• FANTOM (hayalet) SORUN !!

    Bu kadar sorun yetmezmiş gibi bir de bu nereden çıktı diye lütfen telaşlanmayınız. Allaha şükür yeni bir sorun yok. Bu, sadece bazı sorunların gerçekte olmadığını, onların birer hayalet (fantom) sorun olarak göründüğünü anlatmak için kullanılan bir deyimdir.

    Örneğin, bıçaklanarak öldürülen bir adamın ölüm nedeni olarak aşırı kan kaybı gösterilirse buradaki kan kaybı fantom sorun’ dur. Yani aslında ölüm nedeni bu değildir. Olsa olsa tıbbi neden budur, belki tıbbi neden bile bu değil mesela beynin oksijenle beslenememesidir. Hatta bıçaklanma olayı da bir fantom sorun’dur.

    Bu şekilde geriye doğru gidildikçe öldürme olayının gerçek nedenlerine doğru varılır. En son bulunan nedene ise Kök Sorun denilmektedir.

    Hayalet ve Kök Sorun’ların pratik olarak önemi büyüktür. Görevi sorun çözmek olan kişilerin bilmesi gereken nokta şudur: Hayalet Sorun’lar çözülemez, ancak Kök Sorun’lar çözülebilir !.

    Kamu açıklarının, enflasyonun ve bir sürü kaza belanın nedeni olduğu hergün yüz defa, çeşitli kişiler tarafından dile getirilir ve belki birçok kimse de kamu açıklarının gerçekten de bir sorun olduğunu sanabilir. Halbuki kamu açıkları bir hayalet sorun’ dur ve yukarıdaki kural gereğince hiçbir işe yaramayacak bir sorundur.

    Kamu açıklarına yol açan nedenlerin başlıcası olan KİT’ler de bir hayalet sorun olup, onun da altında KİT’lerin istihdam yaratma amacıyla kullanımı yatmaktadır. Ama bu da bir başka hayalet sorun olup, onun arkasında “iş yaratma” yöntemlerinin yeterince bilinmeyişi, onun altında bürokrat ve politikacımızın Dünya’yı yeterince izlemeyişi, onun da altında insan dokumuzun yetersizliği ve siyaset anlayışımızın yozluğu yatmaktadır.

    Bu şekilde gidilerek kamu açıkları denilen hayalet soruna yol açan Kök Sorun(lar)a varılabilir. Uzun atlama yapılmazsa hemen herkesin varacağı Kök Sorun(lar) birbirinin aynı olacaktır.

    Yatıp kalkıp kamu açıklarını, terörü, trafik kazalarını ya da irticayı sorun ilan edenlerin olaylara bu sistem içinde bakması gerekir.

    27 Eylül 2001

  • EN ÖNEMLİ SORUNUMUZ YILLARDIR NİÇİN “PAS GEÇİLDİ”?

    Lütfen şöyle bir düşününüz, hangi küçük ya da büyük sorun olursa olsun, ilginç bir gerçek gözünüze çarpacaktır: Deniz kirliliği, kamu arazilerinin işgali, yüksek enflasyon, terör ya da dil yozlaşması; hangisinden yola çıkarsanız çıkın daima daha temelde yatmakta bulunan az sayıdaki “Kaynak Sorun”a varılmaktadır .

    Herhangi bir sorunun ortaya çıkması için daima, birisi “ortam hazırlayıcı” diğeri de “tetikleyici” olmak üzere iki grup nedene ihtiyaç vardır. Bunlardan birisi bulunmadığında, “sorun”un doğması imkansızdır.

    Bunun tersi de doğrudur; mevcut bir sorunu yoketmek için hem ortam hazırlayıcı hem de tetikleyici nedenleri birlikte ortadan kaldırmak gerekir. Aksi halde sorun yok olmaz, olsa olsa şekil değiştirir.

    İşte, çeşitli sorunların bu ortam yaratıcı nedenlerine tek tek bakılırsa, bunların bir bölümünün o sorunlara özgü olduğu ama geri kalanlarının ise birbirinin aynı olduğu görülecektir. Bu, çarpıcı bir bulgudur. Yani, deniz kirliliğinin, yüksek enflasyonun, terörün ve dildeki yozlaşmanın bir bölüm nedeni birbiririnin aynıdır. Bunlara Kaynak Sorunlar adı verilebilir.

    Kaynak Sorunlar’ın, önemli özellikleri vardır: Birincisi, bunlar bir su kaynağının su üretmesi gibi sorun üretirler.

    İkincisi ise, çeşitli sorun kaynakları’ndan kaynaklanan sorunlar birbirleriyle birleşip yeni sorun bileşikleri oluşturmak eğilimindedirler. Ayrıca, bu bileşikler de hem kendi aralarında hem de diğer kaynaklardan üreyen sorunlarla sürekli olarak birleşirler.

    Üçüncü özellik, toplum sorunlarını çözme iddiasında olanları çok ilgilendirmektedir. Bu da, sürekli sorun üreten bu kaynaklar kurutulmadan, bunlardan doğan sorun bileşiklerinin çözümlenemeyeceği, yalnızca şekil değiştirebileceğidir.

