• “Asıl Olay”

    Müteşebbisler Klübü’nün Kasım Bülteni GİRİŞİM’de, kamu alımlarıyla ilgili, “başınıza gelenleri yazın” çağrısına uyarak yazılan bir “vaka” yayımlandı. Değerli kardeşimiz Vedat Baydede’nin başına gelen olayın özeti şudur:

    Dikiş makinasi alımı için ihaleye çıkan, ama alımı nereden yapacağına peşinen karar vermiş bir kamu kuruluşu, istediği sonuca ulaşıp niyetlendiği firmaya ihale veremeyince ihaleyi iptal edip tekrarlıyor ve sonunda özlediği marka makineye kavuşuyor !

    Sayın Baydede bu olaydan şu sonuca varıyor;

    “Şeffaf olalım deniyor. Bu olayda kapalı bir yan yok ki. “Asıl Olay” karar verme yeteneğini, yetkisini gereği şekilde kullanabilme olgusu. Geresi boş !”

    Toplumumuzda, sorun çözmede çok kullanılan yöntem, herkesin kendince doğru olan bir “esas mesele” saptayıp, onun dışındaki “neden”lere sırtını dönmesi, onları boş olarak değerlendirmesidir.

    Hal böyle olunca, kişi sayısı kadar “esas mesele” oluşmakta, ama hiçbir “esas mesele” çevresinde de uzlaşılamamaktadır.

    Yukarıda özetlenen Kamu Alımı vakasında net olarak

    görünen şudur;

    1. “Ne”lerin alınacağını tanımlayan, “kimden” alınacağını belirtmeyen bir şartname yerine bunun aksi yapılmıştır,

    2. Haksızlığa uğrayan girişimcinin, bu durumu şikayet edebileceği bir “Kamu Alımları Şikayet Merkezi” (ombudsman) bulunmamaktadır,

    3. İhaleyi kaybeden Firma(lar)a, niçin kaybettikleri, ilgili şartname maddelerine rücu edilerek ve yazılı olarak açıklanmamıştır.

    Bu 3 nokta, Müteşebbisler Klübü tarafından hazırlanan Kamu Alımlarının Ekonomik Etkilerinin İyileştirilmesi adlı raporun 2.11, 1.2 ve 2.4 bölümlerinde dile getirilmiş ve bu rapora dayalı olarak TBMM’ne sunulan aynı adlı bir Yasa Teklifinde de 3 madde olarak yer almıştır.

    Şu çok açıktır ki;

    • “nasıl” yerine “ne” alınacağını tarifleyeni şartname hazırlama zorunluğu olsa,

    • haksızlığa uğrayan girişimcinin, bu durumunu anlatabileceği bir şikayet makamı bulunsa ve

    • Kaybeden firmaya, net ve yazılı bir biçimde kaybetme nedenini açıklama zorunluğu bulunsa,

    yani bunlar birer yasa hükmü ile düzenlenmiş olsa, bu vaka ya hiç olmayacak ya da en azından bu denli “kör kör parmağım gözüne” olmayacaktı.

    Bu nedenle “esas” mesele olarak sunulan “karar verme yetkisini gereği gibi kullanmama” olgusu sorunun nedeni değil, yalnızca sonuçlarından birisidir.

    Geliniz, lütfen, “esas mesele” arayışlarından vazgeçelim ve sorunlara hangi nedenlerin yol açtığını, kızmadan, ilk aklımıza gelen “buğulu sebebler” e kaynak neden olarak sarılmadan düşünüp, önlemleri öylece geliştirelim.

    Salı, 27 Aralık 1994

  • ARŞİMED VE GÖTÜRÜ VERGİ

    “Bana bir dayanak gösterin Dünya’yı yerinden oynatayım”.

    2250 yıl önce bu sözü söyleyen Arşimed’in niyeti, sonradan kendi adıyla anılacak prensibi vurgulamaktı.

