-
Ağu 02 2024 Ancak Birlikte İşe Yarayabilen iki Araç: Akıl ve Sezgi.
Düşüncelerine çok değer verdiğim bir iş adamı dostumun yazdığı ve derin deneyimlerinin damıtık bir ürünü olan kitabını okurken rastladığım bir cümle, bu konuyu bir yazıya dökmeme vesile oldu. Cümle -mealen- şöyle: “Bizler matematik olasılık hesaplarının ortaya koyduğu gerçeklere bakmak yerine sezgilerimize güvendikçe yanılıyoruz, yanıldıkça da şaşırıyor; çoğu zaman da rastlantıların rastlantı olmadığı sonucuna varıyoruz.”
Gerçekten de hemen hepimizin sıklıkla düştüğü bu tuzak gayet güzel ifade edilmiş. Sezgilerin yanıltıcılığını ifade eden bir fıkrayı hatırlıyorum: “Sezgilerinin gücüne çok güvenen bir kumarbaz, rulet masasında şansını denemek ister. Önce küçük bir meblağ ile başlar ve her defasında iç sesini dinleyerek sonunda kumarhaneyi batma noktasına getirir. Bunun üzerine kumarhane yönetimi münasip bir dille devam etmemesini rica ederler; kumarbaz da kucağındaki büyük servetle orayı terk eder. Fakat tam kapıdan çıkacakken iç sesi “dur çıkma son bir defa daha oyna ve kırmızı 3e koy” der. Bunun üzerine, kendini zengin eden sezgisini ikiletmeden dönüp tüm servetini kırmızı 3e koyar. Rulet döner döner ve döner, sonunda siyah 3te durur. Tüm servet gitmiştir. Adam şaşkınlıkla dururken iç ses duyulur: “Hay Allah bu defa yanıldım!” Tabii bu bir hayali olaydır ama gerçeğin de tam ifadesidir.
Sezginin bu doğasının farkında olanlar bu nedenle kendilerini rasyonel aklın katı gerçekçiliğine teslim olurlar. Farkında olmayanlar ise bazen kazanıp bazen kaybetme yolunu seçerler. Toplumların yapısına göre bir kesim diğerinden daha kalabalık olabileceği gibi, kesimler eşite yakın da olabilirler. Bu durum toplum kültürüne, seçecekleri yöneticilerin bu kesimlerdeki ağırlıklarına etki yapacaktır. Sezgi ağırlıklı toplumlar bu eğilimlerini dini alana da taşıyacakları için bu tür toplumlar aynen Ortadoğu toplumları gibi, çatışmalarla hem kendilerini hem başkalarını tüketirler.
Akıl ağırlıklı toplumların bu tür çatışmalara uğramayacağı düşünülse de pratikte iki nedenle öyle olmaz: Bir neden aklın tüm durumlara rasyonel bir cevabının olamayışıdır. O bölgeler gri alanlardır ve her türlü anlaşmazlığın nüvesini içinde barındırır. Akılcılık görüntüsü (ve söylemleri) içinde ne akıl ne de sezgiyle bağlantısı olan saçmalıklar[1] ürer ve hepsi de birbirinin kafasını yararak kendinin daha akılcı olduğunu iddia eder (tanıdık geldi mi?).
İkinci neden toplumun sezgi ağırlıklı -aynen birinciye benzer biçimde- sezgiyle ilgisi olmayan hurafeleri yönetime empoze etmeye başlar. Sandık rejimleri (demokrasi demeye dilim varmadı) bu tür hibrit saçmalıklar için çok uygundur. Çünkü bu sistemde oy en yüce değerdir.
Akıl ve sezgi ağırlıklı toplum kültürleri dışında üçüncü bir kesim, akıl ve sezgi “döngüsü”nü koparmadan[2], her ikisinin üstünlüklerini kullanabilmeyi akıl etmişlerdir.
Tüm keşif ve icatların -ister akıl ister sezgi dürtüsüyle olsun- “…..mi acaba?” sorusuyla başladığı tahmin edilebilir. Bu soruya cevap “sezgi eşliğindeki akıl” yoluyla, ya deney ya da gözlem, ama mutlaka rasyonel mantıkla verilmekte, ya “evet sezgi veya akıl dürtüsündeki önerme doğrudur” ya da “hayır bu önerme doğru değildir” sonucuna varılmaktadır.
Akıl-sezgi döngüsünün (yani sezgi eşliğindeki akıl) refah üretme süreci bu noktada başlamakta, evet cevabı alınan her önerme değişim değeri olan bir “değer” anlamına geldiği için, ikinci, üçüncü, ….defa tekrar, “…..mi acaba?” sorusu sorularak o değere bir katkı (yani katma değer) peşine düşülmektedir. Daha açıkçası toplumdaki yapıcı rekabet ortamı kamu kaynaklarının tırtıklanma ümitleri dürtüsüyle değil, bu ardışık katma değer üretimlerine akıllı devletlerin tanıdıkları “belli süre için patent koruması” hakkı nedeniyledir[3].
Akıl eşliğindeki sezgi zincirinin kopmazlığının ardışık sonuçları salt ekonomik değildir. Zincir koptuğunda ne gibi yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini görsel bir yolla açıklayan 2:30 dakikalık videonun mutlaka izlenmesi önerilir.[4]
Bu kopuk zincir onarılabilir mi?
Bu soru aslında “Kültürel DNA onarılabilir mi?”anlamına geliyor. Bu konuda çeşitli düşünceler ayrı bir yazıda incelenmeye çalışılmıştır.[5]
A.Einstein’a izafe edilen bir deyiş: “Sezgisel Akıl kutsal bir hediye, rasyonel akıl ise sadık bir hizmetkârdır. Biz ise hediyeyi unutup hizmetçiyi onurlandıran bir toplum yarattık”[6]
Bu kopukluğun nasıl onarılabileceği, aydın kesimin gündemine girmedikçe, onarım sürecinin motoru olan ve mevcut olandan daha yetkin düzeydeki bir “akıl eşliğindeki sezgi”nin üretimi, daima “yoktan var edilmeye çalışılan refah” masalına ait sorunların çok arka sıralarında kalmaya mahkûmdur.
