• Bir yanlıştan diğerine yol vardır..

    Sorunlar Kimyası deyimi birçok şeyi anlatan bir deyim olabilir. Kimya biliminin temeli, 104 adet element’e ve bunlar arasındaki birleşmelerin kanunlarına dayanır. Benzer şekilde Sorunlar Kimyası’da, az sayıdaki sorun elementine (Kök Sorunlar) ve bunların çeşitli sorun bileşikleri (Hayalet Sorunlar) üretmelerini düzenleyen kurallara dayanır.

    Kimya biliminin yaklaşık yüz yıl içinde hangi ilkel konumundan bugüne geldiğine dikkat edilirse, bugün için henüz kuralları tam formüle edilememiş, elementleri belli olmayan hatta sorun elementleri kavramını dahi tam kabul ettirememiş Sorun Kimyası’nın da gelecek yıllarda daha gelişkin bir konuma kavuşacağını tahmin etmek pek güç değildir.

    Bu kimyanın bir kuralı, sorunların -ister Kök ister Hayalet olsun-, devamlı olarak kendi aralarında yeni bileşikler yaparak tepkimeye giren element ve bileşiklere benzemeyen yeni sorun bileşikleri yarattığıdır.

    Bu birinci kural pratikte, her türlü bozulmanın ya da düzelmenin olduğu yerde kalmadığını, bir çığ etkisi biçiminde daha kötüye ya da daha iyiye doğru ilerlediğini anlatmaktadır.

    Kimya’nın bir diğer kuralı ise, herhangi bir Hayalet Sorun’dan, bir diğerine mutlaka bir yol olduğudur.

    Bu kuralın pratikteki karşılığı ise, birbiriyle ilgisiz gibi görünen Hayalet Sorunlar arasında bir ilişki olduğudur. Örneğin, kentlerin aşırı kalabalıklaşması bir Hayalet Sorun, vatandaşın Güneydoğu’da terör örgütünün emirlerine uymak zorunda kalışı bir diğer Hayalet Sorun’dur. Ve ilk bakışta birinden diğerine bir yol -yani aralarında bir ilişki- yoktur.

    Halbuki, Sorun Kimyası’nın ikinci kuralı, bunlar arasında bir yol olduğunu söylemektedir. Gerçekten de, kentlerin aşırı kalabalıklaşmasının nedenlerinden birisi, “kentlerdeki kuralsızlığın çekiciliği” dir. Kuralsızlık ise devletin etkisizliğinin bir sonucudur.

    Diğer yandan Güneydoğu’daki vatandaşlarımızın terör örgütünün emirlerine uymak zorunda kalışı da devletin onları koruyamadığından yani devletin etkisizliğinden kaynaklanmaktadır. Görüldüğü gibi ilgisiz gibi görünen iki sorun arasında bir yol yani bir ilişki vardır.

    Bu örnek oldukça kolay bir örnektir. İki sorun arasındaki ilişki belki başka yollarla da görülebilir. Ama bütün sorunlarda bu ilişki bu kadar kolay görünmeyebilir. Bu nedenle de İkinci Kural, mutlaka bir yol olduğunu söyleyerek yol göstermekte, sorunu tahlil edecek olanlara cesaret vermekte, araştırılırsa ilişkinin mutlaka bulunacağını anlatmaktadır.

    Terör sorununu çözmeye çalışan toplumumuzda bu kuralları kullanarak çok önemli ipuçları elde edebiliriz.

    Terörle ilgisi yokmuş gibi görünen birçok sorunun terörün alt yapısını oluşturduğunu gördüğümüz gün bu belanın kalıcı çözümünü de bulmuş olacağız.

    27 Eylül 2001

  • BİR UZLAŞMA TEKNİĞİ: “ARAMA KONFERANSI”

    Günlük yaşantı, insanları ister istemez kötümser yapıyor. Hep iç karartıcı olaylarla haşır neşir olan insanlar zamanla “kötümser gözlüklü” olup çıkıyorlar. Objektiflikten ayrılmamak zorunda olan meslek sahipleri için (ayrılabilecekler kimlerdir bilemem) bu önemli bir güçlüktür.