    Bir başka deyimle, Kaynak Sorunlar yerine onlardan oluşan sorunları çözmek üzere para, zaman, beyingücü gibi nadir

    kaynakları harcamak, bırakınız sorun çözmeyi, onların daha da yayılıp derinleşmesine yol açar.

    Batı’lılar Kaynak Sorun’a (source cause), onlardan türeyen sorunlara da (phantom cause) -biz de Görünen Sorun diyebiliriz- adını vermektedirler. Dilimizde bu olguları tanımlayan deyimler yoktur. O halde sorunlara bu tür bir teşhis de konulmamıştır. İşte sorun da burada başlamaktadır.

    Her kavramın her dilde bulunması gerekmez. Ama bu öylesine önemli bir kavramdır ki bu konudaki bir eksiklik, “eksiklik” değil neredeyse bir hiçlik gibidir. Aynen, ondalık sayı sistemi olduğunu savunan bir sistemdeki on rakamdan birisinin bulunmayışının bir eksiklik değil bir hiçlik olduğu gibi! Hele ve hele çağdaşlaşma (hatta onu da aşma) iddiasını taşıyan bir toplumun, bu eksikliği farketmemiş olması kolay kolay geçiştirilemez, geçiştirilmemelidir.

    Çünkü o takdirde bu “pas geçme”ye yol açan neden(ler) halen devam ediyor demektir. Bu, cebinde pimi çekik bomba taşıyor olmaktan daha az tehlikeli değildir.

    Şimdi yüksek sesle şu soruyu sorup yine yüksek sesle cevap vermeye çalışalım: “Bir imparatorluğun batmasına yol açan, şimdi ise toplumumuzu yokedebilecek bu kavram eksiğinin sebep(ler)i nelerdir? Bunu birileri tezgahlamış olamaz. O halde biz neyi ya da neleri pas geçtik de bu önemli kavramı, sorun çözme kültürümüzün dışında bıraktık?”

    Olaylar üç türlü açıklanabilir: Birincisi inanç yoludur. Onda açıklamaya, neden sormaya gerek -ve de imkan- yoktur. “Öyle olduğu için öyle olmak”, yeterli bir açıklamadır.

    İkinci tür açıklama, sokaktaki adam açıklaması’dır -ki ülkemiz sokaklarında tahminlerden fazla insan yaşar-. Sokaktaki adamı ne rahatsız ediyorsa tüm olayların nedeni odur. Örneğin ücreti düşük bir sokaktaki adam, “bizim gibilere değer verilmezse böyle olur!” türünden bir cevap bulur. Tabii ki sokakta kaç kişi varsa o sayıda da açıklama vardır.

    Bu yaklaşım, bu tür insanlar için bir sosyal afyon’dur ve sanıldığının aksine oldukça da yararlı sayılabilir. Çünkü sokaktaki adam’ın bilinç düzeyi, gerçeklerin yükünü taşımaya yetmeyebilir.

    Üçüncü tip açıklama ise bilimin açıklamasıdır. Orada kolaycılığa, kalıpçılığa, kişisel duyguların etikisinde kalmaya yer yoktur.

    İşte, yukarıdaki soru için ihtiyacımız olan, bilimin açıklamasıdır. Evet, nasıl oldu da biz Kaynak Sorun – Görünen Sorun kavramlarını düşünce sistemimizin dışında tuttuk ve halen de ısrarla tutuyoruz?

    Yazarımız-çizerimiz, politikacımız, düşünürümüz hangi yöntemle sorunları açıklıyor? Yoksa bu kavramlar gereksiz mi? Biz bir başka yol bulduk da sorunlarımızı o yöntemle mi analiz ediyoruz?

    Ey toplumun önde gelenleri!

    Politikacılar, yüksek bürokratlar, yazarlar, iş adamları, akademisyenler!

    Sizlere sesleniyorum. Hergün birbirinize şerefler veriyor, birbirinizi ödüllendiriyor, bilgiç tavırlarınızla topluma güven vermeye çalışıyorsunuz. Ama bakınız, ortada cevaplanması gereken bir soru var. Lütfen buna yanıt arayınız. En azından nasıl yanıt aranacağını düşününüz, düşünmek zorundasınız.

    Ama, bir ulusal kimlik özelliğimiz haline gelen, “süslü ve içi boş sözlerle” değil, kişisel sorunlarınızı yansıtan “yorum”larınız değil, “açıklamalar”ınızı yapmak zorundasınız.

    Aksi halde, bütün o yüksek ünvanlarınızı kullanma hakkına sahip sayılamazsınız. “Sokaktaki insan” hepimizden bunu bekliyor ve haklı olarak bekliyor!

    Pazar, 07 Ağustos 1994

  • ELEŞTİRİYE KAPALI SİSTEMLER KENDİNİ SÜRDÜREMEZ!

    İnsan -ve çoğu canlının-, çevresindeki fiziki koşullar değiştikçe ona uyum gösterebilmesi, “geri besleme” denilen bir çeşit “özeleştiri mekanizması” yoluyla mümkün olabilmektedir.

    Örneğin, ortam sıcaklığı yükselince terleyen vücut, ısı kaybederek kendini tekrar 37C° dolayına getirir. Aksine, ortam soğuyunca, deri gözenekleri daralarak ısı kaybını azaltır ve vücudu yine aynı sıcaklıkta tutar.

