o şekilde yeni “görüntü” ve “tat”lar oluşturmaktır ki, çoğu kimse -herkes değil- yediklerinin içindeki malzemeleri anlayamasın.

    “Mafya” denilen yeni “yemek”, malzemeleri hiç de yeni olmayan, o malzemelerle türlü türlüsünü yiyegeldiğimiz yemeklerden yalnızca biri olup içinde de şunlar vardır:

    • Kamu elindeki araziler,

    • Devletin, insanların ve kendisinin canını, malını ve mülkünü koruyamayacak kadar, yapmaması gereken işlere boğulmuş olması,

    • Yeni işlerin yaratılması için girişimcilik ortamını geliştirmek, insanlara beceriler kazandırmak yerine, kamu kadrolarının şişirilip, “kalabalık kadro – düşük ücret – düşük nitelik” sarmalına düşülmüş olması,

    • Düşük nitelikli kamu görevlilerinin, sistem kurma (kural koyma) becerilerinin yetersizliği nedeniyle doğan “vakum”lar,

    • Demokrasi’nin, halk dalkavukluğu olarak anlaşılmasına yol açan “kavram içlerinin boşluğu” sorunu,

    • İnsanımızın -genelde- nitelik dokusu’ndaki (zeka – bilgi ve beceri – erdem – ruh sağlığı) yetersizlikler,

    • Genelde toplumumuzun, özelde ise politik, bürokratik ve akademik sınıfların Sorun Çözme Kabiliyetleri’nin yetersizliği nedeniyle doğan, “sorunların kaynaklarıyla görüntülerini ayırdememek” sorunu.

    Arzu edenler bu malzemelerden hangi yemeklerin yapılamayacağını (!) araştırabilirler. Ama sonucu doğrudan bilmek isteyenler, bunların, daha henüz tatmadığımız yemekler de dahil olmak üzere inanılmaz zenginlikte bir çeşitlilik oluşturacağına, hergün boğuştuğumuz sorunların bir çoğunun bunlardan oluştuğuna güvenebilirler. Bu malzemelere iki üç kalem daha eklendiğinde ise tüm sorunlarımızı üretebilirsiniz.

    Her yemeğin içinde birçok girdi olmakla birlikte yine de bir iki tanesi ana malzemelerdir. Yukarıdaki girdiler içinde de son ikisi böyledir. Bunlar bir yandan, sorunlara tanı konulup çözümler geliştirilmesini imkansız kılarken, diğer yandan da başka bir olumsuzluğa yol açar ki felaketin büyüğü de odur: Adına, “Sorun Kimyası” denilebilecek uğraş alanının temel öğretilerinden birisi, “bir sorun çözülmeden kaldığı sürece, doğurma ve diğer sorunlarla birleşmeler yoluyla yeni ve değişik görüntülü sorunlar üretir” biçimindeki kuraldır.

    Sorunlara doğru tanılar koyup, bunlara göre çözümler üretmek durumunda olanlar görüntülerle uğraştıkça (mafya, trafik canavarı, rüşvet, terör vs), bu kural uyarınca her gün yeni sorunlar ortaya çıkacak ve bunlar üstüste biriktikçe de toplumun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni kat be kat aşacaktır.

    Pazartesi, 05 Haziran 1995

  • KÜÇÜK AMA SIK TEKRARLANAN YANLIŞLARA DİKKAT !

    Adına kaza denilmesi adet olmakla birlikte gerçekte kaçınılabilir, önlenebilir nitelikleri nedeniyle bu sınıfa sokulamayacak birçok olay vardır.

    Silahıyla oynarken arkadaşını vuran kişinin başına gelen kaza değil, eğitimsizliğinin ve laubaliliğinin kaçınılmaz sonucudur. Silahı şeytan filan doldurmamıştır ama sahibi kurallara uymayı fantezi saymıştır.

    Otoyolu kalabalık görüp geri geri giderken düzgün gelen araca çarpmak da kaza değildir.

    Arkadaşının içini basınçlı havayla doldurmak isteyip de barsağını patlatan, vapur yanaşmadan atlamaya kalkıp denize düşen, çalışmadan sınava girip çakan ya da aracına bir misli yük yükleyip freni patlayan şoförün başına gelenlerin hiçbiri kaza değildir.