    Bir gazetede okuduğum bir haber, bu kötümserlik havasını biraz olsun azaltıcı türden. Sizlerle bu haber konusu üzerinde düşüncelerimi paylaşmayı istiyorum.

    Haber şuydu: NETAŞ firması, “telekomünikasyon hizmetlerinde tekelin kaldırılması” konulu bir Arama Konferansı (search conference) düzenlemek için çalışmalar yapıyormuş.

    Bir-iki yıl önce TV’de bir yabancı kaynaklı bilim programında bir biyolog, kertenkelelerin nasıl olup da kopan kuyruklarını onardıklarını araştırdığını anlatıyordu. Programın sunucusu biyolog’a şöyle bir soru sordu: “pekiyi, bu kadar önemli araştırma konusu varken siz niçin kertenkelelerin kuyrukları ile uğraşıyorsunuz?”

    Biyolog’un verdiği cevap, hatırlarım bir kaya gibi başıma düşmüştü: “evet ama, kertenkele, kuyruğunu onarabiliyor da biz niçin kopan kolumuzu onaramıyoruz? Ben bunun sebebini araştırıyorum!”.

    Arama Konferansı’nın konusu da biraz kertenkele kuyruğuna benziyor. Onun da sonuçları çok önemli.

    Birincisi, telekomünikasyon hizmetlerinin yani PTT’nin özelleştirilmesinde bir devlet tekelinin (PTT) kalkıp, bir özel sektör tekelinin oluşması ihtimali var. Bu olası tehlikeden nasıl korunulabileceği çok önemli bir sorundur. Aksi halde, ekonomimiz hatta sosyal yaşamımız için önem taşıyan özelleştirme konusu zedelenebilir.

    İkincisi ve belki birinciden daha da önemlisi, artık kuruluşlarımızın çağdaş karar verme tekniklerini kullanmaya başlamalarıdır. Bilindiği gibi Arama Konferansı, bir “katılımcı planlama tekniği” dir. Tekniğin adındaki `arama’ sözcüğü, bir uzlaşının arandığına işaret etmektedir. `Konferans’ sözcüğü ise yanılgıya yol açmamalıdır. “Çok kişinin katılımı” nı ifade eden konferans, bir sorun üzerinde uzlaşı aramaktadır.

    Kültürümüze dışarıdan ithal edilen kavramlardan birisi de demokrasidir. Uzun yıllar, demokrasi’yi başıboşluk, istediğini yapabilme ve zaman zaman sandığa gidip oy vermek olarak tanıdık, daha doğrusu öyle tanıtıldı.

    Halbuki demokrasi’nin esası, halkın uzlaşma yoluyla kendi kendini yönetmesidir.

    Özelleştirme, tarafları çok olan ve de taraflarının çıkarları (hiç olmazsa kısa vadeli çıkarları) birbiriyle çatışan bir konudur.

    Özelleştirilecek kuruluşun çalışanları, işlerinin tehlikeye girmesi; sendikalar ise üyelerinin kamu yerine özel sektörde çalışması nedeniyle özelleştirmeye sıcak bakmazlar.

    Ekonomiyi yönetenler, kuruluşun bir an önce özelleştirilmesini arzularlar.

    Kuruluşun yöneticileri ise iki arada bocalarlar.

    Hükümet, özelleştirme hedefini gerçekleştirmek için çabalarken, ilgili bakan elindeki imkanları kaybetme tehlikesini hisseder.

    Kuruluşun rakipleri tekel oluşumundan endişe ederken, sokaktaki insan, satışa çıkabilecek hisse senetlerini düşünür.

    Muhalefet partilerinin bir bölümü, kamu malını koruma (!) kaygısına düşerken bir bölümü de “niçin biz değiliz?” kıskançlığına tutulabilirler.

    Daha bunların dışında, çıkarları çatışan ya da öyle sanılan -ki aslında hepsinin çıkarları özelleştirme yönündedir- birçok sosyal grup vardır.

    Bütün bu grupları uzlaştırmaksızın, “kestirme”, “tepeden inme” özelleştirme kararları da alınabilir. Nitekim zaman zaman, “cesaretli olmalıyız” (ne için cesaretli olunacaksa) şeklindeki tavsiyeler de buna işaret etmektedir.

