-
Ağu 02 2024 Ancak Birlikte İşe Yarayabilen iki Araç: Akıl ve Sezgi.
Düşüncelerine çok değer verdiğim bir iş adamı dostumun yazdığı ve derin deneyimlerinin damıtık bir ürünü olan kitabını okurken rastladığım bir cümle, bu konuyu bir yazıya dökmeme vesile oldu. Cümle -mealen- şöyle: “Bizler matematik olasılık hesaplarının ortaya koyduğu gerçeklere bakmak yerine sezgilerimize güvendikçe yanılıyoruz, yanıldıkça da şaşırıyor; çoğu zaman da rastlantıların rastlantı olmadığı sonucuna varıyoruz.”
Gerçekten de hemen hepimizin sıklıkla düştüğü bu tuzak gayet güzel ifade edilmiş. Sezgilerin yanıltıcılığını ifade eden bir fıkrayı hatırlıyorum: “Sezgilerinin gücüne çok güvenen bir kumarbaz, rulet masasında şansını denemek ister. Önce küçük bir meblağ ile başlar ve her defasında iç sesini dinleyerek sonunda kumarhaneyi batma noktasına getirir. Bunun üzerine kumarhane yönetimi münasip bir dille devam etmemesini rica ederler; kumarbaz da kucağındaki büyük servetle orayı terk eder. Fakat tam kapıdan çıkacakken iç sesi “dur çıkma son bir defa daha oyna ve kırmızı 3e koy” der. Bunun üzerine, kendini zengin eden sezgisini ikiletmeden dönüp tüm servetini kırmızı 3e koyar. Rulet döner döner ve döner, sonunda siyah 3te durur. Tüm servet gitmiştir. Adam şaşkınlıkla dururken iç ses duyulur: “Hay Allah bu defa yanıldım!” Tabii bu bir hayali olaydır ama gerçeğin de tam ifadesidir.
Sezginin bu doğasının farkında olanlar bu nedenle kendilerini rasyonel aklın katı gerçekçiliğine teslim olurlar. Farkında olmayanlar ise bazen kazanıp bazen kaybetme yolunu seçerler. Toplumların yapısına göre bir kesim diğerinden daha kalabalık olabileceği gibi, kesimler eşite yakın da olabilirler. Bu durum toplum kültürüne, seçecekleri yöneticilerin bu kesimlerdeki ağırlıklarına etki yapacaktır. Sezgi ağırlıklı toplumlar bu eğilimlerini dini alana da taşıyacakları için bu tür toplumlar aynen Ortadoğu toplumları gibi, çatışmalarla hem kendilerini hem başkalarını tüketirler.
Akıl ağırlıklı toplumların bu tür çatışmalara uğramayacağı düşünülse de pratikte iki nedenle öyle olmaz: Bir neden aklın tüm durumlara rasyonel bir cevabının olamayışıdır. O bölgeler gri alanlardır ve her türlü anlaşmazlığın nüvesini içinde barındırır. Akılcılık görüntüsü (ve söylemleri) içinde ne akıl ne de sezgiyle bağlantısı olan saçmalıklar[1] ürer ve hepsi de birbirinin kafasını yararak kendinin daha akılcı olduğunu iddia eder (tanıdık geldi mi?).
İkinci neden toplumun sezgi ağırlıklı -aynen birinciye benzer biçimde- sezgiyle ilgisi olmayan hurafeleri yönetime empoze etmeye başlar. Sandık rejimleri (demokrasi demeye dilim varmadı) bu tür hibrit saçmalıklar için çok uygundur. Çünkü bu sistemde oy en yüce değerdir.
Akıl ve sezgi ağırlıklı toplum kültürleri dışında üçüncü bir kesim, akıl ve sezgi “döngüsü”nü koparmadan[2], her ikisinin üstünlüklerini kullanabilmeyi akıl etmişlerdir.
Tüm keşif ve icatların -ister akıl ister sezgi dürtüsüyle olsun- “…..mi acaba?” sorusuyla başladığı tahmin edilebilir. Bu soruya cevap “sezgi eşliğindeki akıl” yoluyla, ya deney ya da gözlem, ama mutlaka rasyonel mantıkla verilmekte, ya “evet sezgi veya akıl dürtüsündeki önerme doğrudur” ya da “hayır bu önerme doğru değildir” sonucuna varılmaktadır.
