• VesayetBağımlılığı

    Vesayet Bağımlılığı

    Ne olduğuna değil niçin olduğuna bakılması“, herhalde insanlığın -büyük bedeller ödeyerek- öğrendiği bir yol gösterici ilkedir. Ama ne yazık ki, insanoğlu bu ve benzeri yol göstericileri görmezden gelmeye devam edebiliyor.

    Türkiye, çok partili demokratik yaşama geçtikten beri onar yıllık aralıklarla askeri darbelere maruz kalmış; ama bunun neden(ler)ini sorgulamamıştır. Sorgulamamıştır, çünkü nedeninin tek ve sormaya ihtiyaç olmayacak kadar açık olduğunu varsaymıştır. O neden de, “askerlerin kendilerini cumhuriyetin sahibi saydıkları; cumhuriyeti tehdit altında hissettikleri zamanlarda da darbe yaptıkları / kalkıştıkları“dır. Bunun adına da “askeri vesayet” denilmiş ve son verilmesi için gerekli mekanizmalar çalıştırılmıştır.

    Eğer bu varsayım, yani vesayetin askerlerin “sahiplik” ezberlerinden doğduğu varsayımı doğru ise, bundan sonra Türkiye’de vesayet dönemi bitmiş, en güçlü potansiyel vasi yargıya teslim edilerek gelecek -vesayet açısından- güvence altına alınmış demektir.

    Ama eğer böyle değilse ve mesela, ayakta dik duramadığı için birilerinin kanatları altına girmedikçe kendini güvende hissetmeyecek bir kültür oluşturmuş bir topluluk var ve tüm potansiyel vasileri davet eden bir iklim oluşturulmuş ise ne olacak?

    Böyle bir durumda kendini vasiliğe aday gören tüm birey ve kurumlar -hatta toplumlar- sıraya girmez mi? Bunlardan en yakındaki ve elinde silah tutanın bu yarışta birinci gelmesi doğal değil mi?

    İyi ama bu olur mu?

    Bir şarkıcı “olur, olur, bal gibi olur” diyor. İşte size birkaç ipucu:

    ·      İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Katalanca, Latince, Lehçe gibi dillerin hepsinde “dik durmak” anlamına gelen education kavramının, Türkçe’de “dik durmasını önleyip eğmek” anlamındaki eğitim ile karşılanmış olması; bununla da yetinilmeyip, din eğitimi verilen okullardaki “sorgulamaya kapalı belleme (ezber)” yönteminin tastamam aynısının laik eğitim verildiği sanılan okullarda da -askeri okullar da dahil- kullanılması.

    ·      60 yılı aşkın çok partili siyasal yaşam boyunca oluşan siyasi kültürümüzün temel kavramlarından birisi “lider sultası” olup lider otoritesi tartışmasız bir tabudur. Seçilmiş bir kişinin -tüm dönemlerde ve partilerde- böylesine tartışmasız bir otorite kurabilmesi, milletvekillerinin de bu vesayeti kabul etmeleri ancak bir şekilde mümkündür:  İradelerinin vesayetini gönüllü olarak lidere devretmeleriyle. Bu durumda sulta oluşturan lider değil, bu teslimiyete hazır ortam yaratan milletvekilleridir.

    Adına “parti disiplini” denilen acayiplik, tüm doğruları savunacağına şerefi üzerine yemin etmiş milletvekillerinden bu vesayeti kabul etmeyebilecek yapıda olanları gemlemek üzere icat edilmiş bir vesayet enstrümanıdır.

    Bütün bu olup biteni liderlerin sulta kurma isteklerine bağlayan açıklama ise olayın doğasını hiç anlayamamış olmaktan başka bir şey değildir.

    ·      “Tüm yaşam sorun çözmedir” adlı kitabın yazarı Karl Popper haklıdır. Yaşamımızın her saniyesi bir sorunla karşı karşıyayız. Sorunlar bazen istenmeyen durumlar, kimi zaman da karşısında engeller bulunan istendik durumlar olabilir.

    Kişiler -ve onların oluşturdukları kurumlar ve toplum- bu sorunları mutlaka çözmek zorundadır. Eğer çocukluktan itibaren -aile, okul ve toplumda- sorunlarının çözümünü daima birilerine ihale ederek çözmeye alışmışlar, her sorunlu durumun üzerine değil etrafından dolaşarak kaçmışlar ise, daima sorun çözücü vasilere ihtiyaçları olacaktır.

    Sonunda, karlı havalarda bile okulları tatil edilen miniminiler büyüyünce, otoriteye boyun eğmekten başkaca beceri kazanamamış, onu da bulamayınca zorla otorite yaratan “vesayet bağımlılıarı” ortaya çıkar.

    Bu bağımlılık sarmalı, bir yandan da kişinin Sorun Çözebilme Kabiliyetini köreltir. Sürecin sonunda iki dipsiz kuyu vardır: (1) Sorunlarının çözümü için vasi arayanlar, (2) Çözülemeyen sorunların yarattığı “boşluk”lar.