2 Ağustos 2024
[1] Bkz. https://kavrammutfagi.com/kavram/anlamkiran-sozcuk–gibberish
[2] Bkz. https://tinaztitiz.com/3812
[3] Tarihçi Niall Ferguson’un “Batı’nın üstünlüğünü sağlayan 6 önemli uygulama”dan birincisi olan “rekabet” motoru böyle tahrik ediliyor. Bkz. https://youtu.be/LQfmv9fIfu0?list=PLXoujgzuzBV68V2Jg-UbWgkhOrZaC4XBi
[4] Bkz. https://vimeo.com/712701295
[5] Bkz. Kültürel DNA Onarılabilir mi? https://tinaztitiz.com/15080
[6] “The intuitive mind is a sacred gift and the rational mind is a faithful servant. We have created a society that honors the servant and has forgotten the gift”
-
Kas 13 2014 Aksi halde demokrasi olmaz!
Bir TV söyleşisi (benzetmesi):
- “Toplum kesimleri tam temsil edilmez ise demokrasi söz konusu olamaz”
- “Sadece sandık yoluyla demokrasi olmaz”
- “Kurumsal alt-yapı eksikse demokrasi olmaz”
- “Eğitimsiz kitlelerle demokrasi olmaz”
- “Sivil toplum örgütlenmemişse demokrasi olmaz”
- …… olmaz
- …… olmaz ve
- …… katiyetle olmaz.
Sanırım, uzun yıllardır günde üç öğün, demokrasinin hangi koşullar var olmayınca söz konusu olamayacağını dinleye dinleye artık öğrendik, ezberledik. Ayrıca, bu yolla demokrasinin çok önemli bir şey olduğu da dolaylı yoldan beyinlerimize işlendi.
Peki, bütün bunlar olmazsa demokrasinin olamayacağı tamam da, bunlar olup da demokrasi gerçekleşir ise ne olacak? Yani demokrasi bize ne verecek o belli değil.
Demokrasi işsiz olana iş mi verecek, işi olana daha çok para mı verecek, parası olana başka mutluluklar mı verecek? Gizemli, şiirsel ifadelere başvurmaksızın bunu anlatmanın bir yolu yok mudur?
Demokrasi halkın kendini yönetmesidir; hadi daha kısacası öz-yönetim diyelim; demek ki demokrasi olunca toplum kendi kendini yönetecek; olmadığı takdirde ise toplum kendi kendini yönetemeyecek, toplum adına başka birileri toplumu yönetecek. Daha açıkçası, kendi-kendini-yönetmek, yani öz-yönetim yerine birilerinin -mesela seçilerek belirlenmiş birilerinin- toplumu yönetmesinin ne gibi bir sakıncası var?
Daha da Türkçesi, “yönetmek” ne demek? İster kendi kendini yönetsin ister başkası yönetsin, bunun somut anlamı nedir?
“Sorun”, istenmeyen ve/ya istenen ama gerçekleşmesinin önünde engel bulunan ‘durum’lar olduğuna göre, yönetmek sorun çözmek anlamına geliyor. O halde, önemli olan sorunların çözülmesi ise, bunu kimin çözdüğünün ne önemi olabilir ki? Üstelik de toplumun kendi kendinin sorunlarını çözmeye çalışması yerine, seçeceği birilerine (bir çeşit taşeron) bu işi ihale etmesi daha az zahmetli bir yol değil mi?
İhtiyaçlar piramiti’nin en alt katmanındaki yaşam-sürdüme-ihtiyaçlarını karşılamak derdindeki çoğunluğun meselesi, toplumu kimin yöneteceği midir ki demokrasiyi önemsesin? Üstelik de canını dişine takmış yaşamaya ve ailesini yaşatmaya çabalayan insanların sorunlarının çözümünü üstlenecek birileri varsa daha ne istenebilir ki?
“Ben bu yönetme yani sorun çözme işini kimseye ihale etmem; çünkü sorun çözmek demek çeşitli seçenekler arasından tercihler yapmak demektir. Ben yaşamımın her alanındaki tercih yapma özgürlüğümü kimseye bırakamam” diyen birileri varsa, bu kişiler yukarıda anılan “ihtiyaçlar piramiti”nin üst katmanlarına çıkmışlar, yaşam sürdürme ihtiyaçlarının giderme endişesini aşmışlar demektir.
Burada “yaşam tercihleri” deyimiyle kast edilen, giyim-kuşamından neye inanacağına, kaç çocuk sahibi olacağından neler içilip içilemeyeceğine kadarki geniş alandaki irili-ufaklı yüzlerce tercihtir.
Buradan net olarak görünen odur ki, yaşam sürdürme savaşını verenlerin “yaşam tercihlerini kimin yapacağı” konusunda bir dertleri olamaz; ta ki bir üst ihtiyaçlar katmanına çıkıncaya kadar.
Bu durumda, çoğunluğu ihtiyaçlar piramitinin ilk basamaklarında yaşamaya çalışan insanlara durup durup “şöyle olmazsa demokrasi olmaz, böyle yaparsanız demokrasi olmaz” demenin pratik bir anlamı yoktur. Onların öncelikli sorunu; demokrasi = öz-yönetim = kendi sorunlarını çözmek = kendi yaşam tercihlerini yapmada özgür olmak = birey olmak değildir. Onlara, neleri tercih edecekleri, seçtikleri insanlarca söylenecek ve onlar da ister istemez uyacaklardır.
Ancak, o kesimler bu durumun pekala farkındadırlar ve bir üst refah katına ulaştıklarında derhal “tercih özgürlükleri”ni talep edecek, hattâ talep etmeksizin kullanmaya başlayacaklar; kendi adına tercih yapmaya kalkanlarla çatışmaya başlayacaklardır.