Akıl-sezgi döngüsünün (yani sezgi eşliğindeki akıl) refah üretme süreci bu noktada başlamakta, evet cevabı alınan her önerme değişim değeri olan bir “değer” anlamına geldiği için, ikinci, üçüncü, ….defa tekrar, “…..mi acaba?” sorusu sorularak o değere bir katkı (yani katma değer) peşine düşülmektedir. Daha açıkçası toplumdaki yapıcı rekabet ortamı kamu kaynaklarının tırtıklanma ümitleri dürtüsüyle değil, bu ardışık katma değer üretimlerine akıllı devletlerin tanıdıkları “belli süre için patent koruması” hakkı nedeniyledir[3].
Akıl eşliğindeki sezgi zincirinin kopmazlığının ardışık sonuçları salt ekonomik değildir. Zincir koptuğunda ne gibi yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini görsel bir yolla açıklayan 2:30 dakikalık videonun mutlaka izlenmesi önerilir.[4]
Bu kopuk zincir onarılabilir mi?
Bu soru aslında “Kültürel DNA onarılabilir mi?”anlamına geliyor. Bu konuda çeşitli düşünceler ayrı bir yazıda incelenmeye çalışılmıştır.[5]
A.Einstein’a izafe edilen bir deyiş: “Sezgisel Akıl kutsal bir hediye, rasyonel akıl ise sadık bir hizmetkârdır. Biz ise hediyeyi unutup hizmetçiyi onurlandıran bir toplum yarattık”[6]
Bu kopukluğun nasıl onarılabileceği, aydın kesimin gündemine girmedikçe, onarım sürecinin motoru olan ve mevcut olandan daha yetkin düzeydeki bir “akıl eşliğindeki sezgi”nin üretimi, daima “yoktan var edilmeye çalışılan refah” masalına ait sorunların çok arka sıralarında kalmaya mahkûmdur.
2 Ağustos 2024
[1] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/anlamkiran-sozcuk–gibberish
[2] Bkz. https://tinaztitiz.com/3812
[3] Tarihçi Niall Ferguson’un “Batı’nın üstünlüğünü sağlayan 6 önemli uygulama”dan birincisi olan “rekabet” motoru böyle tahrik ediliyor. Bkz. https://youtu.be/LQfmv9fIfu0?list=PLXoujgzuzBV68V2Jg-UbWgkhOrZaC4XBi
[4] Bkz. https://vimeo.com/712701295
[5] Bkz. Kültürel DNA Onarılabilir mi? https://tinaztitiz.com/15080
[6] “The intuitive mind is a sacred gift and the rational mind is a faithful servant. We have created a society that honors the servant and has forgotten the gift”
-
Eyl 20 2014 Gerçek İslam diye diye!
İslam adına ve hepimizin gözleri önünde sergilenen, gerek söz konusu video (http://bit.ly/10rMSIw), gerekse benzer çok sayıda yayına konu olan yanlışlar “gerçek İslam bu değil” reddiyesi ile durdurulamaz.
Her akıl-fikir düzeyindeki kişinin, 14 asır önceki bir öğretiyi kendince yorumlayıp kendi arzuladığı yolda yorumlaması devam ettiği sürece, her eylem “İslam adına” etiketlenebilir ve bu etiketlere uymayanlar “gerçek İslam” dışı sayılabilir (bkz. IŞİD).
Bu eylemler kafa kesme ve din yoluyla oy toplama arasındaki geniş alandaki herhangi bir eylem olabilir. Gözü olan milyonlarca insan bu alandaki sayısız örneği hergün görmektedir. Bu örneklere karşı “gerçek İslam bu değil” sözünün herhangi bir değeri olabilir mi?
Bu kaos ancak, İslam öğretisinin ayrıntılarının dışına çıkılıp temel ilkelerinin (https://bityl.co/Qksl) ortaya konulması ve o ilkelerin bizzat uygulanmasıyla durdurulabilir.
Aydın kesimimizin bir yanılgısı, bu kaosun dışında kalmanın bir çözüm olarak görülmesi olmuştur. Bu defa bu yanlıştan geriye dönmek, gerçek İslam’ın az sayıda tartışılmaz ilkesini ortaya koyabilecek bir çaba içine girmekle mümkün olabilir.