    Boşlukların dolması bir fizik kuralıdır ve sorunları çözebileceğine inananlarca doldurulur. Vesayet altında bulunmayı bir karakter özelliği haline getirmiş olanlar da her sorunla karşılaştıklarında, nasıl başa çıkacaklarını değil kime teslim olacaklarını tartışırlar.

    ·      Yaklaşan seçimler için vaatte bulunan siyasi partilerden birilerinin çıkıp, “biz sizin sorunlarınızı çözmeyeceğiz; çünkü bizim sizin sorunlarınızı çözmemiz demek, sizin sahip olduğunuz hak ve özgürlüklerinizi bize devretmeniz demektir. Biz, sizin sorunlarınızı -bireysel ya da örgütlenmeniz yoluyla- kendinizin çözmesi önündeki engelleri kaldıracağız” demesi beklenmez mi?

    Oy verecek vatandaş seçimleri beklerken, acaba kimi vasi olarak seçsem mi diyor yoksa sorunlarım nedir; nerelerden kaynaklanıyor; bunları nasıl anlarım; nasıl çözümler geliştirilebilir; bu çözümleri, sağladığım kaynakları elinde bulunduranlara nasıl iletir, onları ikna edebilirim; benim aklım yetmez ise acaba ortak akıl oluşturabilir miyim; nasıl; kimlerle? gibisinden sorular mı soruyor?

    Her türlü vesayet, kabul edenler varsa vardır. Kabul edenler ise, sorun çözemedikleri, ayakları üzerinde duramadıkları için vesayete muhtaçtırlar. Vesayet odakları ise sorun çözebildikleri için değil, sorunları kendilerinin çözebileceklerini ezberledikleri için boşlukları doldurmaya isteklidirler.

    Kendi ezberlerini topluma benimsetmek arzusunda olanlar, insanların en önemli yetileri olan sorun çözme kabiliyetlerini aşındıra aşındıra muhtaç bağımlılar durumuna getirdiklerinin farkına varabilmelidirler.

    10 Mayıs 2011

  • Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?

    Yabanci Mihraklar (odaklar) Kimlerdir, Nerededirler?

    İnsanımızın yaratıcılığının son noktalarından birisi, futbol karşılaşmaları için üretilmiş bir deyim olan “sahaya yabancı madde atılması” deyimidir. Bu kadar az sözcükle bu kadar çok şeyi başka bir milletin ifade edebileceğini sanmıyorum.

    Yani denilmek isteniliyor ki, sahaya bir şeyler atılabilir. Bunların bir bölümüne yabancı olmayan, dost maddeler denilebilir. Dost maddenin bilimsel tanımı “yaralamayan” demektir. Pet şişe (boş ise), şapka, hafif ayakkabı (lastik), sandviç, kek ve benzeri maddeler dost’tur.

    Yabancı maddeler ise yaralayıcıdır; bunları atmak spor terbiyesine sığmaz. Örneğin bozuk para, taş, dolu pet şişe gibi. Yabancı maddelerin bir bölümü ise yabancı (yurtdışı) orijinlidir. Cep telefonu, dijital kamera, MP3 çalar, netbook gibi. Bunları atmak iki defa ayıp olup ikinci bölüm hıyanet-i vataniye ile ilgilidir.

    Bu kavram grubuna bu zenginliği veren sihirli sözcük “yabancı” kelimesidir. Zenginliğin kaynağı, okuyanları derin bir zihinsel kargaşaya itmesinden gelir. Yabancı madde deyiminde olduğu gibi insanlar bölünür ve nelerin yabancı olup olmadığı tartışılmaya başlanır ve tabii ki –her konuda olduğu gibi- bir uzlaşıya varılamaz.

    Akşam eve gelip de pala bıyıklı birisini karısıyla birlikte bulan adamın “ulan karı kimbu herif?” patlamasını bir anda bir sevgi yumağına dönüştürebilecek “yabancı diil tatlım, amcamın küçük oğlu, daha bu sene ilkokula gidiyor” cümlesindeki sihirli kavram yine “yabancı”dır.

    Belki sözcük propagandası yapıyor gibi oluyorum ama yabancı sözcüğünün milli birlik ve bütünlüğümüzü korumadaki rolüne de değinmeden geçmemek gerekir.

    Tüm gazete arşivleri tarandığında, her ne zaman başımız bir sorunla derde girse, faillerinin başında (çoğu zaman tek) “yabancı mihrak(lar)” geldiği görülecektir. Buradaki (ler) eki, etki çoğaltmak amacıyla konulur; yani melaneti yaratan odağın tek olmadığını, başa çıkılmasının güç olduğunu belirtmeye yarar.