    Herhangi bir nedenle bu mekanizmanın işleyişi bozulsa ve beden sıcaklığı 42’nin üzerine çıksa ya da 35’in altına düşse, insan, yaşamını sürdüremez.

    Vücut sıcaklığı için geçerli olan bu “kendini, ortama göre ayarlayabilme” özelliği, organizmadaki yüzlerce süreç için de aynen geçerlidir.

    Bu mekanizma ister vücut sıcaklığının, ister dengemizin, isterse kan basıncımızın korunmasını sağlasın, daima aynı şekilde çalışır: Dengede tutulmak istenen her ne ise, ona ait bir “olması gereken değer” genetik belleğimizde mevcuttur. Diğer yandan, dengede tutulacak olanın değerini her an ölçen bir de duyarga vardır. İşte, yaşamın sihirli mekanizması, bu iki değeri karşılaştırılması yoluyla olur. Bu bir çeşit “özeleştiri” dir.

    “Olması gereken” ile “gerçekte olan” arasındaki fark, sistem tarafından bir “hata” olarak kabul edilir ve bu hata katlanılabilir bir değeri aşınca, bir “hata düzeltici mekanizma” devreye girer ve hatayı yoketmeye çalışır.

    Dikkat edilirse, sistemi yaşayabilir durumda tutan sihirli yan, “gerçekte olan”ın üstünün örtülmeyip aksine ortaya konulması, bununla yetinilmeyip bir de “olması gereken”e göre ne durumda olunduğunun eleştirilmesidir. Sistem, son adımı bu eleştirinin sonucuna göre ortaya çıkan “hata”nın düzeltilmesine razı olmakta ve ancak bunun karşılığında yaşamını sürdürebilme ayrıcalığını koruyabilmektedir.

    İnsanoğlu bu harika “yaşam sürdürebilme” mekanizmasını keşfedince, kendi icadettiği mekanik sistemlere de uygulamaya çalışmıştır. Uçaklar, dengesini bozmaya çalışan çeşitli etkenlere karşı bu sayede uçmakta, evlerdeki buzdolapları böyle çalışmakta, TV yayınları bu yolla izlenebilmektedir.

    Organik ve mekanik Dünya’nın bu yaşam sırrı, toplum yaşamına da uygulanmış, örneğin “demokrasi” denilen rejim de böylece ortaya çıkmıştır.

    Baskın özelliği, “halkın kendini yönetmesi” olarak belletilen bu rejimin daha önemli bir niteliği, “kendini, olması gereken özelliklerinin dışına çıkarmaya çalışan etkenlere karşı, özeleştiri yoluyla koruyabilmesi”dir.

    Organik ve mekanik sistemlerde kontrol altında tutulması gereken özelliklere ait “olması gereken”ler, doğuştan ya da insanlar tarafından dışarıdan empoze edilir. Demokraside ise “olması gerekenler”, demokrasi tarihi boyunca gelişmiş evrensel kurallara göre oluşur.

    “Hataları düzeltici” mekanizmanın, demokrasiyi, “olması gerekenler”in dışına çıkmaktan koruyabilmesi için ise, “gerçekte olanlar”ın ölçülebilmesi, yani sistem tarafından “bilinebilmesi” gerekmektedir.

    İşte işin püf noktası buradadır: içinde ülkemizin de bulunduğu bir dizi “gerice” toplumda, mekanizmanın bu “gerçekte olanları bilinir kılma” yanı, kurumları yıpratmama adına, ama aslında, kurumlardan oluşan sistemin kendini sürdürebilirliğini tahrip etmek pahasına işletilmemektedir.

    Yargı kurumu böyledir. Ordu böyledir. İstihbarat kurumları böyledir. Hatta dışişleri büyük ölçüde böyledir. Yalnız bu kurumların mensupları değil, toplumun büyük bölümü de, “hata düzeltici mekanizma”nın can alıcı noktası durumundaki “gerçekte olanları bilme” konusunda son derece tutucudur ve bu kurumlara yönelik eleştirileri yıkıcılıkla eş tutar. Gerçek ise tamamen aksidir. “Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşelidir” özdeyişi uyarınca, “gerçekte olanları bilme” konusunu yıkıcılık saymakta bulunanlar, ülkemiz rejiminin, kendini yıkıcı etkilere karşı koruyabilme kabiliyetini, bir deyimle demokratik bağışıklık sistemimiz’i bilmeden sabote etmektedirler.

    Ancak bir noktaya da işaret edilmelidir: sistemin kendini hatalara karşı koruyabilmesi yalnız “gerçekte olanları bilme” sine bağlı değildir. Bunun yanısıra, “hata düzeltici mekanizma”nın da çalışması gerekmektedir. Bu mekanizmanın demokrasi durumundaki karşılığı, “toplumumuzun sorun çözebilme kabiliyeti”dir. Bu kabiliyetin düşük olduğu da ayrı bir toplumsal zafiyetimizdir.

    Türkiye’nin artık bunları konuşabilmesi, kendi kendine övünmekten vazgeçip, evrenin en eski ve en güvenilir mekanizmasının güvenilir kurallarına kendini teslim etmesi vakti gelmiştir. Hatta geçmektedir.