Görünen o ki, bu yoldaki önerimiz (http://bit.ly/1qsS8D0) kibarca göz ardı edilmiş ve salt propaganda yoluyla “gerçek İslam” sevdirilmeye çalışılmaktadır.
Gerçek İslam bu değilse lütfen gerçek İslamı tanımlayan ve dünyevi yaşamın “barış” (islam) temelli olmasına yardımcı olabilecek 5-6 ilkesini söyleyiniz. Söyleyemiyorsanız lütfen merak ediniz, ama bilgiç tavırlar, kalabalık sözler, sorgulanamaz yasaklar ardına sığınmayınız.
Paul Weston’un yakınmalarını bir saldırı olarak yorumlamak ve ırkçı olduğunu söyleyen bir kişiden nefret ederek rahatlamak mümkündür. Bir diğer seçenek ise, söylediklerinin içinde doğrular olup olmadığına bakmaktır.
Gerek çocuklar gerekse erişkinlerin öğrenme süreçlerinde en etkili yolun, bizzat örnek görmek olduğu herkesçe kabul ediliyor. Gerçek İslam konusunda bir referans oluşturmak için kutsal kitabımızın tümü (tüm ayrıntılarıyla) ortaya konulduğu takdirde –ki bugün yapılan budur- hiç kimsenin bu dinin temellerini anlamak için çaba harcayamayacağını kabul etmek gerekir. Bu defa geriye kalan seçenek, “İslam adına” yapılan kişisel yorumlardır. Herhangi bir TV kanalını açarak bunların örnekleri kolayca görülebilir.
İslam adına söz söyleyecek kişiler –bu kadar çok söz içinde- kuşkusuz bazı doğrular da söyleyebilirler. Ama o doğrular içinde referansı sadece kendileri olan “kendi doğruları”da yer alacaktır. Örneğin, “aydınlığın güneşten gelmediği, güneş ışınlarının dünyadaki gündüze çarpmasından (http://bit.ly/1i2tlSw) oluştuğu” zırvası, Kuran-ı Kerim alet edilerek üretilen bir yorumdur.
Sözün özü şudur ki, İslam adına bu denli yaygın ve her biri de birer tefrik konusu olabilen ve bir kurtarıcıya sığınmak isteyen kitlelerin sarılıp sonra da birbirleriyle çatıştıkları yorumlar ortaya koymak yerine, çok az sayıda temel ilkenin bireysel ve toplumsal yaşamımıza egemen olmasını sağlamak zorundayız. Şu ana kadar böyle bir eğilim görülmedi. Demek ki yeni Weston’lar yolda.
Cumartesi 20 Eylül 2014
-
Haz 11 2014 -
Mar 11 2014 İslâm dininin “temel ilkeleri” nelerdir? (Rev2)
İslâm dininin “temel ilkeleri” nelerdir? (Rev 2)
(Bu yazının bundan önceki hali Rev 1 olup, http://bit.ly/1pEt1Nx adresindedir.
Rev 2’ye eklenen bölümler, kırmızı italik fontla gösterilmiştir)
Bu soru hemen iman’ın altı veya İslâm’ın beş şartını akla getiriyor değil mi?
Bu şartlar, Müslüman sayılmak ve iman sahibi sayılmak için yerine getirilmesi gerekenler olup, “temel ilkeler” deyimiyle anlatılmak istenilen ise bu değildir.
Temel ilkeler şu üç sorunun cevaplarıdır:
(1) Nereye varılmak istendiği (yani vizyonu[1]),
(2) Oraya niçin varılmak istendiği (yani misyonu),
(3) Misyonu nedeniyle vizyonunun tanımladığı yere, hangi ilkelere uyularak yürünmesi gerektiği (yani değerleri).
Görüleceği üzere, ne İslâm’ın şartları ne de iman’ın şartları, bu soruların cevapları değildir. Halbuki “imanlı” ve “Müslüman” sayılmak isteyen birisinin öncelikle bilmek istediği, bu üç sorunun cevapları olmalıdır.
Bu sorulara kısa, anlamlı ve kapsayıcı cevaplar verilmesi kuşkusuz iyidir. Ama bir başka yol da, dinin temel kaynağı olan kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturmasıdır.
Bir üçüncü yol ise insanların kendi anlayışlarına göre istedikleri inanç yaklaşımını seçmeleri, o yaklaşım içinde sorularını kendilerinin seçmeleri ve yanıtlarını kendilerinin aramalarıdır.