Toplumumuzun ortalama refah düzeyi, çeşitli hesap yöntemlerine göre değişse de pek düşük değildir (bkz. http://bit.ly/11iNX6f). Fakat iller ve kişiler arasındaki dağılım dikkate alındığında durum değişiktir (bkz. http://bit.ly/1v5b291).
Refah düzeyi dağılımındaki bu çarpıklık, toplumumuzdaki –hattâ diğer toplumlardaki- kutuplaşmanın temel nedenlerinden birisi olarak ortaya çıkıyor.
Bir toplumun gerek iç gerekse dış güvenliğini sağlayacak öğelerin başında, o toplumu oluşturan kişilerin içindeki “birey” sayısının geldiği söylenebilir. Birey sayısı arttıkça alınacak kararlar daha sağlıklı olmaya başlarken, birey sayısı az olan bir toplum, kendi içindeki ve/ya dışındaki niyet sahiplerinin güdümünde –sonunda kendilerini de yok edebilecek- yönlere doğru hareket eder, ettirilebilirler.
13 Kasım 2014 Perşembe
-
Ağu 20 2014 Farklılıklarımız -nereye kadar- Zenginliktir ?
Son yılların galiba en çok kullanılan sloganlarından birisi de “farklılıklarımız zenginliktir” sözüdür. Gerçekten de cıvıl cıvıl renkler içeren bir buket çiçek, elbise ya da yatak örtüsündeki “bir aradalık” insana yaşam enerjisi katıyor.
Benzer şekilde bir arada yaşayabilen, dili, inancı, dış görünüşü farklı insanlardan oluşan bir insan topluluğu da, biteviyeliğin yıpratıcılığından koruyup, insan dışındaki canlı-cansız varlıklar bütününün bir parçasından başka bir şey olunmadığını sürekli hatırlatabilir.
Peki, bu çeşitliliğin bir sınırı var mıdır?
Ya da, yaşamı zenginleştiren –belki de evrimsel açıdan bir avantaj katan- bu farklılıklar nereden sonra bir dezavantaj olmaya başlar; böylesi bir sınır var mıdır?
Soru sorulunca cevabı da kendi içinden doğmaya başlıyor. Farklılıkların birlikte yaşamasını güçleştirecek tek olası neden, bir bileşenin, “bileşenler arası eşitliği bozacak derecede bir ayrımcılık talep etmesi”, bu yolda uzlaşmaz bir tutum içinde bulunmasıdır. Bu durumda bir arada yaşamak güçleşeceği gibi, temeli uzlaşmak olan demokrasi gibi bir rejimin uygulanması da imkansız hale gelecektir.
Türkiye, demokratik rejimi benimsediği yıllardan bu yana, farklılıklar birliğini oluşturması hedeflenen bileşenlerin sürekli olarak ayrımcılık talepleri ile karşı karşıyadır: Kendinin Cumhuriyetin kurucu ortağı olarak kabul edilip -coğrafi özerklik, su ve enerji kaynaklarının sahipliği gibi- ayrıcalıklı haklar verilmesini talep eden ırk temelli “farklılık” ya da İslam’ın özel bir yorumunun, defalarca yeniden yorumlarının (onlarca cemaat) tüm nüfusa uygulanması peşindeki “farklılıklar” sadece birkaç örnektir.
Dilini konuşmak, kültürel kimliğini korumak, İslam dininin gereklerini yerine getirmek gibi doğal hakların koruyuculuğu arkasında gizli kapaklı yürütülen farklılık talepleri ise birer zenginlik değil fakirlik kaynağıdır.
Kuşkusuz, her kesim kendince makul gördüğü bir ayrıcalığı talep edebilir; makul olmayan, bunu demokrasinin bir gereği olarak talep edip, sonra da bütünün kendi bütünlüğünü koruma yolundaki reflekslerini (terörle, fanatizmle mücadele gibi) anti-demokratik olarak nitelemek; dahası, bu refleksi dumura uğratacak girişimleri geçmişle yüzleşme, barışma vs olarak takdim etmektir.
Toplumumuzun aydın kesiminin henüz bir sorun –hatta sorunların anası- olarak gör(e)mediği Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği’nin sonuçlarından yalnızca birisi olan bu trajik durum, onu talebeden ve destekleyenleri de yutabilecek bir kısır döngü’dür.
Demokrasi eğer bir birlikte yaşama kontratı ise, tek kabul edilemeyecek kontrat maddesi birlikte yaşamı reddetmektir. Ayrı ayrı birlikte yaşamak ise ancak bir oksimoron örneği olabilir.
Sözün özü şudur..
Birbiriyle uzlaşamaz talepleri “zenginlik yaratan farklılıklar” olarak takdim etmek ya bir kavram tanımlama yetersizliği ya da akıl-fikir eksiği değilse, iyi gizlenememiş birer art niyettir.
20 Ağustos 2014
-
Oca 10 2013 B Demokrasi P..
Sadece benim mi aklım karışık, başka karışık olan da var mı bilmiyorum, ama eğer gördüklerim doğruysa, bütün bildiklerimi unutup her şeyi yeni baştan öğrenmeye başlamam gerekiyor. Alvin Toefler de zaten öyle demiyor mu? “Yirmibirinci yüzyılın cahili okuma yazma bilmeyen değil, öğrenmeyen, öğrendiklerini unutamayan ve tekrar öğrenemeyenler olacaktır”.
Adlarının içindeki standart (parti, hareket vs) sözcükleri ile ses uyumunu tamamlamak için konulan (emek, halk vs gibi) dolgu sözcükleri bir kenara bırakıldığında, geriye kalan tek vurucu sözcük olan “demokrasi”yi ısrarla koruyan DTH, HADEP, DEHAP, DEP, BDP vd örgütlenmelerin nasıl bir demokrasi muradettiklerini anlamaya çalışırken aklım karışıyor.
Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır ki, 30 yılı aşkın süredir onbinlerce insanın ölümüne neden olacaksın, tüm Avrupa ülkelerinde örgütlenip ilişkiler kurup hareketine destek sağlayacaksın, içine sızacağı belli olan cümle alem servislere yataklık edeceksin, öleceksin, öldüreceksin ve sonunda parlamentoya giren milletvekillerinin en kıdemlisi çıkıp, “ben bilmem eşim bilir” gibisinden komik bir üslupla “tek yetkili İmralı’dadır; o ne derse doğru odur” diyeceksin.
Eğer gerçek bu ise –ki geri kalan koşullar vs kısmını bir kenara bırakıyorum-, böyle demokrasi tanımına sahip olan kişilerle ne konuşulabilir, neyin müzakeresi yapılabilir!
İmralı’daki önderlerinin ne düşündüğünü öğrenmek için randevu verilmesini bekleyen bu zavallı insanların demokrasi anlayışına güvenip de oy veren Kürt vatandaşlarımıza bundan büyük hakaret olur mu?
Bütün bu olup bitenlerin temelindeki “her şey enerjidir; Türkiye enerji ülkesidir; enerji için herşey mubahtır ve Kürtler bu oyun için biçilmiş kaftandır ” gerçeğini göremeyen insanımızın –varsa- en azından bu acayip demokrasi anlayışından uyanması gerekmez mi?
Dünyanın gelip geçmiş en azılı diktatörlerinin bile iyi kötü birer danıştığı kurumsal bir yapı varken, bu nasıl bir demokrasidir ki, her şey onun iki dudağı arasındadır? Bu insanlara güvenip de müzakere etmeye kalkılsa, ertesi gün “önderimiz razı olmadı” deseler ne olacaktır?
Rahmetli olmuş bir işadamının bir çalışanı hakkındaki sözünü hatırlıyorum: “……dediğin kişinin çok akıllı olması gerekmez, ama bu herif çok salak!”. Parti kurup bir araya gelenlerin de çok akıllı olmaları gerekmez ama bu kadar cahil olmaları da kabul edilebilir mi?
Anayasa çalışmaları ne aşamadadır bilemem, ama yurttaş olarak bir dileğim var: TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız ve Şartsız Milletindir” yazısının altına ve yurttaki tüm binaların giriş kapılarına şu yazılmalı: “Her şey enerjidir; Türkiye enerji ülkesidir; enerji için herşey –ama herşey- mubahtır”.
10 Ocak 2013
-
Ara 01 2012 Pasteur’ün son sözleri..
Louis Pasteur ve Claude Bernard arasında, hastalıkların nedeni hakkındaki anlaşmazlığın, Pasteur’ün ölüm döşeğindeki son sözlerine yansıdığını iddia eden yazarlar, şöyle bir sözle yaşamının bittiğini söylerler: “Bernard haklı; mikroplar hiç bir şey, ortam ise her şeydir”[1].
Yaşamı boyunca hastalıklara ne(ler)in yol açtığını araştıran bu bilge kişi, son nefesinde –ömrü boyunca savunduğu- “hastalıkların nedeni mikroplardır” görüşünü niçin değiştirmiş olabilir?
Pasteur’ün bunları son nefesinde söyleyip söylemediği tam bilinmiyor; en azından biyografisinde[2] tam bu sözlerin olmadığı, ama yaşamı boyunca benzer bir görüşü ısrarla savunduğu ve sonradan değiştirdiği belirtiliyor. Bunun nedeni ne olabilir?
Büyük ihtimalle bu değişim ölümünden önce bir kuşkuyla başlamıştır. “Acaba mikropların dışında bir etmen olabilir mi?” kuşkusu, son zamanlarında iyice netleşmiş ve giderek dünyevi baskılardan kurtulup ölüme yaklaştıkça gerçek, tüm yalınlığı ile görünmüş olmalıdır.
İnsanın yargılarından tam kurtulması –ki ölüm anından daha uygun bir zaman olmaz- şeklinde tanımlanabilecek bir “saf akıl derinliği” ile Pasteur, mikropların olsa olsa birer aracı olabileceğini anlamıştır.
Mikropların –ki daima var olduklarına göre- durup durup da belirli bir durumda hastalık yaratmalarının nedeni, “ortam” denilen “bir dizi uygun koşul”dur. İster kendi kendine oluşmuş, ister dış müdahalelerle oluşturulmuş olsunlar, hazır bekleyen –ama uygun ortam bulamamış- mikroplara operasyon emrini işte bu “uygun koşullar” vermektedir.
Bu olgu sadece hekimlere hastalıkların oluşumu ile bir bakış açısı getirmez, aynı zamanda toplum yaşamında da önemli bir rol oynar.
Bu gerçeği bilenler, amaçlarını –her ne ise- gerçekleştirebilmek için her şeyi tek tek yapmak zorunda olmadıklarının, uygun koşulları hazırlayabildikleri takdirde arzu ettikleri sonuçları üretebilecek çok sayıda etkenin harekete geçeceğinin farkındadırlar.
Bir toplum içinde bulunabilen ve görüşlerinin doğruluğunu sorgulamayan –her görüşteki- fanatik kesimler, bu gibi “hazırlanmış ortamlar”dırlar; ve bir işaret fişeği gibi yorumlayabilecekleri durumlarda harekete geçip, işaret fişeğini atanların tahayyül dahi edemeyecekleri tutum ve davranışlar sergileyebilirler. Yakın tarihimizdeki Kubilay olayı, 6-7 Eylül olayları, Madımak katliamı ve benzerleri sadece birkaç örnektir.
Sorgulamayan insanların çoğunlukta oldukları toplumlar hiçbir zaman güvende olamazlar. Bu insanların bir tehdit oluşturmaları için tümünün birden aynı doğrulara sahip olması da gerekmez. İçlerindeki her sorgulamasız görüş grubu potansiyel birer patlayıcı gibidir.