    Olayların neden ve nasıl olduklarını yakından inceleyip, onların itaat ettikleri kuralları anlayan ve olayların akışına kendisini bırakmayıp onları kontrol edip yönlendiren toplumların başına daha az kaza bela gelmesinin nedeni budur.

    Çeşitli toplum sorunlarına yakın plan bakıldığında, onların içinde dikkati çeken en önemli özelliğin, sık tekrarlanan küçük olayların, sonuçları önemli ölçüde etkilediği görülecektir.

    Çoğumuzun hergün belki de defalarca ve de hiçbir sakınca görmeden yapageldiğimiz küçük yanlışların, yolaçtığı daha büyük olaylarla sıkı ilişkisini genellikle göremez ve onları kaza bela sınıfına atıveririz.

    Örneğin, her telefon açışta Alo’dan sonra 10 saniye kadar süren “nasılsın, iyi misin?” faslı, kimsenin yadırgamadığı “küçük” olaylardan birisidir. Ama, günde 50’şer telefon konuşması yapan 50 kişilik bir organizasyonun bu yolla kaybettiği net süre 7 saatttir.

    Görevi sorun çözmek olan insanlarımızın “küçük fakat sık tekrarlanan” olaylara çok dikkat etmesi gerekir.

  • İHLAL HİYERARŞİSİ !

    Bazı sorular vardır ki bunlar hakkında doğrudan anket yapmak, yapılsa da doğru yanıtlar almak çok güçtür. Örneğin, “çok utandığınız bir kötü huyunuz var mı?” gibisinden bir soruya, “evet var, insanlara çok güveniyorum sonra da hayal kırıklığına uğruyorum” yanıtını veren manken taklidi ya da “evet var, hiç hata yapamıyorum” diyen yupi özentisi MT, kolayca anlaşılabileceği gibi gerçek yaşamlarındaki sıkıntılarını telafi etmek ümidiyle yalan söylemektedirler.

    Bu yüzden de bu tür sorular içeren anketlerde içtenlikli cevap alabilmek için türlü yollara başvurulur, yanıtların gizli kalacağı ve benzeri güvenceler verilir. Ama bunların büyük çoğunluğunun işe yaramadığı kesindir. İnsanlar yine de gerçekleri değil, idealize ettikleri yanıtları verirler.

    En iyisi bu tür “zor” soruları içeren anketleri, kişilerin kendi kendilerine cevaplamalarını istemektir. Bu durumda içtenlikli cevap alabilme şansı yine yüzde yüz değildir, ama ilkine göre daha yüksektir. Tam doğru yanıt alınamayabilir, çünkü bu defa da kişi kendinden utanabilir.

    Belirleyici başlıca niteliklerinden birisi “sürekli olarak başkalarından yakınmak” olan toplumumuzda, hemen herkes başkalarının kuralları çiğnediğini, kendi ve kendi gibilerinin bu yüzden mağdur durumda olduklarını iddia etmektedir.

    Bu iddialar büyük olasılıkla doğru, ama tam doğru değildir. “Doğru”dur, çünkü gerçekten de kural ihlalleri (istisnasız her konuda) ulusal özelliklerimizin bir diğeridir. Ama “tam doğru” değildir, çünkü kural ihlallerinden yakınanların büyük çoğunluğu da kuralları çiğnemektedirler.

    Peki bu nasıl olmaktadır? Bir kişi, yakındığı suçu (kural çiğneme) işler mi?

    Mekanizma şöyle işlemektedir: Her kişinin ait olduğu sosyal sınıfın belirlediği “kural çiğneyebilme sınırı” farklıdır. Bir benzetmeyle, toplum içindeki kurallar bir merdivenin basamakları gibi bir hiyerarşi oluşturmaktadır.

    Yaşamını şoförlük yaparak kazanan bir vatandaşın ait olduğu sosyal sınıfın kural çiğneyebilme sınırları, apartmanın üst katından kilim silkeleme, çevreye çöp atma gibi belediye yasasını ilgilendiren hükümler ile, trafik yasası hükümlerinin çiğnenmesinde son bulur.

    Yap-satçı bir vatandaşın sınırları ise biraz daha geniştir. O nun yaşam alanı içindeki kurallar ise hem bir öncekini hem de daha üst kuralları içerir. Mesela kamu arazilerini işgal edip belediyeye rüşvet vererek inşaat ruhsatı alma, ancak bu vatandaşımızın kural alanı içindeki bir ayrıcalık olup şoför vatandaşımız bu ayrıcalıktan yararlanamaz.