Özgür iradeli bireylerin[2] çoğunluğu oluşturduğu bir toplumda şüphesiz bu üçüncü yol en iyisi olarak görünüyor. Kültürel yapısı nedeniyle nüfusunun çoğunluğunun Müslümanlığı seçtiği ya da seçtiğinin varsayıldığı bir toplumda ise birinci yolun tercih edilmesi daha akılcı olabilir.
Ama, “kutsal kitabı referans vererek, herkesin kendi anlayışına göre, gerek bu gerekse diğer soruların cevaplarını kendisinin oluşturması” olarak tanımlanan ikinci yolun, herkesin ayrı bir yol (tarikat) oluşturmasına yol açması kaçınılmaz gibidir.
Hele, İslâm dini için öngörülmemiş ruhban sınıfının da –farklı isimler altında- devreye girip kendi Müslümanlık yorumunun benimsenmesini çeşitli yollarla (propaganda, özendirme, yasa yoluyla zorlama gibi) sağlamaya girişmesi; bir bölüm benimseticinin daha da ileri gidip, farklı yorumları şiddet yoluyla bertaraf etmesi halinde, barış ve mutluluk getirmesi beklenen bir öğretinin bir kaos üretme aracına dönüşmesi neredeyse kesindir.
Bu bakış açısı altında üç soru tekrar gözden geçirilirse:
(1) Nereye varılmak istendiği; yani, Müslümanlığı seçen bir kimse, seçmemiş olandan farklı olarak hangi büyük amaca erişmek ister?
(2) Oraya niçin varılmak istendiği; yani o amaç(lar)a erişme isteğinin temelinde hangi öz-niyet vardır?
(3) Bu öz-niyet ile söz konusu amaç(lar)a erişme yolunda yürürken, yani yaşamı içinde, hangi ilkelere sadık kalınmalıdır?
Bu soruların cevaplarının İslâmın kutsal kitabının içinde bulunduğu ya da diğer ifadeler yoluyla ortaya koyulabileceği, din bilginlerinin bunları bildiği ileri sürülebilir. Hattâ belki, bu soruların önemli olmadığı, olsaydı şimdiye kadar birilerinin merak edip ortaya koyacağı da iddia edilebilir.
Ama şu bir gerçektir ki, belirli bir kesim hariç tutulsa dahi, çoğu kimse bu soruların cevapları konusunda birbiriyle uzlaşmaz yanıtlar veriyor. Bu durumda, bir dinin birleştiricilik ve barış amaçları zarar görmez mi?
Bu sorular ve cevapları konusunda kuşkusuz herkesin bazı düşünceleri olabilir.
Bu 3 sorudan birincisi için bir cevap önerisi şu olabilir (mi?): İslâm dini aracılığıyla varılmak istenen nokta, tüm evrenin oluşum ve işleyişinin anlaşılmasıdır.
(Böylesi bir amacın varlığına kanıt olarak, Kuran metni içinde ısrarlı şekilde ve akıl işletme, idrak, sezgi gibi çeşitli araçlar yoluyla evrenin bir ve bütün olduğunun anlaşılmasının önerilmesi gösterilebilir.)
İkinci soru olarak ortaya koyulan, “niçin bu amaç” sorusuna ise şöylesi bir yanıt verilebilir (mi?): Tüm varlıkları –tabii ki insanları da- kavrayan evrenin oluşum ve işleyişi anlaşıldığı takdirde, onunla uyum halinde (teslim olarak) yaşamak için.
Örneğin, Üçüncü soru’nun yanıtları bağlamında ise aşağıdaki maksim (adayları) yeterli kapsayıcılıkta sayılabilir (mi?):
Aday 1. Tüm varlıkların bir bütün olduğu (vahdet-i vücûd)
“Varlıkların bütünlüğü”nden evren anlaşılabiliyor.
Aday 2. Kul (tüm varlıklar) hakkı’na saygı (bkz. http://bit.ly/1n5Ujv2 “kul” maddesi)
Varlıkların haklarına saygı kavramıyla kast edilen ise, o varlıkların oluşturduğu büyük bütünün işleyişine uyum göstermek (teslim olmak) anlaşılabiliyor.
Aday 3. Tahkiki iman (sorgulamaya dayalı iman) (bkz. http://bit.ly/1cjenHc)
Tahkiki iman’ın niçin gerekli olduğu, birinci sorudaki amaç bağlamında daha iyi anlaşılıyor. Söz konusu “anlaşılma” ancak tahkik (sorgulama) yoluyla mümkündür.