Böylesi bir sorgulamasızlık kültürüne sahip bir toplum, hangi anayasayı yaparsa yapsın, hangi önlemleri alırsa alsın, sorgulamasız kesimler nedeniyle tehdit altındadır.
Sorgulanamazlığın en bağdaşmadığı rejim ise demokrasidir.
Stephan Hawking, kendisiyle röportaj yapan muhabirin “sizce mutluluk nedir?” sorusuna hiç düşünmeden şu cevabı veriyordu: “Mutluluk anlamaktır”.
Bu olguyu anlamak için daha çok çaba harcanmasını beklemek fazla iyimserlik midir?
1 Aralık 2012
-
Kas 01 2012 Cumhuriyet nedir?
İnternet yoluyla bana erişen ve cumhuriyeti şiirsel bir dille anlatan satırları okurlarımla paylaşmak ve sonuna da bu şiirsel anlatımın aksi bir soğukluktaki kendi tanımımı ekleyerek, yazının ortalama sıcaklığını biraz olsun azaltmak istedim:
<<Bazılarımız bizdeki Cumhuriyeti pek anlayamadılar. Ya da doğru dürüst bir şekilde anlatamadılar. Veya birileri anlamak istemediler, istemiyorlar. Bir de ben anlatayım Cumhuriyeti kısaca ve şöyle dilimin döndüğünce…
- Cumhuriyet, köşeye kıstırıldığı sanılan bir ulusun, bir at gibi kükreyişi ve şahlanışıdır.
- Cumhuriyet, mağdur edilen ve yok sayılarak üstüne gidilen bir ulusun dünyaya göklerden bakışı ve haykırışıdır.
- Cumhuriyet, özgürlük meşalesini sürekli yakan ateştir.
- Cumhuriyet, karanlığı kovan güneştir.
- Cumhuriyet, ülkemiz, vatanımız ve bayrağımızla özdeştir.
- Cumhuriyet, dünyada (adeta) cennete eştir.
- Cumhuriyet, dirençtir,
- Cumhuriyet, gönençtir.
- Cumhuriyet, erinçtir.
- Cumhuriyet, zincirleri, prangaları kırıştır.
- Cumhuriyet, düşmanların karşısında ak alınla, dimdik duruştur.
- Cumhuriyet, tüm çıkarcı ve karanlık kafalara vuruştur.
- Cumhuriyet, “Yurtta sulh, dünyada barıştır”.
- Cumhuriyet, insanlığın gelişiminde yarıştır.
- Cumhuriyet, hak, hukuk, adalet başta; en kutsal değerlere varıştır.
- Cumhuriyet, insanlık yolunda olağanüstü bir niyettir,
- Cumhuriyet, doğaya ve tüm canlılara hürriyettir.
- Cumhuriyet, çok güzel bir lisandır.
- Cumhuriyet, Türkler için büyük bir tarihtir, destandır.
- Cumhuriyet, velhasıl çok iyi ve hayırlı iştir.
- Cumhuriyet, insanlık âleminde tam bir yükseliştir.
- Cumhuriyet, özgürlük sevdalısı Türk’e yaraşır = Türk’tür.
- Cumhuriyet, ATATÜRK’tür.>>
Egemenlik açısından, üç önemli soru vardır:
(1) Egemenlik nedir?
(2) Egemenlik kime (kral, padişah, şah, sultan, imparator vbg bir kişiye, bir aileye, bir sınıfa, halk=cumhur’a vd) aittir?
(3) Egemenliği, ait olan adına kim (kişi, sınıf, aile, aracısız doğrudan halk, temsilcileriyle halk (parlamento, başkanvb) kullanır?
Birinci soru’nun yanıtı basittir: Egemenlik, kişilerin yaşam tercihleri’ni kimin yapacağıdır. Yaşam tercihleri, hangi topraklarda ve hangi bayrak altında yaşayacağı, nasıl giyineceği, ne yiyip içeceği, ne öğreneceği, hangi dine inanacağı, inanıp inanmayacağı vb konulardaki kararlardır.
Cumhuriyet, ikinci sorunun cevabıdır ve egemenliğin cumhur’a (halk) ait olduğunu; demokrasi ise üçüncü sorunun cevabı olup, egemenliği kullananın halk olduğunu ifade eder.
Bu tanımlar ışığında, egemen bir halk’ın (yani cumhuriyet), egemenliği yine kendisinin (yani demokrasi) kullandığında, kendisiyle ilgili tercihlere kendisi karar verir; sanılsa da öyle değildir 🙂
1 Kasım 2012
-
Tem 06 2012 Demokrasi kimler içindir?
En çok kullanılan terim: Demokrasi
Medyadaki tartışmalara bakıldığında –eğer saymak mümkün olsa idi-, kişilerin birbirlerini suçlamak ve/ya kendilerini övmek için en çok kullandıkları terimin demokrasi olduğu görülecekti.
Her kalıba bu kadar kolayca sokulabilen bir kavramın bu kargaşadan kurtarılıp, yüzlerce kaynakta çeşitli akademik derinlikteki tanımlarının ötesinde, herkesin yaşamlarında bir işlevsel araç olarak kullanabilmesine yarayabilecek bir tanımının yapılması gerekmez mi?
Kültürümüzde tanımlar genellikle “özellik sayarak” yapılır. Buna göre örneğin şöyle tanımlara sıkça rastlanır: Demokrasi:
– herkesin eşit muamele gördüğü,
– seçilenlerin geçici bir süre için seçenleri temsil ettiği,
– seçimler yoluyla seçilenlerin değişebildiği,
– çoğunluğun oylarıyla seçim yapılan ama azınlıkların da haklarının gözetildiği,
– ifade özgürlüğüne dayanan,
– basının özgür olduğu,
– ve benzer “özellikler”…
Çoğu kaynakta “demokrasi bir yönetim biçimidir” biçimde bir tanım var.