    Ancak milli terbiyemiz nedeniyle, bir kural olarak bu mihrakların kimler olduğu kesinlikle açıklanarak utandırılmazlar. Çünkü onlar kendilerini bilirler. Tek bilmeyen milletin kendisi olup onların da bilmesine zaten gerek yoktur.

    Şaka bir yana..

    Uzun yıllardır, ne kadar farklı görüşlerde olurlarsa olsunlar hemen hiç kimsenin itiraz etmeden uzlaştığı tek konu olan “sorunların yabancı mihraklarca -gelişmemizi önlemek amacıyla- üretildiği” tanısı aslında bütünüyle yanlış da değildir. Yanlış olan bölümü, bu sürecin başlatıcılığını ve sürdürülmesini sağlayanın yine “yabancılar” olduğu sanısıdır.

    Kim başlatıyor, kim sürdürüyor?

    Amaçlar merdiveninin ilk basamağı varlığını sürdürmek olduğuna göre, bunun pratik olarak ne anlama geldiğine dikkat edilmelidir. Varlığın idamesi için akla gelebilecek tüm ihtiyaçlar aslında şu kavramla ifade edilebilir: Kendi dışından “Sorun Çözme Aracı” transfer etmek!

    (Her sorun çözme aracının aslında bir değer olduğuna dikkat edilmelidir. Buna göre süreç aslında bir değer transferidir).

    Buradaki “araç” yiyecek olabilir, barınak olabilir, karşı cinse çekici gelme becerisi ya da herhangi elle tutulur ya da tutulamaz bir şey olabilir. Örneğin, elle tutulur bir ihtiyaç olan yiyecek avlanarak giderilecekse, bu durumda kurnazlık, hile veya şiddet gerekir ki bunlar ya kişinin kendi iç kaynaklarından temin edilecek ya da iç kaynakları yetişmiyorsa birilerinden güzellikle / hileyle / zorla transfer edilecektir.

    (Bu arada, burada birkaçı sıralanan ihtiyaçların tümünün aslında tek bir ihtiyacın türevleri olduğu, onun da “enerji” (makul maliyet ve miktarda herhangi bir türü) olduğuna dikkat edilmelidir)..

    O halde yaşayan her tür, kendi iç kaynakları ihtiyaçlarına oranla çok küçük olduğu için (özellikle de insan türü için çok küçük), varlığını sürdürebilmek için mutlaka Sorun Çözme Aracı transferi yapmak zorundadır. Bunun en yalın hali ilk çağlardaki savaşlardır. Herhangi bir gerekçe gösterme gereği duymadan, bir kişi veya toplulukta bulunan bir “araç” (yiyecek, değişim değeri olan bir şey, kadın (veya erkek), çocuk (devşirmek için), silah vb) doğrudan transfer edilir (yani alınır). Bu süreç, alan ve alınan kişi ve topluluk için o denli doğaldır ki, tek düşünülen, kaybedilenlerin, gasp edenlerden ya da başkalarından tekrar –mümkünse fazlasıyla- geri alınabilmesidir.

    Varılacak sonuç basittir: Kimin hangi “değer”lere ihtiyacı varsa –hatta gerçekte ihtiyacı yok ama zaman içinde ihtiyaç geliştirdiyse-, var olduğunu düşündüklerinden transfer etmek zorundadır. Varlığını sürdürebilmesi buna bağlıdır.

    Yani dış mihrak vardır ama –aslında- yoktur.

    Buradan çıkarılacak sonuç yine basit ama o derecede de korkutucudur: Her kim ki –birey ya da topluluk- elindeki değerleri koruyabilecek “değerler”e (silah, akıl, kurnazlık vbg Sorun Çözme araçları) sahip değildir, sahip oldukları değerler transfer edilmek durumundadır. Denilebilir ki,  Sorun Çözme araçları güçsüz olanlar, güçlü olanları davet etmektedirler. Kural olarak güçlü olanlar, güçsüzler tarafından yaratılmaktadır.

    Bu doğal bir süreçtir; bu süreçte haklı ya da haksız yoktur, sadece matematik bir kesinlikle işleyen bu kural vardır.

    Ya çözersin ya övünürsün..

    Evrim uzmanlarının herhalde bir açıklaması olduğunu düşündüğüm konu, her nerede bir sorun çözme yetmezliği varsa orada mutlaka bir “övünme yoluyla telafi” tutumunun da var olduğudur. Nedenini tam bilemiyorum; fakat gözlemim şaşmaz biçimde bu ikisinin at başı gittiğini gösteriyor. Belki de, değer transferi sürecinin acıtıcılığının azaltılması için transfer eden tarafın –yine doğal seçimin bir gereği olarak- uyardığı bir anestezi yöntemidir.

    Peki ya insani değerlere n’oldu?

    Çağlar geçip güçsüzler örgütlenmeye başladıkça, bu “doğrudan transfer”, adına “insani değer” denilen bazı kurallara bağlanmak istendi; bugün bu kuralların geçerli olduğu gibi –aslında var olmayan- bir varsayım var. Sadece transfer olayları daha sofistike hale getirilerek, sokaktaki insanın aklı karıştırıldı.