Bu üç maksim adayı yeterince doğurgan görünüyor. Bununla beraber, kapsanmamış olabilecek başkaca alanları içerebilecek maksim(ler) bulunmadığı anlamına gelmez.
Güvenle söylenebilecek olansa, temel ilkeleri belirlenmemiş bir İslâm’ın, birlik ve dirlik kaynağı olma işlevini yerine getiremeyeceğidir.
İşaret edilmesi gereken bir nokta da, yukarıdaki 3 soru ile şunlar kolay kavranabilir hale geliyor:
(1) Tüm varlıkların bir bütün ve bir olduğu,
(2) Her varlığa doğal olarak düşen görevin o bütünün işleyişiyle uyum içinde (teslim) olmak gerektiği,
(3) Bunun için de bütünün işleyişinin anlaşılması gerektiği,
(4) Anlamak için de akıl ve sezgi yoluyla sorgulamak (tahkik) gerektiği,
(5) Bu “anlaşılma süreci” tek adımlık olamayacağına göre, tahkikin sürekliliğinin zorunlu oluşu.
“Allah” (Arapça al+ilâh) kavramının, ancak sorgulamadan kabul edilebilir bir forma dönüştürülmüş olmasının, O’nu kavramayı ne kadar güçleştirdiğine işaret edilmelidir.
Tamamen akıl yolu ile kavranabilecek ve her türlü inanç (ve inançsızlık) sistemince en azından ret edilmeyebilecek bu yaklaşım yerine, bu denli güç anlaşılabilir hale getirilmiş olması, ayrıca “anlaşılmaya çalışlması” gereken bir çelişki değil midir?
11 Mart 2014 Salı
2 Nisan 2014 Salı
[1] Vizyon, misyon ve değerler için daha anlamlı karşılıklar olarak sırasıyla “Büyük ve İddialı Sonuç”, “öz-niyet” ve “öz-değerler” terimleri kullanılmaktadır. (bkz. Harvard Business Review, Reprint 96501, “Building Your Company’s Vision”, Collins & Porras, 1996)
[2] “Birey” tanımı için bakınız: http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_kavram
-
Eyl 12 2013 İslam’ın kurucu ilkeleri –herkesçe- bilinmeden din istismarı önlenebilir mi? (Rev 1)
Kavramlar dünyasında somuttan (örn. elma) soyuta (örn. elmanın lezzeti) doğru gidildiğinde, ister istemez yorum farklılıkları da artıyor. Bu yaklaşıma göre en soyut kavramlar inanç alanında olduğuna göre, en dağınık yorum farkları da inanç alanında olacaktır. Öyleyse öyledir denilebilir ama bu yorum dağınıklığı bir şekil sorunundan öte sonuçlar yaratmaktadır. Bir an için, din değiştirmek isteyen bir Hristiyan, bir Musevi ya da daha iyisi, herhangi bir dine mensup olmayan bir kişi düşününüz. İslam dininin –ritüellerini, menkıbelerini vb değil de- temel ilkelerini öğrenmek istese ne yapacaktır? Sadece din konusunda değil, soyut kavramların çokça olduğu alanlarda bilgi sahibi olmak isteyen kişilerin bu ihtiyaçlarının giderilmesi için kullanılan araç “maksim[1]” adıyla biliniyor. Örneğin “bilim” kavramı da soyuttur ve kolay anlaşılabilmesi için maksimlere ihtiyaç vardır. (Bu konuda yapılmış bir çalışmada 6 ana başlık altında 16 maksim belirlenmiştir) Bu yapılmaksızın, soyut kavramlara dayalı bir alanda bilgi sahibi olmak isteyenleri, o alandaki yazılı kaynak ve söylemlerle başbaşa bırakıp yolunu bulmasını istemek de bir yoldur; ama, bu yolun yan ürünlerinin din istismarcıları olduğu gerçeğini de unutmamak kaydıyla. Bu iki seçeneğin dışında bir yol, o alana ait temel yol göstericileri (maksimler) ortaya koyup, gerisini bireysel yorumlamalara bırakmak olabilir. Bu durumdaki yorum farklılıklarının herhangi bir istismara yol açması beklenmez; çünkü istismar alanının çevresi maksimlerle çevrilmiş ve dışı yasak bölge olarak ilan edilmiştir.