    Arşimed’in zamanında vergi nasıl toplanırdı, kaç çeşit vergi vardı bunları bilemem ama götürü vergi türü için de şöyle bir söz söylemesi pek uygun olurdu; “bana biraz götürü vergi imkanı tanıyın, bütün vergi sisteminizi berbat edeyim!”…

    Vergi yasalarında değişiklik yapmayı öngören tasarıların “vergi reformu” olarak adlandırılması nasıl bir gelenek haline gelmişse, adına götürü vergi denilen ve vergi sistemlerinin bütününü işlemez kılan, ayrıca da siyasal baskılarla giderek genişleme eğiliminde olan acayipliği -öyle veya böyle- genişletmeside gelenek olmuştur.

    Bir kısım insanı rüşvet karşılığında vergi sistemi dışında bırakmak demek olan götürü vergi, bazı kesimleri gereğinden fazla vergilendirerek, bazı-ve çok daha kalabalık-kesimleri de gereğinden az vergilendirerek iki yönlü bir haksızlık mekanizması olarak işler.

    Daha da önemlisi, bir vergi reformunun asıl hedef kitlesi olması gereken “vergi vermeyen kesim” için aranıp da bulunamayacak bir naylon fatura kaynağı yine bu götürü vergidir.

    Siyasetin, popülist yağcılık olarak da anlaşıldığı ülkemizde, götürü vergi acayipliğinin en esaslı gerekçesi, “üç kuruş kazancı olan küçük esnaf ve köylüyü kırtasiyeye boğmamak” ve “bu tür işleri beceremeyecek kesimleri zora sokmamak”tır.

    İnsanları zora sokmamak, kırtasiyeye boğmamak yalnız küçük esnaf ve köylü için değil istisnasız herkes için doğrudur. Bunu sağlamanın yolu ise bir kısım insanı sistem dışında bırakmak değil, basit ve iyi işleyen bir belge düzeni kurmaktır.

    1986 yılında Türkiye’ye davet edilen Prof. Lev Landa adında bir rus kökenli ABD’li bilim adamı, kendi geliştirdiği ve Landamatic adını verdiği algoritmik bir yaklaşımla çeşitli ülkelerin belge düzenlerini yeniden kurmuştur.

    Prof. Landa’nın Hollanda Hükümeti adına yaptığı bir çalışma sırasında Hollanda’lı vergi mükelleflerinin %80’inin vergi beyannamelerinden birşey anlamadığı ortaya çıkmıştır. Bu oran herhalde ülkemizde de aynıdır.

    Sistem Kurma Becerisi olağanüstü düşük olan toplumumuzda vergi reformu adına ilk yapılması gereken, vergi idaremize bu becerinin kazandırılmasıdır. Günümüzün teknolojisi, bu tür sistemlerin kurulmasını kolaylaştırmıştır.

    Trafik kazalarında ençok hasar gören şoförleri, sırf şoförler sıkılmasın diye emniyet kemeri uygulamasının dışında bırakan zihniyet, günlük kazancı götürü vergisinin çok dışına taşabilen ticari taksileri de aynı gerekçeyle gelir kaydedici cihaz kullanımının dışında bırakmıştır.

    “Biz cahiliz, bizi sistem dışında tutun” uyanıklığına pirim veren popülist yağcılığı aşmak ve en küçük gelir ve gideri dahi belgelemek zorundayız.

    Şu unutulmamalıdır; belgesiz kazanç ve harcama, her türlü ahlak ve yasadışı işlerin yakıtıdır.

  • AMERİKAN POLİS DİZİLERİ

    Televizyon kanallarının çoğalması, bazı istatistiksel değerlendirmeler yapmamazı da kolaylaştırdı. Uzun yayın sürelerini en kolay doldurma yolu olarak çoğu bir işe yaramaz filmler göstermeyi seçen kanallar çoğunlukta. Dikkat edilirse Amerikan polis dizileri, bu filmler içinde birinci sırayı alıyor.

    Bilmem hiç düşündünüz mü, acaba niçin bu filmler bu kadar yaygındır?