    Diğer yandan, örneğin bir bakan ise daha farklı bir sosyal sınıfa ve ona tekabül eden kural alanına sahiptir. Bu nedenle de, hem şoförün, hem yap-satçının, hem de kendi özel sınıfının kural çiğneme imkanlarına sahiptir. Buna göre, ne şoförün, ne de yap-satçının sahip olmadığı, mesela “bakanlık imkanlarını kendi seçim çevresi için kullanma” gibi bir potansiyeli vardır.

    Bir ilke olarak -ki buna kural çiğneme kanunu denilebilir-, kurallar hiyererşisinin basamaklarında çıkıldıkça, kural çiğnemenin getirisi artar.

    Bu ilkeye göre, herkes maksimum getiri sağlayabilecek kuralları çiğner. Filmlerde seyrettiğimiz mafya “baba”larının toplum içinde son derece saygın olması işte bu kanun dolayısıyladır. “Baba” çevresine iyilik yapar, tüm basit yasal ve ahlaki kurallara uyar, ama mesela uyuşturucu ticaretini yöneterek maksimum getiriyi sağlar.

    Bu nedenle, yap-satçı vatandaşımız bir alt sosyal sınıfın kurallarına saygılı, ancak kendi alanı içindeki kurallar için bir canavardır. Merdiven çıkıldıkça herkes kendi altındakilerin kurallarına saygılıdır. Yukarıdan aşağıya doğru durum budur. Yukarıdan aşağı bakanlar, aşağıdakilerin çiğnedikleri, kendilerinin ise saygılı oldukları kuralları gördükçe küplere biner ve yakınırlar.

    Aşağıdan yukarı doğru bakıldığında ise durum yine benzerdir. Bu defa, aşağıdaki, kendinin çiğneme imkanı bulunmaması nedeniyle -mecburen- saygılı olduğu kuralları üsttekilerin çiğnediğini gördükçe küplere biner ve yakınır. Gerçekten de şoför ya da yap-satçı vatandaşın, anayasa ihlali ya da imkanlarını seçim bölgesine peşkeş çekme gibi bir imkanı yoktur ve dolayısıyla bu alandaki kuralları çiğnemesi mümkün değildir.

    Şimdi, acaba şöyle tek sorulu bir anket yapılsa kendi kendimize ne yanıt verirdik? “Ben hangi kuralları çiğniyorum?”

  • HAVA KİRLETME VERGİSİ

    Bu başlığa bakarak telaşlanılacağını, “başımıza bir de bu vergi mi çıktı?” diye isyan edildiğini görür gibi oluyorum. Ama hemen belirtmeliyim ki, bir defa bu yeni bir vergi olmayıp halen alınmakta bulunan bir vergidir.

    İkincisi, toplumun bütününü değil yalnızca dar gelirli bölümünü ilgilendirmektedir. Dolayısıyla, hali vakti yerinde vatandaşlarımızı ilgilendiren bir yanı yoktur.

    Nihayet üçüncüsü, diğer tüm vergilerden farklı olarak, devletçe zorunlu olarak alınan, ödenilmediğinde cezaya neden olan değil, bir kısım vatandaşlarımızın gönüllü olarak ödedikleri bir vergidir.

    Hava Kirletme Vergisi, bu özelliklerinden ötürü Dünya vergi literatürüne toplumumuzun bir katkısı olarak değerlendirilmelidir.

    Halen piyasada satılmakta bulunan kömür sobalarının verimleri %30 civarındadır. Bunun anlamı, yakılan her 100 kilo kömürün 30 kilosunun ısınma, geri kalan 70 kilosunun ise bacadan dışarı atılarak hava kirletme amacıyla (!) kullanıldığıdır.

    Soba, genellikle dar gelirli kesimin kullandığı bir ısınma aracıdır. Dolayısıyla hava kirliliğinin yanısıra konunun bir de “cep” boyutu vardır. Dar gelirli insanlarımız, ısınma amacıyla harcadıkları paranın %70’ini “hava”ya atmaktadırlar.

    Türkiye’deki 10 milyon konutun yaklaşık 6 milyonunda soba kullanılır. Her sobanın yılda ortalama 1 ton -ki aslında daha fazladır- kömür yaktığı düşünülürse, hava kirletme “amacıyla” havaya atılan kömürün 4 milyon ton olduğu, bunun değerinin ise 160 milyon dolar kadar olduğu anlaşılacaktır.