    Ama bu türlü yaklaşımların başarılı olma şansı hemen hemen yok gibidir. Özelleştirmeyle çıkarlarının zedeleneceğini “düşünen” grup(lar), demokratik sistem içinde `baskı grubu’ olma imkanlarını kullanarak, özelleştirme karşısında “görünmez ama aşılmaz” bir blok oluştururlar.

    Bu blokları aşmanın yolu tektir ve bu, “uzlaşma” dır. Arama Konferansı ise bu uzlaşıyı sağlayabilecek yollardan birisidir.

    PTT gibi çok önemli hizmetleri üreten bir kuruluşun mezatta eski güğüm gibi satılmaya çalışılması yerine, taraflarının uzlaşısı ile özelleştirilmesi bu nedenle çok akılcıdır.

    Nihayet, işin sevindirici bir başka yönü daha var. Batılı’ların “sosyal sorumluluk” dedikleri kavram, kuruluşların yalnız bilanço büyüklükleriyle değil, kendilerini çevreleyen ortamla da ilgilenmeleri gereğini anlatıyor.

    Duyurulacak ya da kutlanacak bir şey olduğunda, pahalı davetiyeler bastırmayı P-R zanneden kuruluşlarımızın yanısıra, kendini çevreleyen ortama karşı da sorumlulukları olduğunu anlayan kuruluşlarımızın ortaya çıkması son derece iyi bir işarettir.

    Darısı diğer kuruluşlarımızın başına!

  • BİR FİZİK PROBLEMİ BAĞIRARAK ÇÖZÜLEBİLİR Mİ? PEKİ YA SOSYAL PROBLEMLER!

    İçinde yaşadığımız ekonomik ve iç barışa ilişkin sorunlar, herhalde toplum olarak uzlaşmaya ve dolayısıyla da “değişik düşüncelerin ifade edilebilme özğürlüğü”ne ençok ihtiyacımız olan koşulları yaratıyor.

    Özel TV’ler bu bağlamda çok önemli bir görev yapmakta ve değişik düşünceden birçok insanın tartışması için “uygun ortam” yaratmaktadırlar.

    Ancak, değişik düşünceli insanların biraraya gelmesi, bunların mutlaka özgürce ifade edilebilmesi ve sonuçta da bir uzlaşının doğması için yeterli değildir.

    Düşünce ifade edeceklerin kompozisyonu, tartışma ortamının yönetimi (hatta tartışma ortamının fiziksel özellikleri ) ve tartışacakların sorun çözme stilleri, bu özgürlüğü olumsuz ya da olumlu etkileyecektir.

    Hepsi aynı yönde düşünce sahibi kişilerin biraraya gelmesi ya da bu kişilerin, o düşünceleri temsile yetkili olmayışı; tartışma yöneticisinin taraf olması ya da iyi bir yönetim gösterememesi; tartışanların rahatsız pozisyonlarda (ayakta, spot ışıkları altında vbg) tartışmaya mecbur bırakılması ya da tartışanlardan bir kişinin bile saldırgan stili (sorun çözme stili böyle olabilir), tartışmanın bir kördöğüşüne dönüşmesine yeter de artar bile!

    Bir fizik ya da geometri problemini çözmesi istenilen bir grubun, bu işi bağıra çağıra, konudan uzak yerlere atlaya zıplaya çözmeye çalıştığı, hatta bununla da yetinmeyip kavga ettikleri herhalde hiç görülmemiştir.

    Pekiyi, sonucu tek doğrulu olan bu problemlere göre çok daha karmaşık olan, üstelik tek doğru çözümü bulunmayan -hatta hiç çözümü dahi bulunmayabilir- sosyal sorunların tartışılmasında kullanımı gereken “sorun çözme stili” niçin bu denli gürültülü olmaktadır? Doğrusu, bunun cevabını vermek kolay değildir.

    Uzlaşma’nın olmazsa olmaz koşulu olan, düşüncelerin özgürce ifadesi olgusunu zedeleyebilecek birçok unsur bulunabilir. Bunlardan en etkininin, bağıra-çağıra, söz keserek, mantıkların düzgün işlemesini olumsuz etkileyebilecek bir stille tartışmak olduğundan şüphe edilmemelidir.