    31 Aralık 1995

  • DÜŞÜNCE KALİTESİ!

    Günümüzde hemen bütün dünyada ifade özgürlüğü konusundaki sınırlamalar giderek azalmakta, tam tersine insanların düşündüklerini ifade etmesi, yayması özendirilmektedir. Gelişmiş toplumların idareleri bunu, toplumları daha iyi yönetebilmek için zorunlu bir katkı olarak görmektedirler.

    Herhangi bir düşüncenin ifade edilebilmesini düzenleyen, onu sınırlayan bir yasa yoksa da bu konuda ortak anlayışlar oluşmuştur. Bu anlayışın pek somut tek ölçüsü olmamakla beraber;

    • O konudaki pratiğin bir tarafı (uygulayıcısı, düzenleyicisi, denetleyicisi gibi) olmak ve/ya
    • O konunun düşünsel yanının bir tarafı (kuramcısı, öğreticisi gibi) olmak ve/ya
    • O konunun pratik ya da kuram yanında olmamakla beraber, her konuya uygulanabilecek bir sistem yaklaşımına sahip olmak

    gibi kriterler, bir kişinin bir konuda düşüncesini ifade edebilmesi için ehliyet olarak kabul edilmektedir.

    Bunlar, bir düşünceyi ifade edecek kişinin ehliyetine ilişkin “gerek koşullar”dır. Bir de, bu ehliyete sahip kişinin dile getireceği düşüncenin kalitesine ilişkin “yeter koşullar” olmalıdır. Çünkü her trafik ehliyeti olan kişinin mutlaka doğru araç sürmesi gerekmediği gibi, bir konuda düşünce dile getirme ehliyetine sahip sayılan herkesin de dile getireceği bütün düşüncelerin kaliteli olması da gerekmez.

    Bu noktada tanımlanması gereken kavram, düşüncenin kalitesi’dir. Bunun için akla gelebilecek çeşitli ölçütlerden şu dördü işe yarar gibi görünmektedir:

    • İlgili alanın son bilgileriyle (state-of-the-art) tutarlı,
    • Kanıtlanmaya ihtiyaç gösteren hipotezlerden olabildiğince az içeren,
    • O alanda bilinenleri, bir sorunun anlaşılmasına ve/ya çözülmesine katkı sağlayabilecek şekilde yeniden bir araya getirebilmiş,
    • Düşüncenin ilgilendirdiği tarafların olabildiğince çoğu tarafından aynı şekilde anlaşılabilmesi için “mümkün olan en kısa formda (kanonik form)” ifade edilebilmiş,

    Hal böyle iken, bu ölçütlere uymayan çok sayıda düşünce ürününün konuşulup yazıldığı da bir gerçektir. Değersiz ya da düşük kaliteli düşünce denilebilecek bu düşünceleri değerli ya da kaliteli denilebilecek olanlardan ayırabilmek oldukça güçtür. Çünkü, düşünce kalitesi düştükçe anlaşılmazlığı da artar ve anlaşılmaz düşüncelerin bir hikmet içerdiği inancı nedeniyle bu tür düşünceler kabul de görür.

    Düşünce kalitesini düşüren nedenler çeşitliyse de, başlıcaları şunlar olabilir:

    • Mantık operatörleri içinde virüslerin karıştırılması,

    Bir mantık zincirinin içine katıldığında, olması gerekenin tam aksine sonuçlar üretilmesine yol açan operatörler “virüs” gibidir. “Evet ama yine de”, “olsun”, “n’apalım” gibi virüsler bunlardan yalnızca birkaçıdır. Bu tür virüs içeren düşüncelere karşı düzgün mantıkla başa çıkabilmek çok güçtür.

    • Bilgi eksiği,
    • Yetersizliklerin ucuz akademik ünvanlarla gizlenmesi,
    • Ana dil yetersizliği,

    Kalitenin, yaşamımızın her kesitindeki rolünün sorgulandığı günümüzde artık, önümüze konulan ve tüketmemiz istenilen düşünsel ürünlere daha farklı bir gözle bakmanın zamanı gelmiş olsa gerektir.

    27 Eylül 2001

  • DİREKLER KURTULDU, PEKİ DUVARLAR NE OLACAK ?

    Ankara’daki elektrik direklerine aday posteri yapıştırılmasından illallah eden belediye, mükemmel bir yaratıcılık sergilemiş ve birer mühendislik harikası tasarım yoluyla direklere posbıyıklı yiğitlerimizin resimlerinin yapıştırılmasını engellemiştir.

    Derhal üretimi yapılıp uygulaması gerçekleştirilen bu dahiyane projeyle, üzerinde inek görmüş kurbağa gözü gibi şişikler bulunan çelik saç kuşaklar direklere üst üste geçirilmiş ve böylece ilan yapıştırmak isteyen parti teşkilatlarının fedakar üyelerine çok fena bir kazık atılmıştır. Artık elektrik direklerine ebediyen aday posteri yapıştırılamayacaktır.

    Ancak bu proje, partililerimizin yaratıcı zekaları karşısında tutunamamış, bu defa evvelce temiz kalan bina duvarları, trafik işaretleri gibi yerler-ve daha kolay olarak- yapıştırma yeri olarak kullanılmaya başlanmıştır.