    Yukarıdaki rakamlara bakarak, bacalardan dışarı atılan ısı enerjisinden arta kalan %30’luk ısının, vatandaşların ısınması için kullanıldığı sanılabilir. Bu böyle olmayıp, bacadan dışarı atılamayan ısının %50’si de yalıtılmamış pencere ve duvarlardan yine havaya atılır.

    Böylece. yakılan her 100 kilo kömürün 85 kilosu tamamen dışarı atılmış olmaktadır.

    Bu, 5 milyon ton kömürün ya da 200 milyon doların hava kirletme için kullanıldığı biçiminde de anlaşılabilir.

    Kış mevsimlerinde hava kirliliğinin öldürücü boyutlarda olduğu ülkemizde, hava kirliliği ile mücadele etmek isteyen kuruluşlar için ciddi iki hedef, “soba verimlerinin düşüklüğü” ve “yalıtım eksikliği” dir.

    TSE, sobaların asgari verimlerini belirleyen bir standardı 10 yıl kadar önce yayımlamış, standartın uygulanmaya başlama talimatını ise Sanayi Bakanlığına bırakmıştır. Ancak, soba üreticilerinin baskıları nedeniyle bu standart bir türlü uygulanamamaktadır.

    Sanayi Bakanından bu konunun açıklanmasını isteyen bir soru önergesinin “garip sorular” (lüzumsuz sorular denilmek isteniyor) kapsamında gösterildiği bir gazete haberi yayımlandı.

    Türkiye, havanda su dövdüğü sorunları bir yana bırakıp bu tür “garip” soruları sormaya başladığında sorunlarını çözebilecektir.

    Türkiye’nin güçlüğü, karşı karşıya bulunduğu sorunlarında değildir. Güçlük, Kaynak Sorun’ların “garip”, Görüntü Sorun’ların ise “ciddi” bulunmasındadır.

    Çarşamba, 28 Haziran 1995

  • HAREKETE GEÇİREN NEDİR ?

    Her “olay” 2 ana vazgeçilmez unsura sahiptir: “Ortam” ve “harekete geçirici etki”.

    Benzin motorunun işlemesi bir “olay” ise ortam, uygun yakıt-hava karışımı, harekete geçirici etki ise bujinin ürettiği kıvılcımdır.

    Kamu arazilerinin işgali bir olay ise, devletin arazi sahibi olması, rüşvet alıp vermeye eğilimli tarafların varlığı ortamı, kanun tanımaz uyanık kişilerin ortaya çıkması ise harekete geçirici etkiyi oluşturur.

    Bütün olgulara bu gözlükle bakılırsa daima bu iki unsurun varlığı teşhis edilebilecektir.

    Ülkemizde mevcut terör olgusu da, bu unsurlara sahiptir. Eğitilmemiş insan dokusu, işsizlik, gerice yörelerin kamu görevlilerini cezalandırmak için kullanılmış oluşu, kalabalık kamu kadroları ve bunun yol açtığı düşük nitelik ve düşük ücret kısır döngüsü, toplumumuzun sorun çözme becerisi yetmezliği gibi bir grup sebep, iki unsurdan birincisini, “ortam”ı oluşturmaktadır.

    Ama aynen benzin motorunda olduğu gibi yakıt-hava karışım ortamı nasıl patlama için tek başına yeterli değilse, yukarıda sayılan olumsuzluklar da tek başına terörün sebebi değildir. İkinci bir unsura, “harekete geçirici etki”ye ihtiyaç vardır.

    İşte mesele burada başlamaktadır. Acaba bu “harekete geçirici etki(ler)” ne(ler)dir? Yeterince berrak olunamayan nokta budur.

    Tek tek herbirinde gerçek payı bulunabilecek “harekete geçirici etki”ler ileri sürülmektedir.

    Bunlar doğru mudur?

    Hepsi bu kadar mıdır?

    Hepsi geçerli midir?

    Ağırlıkları ne kadardır?

    Şöyle bir deney düşününüz.

    Her yanı tam kapalı bir oda içinden bir takım sesler gelmektedir.

    Sesler karışıktır. Köpek havlaması, keman sesi ve boğazlanan insan sesi birlikte duyulmaktadır.