    Tartışma yöneticilerinin bu konuda çok sert bir disiplin kurmaları, ifade özgürlüğü açısından çok önemlidir.

    Aksi halde, tartışmasını bilmeyen (ya da uzlaşmak istemeyen) kişilerin despotik tutumlarına çanak tutulmuş olur.

    Bu kasdi de olabilir, bilmezlikten de olabilir. Ama sonuç aynıdır: uzlaşamamak ve kavga!

    12 Nisan 1994

  • BİR BAĞIMLILIK TÜRÜ: ŞİKAYET !

    Bazı konular var ki çoğu sorunun altından çıkıyor. Bunlardan biri de, adına “yakınma kültürü” diyebileceğimiz, sadece şikayet ederek sorunları çözmeye çalışmaktır. 6 yıl evvel yazdığım bir yazıdan bazı alıntıları bu amaçla bu hafta sizlere iletmeyi düşündüm.

    «İçki, sigara, uyuşturucu gibi bağımlılık yaratan maddelerin yarattığı alışkanlıklardan kurtulmak güç olmakla birlikte imkansız da değildir. Bu tür “maddesel” bağımlılık ajanlarının yanında bir de “davranışsal” olanlar vardır ki onlardan kurtulma konusunda pek konuşulmaz, hatta o tür bağımlılıkların farkında olunmaz.

    Bu “davranışsal bağımlılık ajanları”nın başında, hemen çoğu kimsenin -hem de bol miktarda- kullandığı, “şikayet” gelir. Şikayet’in bir bağımlılık yaratıp yaratmadığını test etmek gayet kolay olup, başkalarının üzerinde değil bizzat kendi üzerinizde -eğer kullanıyorsanız- deneyebilirsiniz. Bir süre için -örneğin bir tam gün-, hiç bir şeyden (ama hiç bir şeyden) şikayet etmeden yaşamaya çalışınız, bağımlılığınızın ne denli yüksek olduğunu göreceksiniz.

    Ancak bir noktaya hemen işaret etmek gerekir: O da, eğer şikayeti, eylemlerinizin bir hazırlık aşaması olarak kullanıyorsanız bu bir bağımlılık gibi olumsuz değil, aksine son derece faydalı bir alışkanlıktır. Örneğin, trafikte sizi tehlikeye atan bir olaydan yakınıyor ve sonra da gidip bu olayı bir yerlere duyuruyor ya da bu tür olayları önleyebilecek ya da azaltabilecek “bir şeyler” yapıyorsanız, bu bir olumsuz bağımlılığa değil olumlu bir alışkanlığa, daha da doğrusu bir “iş yapma biçimi”ne işaret eder. Böyle değil de, sadece sohbetler sırasında, işlerin ne denli kötü olduğuna güzel bir örnek olarak kullanıyorsanız işte o zaman bağımlılıktan söz edilebilir.

    İnsanlarımızın çoğu hemen her şeyden şikayet eder. Bu, rahatlamak için bir yoldur. İnsanların şikayet etmelerini (en azından içinden küfür etmelerini) önleyecek bir alet geliştirilip herkesin koluna birer adet kol saati gibi takılabilse üç ayrı şey olacağından şüphe yoktur: birincisi, çok sayıda insanın çıldırmasıdır. Hiç bir şekilde şikayet etmesine izin verilmeyen kişiler, bir süre sonra, uğradıklarını düşündükleri haksızlıkları telafi edememiş olmanın biriken yükü altında ezilip dengelerini kaybedeceklerdir. Bu bakımdan şikayet, insanların acıya dayanmalarını sağlayan bir morfin’dir.

    İkincisi olarak ise, şikayetleri önlenen bir kısım insan, bu defa diğer eylemleri üzerine bindirme yaparak kızgınlıklarını gidereceklerdir. Böylece acayip davranışlı insanlar ortaya çıkacaktır. Bu tipler için de şikayet, davranışları düzenleyen birer ilaç gibidir.

    Üçüncü olarak ise, şikayet etmeleri önlenen bir kısım insan, şikayetin bu “telafi edici” mekaniğini anlayacak ve bu defa, şikayete konu olan yanlışın nedenlerini ortadan kaldırmanın çarelerini aramaya başlayacaktır. Sarfedeceği bu çaba, haksızlığa uğramışlık hissinin yarattığı kızgınlığı telafi edecek, hatta giderek ek bir motivasyon yaratmaya başlayacaktır.