İyi de demokrasi “niçin”dir?
Yukarıdaki ifadeler amaç açısından bir anlam ifade etmiyor; çünkü, bir yönetim sisteminin demokratik olup olmadığında bir anlaşmazlık ortaya çıktığında başvurulabilecek hakem niteliğindeki bir “ayırıcı özellik” belirtmiyor.
Buna göre cevaplanması gereken soru şudur: “Demokrasi, hangi başat ayırıcı özelliği yoluyla, diğer yönetim biçimlerinden farklıdır?”
Demokrasi, sorun çözmeye yarar..
Demokrasi, –geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış olan-bireylerin, onlardan oluşan kurumların ve de bu ikisinden oluşan toplumların, sorunlarını örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi güçlü sorun çözme araçları kullanarak –ve gerekirse yenilerini icat ederek– çözebilme yoluyla kendi kendilerini yönetebilmenin bir yoludur.
Başka yollar da var mı?
Birey, kurum ve toplumlar yaşamları boyunca karşılaşacakları sorunlarını çözmek için kuşkusuz başka yollar da seçebilirler. Bilge ve yetkin olduğundan emin oldukları otoriter bir başa biat ederek yaşamış ve halen yaşayan nice toplumlar olduğu gibi, bir aile ya da bir sınıf tarafından yönetilenler de olagelmiştir.
O halde, örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme gibi yollarla kendi bireysel, kurumsal ve toplumsal sorunlarını çözerek yaşam sürdürme, net bir ayırıcı özelliktir.
Peki “çözüm üretmek” yeter mi?
Örgütlenme, dayanışma, ortak akıl üretme yollarıyla çözüm üretmenin tek başına yeterli olamayacağı bellidir. Çözümlerin gerektirebileceği kuralların (yasa, tüzük vd) konulması, bunlara uyulup uyulmadığının denetlenmesi, uygulanmaları için yaptırımlar uygulanması ve anlaşmazlıklar halinde adil çözümler bulunması da “kendi kendini yönetme” sürecinin vazgeçilmez parçalarıdır.
Yerel ve merkezi yürütme organları, kural koyma organları (belediye meclisleri, TBMM) ve yargı mercileri bu vazgeçilmez parçalar olarak bireylerin sorun çözme çabalarının tamamlayıcısı olurlar.
Net olarak görüleceği gibi demokrasinin itici gücü, halkın [1] sorun çözme eylemleridir. Neyin nasıl yapılacağına, yapılmadığında hangi yaptırımlar uygulanacağına, anlaşmazlıkların nasıl çözüleceğine bütünüyle halk karar verecektir.
Her düzeydeki idare ve onların memurları, halkın tercihlerini değiştirmeden onları uygulamak durumundadırlar.
Ancak bir olmazsa olmaz var..
Dikkat edilirse sistemin işleyişi bütünüyle halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’ne bağlıdır. Bu kabiliyette:
– herhangi bir nedenle düşüklük var ise veya
– halk, sorun çözme yerine sorun ihale etme gibi bir alışkanlık edinmişse veya
– kendisinin halktan daha doğru-iyi-güzel [2] düşündüğüne inanan kişiler, halkın Sorun Çözme Kabiliyeti’in (ortalamasının) düşüklüğünden yararlanarak:
- bu devredilmemesi gereken yetkiyi devralmışlar veya
- el koymuşlar (askeri darbeler) veya
- çoğulculuk yerine çoğunluk ilkesini uygulamışlar ise
bu durumda demokrasi, böylece tanımlanan sistem içine oturtulamadığı için sürekli olarak sorun üreten bir “yanlış üreteci” haline dönüşür.
Uzun sözün kısası!
Sorun Çözme Kabiliyeti düşük insanlardan oluşan bir toplum demokrasi içinde yaşayamaz. Demokrasi onlar için bir sorun kaynağıdır.
Yapılması gereken demokrasiden vazgeçmek değil, demokrasi ortamı denilebilecek Sorun Çözme Kabiliyeti düşüklüğünü kabul edip geliştirmeye çalışmaktan ibarettir. Başlangıç noktası ise sorgulanamazlık kültürü yerine sorgulanabilirliği yerleştirmekten ibarettir; okuldan başlayarak.
23 Nisan 2012
[1] Halk deyimiyle, yukarıki bölümlerde de değinilen, geçmişte yaşamış, halen yaşayan ve henüz doğmamış bireyler kastedilmektedir. Halk, aynı zamanda kurumları ve toplumu da oluşturur.
[2] Doğru-Yanlışlar’ın akıl boyutunu oluşturdukları ve gerçekleştirme aracının bilim olduğu; İyi-Kötüler’in ahlâk boyutunu oluşturduğu ve çeşitli inanç sistemlerince (ateizm de dahil) yaşama geçirildiği; Güzel-Çirkenler’in ise estetik boyutunu oluşturduğu ve sanat yoluyla artiküle edildiği varsayılmıştır. Bkz. Grafik gösterim.
-
May 25 2012 Demokrasi, kalite, erozyon ve pilav lezzeti..
Bir bilmece..
Birbiriyle ilişki kurulması güç dört kavram bulunması istenilse, acaba başlıktaki dörtlüden daha iyisi bulunabilir mi?
Amerikan bilmecelerinin yanıtlarında olduğu gibi, “hepsi dondurulamaz”, “hiçbiri fakirleri ilgilendirmez” gibisinden laf cambazlıkları bir yana bırakılırsa, ilişkisizlik testi açısından her halde bu dörtlü epey iyidir.
İlişki bulma yolunda daha fazla kurcalama yapmadan önce, pilavın lezzeti ile o lezzeti oluşturan girdiler arasındaki bağlantıya bir göz atmakta yarar vardır.