    Oda içinde neler olmaktadır? Çeşitli senaryolar düşünülebilir.

    Evinde köpek besleyen bir adamın evine giren bir zorba, evin sahibini boğazlamakta, duyulmaması için de çalan radyodan yararlanmaktadır. Köpek de sahibi için bağırmaktadır.

    Senaryo böyle olabilir.

    Ama yalnızca TV’de film seyreden bir kişi de aynı ses kompozisyonuna sebep olabilir.

    Daha onlarca senaryo mümkündür. Ama her bir durumda yapılması gereken, birbirinden farklıdır.

    Birincisin de polis çağırmak gerekirken, ikincisin de sadece TV sesinin kısılmasını rica etmek yeterlidir.

    Terör olgusunda durum tam böyle olmasa da oldukça benzerdir.

    İnsanlar öldürülmekte, kaçırılmakta, bir kısım insanlar kimlik tanınması peşinde koşmakta, bir kısım ülkeler de buna sıcak bakmakta ve de desteklemektedir.

    Bu gürültü, yukarıdaki gibi çeşitli senaryolardan doğabilir. Ama tam olarak neyin niçin olduğu bilinmezse buna doğru tedbir geliştirmek de güçtür. Hatta bir senaryoya göre geliştirilen “uygun” tedbirler, eğer senaryo doğru değilse zararlı da olabilir.

    Ortadaki terör olgusu bakımından bilinen çok şey vardır. Ama bilinmeyenler hep bu “harekete geçirici etki”ye ait bilgilerdir.

    Olayın tam senaryosu bilinmeksizin, alınacak tedbirlerin başarılı olması güçtür.

    Ayrıca senaryo zaman zaman değişmekte de olabilir.

    O halde tam bilinmesi gereken iki grup bilgi vardır:

    Teröre ortam hazırlayan tüm unsurlar ve bunların ağırlıkları birinci grup bilgidir.

    İkinci grup ise “harekete geçirici etki” senaryosunun “tam” bilinmesidir.

    Bu “tam” bilinme konusu son derece önemlidir.

    Bu karmaşık ve güçlü melanet mekanizmasını, dişlilerin arasına elimizi sokarak durduramayacağımız bellidir.

    Mekanizma ancak iyice anlaşılırsa, uygun noktalarına müdahale edilerek etkisiz kılınabilir.

    “Tam” bilmekle kastedilen, “sevr yeniden hortlatılıyor”, “bu, haçlı zihniyetinin canlanmasıdır”, “Dünya, büyük Türkiye istemiyor”, “büyük devletler maşa olarak terör örgütünü kullanıyorlar” gibi doğruluk payı olabilecek ama mekanizmanın nasıl işlediğini, hangi küçük dişlinin büyük dişliyi çevirdiğini, onun da hangi vanayı açıp kapadığını açıklayamayan yargılar değildir.

    Melanet mekanizmasını, bir dikiş makinesinin işleyişini bildiğimiz açıklıkta bilmek zorundayız.

    Önlem(ler) buna göre geliştirilebilir.

    Bir yandan da “ortam”ı bütün unsurlarıyla dikkate almak zorundayız.

    İşsizliğin teröre ortam yarattığını herkes bilmektedir.

    Ama aynı açıklık, kalabalık kamu kadroları ya da bir başka deyişle kamu kadrolarının istihdam yaratma amacıyla kullanılmasının nelere yol açtığı konusunda yoktur.

    Ortam yaratıcı etkenler, ardışık sonuçlarıyla birlikte ortaya konulduğu zaman önlemleri de kendiliğinden görülecektir.

    Sonuç olarak terör sorununun çözümü bu iki grup etkenin tam bir analizine, yani olanların görüntülerine değil onların sebeplerine ve o sebeplerin sebeplerinin bilinmesine bağlıdır.

  • GELİNİZ, NELERİ YAPMAK DEĞİL, YAPMAMAK GEREKTİĞİNE BAKALIM!

    Çeşitli ekonomik ve sosyal sorunlar ağırlaşıp etkilemediği çember giderek daraldıkça, sıkıntılar ve onlara karşı önerilen çözümler de giderek daha yoğun biçimde dile getirilmeye başlandı. Sıkıntılar derinleştikçe bu yoğunluğun paralel olarak artması, sonunda da tam bir toplu feryat korosu’na dönüşmesi kaçınılmazdır.