    Evren böyle bir şeye nasıl izin verdi?

    Her sistemin kendi dengelerini oluşturduğu bir denge peryodu olmalıdır; bu süre sıfır olamaz. Büyük sistem içinde yer alan insanı, hayvanı, bitkisi ve diğerleri arasında da bir değer transferi var; ama dikkat edilirse o transferler mutlaka sadece bir türün varlığını sürdürmesine değil,  birlikte yaşamın sürdürülmesine hizmet ediyor. Türlerden birisinin –akıl diye övündüğü özelliği nedeniyle– edindiği gereksiz ihtiyaçları –örneğin dört çeker cip, kış ortasında yazmış gibi yaşamak vb– zaman içinde “varlığını sürdürmek için gerekli” olarak algılanmaya başladıkça, değer transferi bu defa genel dengeyi bozacak hale geliyor. Bugün gelinen durum böyle bir off-balance durumudur.

    Kuşkusuz büyük sistem kendi denge peryodu içinde gerekli önlemleri alacaktır. Küresel ısınma, seller, tayfunlar belki öncül işaretlerdir.

    Güçsüzlere yer yok..

    Yabancı mihraklar diye sabah akşam her türlü melaneti getirip açıkladığımız –ve sonra da rahatladığımız- olgular, doğrudan doğruya toplumumuzun sorun çözme kabiliyetinin yetersizliğinin yaydığı zafiyet sinyallerinin çağırdığı, değer açlığı içindeki diğer toplumlardır.

    Onlara düşman oldukça kendimizi bitiriyor, doğa kurallarını alt etmeye çalışıyoruz.

    Doğru kural koyamayan, koyduğu kuralları uygulayamayan, sürekli olarak yakınan, sorunlarını tanımlayamamış, tanımlayamadığı sorunları uğruna zaten yetersiz kaynaklarını harcayan, bu arada da büyük değer transferlerinin farkına bile varamayan toplumların yaşama şansları olabilir mi? Tabii ki olur. Değer trasferini sürdürmek zorunda olanların izin verdikleri ölçüde olur.

    Kimler farkına varmalı?

    Toplumumuz külli bir övünme hastalığına tutulmuş gibi. Konuştuğunuz her meslek sahibi –sütre gerisine sinmişler dışında-, sorunlar ve çözümleri konusunda kesin inanç sahibi. Seçim propagandaları sırasında bir adayın çıkıp, biz sorunları daha iyi anlamaya çalışacağız diyenine kimse rastlamamıştır.

    Unvan sahibi insanlar, bilgilerinden, tanılarından, çözümlerinden o denli eminler ki, insan onlara baktıkça, bu insanların bilimsel meraklarını bütünüyle yitirdiklerini, unvanlarıyla birer fetiş ilişkisi içinde olduklarını görüyor. Birisinin çıkıp (Larry Ellison gibi) bu insanlara hiçbir şeyden haberleri olmadığını söylemesini, onların da bir an için bir aydınlanma geçirmelerini ummak; bir rüya değil mi?

    İyi, Kötü ve Çirkin..

    The Good, The Bad and The Ugly.. 1966 yapımı bir Clint Eastwood – Lee Van Cleef filmi.

    Filmin son sahnelerinde, Clint Eastwood bir söz söylüyor. Herkesin kulağına küpe olabilecek bir söz: Bu dünyada iki tür insan vardır: Silahı dolu olanlar ile kazmaya mahkum olanlar!

    Çeviriye gerek yok ama yine de şöyle: Bu dünyada iki tür toplum var: Sorun Çözme Kabiliyet yüksek olanlar ile değerlerini göz göre göre güçlülere transfer ederken övünmeye devam edenler.

    24 Mayıs 2011 Salı

  • Birbirine karışmış birkaç terim

    Birbirine karışmış birkaç terim

    Şu deyimler ortaya karışık şekilde kullanıldıkça içinden çıkılmaz bir hal doğuyor. Hani bu kargaşa terim düzeyinde kalsa iyi, oradan da gündelik yaşamımızın temellerini tehdit etmeye başlıyor. Konfiçyüs’ün ünlü sözü bir kere daha anılmalı: ‘Sözcükler yanlış olursa cümleler; cümleler yanlış olursa kavramlar bozuk olur. Kavramlar bozuk olunca halk anlaşamaz; halk anlaşamazsa dirlik bozulur’.

    Dirliğin bozulmasına çok az kaldığı için bir kere de ben yazayım dedim.