    İnsanların şiddete olan düşkünlükleri, polisiye filmlerde konu bulma kolaylığı, maliyetlerinin ucuzluğu gibi faktörler acaba ana nedenler midir? Bunların etkisi olabilir ama temel neden bu olamaz, çünkü daha ucuz konular bulmak mümkündür.

    Bu filmlerin yaygınlığının ana nedeni, -bütün serbestliğine rağmen- ABD idarelerinin bu yolla toplumlarına vermek istedikleri mesajlarla ilgilidir. Bu mesajlar; “yasalardan kaçılmaz”, “siz ne denli uyanık olursanız olun polis sizden daha uyanıktır” gibi kamu düzeninin kurulup korunmasına yardımcı olan mesajlardır.

    Serbest piyasa ekonomisi ve ifade özgürlüğü ortamına rağmen bu ve benzer mesajları işleyen yayınların bir biçimde teşvik edilip desteklendiği de şüphesizdir.

    Amerikan polis örgütlerinin, filmlerde gösterildiği kadar becerikli olmadığı kuşkusuzdur. Ama bu filmler yoluyla insanlarda oluşturulan imaj, o güvenlik görevlilerinin neredeyse insanüstü yetenek, cesaret ve erdem sahibi olduklarıdır.

    Bu açıdan bakıldığında hem toplumda polise güven yaratmak ve hem de poliste özgüven yaratmak için son derece faydalı işlevleri yerine getirdiği de muhakkaktır.

    Bundan alınacak dersler vardır. Türk polisini konu alan yerli filmlerde ise polis genellikle komik, disiplinsiz, pek becerikli olmayan, kırtasiyecilikten başka işi olmayan ve herşey olup bittikten sonra yetişen ya da tam aksine inandırıcılıktan uzak (süperman)lar olarak gösterilir.

    İnsanlarımızın polise güvenleri yalnız filmler yoluyla sağlanamaz ama filmlerin etkisi de inkar edilmemelidir.

    Yeşilçam’cılara ve polis örgütümüze duyurulur.

  • Ajanın mektubu!

    Aziz dostum John,

    İstihbarat göreviyle Türkiye’ye geleli neredeyse bir yıl oluyor. Sana bu süre içinde yazamayışımın nedeni, Türkiye’yi ve Türkler’i tanımak ve de Türkçe’mi ilerletmek için oldukça yoğun çalışmak zorunluğumdu. Neyse artık daha rahatım, kendime ayırabilecek daha çok zamanım olacak.

    Sevgili John, sanırım ki en çok merak ettiğin nokta, Türkiye hakkındaki gözlemlerimdir. Sana bunu kısaca özetleyeceğim, lütfen sen de bunları bizim merkeze iletiver.

    Öncelikle kaydetmeliyim ki, bizimkiler buraları karıştırmak için ayırdıkları bütçeyi başka ülkelere kaydırabilirler. Çünkü burayı karıştırmak için para harcamaya, özel kurgular filan üretmeye ihtiyaç yok.

    Bilirsin bu güne kadar gezmediğim, karıştırmadığım ülke kalmadı. Hiçbirisinde bu kadar iyi niyetli, fakat o denli de kolay dolduruşa gelen bir toplum görmedim.

    Geçenlerde ne olduğu pek belli olmayan bir adam ortaya çıktı. Hatta ben biraz da alındım. Bizimkiler bana güvenmeyip bir kişi daha mı yolladılar diye.. Sonra öğrendim ki bizden değilmiş.

    Bu adam, modern Türkiye’nin kurucusu M. Kemal için abuk subuk bazı laflar söyledi. Bütün Türkiye işini gücünü bırakıp bununla uğraşmaya başladı.

    Sana bu işin daha da ilginç yanını söyleyeyim: Burada “aydın” tanımı bizdekinden çok farklı. Anlamı üzerinde uzlaşmadıkları bir takım lafları peşpeşe dizip çok bilmiş görüntüsü veren herkese aydın diyorlar.