    Çeşitli Dünya görüşüne, bilgi ve deneyimine sahip kişilerce dile getirilen görüşlerin hemen hepsi şu şablona uymaktadır: mevcut bir durumun eleştirisi ve buna karşı çözüm önerisi! Daha düz ifadeyle, insanlar sorunları ortaya koyup sonra da “ne yapılması” gerektiğini ifade etmektedirler.

    Bu davranış şablonu yalnız bizlere özgü değildir. Japon mallarının ABD pazarını istilasından rahatsız olan Amerikalı’lar bir uzman heyetini ABD’ye gönderip, neler “yapılması” gerektiğini araştırmışlardır.

    Yaklaşık 3 ay inceleme yapan heyet dönüşünde, Japon’ların Amerikalılar’la hemen hemen hep aynı şeyleri “yaptıklarını”, yalnız ilaveten her sabah bir de milli marş söylediklerini rapor etmiştir.

    Uzman heyetin incelemediği, incelemek gerektiğini dahi düşünemediği şey ise, Japonlar’ın neler “yaptıkları” değil neleri “yapmadıkları” olup, Japon kalite devriminin nedenleri işte o “yapılmayanlar”dır.

    Giderilmediği için giderek aralarında yeni bileşimler yaparak çeşitlenen sorunlarımızın içinden çıkabilmek için neler “yapılması” gerektiğini bir yana bırakıp, çok daha az sayıdaki “nelerin yapılmaması gerektiği” üzerinde durmayı öneriyorum.

    Çünkü, yapılmaması gerekirken yapılan bir şeyin yaratacağı sorun(lar), bazı başka şeylerin “yapılması” yoluyla giderilemez, sadece giderilmiş gibi görünür. Örneğin, enflasyona yol açan yanlışların “yapılmaması” yerine, onun yol açtığı sorunları mesela paradan sıfır atarak önleyemezsiniz.

    Ayrıca da, bunu öneren, tartışan, benimseyen, yürürlüğe koyan akıllar, enflasyonun ek nedenleri olurlar, bu da cabası!

    Hiçbir önlem, hiç bir ilaç, bir hastalığa yol açan nedenler sürerken etkili olamaz. Eğer oluyor gibi görünürse, mutlaka daha derinde başka başka hastalıkları hazırlıyor demektir.

    Geliniz, neleri “yapmamak” gerektiğini bir düşünmeye başlayalım. Eğer gerçekten cesaretimiz varsa!.

    5 Haziran 2000

  • “BİR TUTKUNUN ÖYKÜSÜ”

    İÇİN BİRKAÇ SÖZ!

    Erbil Serter, az sayıdaki tasarımcımızdan birisidir. Hatta, kendi alanında tektir denilebilir. Uzun yıllardır, tasarımladığı savaş gemileri dünyanın büyük tersaneleri tarafından üretilir.

    Diğer buluşçu insanlarımız kadar kovuşturmaya uğramamış olmasının nedeni, Türkiye’de az yaşamasıdır.

    “Bir Tutkunun Öyküsü”, Erbil Serter’in, tasarımcılığın ilginç dünyasına nasıl girdiğinin ve ne gibi evrelerden geçtiğinin belgesel-hikayesidir. Çok az sayıda basılmış birinci basımı tükenince, şimdi bir prestij yayını olarak, telif haklarını hibe ettiği BEYAZ NOKTA VAKFI tarafından tekrar bastırılmaktadır.

    “Bir Tutkunun Öyküsü”, bilim ve teknolojide gerilerde kalmış tüm toplumlar için sağlam bir reçetedir. Bir çocuğa, onun merak volkanını harekete geçirebilecek bir armağan verilmesinin nelere yol açabileceğinin iyi örneklerinden birisi Erbil Serter’dir.

    Ünlü kemancı Paganini için de benzer bir hikaye anlatılır. Müzikle amatör olarak uğraşan, sıradan bir esnaf olan babasından aldığı ilk dersler ve bir armağan keman, bu büyük ustanın var olan -ve hemen herkeste bir türü var olan- yeteneği ortaya çıkarmıştır.

    Erbil Serter, dedesinin kendisine verdiği bazı planlardan yararlanarak 1947 yılında bir helikopter yapmaya girişir. Kendisinde var olanı ateşleyenin bu planlar olduğu güçlü bir olasılıktır.