    Birbirine mkarışmış ve herkesin kendi kafasına göre anlam yüklediği birkaç terim ve bu terimler için anlam önerilerim şunlar:

    Kavram

    Önerilen tanım

    Özgürlük

    Tüm varlıklara –bitki, hayvan,
    insan, taş toprak ilh
    .- saygının içselleştirilmiş
    olması halindeki korkusuzluk ve iç huzuru durumu

    Af

    Uğranılan –maddi ve/ya
    manevi-
    bir kişisel zararı, herhangi bir karşılık
    beklemeksizin –ki aksi halde ‘pazarlıkla
    vazgeçme olur-
    karşısındakinin iyiniyet içindeki bir
    yanlışına atfederek karşılık vermekten vazgeçme hali.

    Uğranılan zarar kişisel değil de toplu zarar ise
    bu takdirde, diğer kişilerin tek tek affa razı olması halinde af
    mümkün olabilir. Başkası adına af yapılamaz.

    Hoşgörme

    Uğranılan –maddi ve/ya manevi- bir kişisel
    zararı, karşısındakini cezalandırmaya –yaşı,
    akli durumu, içinde bulunduğu durumun tahrik ediciliği vb nedenlerle-

    ehil görmeyerek karşılık vermekten vazgeçme hali.

    Toplu zararın hoşgörülebilmesi de af ile benzer
    koşullara sahiptir.

    Çifte standart

    Aynı bir duruma, -tembellik,
    adamsendecilik, vurdumduymazlık, acizlik, kişisel çıkar veya bu gibi
    nedenlerle-
    farklı karşılık verilmesi.

    Yaptırım ve yaptırımda acizlik

    Yaptırım, bir kuralın en temeldeki
    amacına tam hizmet edecek şekilde uygulanabilmesi
    karşısındaki engellerin, herhangi bir istisna gözetilmeden ve
    engellerin  ne pahasına olursa
    olsun kaldırılarak uygulanmasıdır.

    Yaptırım acizliği ise, bu tanımın kilit taşı
    niteliğindeki ‘uygulama’ya gücünün, aklının ve/ya gereken diğer
    becerilerinin yetmemesidir.

    Görmezden gelme

    Karşılık verilmesi gerekli ve zorunlu bir durumun, -tembellik, adamsendecilik, vurdumduymazlık, acizlik,
    kişisel çıkar veya bu gibi nedenlerle-
    görmezden gelinmesi.

    Uygulanamayacak kural koyma

    Yaptırımını sağlayamayacağını düşünememek
    eksikliği ile malul kural koymaktır.

    Kural tanımazlık

    Kendi tanımladığı gerekçelere dayanarak ve bunu bir
    alışkanlık haline getirerek yaşam sürdürmedir.

    Kural tanırlık

    Konulmuş kurallara uymak, bir yandan da yanlış,
    haksız, yersiz vb olarak nitelenebilecek kurallara karşı mücadele
    etmektir.

    Bu kavramlar içinde hoşgörme ve af en sık yanlış kullanıma konu olan ve yaptırım acizliği ile karıştırılan terim olsa gerekir.

    Burada verilen tanımlardan amaç, doğruluğu tartışmaya kapalı hükümler vermek tabii ki olamaz. Ama rastgele bilinçsiz / bilinçli kullanım nedeniyle birlikte yaşama iklimini bozan kavramlara dikkat çekmek amaçlanmıştır.

    Bir ortak kavram tabanı inşa etmeden birlikte yaşamak mümkün müdür?

    Akla hayale gelebilecek her türlü vaadin havada uçuştuğu bir seçim öncesinde birisinin de çıkıp böyle bir taban inşa edeceği–üstelik arsa spekülasyonuna yol açmadan – vaadetmesini beklemek pek mi iyimserliktir?

    05 Mayıs 2011 Perşembe

     

  •  Açık mektup..Etik kurallar..

    Her kesim kendi etik kurallarını kendi belirlmeli..

    17 Ağustos’99 depremi sonrasında birşeylerin değişeceğini uman çok kimse var. Ben de onlardan birisiyim. Ama, bunun kendiliğinden olmayacağının, hatta herkesin hep bir ağızdan, tek yürek halinde değişimi istemesinin dahi yetmiyeceğinin de bilincindeyim.

    17 Ağustos’un gerçek bir milat olabilmesinin herhalde bir dizi ön-koşulu olsa gerekir. Bu ön-koşullardan en önemlisini dikkatinize getirmek, benzer düşünceler içindeysek de bunu gerçekleştirmek için işbirliği yapmayı önermek amacıyla bu mektubu yazıyorum.

    Hiçbirşey kendiliğinden olmuyor!

    Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü ve güzel ya da çirkin her ne oluyorsa, bunların durup dururken değil, kendimiz ve toplumumuzun bilinçli ve/ya bilinçsiz tercihlerimizin bir sonucu olduğunu; bunun da “toplumsal değer yargıları” sistemimizile doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum.

    Aynı araç aynı sonuç!

    Daha somut olarak, dün kullandığımız düşünsel araçlar ve dünkü değer ölçülerimizi kullanarak 17 Ağustos sonrasının sonuçlarından başkaca sonuçlara varmamız imkanı yoktur. Ne kadar arzularsak arzulayalım, ne denli birlikte arzularsak arzulayalım.