    Bu durumu belediyenin ahmaklığı ya da sorun çözme becerisi yetmezliği şeklinde açıklamak mümkünse de, buna potansiyel bir iş alanı gibi bakıp sevinmek de mümkündür.

    Bir kısım girişimcimiz için yeni projeler üretip belediyelere pazarlama imkanı getiren bu yeni durumda, “şişikli çelik levhalar”, “dokununca patlayan kaplama levhaları”, “kimyasal maddeler yoluyla iyileşmez yara açan panel kaplamalar” gibi çeşitli malzemelerin üretimi ve belediyelere sokuşturulması pardon pazarlanması kapıları açılmıştır.

    Bütün bu gelişmelere karşı hala eski kafalarda ısrar edip, “Yahu bu posterleri yapıştıranlar fotoğraflarına kadar belli. Mevcut yasalar da kamu araçlarına zarar vermeye izin vermez. O halde niçin gidip onlara ceza yazmıyorsunuz?” diyenler çıkabilir. Onlara aldırmamak ve bu yolda devam etmek lazımdır.

    Gerçi eskiden de tırmanılmayı önlemek için duvarların üzerine kırık cam parçaları dondururlardı. Ama şimdi bu işler belediyelerimiz eliyle bir kamu hizmeti olarak yapılmaktadır.

    Allah bu tür hizmet veren kamu görevlilerini başımızdan eksik etmesin!

  • ÇÖZÜM SORUNU İYİ ANLAMAKTIR!

    Toplumsal sorunlar arttıkça, ya da daha doğru ifadeyle çözülmeden sürdüğü sürece, insanlar üzerinde çeşitli etkiler yapıyor. Bunların içinde sıkıntı, stres, bunalım, erdem dışı yollara eğilim gibi durumların yanısıra bir de “acil çözüm eğilimi” adı verilebilecek bir ruh hali doğmaktadır. Bu ikinci, aslında tüm canlıların, temel yaşam dürtülerinin doğal bir sonucudur.

    Acil çözüm eğilimi, bireyleri ve toplumları kamçılayarak sorunlardan kurtulmaya yol açtığı sürece yararlı; çözüm sürecinin adımlarının eksik atılmasına yol açması halinde de zararlı olmaktadır.

    Kısa yoldan çözüm eğilimleri genellikle sorundan çözüme atlama biçiminde görünmektedir. Bu eğilim zamanla toplumsal bir norm haline gelmiş, en karmaşık sorunlar için dahi, ona yol açan nedenlere bakılma ihtiyacı duyulmaksızın doğrudan çözümler geliştirilmesi gibi bir “standart sorun çözme yaklaşımı” haline gelmiştir.

    Kolayca anlaşılabileceği gibi bu tür bir yaklaşımın doğal sonucu, sorunları çözmede yetersiz kalmak ve yetersizliğin de bambaşka nedenlerle açıklanmaya çalışılmasıdır.

    Bu argümanların yanısıra, kısa yoldan çözüm eğilimlerinin rasyonel nedenleri de vardır.

    Belirli sorunların kronik hale gelmesi, olağan yaşam biçiminin devamını engellemeye başlaması, ve de nedenlere dayalı sorun çözme yaklaşımının uzun süre alacağı düşüncesi yersiz sayılmamalıdır.

    Ancak unutulmaması gereken bir nokta, sorunların kronik hale gelmiş ve sabırların azalmış olmasının, kısa yoldan çözüm beklentilerinin gerçekleşmesine hiçbir olumlu katkısının olmadığıdır.

    Hatta denilebilir ki acil çözüm eğilimleri, -sonuç veremeyeceği nedeniyle- çözüm sürecini sonsuza kadar uzatabilir, yani sorunun çözülmesine değil çözülmemesine yol açar.

    Bu gerçekler karşısında izlenmesi gereken yol nedir?

    İlk olarak şu bilinmelidir ki, bir sorunun (ya da sorunların) çözülmeden uzun zaman geçirilmiş olması, umulan zararlı sonuçların yanısıra son derece faydalı bir sonuç da üretmektedir. Bu yararlı sonuç, o sorunun faturasının toplum tarafından ödenmesidir.

    Bu tür faturalar -verdiği tüm sıkıntı ve acılara rağmen- toplumu en iyi eğiten öğretmenlerdir. “Bir musibet, bin nasihattan evladır.” özdeyişi bunu anlatmaktadır.

    Buradaki haklı bir endişe şu olabilir: “Sorun çözülmeyip toplumsal faturası ödenirse, geriye dönülmez bir durum doğmaz mı?”

    Bazı hallerde doğabilir. O halde böyle bir durumla karşılaşılmak istenmiyorsa geriye yapılması gereken tek şey kalmaktadır: Nedenselliğe dayalı çözüm için gereken süreyi kısaltmak!

    Bir işçi ile on günde yapılan bir iş her zaman on işçi ye bir günde yapılamayabilir. Ama “yaratıcılık” denilen özellik herzaman için bir takım imkansız mümkünler (plausible impossible) üretebilir.