    Bu yaklaşıma göre, çevremizde boyuna her şeyden şikayet eden insanların hangi türden olduğunu anlamaya çalışmak hem ilginç bir gözlem hem de yararlı bir iştir.

    Bir şey yapmaya pek mecali olmayan ve sadece şikayet ederek kendini rahatlatan tiplere pek vakit ayırmaya gerek yoktur. Bununla beraber, bu tür kişiler çevresindeki bağımlıların da şiddetle ihtiyaç duydukları nesneleri (yani şikayeti) ürettiklerinden dolayı, toplumda (ve özellikle bizim toplumumuzda) kolaylıkla sivrilir, büyük beğeni toplar, hatta “büyük” olurlar. Bu bakımdan, “büyük”lerimizin bu türden olup olmadığına dikkat etmekte yarar vardır.

    Şikayet etmeyen, ama onları davranışlarına bindirenleri ise şikayet etmeye özendirmek gerekir. Böylece boş da olsa konuşan ama çevresine zarar vermeyen insanlar ortaya çıkacak, yukarıdaki birinci gruba katılmış olacaklardır.

    Esas üzerinde durulması gerekenler ise üçüncülerdir. Değişim hareketlerine katılmaya, şikayetlere konu olan yanlışların nedenlerini araştırmaya ve böylece toplumları yüceltmeye yatkın olan bu kişilere, bu özelliklerinin farkına varma ve şikayetlerini bu yola kanalize etme imkanları verilirse çok yararlı bir iş yapılmış olacak, toplumumuzun iyiye, doğruya ve güzele doğru değişmesini hızlandıracak “değişim ajanları”nın sayısı artmış olacaktır.»

    27 Kasım 1994 (Ekim 2000)

     

  • BİLGİ TOPLUMU VE İNSAN KAYNAKLARI

    Hemen her kavramı bir başkasına bağlamak mümkün. Hele bu kavramlar kullanıla kullanıla içerikleri merak edilmez olmuşsa bu daha da kolaylıkla mümkündür.

    Henüz yeni tedavüle girmiş bir kavramın içeriğini herkes merak edebilir. Ama örneğin “bilgi toplumu” ya da “insan kaynakları” gibi deyimler o denli sık ve de kolay kullanılmaktadır ki, artık bunlar birer joker iskambil kağıdı gibi niyete göre tanımlanabilir olmuşlardır. Böyle olunca da bunları hiç sıkıntı çekmeden bağlamak mümkündür.

    Ama “bilgi toplumu” ve “insan kaynakları”, bu rahatsızlığın ötesinde ilintili, hem de çok ilintili iki kavramdır.

    Bilgi toplumu onlarca değişik şekilde tanımlanabilir. Toplumumuz açısından en işe yararlardan birisi ise, “sorunlarını bilgi yoluyla çözebilen toplum”dur. Sorunları bilgi yerine, onun yerine geçebilecek araçlarla da çözmek pekala mümkündür.

    • Sorunu çözmeyip ona alışmaya çalışmak,

    • Sorunların çözülmeyeceği varsayımıyla tevekkül etmek,

    • Birisinden, sorunu çözmesi için yardım istemek ya da onun üzerine yıkmak,

    • Rüşvet, tehdit vb. yollarla sorunun etrafında dolaşmak

    ve daha onlarca yolla sorunları bilgi dışı yollarla “geçiştirmek” mümkündür. Daha da kötüsü, bu geçiştirme yollarının hemen hepsi, bilgiyle sorun çözmeye göre daha zahmetsizdir.

    İnsanlar sorunlarını bilgiyle çözebilmek için;

    • bilgi kaynaklarına erişmek

    • çeşitli bilgiler arasından ihtiyaç olan(lar)ı seçmek, onları, kendi işine yarayacak şekle dönüştürmek (işlemek),

    • bunları saklamak,

    • bunları iletmek

    ihtiyaçlarıyla karşı karşıya kalırlar.