    Düne kadar inanç sistemimiz içinde “yanlış” kategorisine soktuğumuz bir değer ölçüsü var ve biz bunu bir marifet sayıyoruz. Bu değer ölçümüz, “bir şeyin eğri olduğunu bilsek de sesimizi çıkarmamak, hele bu eğriliği yapan(lar) ailevi, mesleki ya da bir başka anahtarla bizden iseler katiyen sesimizi çıkarmamak” şeklinde özetlenebilir.

    Toplumumuzdaki yüzlerce meslek ve çalışma alanındaki milyonlarca insanı birer idealizm abidesi yapamıyacağımızı, bunun hiçbir yerde de başarılamamış bir iş olduğunu biliyoruz. Böyle bir hayalın peşinde olmak ancak vakit kaybı sayılmalıdır.

    Herkes kötü mü?

    Ama bu, bu meslek ve çalışma alanlarındaki yaşam kurallarını “eğri çoğunluğun” belirlemesi gerektiği anlamına da gelmez, gelmemelidir. Her meslek ve ilgi alanındaki “düzgün azınlık“, o alanda rol modeli olmak, o alanın etik kurallarını belirlemek gibi bir yazılı olmayan bir yükümlülüğe sahiptir.

    Bu azınlıklar, emredici bir hüküm olmasa dahi depreme dayanıklı inşaat yapan müteahhitler, kimse görmediği zaman dahi temel trafik kurallarına uyan sürücüler, karından fedakarlık etmek pahasına rüşvet vermeyen ithalatçılar, ezber yaptırmayan öğretmenler ya da elindeki imkanları kendi seçim bölgesine kanalize etmeyen bakanlar olabilir.

    Nitelikli azınlıklar bir araya gelmezse..

    Eğer şimdi bu azınlıklar bir araya gelerek kendi alanlarına ait etik kuralları belirleyip ilan etmez ve bunlara uyup uymadıklarının denetimi için bağımsız gözlemciler görevlendirmezlerse, yakındığımız her ne varsa bunlar aynen devam edecek, hatta belki felakete karşı edindiğimiz bağışıklık nedeniyle daha da kötü olarak devam edecektir.

    Önerdiğim bu yeni davranış biçimi benimsendiği takdirde ayrıntılar üzerinde çalışılabilir. Ama bu aşamada beklenen, “bizden” olanların eğriliklerini görmezden gelmeye devam edip etmeyeceğimize karar vermektir. Bu noktadaki tercihlerimiz bundan sonraki yaşamımızı şekillendirecektir.

    Bu mektubun muhatabı, akla gelebilecek tüm kesimlerdir. Bir bankanın reklamında olduğu gibi, hakime, futbolcuya, inşaat müteahhidine, doktora, hemşireye, sanayiciye, bakkala, öğretmene ve de akla gelebilecek onlarca kesime hitap edilmektedir.

    Az sayıda temel kural büyük bir alanı kontrol ediyor..

    Varsayılan şudur ki, bu kesimlerin her birinin ahlaken uymak zorunda olduğu ve uyduğunda da o kesimde büyük oranda düzelme sağlayacak çok az sayıda temel kural vardır; ve bunlar kolayca denetlenebilecek somutlukta ilkelerdir. Bir de, bütün kesimlerin uymak zorunda oldukları ortak ilkeler vardır.

    Kesimlerin tamamen kendi özgür iradeleriyle belirlenmek ve yalnızca bir örnek olarak alınmak kaydıyla, örneğin bilişim kesimi için şu tür ortak ve özel ilkeler benimsenebilir:

    A.     Ortak ilkeler

    Ø       Başka insanlara, kurumlara, kendine ve doğanın tüm varlıklarına zarar vermemek,

    Ø       Tüm ilkelere, özellikle de çıkarlarımıza aykırı olduğu zaman uymak

    Ø       Bu ilkelere uyulduğunun denetimine karşı hiçbir engel koymamak.

    B.     Özel ilkeler

    Ø       Bir kişiye erişme ve/ya üretme imkanı tanınan bilgilerin, hiçbir suretle, bu imkanı veren aleyhine sonuç doğurabilecek şekilde kullanılmaması,

    Ø       Başkalarınca üretilen bilgilerin onların izinleri olmaksızın kullanılmaması,

    Ø       Ortak kullanıma açık araçların, başkalarının genel kabul gören haklarını zedeleyecek biçimde kullanılmaması.

    Benzer ilkeler müteahhitler, mankenler, futbolcular, avukatlar, siyaset insanları ve akla gelebilecek diğer alanlar için de geliştirilebilir.