    Mevcut dar zaman içinde arzulanan çözümlere varmanın yolu ise daha çok insanın yaratıcılığından yararlanmaktır. Sorunları bireysel olarak çözmeye çalışmakla, bir örgüt (Beyaz Nokta) olarak çaba harcamak arasındaki fark işte budur.

    İzlenmesi gereken yolun ikinci koşulu, sorunları “iyi” tanımlamaktır.

    “Tanımlamak” ile ‘iyi tanımlamak” arasındaki fark, toplumumuzun ortalama belagat becerisi açısından çok önemlidir.

    İçleri tam dolu olmayan ve daha da kötüsü içerikleri herkese göre farklı dolmuş bulunan kavramlara dayalı iletişimi, bir de bunların üzerine binen “yuvarlak ve süslü söz söylemek” merakı ile birleştiren aydınımız, bir konuyu “açıklamak” yerine “imalarda bulunmak”, “mesaj vermek”, “söylüyormuş gibi yapıp birşey söylememek” gibi yararsız bir beceri geliştirmiştir.

    Berrak olmayan, çoğunlukla bir analize dayanmadığı için süslenerek, yüksek seslerle bağırılarak, gerekirse hedefi belli olmayan şikayetler eklenerek değerli kılınmaya çalışılan tanımları genellikle mental çıkmazlara ya da sorun ile ilgili olmayan tartışmalara saplanır.

    Bu nedenle, iyi tanımlanmış, sorunu çözmeye çalışanlarca ortak anlamlar yüklenmiş kavramlar kullanarak doğru sorun tanımları çözüm için zorunludur.

    Sorunları, çözümleri neredeyse kendiliğinden ortaya koyabilecek şekilde tanımlamanın üçüncü koşulu, soruna yol açan nedenleri, o nedenlerin nedenlerini ilh. -ikinci adımdaki iyi tanımlama kuralına yine uyarak- sıralamaktır.

    Bütün bunlar eksiksiz yapıldığı takdirde, aranan çözümün, bu parçalanan nedenlerin içinden yüzümüze baktığı görülecektir.

    Sonuç olarak denilebilir ki iyi analiz edilmiş bir sorun formu, çözümü görünür biçimde içinde taşımaktadır.

    Bunun dışındaki, yollarla, yani nedenlerini aramadan sorun çözmeye çalışmak, havuza düşen yüzüğü karanlıkta el yordamıyla bulmaya çalışmaktan daha güçtür.

    W. Churchill’in, havuza düşen yüzüğünü aramak için piposu ile önce suyu boşaltmaya çalışırken ona el yordamıyla aramasını sağlık veren dostuna verdiği cevabı unutmayınız: “Ama bu yol garantilidir!”

  • ÇÖZÜM BULMAYALIM, NEDEN ARAYALIM!

    “Sürekli çözüm üreten kişi”, “ülke sorunlarına çözümler üreten parti”, “laf değil çözüm üretimi” gibi sözler, kişileri ve kurumları yüceltmek amacıyla kullanılıyor.

    Ama, bu sözlere karşı yöneltilebilecek şöyle bir eleştiri, bu “çözüm üretme” işinin nasıl bir toplumsal hastalık olabileceğini (ve çoğunlukla da olduğunu) ortaya koyuyor: Bir sorunun nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik olmayan ve “herhalde iyi gelir” ön yargısıyla önerilen çözümler, bir hekimin, yüz hastasına iyi gelen bir ilacı, hastalığının teşhisi konulmadan kullanıp ölen yüzbirinci hastasının durumuna benzer.

    Ekonomik ve sosyal konulardaki irili ufaklı sorunlarımızı ve bunlar için sürekli olarak “çözümler” üreten insanlarımızı düşününüz.

    Herhalde, sorunları için bu denli çeşitli ve çok çözüm üreten, ama sorunlarını çözmede de bu denli başarısız bir toplum olmamızın bazı nedenleri olmalıdır.

    Sokakta kendisine mikrofon uzatılıp filanca sorunumuz hakkında düşünceleri sorulan ev kadını, ayaküstü sorulan soruyu ayaküstü cevaplayan politikacı, çağrıldığı panelde yüzüncü defa aynı lafları tekrarlayan öğretim üyesi ya da gençlik programında konuşan genç, hepsi, “çözüm” üretiyorlar.

    Bu nasıl bir iştir ki, üzerinde konuştuğu soruna yol açan nedenleri bir kenara itip, doğrudan çözüm imal eden insanlarımız, acaba bir vahiy kanalıyla mı bu “çözüm”leri üretiyorlar?

    Bir üniversitenin yayımladığı bir rapor elime geçti. Yaklaşık 200 sayfa. Adı da “Hava Kirliliğinin Nedenleri”.. İlk defa çözüm ile başlamayıp nedenleri irdeleyen bir kitap bulduğunuzu sanıyorsunuz. Ama raporun adıyla içeriğinin ilişkisi yok. “Neden” kavramının böylece anlam değiştirmesi ise bir başka felaket..

    Gelişmiş ve gelişmemiş toplumları birbirinden ayıran birçok ölçüt bulunabilir. Bunların en güvenilirlerinden birisi de, gelişmiş toplumlarda sorunların nedenlerinin aranması, gelişmemişlerde ise bu sorunlara “kim”lerin yol açtığı ve “kim”lerin bu sorunlardan kurtaracağıdır. Toplumumuzun baba, bacı vs aramaya bu kadar meraklı oluşu, bu “kim” eğilimiyle açıklanabilir.