    İşte o aydınlar, hemen harekete geçip olayı kınadılar ve sonra hepsi, görevini yapmış olmanın huzuruyla M. Kemal’in yerleştirmek için çok uğraş verdiği, “bilimin yani akılcılığın yol göstericiliğinde yaşamak” ilkesine taban tabana zıt yaşamlarına döndüler. Çoğu kimse, bu denli tepki gösterdikleri fanatik akımların, bu akıldışılık ortamının bir yan ürünü olduğunun, yani esas sorunlarının bu aydın dedikleri insanların kurdukları sistemin ana ögesinin akıldışılık olduğunun farkında değil. İnanması güç ama buranın aydınları bir alem!

    Neyse çok vaktini aldım. Dediklerimi patrona ilet. Bana güvenmeye devam etsinler. Ben tatil yapıyorum. Bunlar kendi kendilerini bitirecekler. Öptüm.

    6 Mart 1994

  • YENİ ARAYIŞLARI “ESKİ” İLE DE SON BULABİLİR!

    Son yıllarda giderek yoğunlaşan biçimde bir değişim özlemi filizlenmeye başladı. Bu, ne denli hızlı ve sağlıklı büyürse yeni bir Türkiye özlemi de o denli hızlı gerçekleşecektir. Değişim özlemlerinin “sağlıklı” gelişmesiyle kastedilen şudur: en kolay değişim imaj değişimidir. Bunu meslek edinmiş kişi ve kuruluşlar, şeylerin içine hiç dokunmadan dışını değiştirerek “miş gibi” hale getirebilmektedirler.

    Değişim hareketlerinin ilk adımı, değiştirilecek şeyin iyi anlaşılması olmalıdır. Toplumumuzun büyük çoğunluğu, siyasetteki kirlenmeden yakınmaktadır. Üzerinde bu denli uzlaşı bulunan bir sorunun, kök sorun mu, yoksa görüntü sorun mu -yabancıların deyimiyle hayalet sorun mu- olduğuna dikkat edilmelidir. Siyasette kirlenme deyimi , toplum kurumlarının temiz olduğunu, siyasetteki özel nedenler dolayısıyla yerel bir kirlilik olduğunu, bunun da iyi cins bir deterjanla temizlenebileceğini ima etmektedir.

    Birkaç yıl evvel Diyarbakır Belediye’since ekmek dağıtımı sırasında meydana gelen izdiham, yabancı yayın organlarında dahi gösterilmiş, insanların nasıl aç olduklarına örnek olarak verilmişti.

    Bu defa geçen hafta içinde, ülkenin tam aksi tarafında, Denizli’de bir havlu fabrikası onuncu yılını kutlamak için ucuz havlu dağıtmaya kalkınca, Diyarbakır’dakinden beter bir kargaşa doğdu.

    Bu iki olayı karşılaştıranlar, olayın içinde bir yaygın açgözlülük olup olmadığını ve buradan giderek de siyasetteki kirlenmenin yerel mi yoksa genel mi olduğunu değerlendirebilirler.

    Aranan temizleyici “yeni” bir kişidir. Bir sistem, bir yaklaşım, bir değer , bir alışkanlık değil de bir “kişi” aranmasının nedeni, her şey eskisi gibi kalmakla birlikte, sonuçların yani görüntülerin -imaj- değişmesinin istenmesidir. Bu imajı değiştirmenin en kolay yolu da -saç boyamaktan sonra-, genç birilerinin ortaya atılmasıdır. İşin sırrının “bilgi+deneyim + dinamizm” olduğunun farkındaki gençlerin dışında kalan epey kalabalık bir genç nüfus da bu işe son derece teşnedir.

    Aranılan ve herkesin ağzındaki ortak terim olan “yeni”nin ne olduğu üzerinde biraz düşünülmelidir. Yeni nedir ya da kimdir? Hiç kimseden bir şey istemeden değişim olur mu? Yeniden yapılanma denilen jikleti saydam hale getirebilmek için hangi sorulara yanıt vermek gerekir?

  • YANLIŞ SORULAR!