    Her kesim, kendi kesimiyle ilgili ilkeleri ortak akıl yoluyla belirleyebilir ve kendi etki alanında yaygınlaştırabilir. Toplumu oluşturan çeşitli kesimlerde, kamu otoritesinin bir telkini ve/ya baskısı olmaksızın başlatılabilecek böylesine bir kampanyanın -eğer yeteri yaygınlığa erişirse- nasıl bir olumluluk atmosferi yaratacağını düşünebiliyor musunuz?

    Hergün, birilerinin çıkıp Türkiye’yi temiz toplum yapması bekleniyor. Neredeyse tüm düşünürler bunun özlemi ve bir türlü çıkmadığı için de hırçınlığı içindeler. Böyle birisi çıkabilir mi, ayrıca da çıkmalı mı? Özlediğimiz tam demokraside, yurttaşların bilinçili çabalarına dayanmayan böylesine girişimlere yer var mıdır?

    Bu tür bir otokontrol mekanizmasının yerini hiçbir yasa maddesi, kaynağı kişinin dışındaki hiçbir yaptırım aracı tutamaz. Tamamen gönüllü olarak başlatılabilecek böylesine bir girişimde, çeşitli kesimlerin aynı ilkeleri benimsemesi gerekmediği gibi, aynı bir kesimin içinde dahi birden fazla etik taahhüt bulunabilir.

    Böylelikle, kalabalık kesimlerin, az sayıdaki ortak ilke çevresinde birleşmelerinin yaratabileceği pratik güçlükler de aşılmış olacaktır. Hatta neredeyse denilebilir ki, herkes ayrı ayrı bir şeylere söz verse dahi, bunun anlamı Türkiye’de gönüllü bir “temiz toplum” hareketinin başladığıdır.

    İtalyadakine benzer biçimde bir savcının çıkıp kovuşturma yapmasına dayanan bir temiz toplum girişiminin başarısı kuşkuludur. Nitekim, bunca gürültüden sonra İtalya’nın ne ölçüde temiz topluma dönüştüğü, kirlilik kaynaklarının ne denli kuruduğu ve daha da önemlisi İtalyan toplumunun değer yargılarının -ki temizliğin esas kaynağının orası olması gerekir- ne ölçüde değiştiği tartışmalıdır.

    Toplumumuzun akıl ve erdem yolundaki mücadelesinde genellikle bireylerin dışında arayışlar vardır. Birileri birşeyler yapacak ve toplum temizlenecektir.

    Böyle bir şeyin mümkün olmadığını artık net olarak görebilmeliyiz. Taksi şoförü, “önce büyüklerimiz düzelsin, ben sonra trafik kurallarına uyarım“; öğretmen, “önce bana iyi maaş versinler, ben de sonra kendimi yetiştiririm“; sanayici, “önce rüşvet almayı önlesinler, ben de ondan sonra vermeyeyim” dedikçe, bunların hiçbiri gerçekleşemez.

    Toplumumuzun bu kurt kapanından kurtulması, “başkası eğri davranabilir, ama ben doğrusunu yapıyorum” diyebilen, böyle davranabilen akıl, erdem ve yürek sahibi insanlarının varlığına ve onların çevrelerinde yaratacakları etkiye bağlıdır. Akıl, erdem ve cesaret yerine, yakınma, başkalarından bekleme ve görüp sesini çıkarmama yolunu seçenler ve de onlara seslerini çıkarmayanların büyük sistem içinde yerleri yoktur ve bunda bir yanlışlık da yoktur. Katı gerçek budur.

    1 Eylül 1999

     

     

     

  • Bu matematik nasıl oluştu..

    Bu matematik nereye kadar götürür, yoksa idrak sınırımızı o mu belirliyor?

    Gökteki Pi[1]

    “Gökteki Pi” adlı kitapta, bugün kullandığımız matematiğin dayandığı köklerin insanlığın ilk zamanlarındaki ilkel sayma ihtiyaçlarına dayandığını, sonra da ihtiyaçlar karmaşıklaştıkça matematiğin de ona paralel olarak nasıl evrimleştiği çok güzel tanıtılıyordu.

    Tamamen yaşamsal ihtiyaçlar nedeniyle ortaya çıkan “sayma”  (ve onun doğal uzantıları olan geriye sayma, ardışık toplama ve ardışık çıkarma) günümüz matematiğinin 4 işlemini oluşturdu. Daha sonra ortaya çıkan ileri hesaplama tekniklerinin temeli hep “sayma”ya dayalıdır.

    Geleneksel matematikte 1+1=2 iken gerçek yaşamda bu eşitlik ancak bir dizi koşul varsa geçerlidir. Buna göre 1+1’in kaç edeceğini zamana, zemine ve diğer koşullara bağlayan, (+) operatöründen daha farklı -hatta kişiye özel- bir operatör icat edilemez mi? Örneğin (1 © 1=2), perşembeleri hariç 1+1=2 olup diğer günler belirsizdir☺.

     

    Şimdi bir soru!