    İnsanlık tarihi içinde bir süre, “yetenek” denilen özelliğin herkeste bulunmadığı, bazı insanların doğuştan yetenekli oldukları, onların dışındakilerin ise sıradan ve itaatkar kalabalıkları oluşturmak üzere kuşkusuzluk (ezber) esasına göre eğitilmeleri gerektiği savunuldu ve de uygulandı; bazı toplumlarda hala da uygulanıyor.

    Daha sonraları, bu kadar karmaşık yapılı ve milyon yıllık bir “öğrenme” deneyimine sahip türümüzün, bu denli basit bir yargıyla sınıflandırılamayacağı anlaşılmaya başlanmış ve tek değil ama birçok zeka türünün mevcut olduğu, herkeste bunlardan en az birinin mevcut olduğu tezi ağırlık kazanmıştır. Bunun ne kadar doğru olduğunu deneyimlemeyen kimse pek yoktur.

    Hal böyle olunca mesele, herkeste var olan çeşitli yeteneklerin nasıl ortaya çıkarılabileceği noktasına gelip dayanmaktadır. Bilim zamanla bunun için güvenilir yöntemler bulabilecektir. Ama bugün için en iyi yöntem, çocukların meraklarını çok yönlü tahrik etmek, daha da doğrusu doğuştan sahip oldukları engin merakın önünü kesmemek, mümkünse o merakların akabileceği uygun kanalları oluşturabilmektir. Bu kanal bazen bir keman, bazen bir helikopter planı olabilir.

    Erbil Serter’e, bu değerli deneyimini yazarak toplumla paylaştığı için müteşekkiriz. Umarız ki bu kitap daha nice Serter’lerin ortaya çıkarılmasında bir araç olur.

  • GEÇMİŞİN BELİRLEYİCİLİĞİ

    Onbir kibrit oyununda kazanan baştan bellidir!

    Onbir kibrit oyunu, iki kişiyle oynanan, tarafların sırayla ya bir ya da iki kibrit çekebildiği ve böylece devam ederek son tek kibriti çekmek zorunda kalanın yenik sayıldığı bir oyundur. Gösterilebilir ki, oyuna ilk başlayan için daima bir kazanma stratejisi vardır. Bu durumda, yani birinci başlayan o stratejiyi uygularsa, oyuna ikinci başlayan, ne yaparsa yapsın yenilmekten kurtulamaz. Bu durumda sonuç, ilk yola çıkış sırasında belirlenmektedir.

    Sorunsal süreçler de geçmişin belirleyiciliğine tabidir.

    Toplum sorunlarının büyük çoğunluğunun nedenleri irdelendiğinde, hemen hepsinde ortak olan bir tanesine rastlanacaktır: geçmişin belirleyiciliği!

    Geçmişi tersine döndürmek ya da yaşanmamış kılmak mümkün olmadığı için -en azından şimdilik-, sorunların nedenleri konuşulurken bu ortak nedene değinilmez, diğerleri üzerinde durulur.

    Geçmişin, bugün arzuladığımız sonuçların doğabileceği biçimde değiştirilmesinin mümkün olmadığı doğrudur. Ama, aynı biçimde doğru olan bir başka şey de, bugünü değiştirmek isteyenlerin karşılarındaki en büyük engelin, “geçmişin belirleyiciliği” olduğudur. Yani, sorunların bu ortak nedenine göz kapamak, onun bugünkü etkilerinin yok olmasına yetmemektedir.

    Bir – iki örnek!

    “İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur” özdeyişi, geçmişin belirleyiciliği ilkesinin bireysel durumlara uygulanmasından ibarettir. Gerçekten de ilk çocukluk çağlarında kazanılan karakter özellikleri, ileri yaşlarda da genellikle sürmektedir. Bu özelliklerin değiştirilmesi ancak büyük kişisel çabalar ya da rastlantılarla olabilmekte, aksi halde geçmiş geleceği belirlemektedir.

    Buluşçuluğu, gayrımüslim uğraşı sayan Osmanlı, önce ticaretteki iddiasını kaybetmiş sonra da parçalanarak bunun bedelini ödemiştir. Yıkılan imparatorluğun enkazı üzerine kurulan cumhuriyet, «geçmişin belirleyiciliği»ni dikkate al(a)mamış, ilim ve fennin tek yol gösterici kılınabilmesi yolundaki büyük çabaya karşın, XXyüzyılın son yıllarında, buluşçularını ağır ceza mahkemelerinde yargılatacak kadar “buluş düşmanı” olmaktan kurtulamamıştır.