    Özel TV’lerde liderlerin “bir kısmı” arasında yapılan açık oturumları yöneten “moderatör”ler, aralarında sözleşmişcesine liderlere benzer sorular yönelttiler: “Enflasyonu nasıl düşüreceksiniz?”, “Kürt sorununu nasıl çözeceksiniz?”, “işsizliği nasıl önleyeceksiniz?” vs.

    Liderler de dilleri döndükçe bunları yanıtlamaya çalıştılar. Aslında liderlere sorulması gereken soru şuydu:

    “Ülkemizde yıllardır çözülemeyen enflasyon, terör, işsizlik gibi sorunlara nasıl yaklaşılması gerektiği, bu sorunları yaşamış başka toplumların da bilimin de malumudur.

    Malum olan bu sorunların sizlerce bir türlü çözülemeyişi ise:

    • popülizm uğruna doğruları söyle(ye)memek ve de yapmamak,
    • belirli baskı gruplarının baskısına direnememek,
    • yakınlarınızın, sahip olduğunuz gücü siz adına kullanmasını engelle(ye)memek,
    • etrafınızda toplanan ve kendine parti kadrosu yakıştırması yapanları aşıp, esas kadronuz olan tüm toplum içinden liyakatli insanlara ulaş(a)mamak
    • sorunların görüntüleriyle boğuşmaktan bir türlü kaynaklarına erişmeyi becerememek gibi yetersizliklerinizin sebepleri nelerdir? Bu yetersizliklerinizi kabul ediyor musunuz? Bu yeni dönemde bu yetersizlikleri nasıl aşmayı planlıyorsunuz? Bunları halkımıza açıklamak ister misiniz?

    Bu sorular sorulmadıkça, tartışma adına yapılacak olan, lider koltuklarında oturan kişilerin birbirlerine daha ağır hakaret etmeye çabalamalarından başka birşey değildir.

      1. Eğer bu sorular sorulabilseydi iki önemli nokta ortaya çıkacaktı:

    Bazı liderler, sorunların “görüntü”lerine takılıp kalmış, sorunları anlamamışlardır.

      1. Sorunları anlamış olanlar ise, “doğruları söyler ve yaparsak halk bize oy vermez” açmazından korkmaktadırlar.

    Ortaya çıkan bu sonuçlardan birincisi son derece yararlıdır. Sözlerine kulak verilerek vakit kaybedilmemesi gereken liderler hemen belli olacaktır. “Enflasyon, para arzını kısmakla”, “işsizlik, büyümekle”, “terör, kanun çıkarmakla” çözülür biçiminde teşhis sahipleriyle vakit harcanmamalıdır.

    İkinci sonuç ise daha da önemlidir. Bu sorun ise liderler arasında bir “rekabet öncesi işbirliği” ile aşılabilir. Bu sorun yalnız bir liderin değil hepsinin ortak sorunudur. O halde hepsinin uzlaşısıyla aşılabilir. Aralarında birisinin dahi, popülizm uğruna belirli konularda yanıltıcı beyanda bulunmaması üzerinde sözleşmelidirler. Örneğin;

    • “Türkiye üretken değildir. Üretken olmadıkça hiçbir sorun çözülemez. Bunun dışındakiler aldatmadır”.
    • “Demokrasi, vatandaşın katılımını isteyen güç bir rejimdir. Demokrasi, işlerin bir avuç atanmış ve seçilmiş insana ihalesi değildir”.
    • “İnsanlarımızın ortalama niteliği düşüktür. Bu nitelikle çoğulcu demokrasi yürütülemez”.

    Bu gibi “acı gerçekler” konusunda halka yalan söylememeyi sağlamış bir TV açık oturumu ne kadar yararlı olurdu!

    Ayrıca da, hiç konuşulmayan ortak yetersizliklerin içtenlikle yanıtlanması, halkın bu işlerde ne denli pay sahibi olduğunu, bu sorumluluğunun ne kadarını yapıp ne kadarını üzerinden attığını (ya da öyle zannettiğini) ortaya çıkaracaktır.