    Bir kamu bankasının, bürokrat – iş adamı – politikacı – mafya işbirliğiyle soyulmuş olması, kamuoyunun gündemindedir.

    Bu konuda ilk sorulması gereken soru, hangi mekanizmanın bu ve benzeri soygunlara yol açtığı, o nedenlere hangi nedenlerin sebep olduğu ve son aşamada da o nedenlerin “nasıl” ortadan kaldırılacağıdır.

    Ama, sokaktaki adamdan idare mensuplarına kadar herkes “kim” sorusunun cevabı peşindedir. Rüşveti “kim” vermiş, “kim” almış, “kim” aracılık etmiş, “kim” vurmuş, “kim” azmettirmiş , kim, kim, kim…

    Ulusal hastalığımız uyarınca hemen bir de çözüm bulunmuş, kamu bankalarının özelleştirilmesiyle bu tür soygunların biteceği belirlenmiştir.

    Kamu bankacılığının tek başına değil ama çirkin siyaset anlayışımızla birleşerek soygunları özendirdiği doğrudur, ama tek neden bu değildir. Birkaç ay önce batan bankalar kamu bankası değildi ve onlar da, hem de bizzat sahipleri tarafından soyulmuştu. Demek ki bankanın kamu ya da özel kesime ait olması soygunu önlemeye yetmiyormuş.

    Kamu pastasını küçültmenin yanısıra, kalabalık kamu kadrolarının seyreltilmesi, siyasi parti gelir ve giderlerinin saydamlaştırılması, daimi kamu görevlisi statüsü ihdası, kamu alımları yasası, ombudsman kurumu gibi gerekler de var.

    Ancak, burada işaret edilmek istenen, kamu bankalarının soygunlara karşı nasıl korunacağı değil, nedenlere dayalı olmayan çözüm üretimlerinin nasıl yetersiz sonuçlara yol açacağıdır.

    Geliniz, “ö n c e a n l a” şeklinde bir kampanya açalım. Aklına gelenleri çözüm diye önümüze koyanları dinlemeyelim ve de tepki gösterelim.

    Ve, her soruna, “buna ne(ler) yol açıyor?” biçiminde yaklaşalım. Kısa sürede çok farklı bir Türkiye’ye varacağımıza inanınız.

    Pazar, 25 Eylül 1994

  • “ÇIĞ ETKİSİ”NE TEPKİ YOK!

    Bir mal veya hizmete yapılan zamın, bu mal veya hizmeti girdi olarak kabul eden diğer ürünlere yansıyarak onların da fiyatlarını artırdığı, iyi bilinen bir olgudur.

    Fiyatı böylece artan ürünler içinden, fiyatına ilk zam yapılan mal ve hizmetin maliyetine girdi olanların bu defa bu ilk ürünün maliyetini artırdığı, bunun ise yeni bir zam gereksinimi olarak ortaya çıktığı ve bu sürecin bir çığ etkisine neden olarak fiyatlar genel düzeyini, yapılan tek zamdan daha fazla bir oranda dahi artırabildiği ise pek konuşulmayan bir konudur.

    Bu konuyu açıklayan bir yazı ilk defa 1990 yılında “SORUN NASIL ÇÖZÜLMEZ?” adlı kitapta, daha sonra 1993 yılında CUMHURİYET Gazetesinde, İstanbul Sanayi Odası Dergisinde ve son olarak da geçen ay TÜSİAD’ın yayın organı GÖRÜŞ Dergisinde yayımlandı. Modeli test edip deneyleri tekrar etmek isteyenlere de bilgisayar programı dahil tüm ayrıntıların yollanacağı da yazıda belirtildi.

    Bu yaklaşıma kısmen ya da tamamen itiraz edenler ya da katılanlar olabilir. Bu, anlaşılabilir bir tepkidir. Ancak, içinde yaşadığımız ve Çevrimsel Enflasyon ile yalnız isim benzerliği bulunan Kronik Enflasyon olgusuna dikkat çeken ve onu kontrol etmeye yarayabilecek ipuçlarını da ortaya koyan bu yaklaşıma karşı hemen hemen hiç tepki vermemek ancak iki şekilde açıklanabilir: Bir açıklama, söz konusu iddianın zaten herkes tarafından biliniyor olması, yazı sahibinin ise bunu yeni öğrenmiş olmasıdır.

    İkinci açıklamayı ise tahmin edebiliyor musunuz?

    Pazar, 27 Şubat 1994

  • BİR TÜRK KAÇ AVRUPALI EDER?

    Ülkelerin işsizlik düzeylerinin basit bir oranla ifadesi adet olmuştur. İşsiz insanların sayısının toplam çalışabilir nüfusa oranı biçiminde ifade edilegelen işsizlik oranı, bir ülkenin iç istihdam durumunu belirtmek için dahi pek anlamlı değildir. Hele ve hele iki ülkenin istihdam durumunu, işsizlik oranları yoluyla karşılaştırmak ise hiç anlamlı değildir ve ayrıca da yanıltıcıdır.