    Bu ihtiyaçların her biri ayrı birer donanım ve yazılım demektir. İşte, bilgi toplumunun çok telefon, çok bilgisayar, çok kitap kullanmasının nedeni budur.

    Aksine ise, yani çok kitap, çok bilgisayar ya da çok telefon kullanan bir toplum mutlaka bilgi toplumu demek değildir. Bu araçları, yukarıdaki amaçlarla kullanan toplum bilgi toplumudur.

    “İnsan Kaynakları” deyimi ise çeşitli anlamlarda alınabilir. İnşaatına işçi arayan bir kişi için, demir, çimento ve tuğla gibi malzemeler birer kaynaktır. Bankadan ya da yastık altından temin edilen para da bir kaynaktır. Eğer böyle bakılırsa, tuğlaları üst kata taşıyacak işçi de bir kaynaktır.

    Nitekim günümüzde genellikle insan kaynakları denilince -aynen bilgi toplumunda olduğu gibi- akla, çeşitli becerilere sahip insanlar gelmektedir.

    Kuruluşlarda -yine genellikle- insan kaynakları birimleri, eskiden personel birimlerinin yaptığı işe alma, çıkarma, özlük işleri gibi işleri yapan birimler olarak anlaşılmaktadır.

    Kısacası toplumumuz kısa süre içinde bu deyimin de içini boşaltmayı becermiştir.

    İnsan kaynakları denilince anlaşılması gereken ise çok farklıdır.

    Dikkat edilirse insan dışındaki tüm kaynaklar ham olarak değil şekillendirilerek kullanılmakta ve böylece katma değeri artırılmaktadır. Böylece kaynağın değeri de, katma değer artırabilirliğine bağlı olarak yükselmektedir.

    Tuğlanın ham kaynak olarak belirli bir değeri vardır ve bu sınırlıdır. Ama işlenip duvar haline getirilince değeri artmaktadır. Ama katma değer artışının sınırı burasıdır. Tuğla, duvardan başka birşey olamamaktadır.

    Ama mesela para kaynağı daha değerlidir. Çünkü katma değeri tuğlaya göre çok daha fazla artırılabilir. Para -maddesel olarak- hemen her şeye dönüştürülebilir. Bu yüzden de değerli bir kaynaktır.

    İnsan gücü ise paradan da daha yüksek bir “katma değer artırılabilirliği”ne sahiptir.

    Gerekli nitelikleri kazanmadan önce yalnız kol gücünden yararlanılabilen ve tuğla taşımaktan -ve üremekten- başka bir işe yaramayan bu insan, gerekli eğitimi alarak bir şair, kompozitör ya da nükleer reaktör tasarımcısı olabilir. Bu denli esnek, katma değeri bu denli artabilen bir başka nesne herhalde yoktur.

    Bu nedenle insan, basit bir üretim girdisi değil, niteliği artırıldıkça bunu fazlasıyla geriye verebilen bir kaynak durumundadır.

    İşte, bilgi toplumu ile insanın böylesine zengin bir “kaynak” olması arasındaki ilişki buradadır.

    Bir toplumun sorun üreten ve bunları, yeni sorunlar üreterek çözmeye çalışan bir toplum olmaktan, onları bilgiyle çözebilen ve böylece de sorun biriktirmeyip refah ve mutluluk üreten bir “bilgi toplumu”na dönüşebilmesi için, insan gibi bir kaynaktan başka kullanabileceği başkaca etkin bir kaynağı yoktur.

    İnsan kaynağı, niteliği arttıkça sorun çözme kabiliyeti de artan bir kaynaktır. Bu ise bilgi toplumunun formülüdür.

    Buradaki “nitelik” deyimiyle insanın yalnızca bilgi-becerisi değil, zekası, ruh sağlığı ve ahlaki tercihlerinin oluşturduğu bileşke kastedilmektedir.

    Bugünkü programın, bu nedenle, yapay bağlantılı kavramlar üzerinde konuşulan sıradan bir toplantı değil, bilgi toplumuna gidebilecek yolun kapısını açacak anahtar demek olan “insan kaynağı”nın, sınırsız katma değer potansiyelinin ortaya çıkarılabilmesi için araçların tartışılacağı bir forum olarak görüyor ve başarı diliyorum.

    25 Eylül 1997