    Artık bu ömür törpüsü tartışmaları dinlemeyelim. Dinletmekte ısrar edenleri ise TV’mizi kapatıp gazete almayarak cezalandıralım.

    Pazar, 17 Aralık 1995

  • VİZYON VE PATAVATSIZLIK!

    Son yılların dilimize kazandırdığı sözcüklerden birisi olan “vizyon”u, çeşitli kullanımlar içinde hergün duyuyoruz.

    “Vizyonu olan adam”, “hayır yaramaz, vizyonu yok”, gibi yargılar, kişileri onduruyor ya da öldürüyor.

    Kişilerin vizyonlarının nasıl ölçüldüğüne bilmem dikkat ettiniz mi? Ben ettim. Bazıları, olayların gelişimini iyi izliyor, üzerine sağduyu, yaratıcılık gibi niteliklerini katınca, gelecekte neler olabileceğini oldukça net görebiliyor. Bu, vizyonun iyisi.

    Bir de ikinci tür vizyon var. O da habis vizyon. “Bu gidişe göre Amerika ile Çin birleşir, Rusya’da Afrika’ya yerleşince Türkiye Cezayir ve İsyanya’yla tek pazar olur.” gibi . Bu gibi bir hastalığın olası bir nedeni, doğal olarak -az da olsa- her insanda bulunan bilimsel şüphecilikten hiç nasibini almamış olmaktır. Bu tür insanlar, mahalle kahveleri için mutlaka zaruridir. Bir kahvede, bir lojik uzmanı kadar çekilmez başka ne olabilir ki?

    Ama bu tür vizyon sahipleri bazen toplumun önde gelen kesimleri içinde yer alabilir. İşte o zaman doğacak sonuçlardan allah saklasın.

    Bu hastalığın ilacı var mıdır bilemem, ama koruyucu bir önlem olarak biraz şüphe ile bir tutam yutkunmayı karıştırıp her yemekten önce bir kaşık alınmasını öneririm.

  • CAHİL IMF !

    Uluslararası finans kuruluşlarının güven ölçütü haline gelmiş olan IMF’nin bir yetkilisi, son ekonomik kriz’in başlıca nedeni olarak, “Türkiye’nin üretim ve tüketim arasındaki dengeyi kuramadığını” ileri sürüyor. Devletimizin yetkilileri ise üretim sorunumuzun olmadığını, sorunun, parasal olduğunu söylüyor.

    IMF’nin bu görüşü doğrusu bizim için oldukça gariptir. Birincisi, ekonomik krizin “nedeni” ne demektir? Ekonomik krizin nedeni mi olurmuş? Kriz var olduğu için vardır. Sebep-sonuç ilişkisi aramak bizim “düşünce stilimiz”e uygun değildir. Biz nedenlerle zaman kaybedemeyiz, bizim çözümlere ihtiyacımız vardır.

    İkincisi, kriz nedeninin “üretim-tüketim dengesi” ni kuramayışımız safsatasıdır. Krizin, “nedeni” olmaz ama, olsa bile o üretimle ilgili değildir, parasaldır. Kanıtı da ortadadır. İşte otomobil üretiyoruz, işte sağlık hizmeti, sosyal güvenlik hizmeti vs üretiyoruz. Evet bunların hiçbirinin rekabet gücü yoktur, bunlar devlet desteği ile “mal ve hizmet üretimciliği oyunu” dur, bunlar doğrudur ama olsun yine de üretiyoruz! Ayrıca devletimizin yetkilileri de böyle söylüyor. Bu savların safsata olduğunun bir diğer kesin kanıtı da toplumumuzun hemen hiç bir kesiminin, krizin nedeni (ki nedeni olmaz) olarak “rekabet gücü yüksek üretim” olmayışını göstermeyişidir.

    Eğer böyle bir sorunumuz olsaydı, bu kadar kişi ve kuruluş gerçek sorunla uğraşmayı bırakıp, bugün konuştuğumuz fevkalade önemli konuları konuşur muydu?