Mesele sadece istismar konusu da değildir!
Bir örnekle açıklamak gerekirse “kurban” konusu ele alınabilir. Mevcut Türkçe çeviri ve tefsirleri içinde birkaç tanesi haricindekiler[2], “kurban”ı bir hayvanın kesilmesi şeklinde yorumluyor. Halbuki, bu konuda fikir beyan edebilecek kaynaklar “kurban” sözcüğünün en az 10 ayrı –ve çok farklı- anlamları olabileceğini, bir bölümünün “kesmek” fiili ile ilgili olmadığını, Allah’a yaklaşmak olarak anlamlandırılabileceğini ileri sürüyor. Bu basit örnek, maksimler konusunun sadece “yararlı” değil, aynı zamanda “zorunlu” da olduğunu gösteriyor.
Önemli sorular!
Yaklaşık 1400 yıl önceki Arap dilinin terminolojisiyle ifade edilmiş son derece soyut kavramları, bugünün Arapça bilgisinin Türkçe karşılıkları kullanılarak yapılan tefsirlere dayanarak bir dinin ilkeleri her birey tarafından tam anlaşılabilir mi? Ve Eğer anlaşılamaz ise, herkes –en iyi niyetlerle dahi olsa- bu dini kendi özel durumu ve ihtiyaçları bağlamında yorumlamaya girişmez mi? Bu girişim, dinin ticari, siyasi ve/ya ideolojik istismarı anlamına gelmez mi? Bu istismarın yaygınlık ve derinliği, nüfusun kalabalıklığı ve eğitilmişlik durumuna bağlı olarak nerelere kadar varabilir?
Ne yapılmalı?
Bir toplumun inanç dağılımının bir ucunda bir dine gereksinim duymayanlar, öbür ucunda ise yaşamına bütünüyle dini referansların yol göstermesini seçmiş olan bireyler olacağına göre, nüfusun önemli bir bölümünün, inandığı dinin kurucu ilkelerini (maksimler) referans noktaları olarak alması, bir yandan farklı düzeydeki inanç derinliklerine izin verse de olası istismarları büyük ölçüde ortadan kaldırabilecektir. Bu maksimlerin, Kuran’ın kesin yap / yapma’larını ifade edecek şekilde seçilmesi, geniş bir alan içindeki farklılıklara cevaz verecektir. Böylece, inanan-inanmayan gibi son derece yıkıcı bir bölünmüşlük yerine, aynı temel ilkeleri benimsemiş geniş halk kesimlerinin inanç dünyalarındaki farklılıklar söz konusu olabilecektir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: İslam’ın temel ilkeleri deyimiyle kastedilen, “İslam’ın şartları” ya da “iman’ın şartları” değildir. Bunlardan birincisi Müslüman sayılmanın koşullarını, ikincisi ise nelere iman edilmesi gerektiğini belirtir. Aranan, kendini Müslüman sayan bir kişiye, dini yaşamında ya da dinini yaşamasında yol göstermesi beklenen “temel” ilkelerdir.
Maksimler nasıl belirlenmeli?
Eğer yukarıdaki açıklamalar yönündeki bir biçimde belirlenmiş maksimler zaten varsa, mesele sadece bunların bilinir kılınmasından ibarettir. Eğer yok ise, Kuran’ın en güvenilir çevirisi, maksim olabilecek hükümleri vurgulanmış bir formatta yazılarak ortaya konulmalıdır. http://bit.ly/PhdrXn adresindeki yazım biçimi bu tür bir iş için uygun olabilir. Kuşkusuz bu arada atlanmaması gereken önemli bir nokta, çeşitli kesimlerin bunu bir bidat olarak nitelemeleri riskine karşı, bu alanın söz sahiplerinin konuyu sahiplenip gerekli aydınlatmayı yapmaları gereğidir. 12 Eylül 13 Perşembe
[1] Maxim – Genel olarak, yaşam içinde rehber olarak kullanılmak üzere basit ve kolay hatırlanabilir bir kural. Maksimler genellikle halk ağzı veya basmakalıp olarak bir söylemin taşıdığı mesajlardır. Oxford Dictionary of Philosophy[1].[2] Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları No 86 ve R.İ.Eliaçık, Yaşayan Kuran, 2007