Bu satırların yazarınca 1994 yılında yazılmış bir yazıdan kimi alıntılar..
«Pirinç, yağ, su, aşçılık hüneri gibi somut girdilerden oluşan pilav değil, tamamen soyut bir çıktı olan pilavın lezzeti önem taşır. Bu yalnız pilava özgü bir özellik olmayıp, insanlara yarar sağlayan hemen her şey aynı ilginçliğe sahiptir. Somut girdiler soyut yararı oluşturur, tek başlarına pek bir önem taşımazlar.
Bu gerçek, şu şekilde de doğru ve belki daha da çarpıcıdır : İnsanlara yarar sağlayan soyut kavramlar, ancak onların somut girdileri mevcutsa söz konusudur, yoksa kendi başlarına “yok”turlar. Yani bir lokantada, “pirinçsiz”, “yağsız” ya da “pilav pişirme hünersiz” bir “pilav lezzeti” bulamazsınız.
İnsan hakları (onun bir alt-küme’si olan kadın ya da çocuk hakları ya da daha doğru bir kavram olan canlı hakları) veya demokrasi adı verilen kavramlar da aynen pilavın lezzeti gibidirler. İnsanlar için çok yararlıdırlar ama girdileri yoksa onlar da yoktur, ne kadar var olmaları arzulansa da var olamazlar.
Örneğin, (soyut) demokrasinin (somut) girdilerinden birisi ve de en önemlisi, “yüksek nitelikli insan malzemesi“dir. Bu olmaksızın demokrasiden söz etmek, pirinçsiz pilav istemeye benzer.
“Demokrasi her şeyin ilacıdır; demokrasinin kurumları oluşturulursa o kendi girdilerini de oluşturur” gibisinden bir “temenni”, pilavın lezzeti’nin, pirinci, yağı, suyu yoktan üretebileceği anlamına gelir ki bu, mümkün bir iş değildir.
Girdileri mevcut bulunan bir demokrasinin dönerek girdilerinin de niteliğini geliştirdiği ise, yalnız demokrasi için değil tüm “somut girdi – soyut yarar” döngüleri için doğrudur. Pilavın lezzeti arttıkça, onu pişiren aşçı daha nitelikli pirinç ve yağ kullanmak, aşçılık hüneri’ni daha da geliştirmek eğilimine girer.
Ama bu, “çıktının, girdilerin niteliğini yükselmeye zorlaması” özelliği aşırıya vardırılıp, “çıktının, mevcut olmayan girdileri bile yoktan var edebileceği” gibi anlamsız bir noktaya getirilmemelidir.
Yıllardır en yetkin sayılan ağızlar, bu “yoktan var etme”nin savunusunu yapagelmiş, demokrasi, insan hakları, kadın hakları gibi “lezzet”ler yoluyla, çağdaş niteliklerle donanmış bir toplumu, yani pilavın pirincini üretmeye çalışmaktadırlar.
Çağdaş niteliklerle donanmış toplumu oluşturacak olan yüksek “nitelik dokusu”na sahip bireylerin özelliklerini belirleyip, eğitim – aile – sosyal çevre üçgenini ona göre tasarlayıp yönlendirmesi gereken aydın kesim ise bu özellikleri yanlış belirlemiş, ağzı kalabalık, sokuşturma bilgi ezbercisi çocuk ve gençler üretmeye “eğitim” adını vermiştir. Bu yolla yetişen(!) insanlarımız şimdilerde kendisinin benzerlerini yetiştirmek üzere bol bol okul binası inşa etmekte, öğretmen çalıştırmakta, sistemler kurmaya çalışmakta ve bu yolla “lezzet”lere (demokrasi, insan hakları gibi) ulaşmaya çabalamaktadır.
Ama, hedeflenen topluma varmak bir yana, her geçen gün ondan uzaklaşılmakta, onun yerine fanatizmin her türü gelişmekte, bunun sebepleri ise yetiştirilen insan tipinde değil, o “tip”in yol açtığı vakum ortamında yeşeren karanlık kafaların içinde aranmaktadır. Bir diğer deyimle sebep, o sebebin yol açtığı sonucun içinde sanılmaktadır.
“Ne” olduğuna değil “neden” olduğuna gözlerimizi çevirene, “nedensel düşünme” yetersizliğimizi keşfedip bunu geliştirmeyi bir “ulusal akım”, hatta bir moda haline getirene kadar bu çöküş devam edecektir??…»
Talip olan ödemeli..
Aralarında bağlantı yokmuş gibi görünen bu dört kavram arasındaki bağlaç, “soyut lezzet isteyen, onun somut girdilerini sağlamalıdır” biçiminde özetlenebilecek bir yargıdır.
Aydınlarımızın önemli bir bölümünün, her sorunun çözümü olarak “bütün kurum ve kurallarıyla işleyen bir demokrasi”yi -yani lezzeti- önermeleri, doğru bir önermenin yanlış kullanımına en iyi örneklerden birisidir.
Pilav lezzeti ve demokrasi arasındaki bu bağlantı, son yılların gözde kavramlarından “kalite” ve “erozyon” için de geçerlidir.
Kalite ya da erozyon -ile mücadele-, elde edilmek istenilen “lezzet”lerdir. Ama bu üst-kavramları oluşturan alt-kavramlar, yani onları oluşturan somut girdiler ön plana getirilip onlar üzerinde çalışılmadığı sürece, bu üst-kavramların adlarından sürekli söz edilir, ama kendilerine ulaşılamaz. Aynen pirinçsiz pilavın lezzetine ulaşılamayacağı gibi.
Kalite, kalitesizliğe yol açan yüzlerce nedeninin tek tek ortadan kaldırılması demektir. Bir mal ya da hizmet ürününün tasarımından müşteriye sunum sonrası hizmetlere varıncaya kadar her aşamasında, “müşteri isteklerine uygunluk” demek olan kaliteyi zedeleyebilecek onlarca öğe vardır. Bu öğelerin her biri, insanlarımızın alışkanlık dokuları içine işlemiş, onların doğal davranış tercihleri haline gelmiştir. Öyle ki, hiç kimse, davranışlarını kalitesizliğe yol açması için değil, aksine doğru-iyi-güzel değerler yolunda yaşarken yaptığına inanmaktadır.