    İşte bütün bu kanıtlardan görülmektedir ki IMF ve benzeri kurumlar, daha da doğrusu nedenselliğe dayalı akılcı düşünce üreten kişi ve kuruluşlar cahildir. Bu böyle biline!

  • TASARRUF GENELGELERİ

    Cumhuriyet tarihinde en derin sadakatle bağlı bulunulan gelenek zannedildiği gibi Anayasalarımız değildir. Yakın tarihimizde bir çok devlet adamı anayasayı çiğnemekle suçlanmıştır

    Kurulmuş 70 hükümet zamanında da bozulmamış tek devlet geleneğimiz, “tasarruf genelgeleridir” dir.

    Her hükümetin güven oyu aldıktan hemen sonra hiç ihmal etmediği nokta derhal bir “tasarruf genelgesi” yayınlamaktır.

    Kimbilir, tasarruf genelgesi yayını bir kaç gün geciktirdi diye işinden olan kaç bürokrat vardır.

    Tasarruf genelgesi yayınlanması, sanıldığı gibi basit bir iş olmayıp başlıbaşına bir uzmanlık konusudur.

    Riayet edilmeyecek tüm konuların tesbiti, bunların yazılması, anlaşılmaz dile çevirisi, çoğaltılarak köylerdeki jandarma karakollarına kadar dağıtımı işin birinci safhasıdır.

    İkinci safhada ise Tasarruf Genelgesini alan her birim amirinin :

    “Üst birimimizin filan tarih ve fişmanca sayılı genelgeleri ekte sunulmuş olup, genelge muhteviyatına hassasiyetle uyulması, uymayanlar hakkında çok ciddi idari işlem yapılacağına bilgi edinilmesi rica olunur”

    Şeklinde bir ek genelge ile alt birimlere tebliği yer alır.

    Tasarruf Genelgelerinin nasıl yazılacağı konusunda herhangi düzenleyici bir mevzuat yok ise de bu konuda derin bir anlayış birliği -zaman içinde- oluşmuştur.

    Bir kere her genelgede mutlaka bulunması gereken hususlar vardır.

    Örneğin, kamu kurum ve kuruluşlarında kağıt, toplu iğne ve sabit kalem sarfiyatının azaltılması bu cümledendir.

    Hakikaten de alınan bu tedbirler etkisini göstermiş ve 1923’den bu yana sabit kalem sarfiyatı kayda değer ölçüde azalmış, ancak tükenmez kalem harcamalarında anlaşılmayan bir patlama olmuştur.

    Aynı sevindirici gelişme toplu iğne, mürekkep hokkası, kurutma kağıdı, divit ve kalem sapı konusunda da meydana gelmiştir.

    Tasarruf Genelgelerinde mutlaka bulunan ikinci konu makam otomobilleri konusudur.

    Ancak üzülerek müşahade edilmektedir ki, dış güçlerin etkisi dolayısıyla bu konuya hakim olunamamakta ve kamu personeli giderek daha büyük ölçüde “otomobillendirilmekte” dir.

    Ancak otomobillenenler ile onları otomobillendirenlerin görünüşteki çekişmesi aslında onları seyreden vatandaşa karşı bir vazife olduğundan dolayı kamu araçları her yıl yaklaşık %20 oranında artmaktadır.

    Üçüncü nokta kullanılmayan ışıkların söndürülmesi ile çelenk giderinin azaltılmasına gayret edilmesi gereğidir.

    Tabii ki hızla değişen dünya ve gelişen bürokrasimiz, her yılın genelgelerine bazı ilaveler de yapmayı gerektirmektedir.

    Örneğin telefon konuşmaları için bir üst amirden yazılı izin alma, bir yüzü yazılı kağıtların ikinci yüzlerini de kullanmak gibi yaratıcı düşünceler bu cümledendir.

    Tabii ki bütün bu olumlu tedbirleri gayri ciddi sayıp, esas tasarrufun herkesin işini yapmasıyla, kamu kadrolarının küçültülmesi ve fazla personele yeni beceriler kazandırılıp kendi işlerini kurmaları için destek ortamı sağlanmasıyla olabileceğini, bu tedbirlerin ancak ve yalnız işini yapan bir avuç insanı çalışamaz kılacağını tutturan bir takım ütopik kişiler de çıkmaktadır.