    Kişi başına geliri $15,000 olan bir Avrupa ülkesiyle, $2500 civarında olan Türkiye’deki birer işsiz kişi gerçekten aynı mıdır?

    Bunlardan birisinin gelirine, diğerinden dört kişinin eşit olduğu, yapılacak karşılaştırmalarda daima dikkate alınmalıdır.

    Bu farkın, ülkeler arasındaki karşılaştırmalar açısından pratik önemi vardır. Yabancı ülkelerde çalışırken işini kaybeden 6 Türk işçisinin karşısında 1 Avrupalı işsiz vardır. Bir başka deyimle, her Avrupalı işsiz, 6 çalışan Türk işçisinin işini tehdit etmektedir.

    Ülkeler arası karşılaştırmanın yanısıra ülke içi istihdam politikaları açısından da ilginç bir durum vardır. Yaşadığı sosyal çevre ve beklentileri nedeniyle ayda mesela 5 milyon liraya ihtiyacı olan bir işsizle, 2.5 milyon ek gelir sahibi olduğunda beklentilerini az çok gerçekleştirebilecek bir diğer işsiz, aynı iki “işsiz” değillerdir.

    İşsizlikle mücadele politikaları, genellikle gelir düzeyini dikkate almadan yeni işler yaratmaya yöneliktir.Bu açıklamalar karşısında bu tür politikaların gerçekçi olmadığı kolayca görülebilecektir.

    İşte bu nedenlerle, hem işsizliği hem de gelir yetmezliğini kapsayan bir kavram kullanılması ve istihdam politikasının o kavram üzerine oturtulması gerekmektedir.

    Gelir Yaratma Politikası denilebilecek bu önlemler paketi, bir yandan yeni işler yaratmayı, bir yandan yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan mevcut işleri korumayı, bir yandan insanların ek gelirler sağlamalarını ve bir yandan da çeşitli yollarla giderlerini azaltmayı hedeflemelidir.

  • CANAVAR MERAKI !

    Enflasyon Canavarı”, “Kollu Canavar”, “Trafik Canavarı”, “Terör Canavarı”, “Medya Canavarı”, “vs canavarı”….

    Ağır sorun olarak görülen ne varsa onun bir canavara benzetilmesinin sebepleri nelerdir? Bu, basit bir sözgelimi midir, yoksa altında başka neden(ler) mi vardır?

    Bu canavar merakının pek öyle bir sözgelimi olduğunu sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, bunlar söylenir geçilir, canavarın kolu, bacağının ayrıntılı tanımlarına girişilmezdi.

    Örneğin, “enflasyon, yedi başlı bir canavar olup..” gibisinden bilimsel içerikli tanımlar en yetkili sayılan ağızlardan yapıldığına göre, bu canavar işi pek öyle hafife alınabilecek bir konu değildir.

    Toplum bilimciler bu işin tarihi, kültürel ve sosyolojik nedenlerini incelemeli, hangi bilinçaltı korkuların “canavar” biçiminde sembolize edildiğini bulmalı ve sonra da toplu terapi seanslarıyla bunu giderip toplumu rahatlatmanın çaresini bulmalıdırlar.

    Hatta bu işi daha da ciddiye almalı ve mesela “Canavarlar ve Canavarlıkla Mücadele Daire Başkanlığı” -ki ileride ödenek bulunabilirse Bakanlık dahi yapılabilir- kurmak gerekir diye düşünüyorum.

    Benim çok kısıtlı sosyolojik bilgim, bu canavar tutkusunun, birbiriyle ilintili iki kaynaktan geldiğini göstermektedir. Birinci kaynak, çocukluğumuzda bol bol okuyup büyüyünce de dinleye dinleye yaşlandığımız masallar olup, orada her başa çıkılamaz belanın yedi başlı, on kollu, ateş dilli bir canavara benzetilmesi geleneği vardır.

    Bu masalların çok etkisinde kalan yöneticilerimiz, sorunlarla nasıl başa çıkılabileceğini genellikle bilmedikleri için bu idol’ü icad ederek hem kendilerini hem de vatandaşları rahatlatabilecek bir açıklama bulmuşlardır. (Bilindiği gibi, açıklanamayan sorunlar deliliğe yol açmakta olup, insanlar her sorun için mutlaka bir açıklama bulmak eğilimindedirler)..

    İkinci neden ise, bu tür canavarlarla daima olağanüstü güçlere sahip prenslerin (ve prenseslerin) başa çıkabildiği, onun dışındakilerin yapabileceği tek şeyin öyle bir prens (veya prenses) beklemekten ibaret olduğudur.

    Elinde tuttuğu okunup üflenmiş kılıcını (veya Kanun Hükmünde Kararnemeleri), canavarın can alıcı bir noktasına -ama dikkat sadece 1 noktasına- batıran masal kahramanlarını bekleyen insanları, kolektif akıl kullanarak belalarla başa çıkmak yerine, kurtarıcılar (babalar, analar, bacılar) beklerler ve de beklerler.

    İşte canavar merakımızın altında yatan iki neden budur. Yeni canavarlar doğdukça daha çok gözlem yapıp daha iyi açıklamalar bulacağız. Bulacağız yoksa delirebiliriz..

    Pazar, 10 Nisan 1994