Karısına iki gün boyunca işkence yapan sadist bir adamın kız kardeşi ağabeyini, “iyi yapmış, az da yapmış, ben olsam daha beterini yapardım” diye savunurken kendi doğruları yönünde davranmaktadır.
Bu basit açıklama dahi, her sorunu için kestirme -ve uydurma- bir yol arayan insanlar için kalitenin ne denli erişilemez olduğunu göstermeye yeter.
Denilebilir ki, kalite, bir toplumun değer ölçülerinin mal ve hizmet biçiminde kristalleşmiş halidir.
Kaliteyi övmenin etkisi..
Peki, kalitesizliğe yol açan bu değerler değişmedikçe, boyuna kaliteyi övmenin nasıl bir etkisi olur?
Ortaçağ Avrupası’nda henüz su ile temizlenme adeti yokken, çeşitli esanslar yoluyla pis kokuların giderilmesi nasıl bir etki bırakıyor idiyse, kaliteye yol açan değerlere sahip olmayan insanlara kalite propagandası yapmak benzer etki yaratacaktır. Ama iş, kalite esansı -örneğin TSE’nin ISO 9000 belgeleri- sürünmüş kalitesizlik olgusunun daha ilerisine varır.
Kalitesizlik özleri değişmeden kalite propagandası yapıla yapıla bir süre sonra kalitesizlik kalite olarak anlaşılmaya başlanır. Nitekim bugün durum bu değil midir? Uyduruk malı için ne yapıp edip bir kalite sertifikası edinen kuruluşlar, kaliteyi geliştirebilecek bir şey yapmadan kaliteye kavuşabilmektedirler ve de bu devlet eliyle yapılmaktadır. Kurtlar sofrası haline gelen global rekabet ortamında, bir toplumun rekabet gücünü kırmak isteyen güçler melun bir yöntem arasalar acaba bundan daha etkin bir yol bulabilirler mi?
“Ulusal kalite kampanyası“, “kalite bizim canımız feda olsun kanımız“, “siz de kaliteyi seçin” gibisinden sloganlar eğer böyle bir bilinçli tasarımın eseri değilse acaba neyin ürünüdür?
Kalite “lezzet”tir; ona erişmek isteyenler, adıyla uğraşmayı bırakıp somut girdilerine -değer sistemi gibi- bakmalıdırlar. Erozyon ile kalite arasındaki paralellik açıktır. Erozyon, tek nedenden kaynaklanmayan -aynen kalitesizlik gibi- bir olgudur. Hatta doğrudan doğruya, “erozyon bir kalitesizlik türüdür” denilebilir.
Çok sayıda ve birbiriyle doğrudan ilişkisi bulunmayan -herşey dolaylı olarak ilişkilidir- nedenin birleşerek ürettiği sorunlara, ifade kolaylığı bakımından kısa bir ad vermek doğrudur. Trafik terörü, ayrılıkçı terör, irtica, erozyon gibi adlandırmalar bu işlevi görmektedir. Ama diğer yandan da sorunun -adı kadar- kısa ve yalın olduğu, eğer o ada karşı bir savaş açılırsa sorunun altedilebileceği gibi bir kanı da yaratmaktadırlar.
Erozyon da bu yalınlaştırma eğiliminin sonunda savaş ilan edilen bir sorun haline gelmiştir. Aynen trafik ya da enflasyon canavarı olarak sıkıştırılmış-adlandırılmış -somutlaştırılmış ve böylece mücadele edilebilir bir düşman haline getirilmiş sorunlarda olduğu gibi. Halbuki bu sorunlar da birer “lezzet”tirler -lezzetin mutlaka güzel olması gerekmez- ve tek başlarına “yok”turlar.
Evet, ülkemizde trafik, enflasyon, erozyon, kalitesizlik, insan hakları ihlali, demokrasi eksiği gibi sorunlar “yok”tur. Bunları “var” ilan edip mücadele etmek -eğer bilinçli bir tasarımın eseri değillerse-, yalnızca sorunların bu koruma altında serpilip irileşmelerine ve sorun kimyası (https://tinaztitiz.com/3359/sorun-kimyasi/) uyarınca yeni sorunlar üremesine yol açmaktadır.
Şimdi bir saptama..
Özellikle son yıllarda iletişim açısından altın bir çağ yaşıyoruz. Ulusal ölçekte olduğu kadar yerel ölçekte de yayın yapan çok sayıda radyo ve TV istasyonumuz, sayıları yüzlerle ölçülebilecek dergilerimiz, büyük bir hızla yayılan internet kullanımımız, panellerimiz, sempozyumlarımız ve benzer kitlesel iletişim etkinliklerimiz var. Buralarda, en yakası açılmadık konular bile tartışılıyor. Bir anlamda bir iletişim sarhoşluğu yaşıyoruz.
Bütün bu iletişim yoğunluğunun büyük bir bölümünü “sorunlar” kaplıyor. Bu da doğaldır.
Ama ilginç olan nokta, sorunların -yukarıdaki örneklerde olduğu gibi- daima “sorun adları”ndan ibaret olması, o “lezzet”leri oluşturan somut girdiler ile çıktılar arasındaki ilişkiden tek kelimeyle dahi söz edilmemesi.
Bunda bir tuhaflık var. Bu eğilim normal olamaz. Normal dağılım kuralı uyarınca, işin bu yönünü gündeme getiren bir radyo, bir TV, bir yazar nasıl olamaz. Hayır bu bir kabustur. Ve mutlaka uyanılacaktır. Uyanılmalıdır.
Aralık 2003