    Ancak onlara aldırmamak ve bu yolda şaşmadan devam etmek lazımdır.

    Bir söylenti de, bu gibi genelgeleri, esas hedefleri saptırmak isteyen ve israfa esas neden olanlarla, onların bu tavsiyelerine, “kardeşim saçmalama, israfın %80’i, harcamaların %20’since oluşturuluyor. Bu %20 için de de toplu iğne, divit ve telefon konuşması yok, fazla personel, eğitimsiz personel, sistem kuramamak, sorun teşhis edememek gibi becerisizlikler vardır” diyemeyenlerin birlikte hazırlayıp yayınladıklarıdır.

    Şubat 1992

  • SU DA YANAR!

    Türkiye’nin sorunları ağırlaştıkça çeşitli konulardaki çözüm önerileri de artıyor. Bunların arasında, örneğin, göçü önlemek için vize koymak, trafik sıkışıklığına karşı tek-çift plaka uygulamak gibi akılsızca çözümler varsa da, önerilerin büyük bir bölümü işe yarayabilir çözümlerdir.

    Ne var ki büyük düşünür Nasreddin Hoca’nın, “ben geçen gün de, beline ip bağlayıp çekerek adam kurtarmıştım ve o ölmemişti. Ama o, damda mı yoksa kuyuda mıydı onu hatırlamıyorum! ” dediği gibi, bu çözümlerde başka koşullar altında pekala geçerli olabilirdi.

    Sorunları, onları çevreleyen ve adına “sorun iklimi” denilebilecek çevreyle birlikte ele alabilecek yaklaşımlara sahip olmadıkça, önerilen -ve daha da kötüsü uygulanan- çözümler sorunu çözmek bir yana onu daha da ağırlaştırırlar.

    Örneğin, tüm uyarılarımıza karşın, tanıtma amacıyla gelir sağlayabilmek için kumarhanelerin yaygınlaşmasına göz yuman, hatta onu teşvik eden Turizm Bakanlığı yönetimi, kumar oynamak isteyenlerin eşlerinden onay getirmeleri gibi dahiyane bir usul koymuştu.

    Bu ve bunun gibi, sorunun ne olduğunu çevresiyle birlikte göremeyen- ki bunlar arasında pek fiyakalı unvan sahipleri dahi olabilir- kişiler, yasalara saygılı ancak az sayıda insanı caydırır, böylece geri kalan kanunsuz ve ahlaksızlara daha rahat (!) çalışma ortamı sağlarlar.

    Nitekim şimdi, bu kart uygulaması yüzünden, kumarhane kabadayılarının gözlerinin tutmadığı bazı gariban kişiler oralara girememekte, diğer büyük çoğunluk ise otobüslerle taşınıp kumarhanelerde baklava börekle ağırlanmaktadır.

    Şimdi bu ahmakça -ya da bilerek- önlemleri alanları getirip, ne yaptıklarını neye yol açtıklarını göstermek gerekir.

    Ama onların bir bölümü herhalde “eski bakan” olarak hatıra anlatmakta, bir bölümü de kandıracak yeni bakan aramakla meşgul olsalar gerektir.

    Diğer örnek, giderek ağırlaşan vergi mevzuatıdır. Sorunu çevresiyle değil, yalnız göze görünen kısmıyla ele almaya alışmış bir kısım memur bir takım kurallar koymakta ve yasalara saygılı insanları biraz daha boğmaktadırlar. Ama geri kalan insanlar, bu tür mevzuatla bağlı olmadığı için meydan daha da boşalmaktadır. Sonuç beklenenin tam tersidir.

    Denilebilir ki sorunlar karmaşık hale geldikçe alınacak bu tür önlemler, sorun çevresi içindeki az sayıda faktörü engellerken, geri kalanları besler.