    Yozlaşmış kurumlarımızda çalışan, hatta onları yöneten kişiler, o kurumların durumlarından bizzat şikayetçidirler. Başbakan telefonlarının dinlendiğinden, polis poliste dayak yediğinden, milletvekili meclisin işlevlerini yapmamasından, Eğitim Bakan’ı eğitimin kalitesizliğinden yakınmaktadır. Bu kişiler haklıdırlar. Çünkü geçmiş, bu kişilerin iradelerinden daha güçlü bir şekilde süreçler üzerine etki yapmaktadır.

    Geçmişin belirleyiciliği nasıl aşılabilir?

    Bir şeyle başa çıkabilmek için önce onun varlığını kabul etmek gerekir. Bu birinci adımdır. İkinci olarak, belirleyiciliği geçmişten bugünlere taşıyan “taşıyıcı(lar)”ın ne(ler) oldukları anlaşılmaya çalışılmalıdır.

    Örneğin, “buluşçuluk düşmanlığı” sorunu ile uğraşılıyorsa, toplumun tüm birey ve kurumlarının bu sorundaki payının eşit olmadığı, bazılarının anahtar rol oynadıkları bilinmelidir.

    Bundan sonra, anahtar rolleri oynayanların tesbiti için bir çözümleme yapılmalı, bu analiz sonunda ortaya çıkarılan nedenler önem sıralamasına tabi tutularak “sonucun çoğuna yol açan az sayıdaki neden” tesbit edilmelidir.

    Örnek olarak alınan “buluşçuluk düşmanlığı” sorunu için yapılan bir çözümleme, insanların merak duygularını körelten, dolayısıyla da meraklı insanların yadırganıp dışlanmasına yol açan bir nedenin, eğitimdeki “ezber” usulünün olduğunu göstermektedir.

    Bu durumda “ezber yöntemi”, geçmişi bugünlere taşıyan “taşıyıcı”lardan birisi olmaktadır. Bu ve bunun gibi taşıyıcıları ortadan kaldırmak için birer proje geliştirilerek geçmişin belirleyiciliği kısmen ya da tamamen -taşıyıcıların ne kadarının yokeldiğine bağlı olarak- ortadan kaldırılır.

    Bu operasyonda dikkat edilmesi gereken nokta, belirleyiciliği günümüze taşıyan şeyin, okul değil okul içinde uygulanan süreç yani ezber olduğudur. Süreç yerine kurum ortadan kaldırılarak geçmişin belirleyiciliğinden kurtulmaya çalışmak genellikle düşülen bir yanılgıdır. Bu takdirde hem belirleyicilik bir başka taşıyıcı bularak devam eder, hem de bir kurum tahrip edilmiş olur.

    Bu son duruma somut bir örnek polis kurumudur. Polise karşı kamuoyunda tepkilerin oluştuğu dönemlerde hemen polisin kıyafeti değiştirilerek bir bakıma, “o kurum gitti, bunlar yenidir” mesajı verilmek istenir. Halbuki geçmişin belirleyiciliğini günümüze taşıyan “taşıyıcı(lar)” aynen devam etmektedir.

    Sanık, tutuklu ve hükümlü arasındaki farkın bilincinde olmama, toplumun her kesitindeki kötü muamele ve onun bir türü olan dayak, işinin gereklerine göre eğitilmemiş olmak, güvenlik teknolojilerindeki gelişmeleri izleyememek, ideolojik yönlendirmeler, siyasal etkiler gibi onlarca “taşıyıcı”, geçmişin belirleyiciliğini aynen sürdürmektedir.

    Bunların hepsi, “taşıma” da eşit etkinliğe sahip değildir. Bazıları diğerlerinden daha önemlidir. Onların tesbit edilip giderilmeleri için çaba harcanması, geçmişin belirleyiciliğini azaltacaktır.

    Mesele yine dönüp dolaşıp, “görünür sorun” ve “kaynak sorun” kavramlarına gelmektedir. Sorunlarımıza kalıplarla yaklaştığımız, kalıplarla yaklaşanların ağızlarının içine baktığımız sürece onlar geçmişi bugünlere taşımaya, bizde halimizden yakınmaya devam edeceğiz.

    Pazar, 25 Şubat 1996