    Acaba “sayma” ile “idrak” arasında bir bağlantı var mıdır? Şayet varsa, başka bir “başlangıç kavraşımı[2]”na dayalı başka bir matematik bugünkünden farklı bir idrak’e yol açar mıydı? Ya da soruyu tersinden soralım: Acaba idraki daha yüksek insanlar -dahi bilim insanları, sanatçılar, düşünürler gibi-, sayma yerine daha farklı bir “başlangıç kavraşımı” mı kullanırlar?

    Ama ilk adımda -kesin olmasa da- mümkün gibi görünen, idrak denilen “kavrama modeli”nin bireye özgü olabildiği, bir yandan da sosyalleşme yoluyla ezberlenerek, sanki tüm insanların idraklerinin tek tipmiş izlenimi verdiğidir.

    Bir diğer güvenli sonuç da, matematiğin çeşitli idrak araçlarından birisi olduğudur.

    Başka bir soru: Acaba ateş veya tekerlek icat olmasaydı ne olurdu?

    Tekerlek ve ateş için insanlığın en büyük iki buluşu denilir. Gerçekten de keşif ve icatlar için “ardından tetiklediği gelişmeler” şeklinde bir dereceleme yapılsaydı muhtemelen bu iki buluş açık ara önde olurdu.

    Peki bu yüksek dereceleme puanı, “bunlar bulunmasaydı daha yüksek ardışık etkileri olabilecek buluşlar mümkün olamazdı” gibi bir çıkarsamayı da beraberinde getirir mi? Hayır, belki de çok daha ilginç başka buluşlar mümkün olabilirdi. Örneğin, birileri çıkıp da “yerle teması olan icatlar günahtır” deseydi acaba daha iyi icatlar yapılabilir miydi? Belki hayır belki evet! (Tanrı kelamının matbaada basılması günahtır yasaklamasının matbaadan daha iyi bir buluşumuza yol açamayışı ya da yıldızların sırrını anlamaya çalışmak günahtır önleminin daha iyi bir gözlemevi buluşumuza yol açamayışı bu topluma özgü bir sorun çözme kabiliyeti yetmezliği[3] olabilir).

    Özellikle tekerlek o denli yararlı bir buluştur ki, icadından bu yana geçen yaklaşık 6000 yıldan bu yana, onun yerini tutabilecek (örneğin yer çekimi veya sürtünmeyi yok ederek) icatlar üzerinde son 50 yıldır (uzay çalışmaları nedeniyle) durulmaya başlanmıştır. Üstelik de 7 milyarlık nüfusun milyonda biri kadar bile olmayan bir araştırmacı nüfus tarafından.

    En yararlı buluşlar, o alanın önünü en çok tıkayan buluşlardır.

    Benzin motoru o denli kötü bir icattır ki, ilk benzin motorlarının verimleri %3 kadardı. Akümülatör kadar ilkel bir enerji saklama aracı ancak benzin motoru ya da akkor telli elektrik ampulü olabilir. Bunun içindir ki bu üç icat üzerinde inanılmaz ölçüde büyük paralar harcanarak geliştirme çalışmaları yapılıyor.

    Acaba saymaya dayalı matematik de idrakimizin önünü tıkamakta mıdır? Ya da dahiler daha verimli idrak araçlarına mı sahiplerdir?

    Her sorun türü için ayrı bir matematik!

    Von Neumann, Los Alamos’taki atom bombası yapım çalışmalarına katılmış bir bilim adamıdır. İkinci Dünya Savaşı’nı bitirmek için ümitlerini çok güçlü bir silaha bağlamış A.B.D., Los Alamos’ta bir tutsak kampına benzeyen ve bir general tarafından yönetilen bir geliştirme kampüsü oluşturmuştu. Bir an önce bombanın geliştirilmesini bekleyen kampüs komutanı, bir gün çalışmaların yavaşlığından yakındığında Von Neumann’ın kendisine verdiği cevap ilginçtir: Sayın general, şu anda sahip olduğunuz klasik silahlar bildiğimiz fizik ve matematiğin ürünleridir; siz bundan fazlasını istiyorsunuz. Biz de bu yeni silahın önce matematiğini geliştirmeye çalışıyoruz!

    Her ne kadar geliştirilen ve birkaç ay sonra ilk denemelerini başarıyla(!) geçiren atom bombası da “sayma” temelli matematiğin türev tekniklerini kullanıyorsa da bu anektod, daha karmaşık gerçekliklerin anlaşılması / açıklanabilmesi için ayrı matematik (ve ayrı fizik, ayrı kimyalar) gerekebileceğini gösteriyor. Aynen Bach’ın http://www.youtube.com/watch?v=xUHQ2ybTejU adresindeki Mobius şeridi biçimindeki sonsuz eserindeki yaklaşım gibi!

    En iyi matematik hangisidir?

    Bir kapı yapmak niyetindeki marangoz kuşkusuz diferansiyel denklemlerden, sanal sayılardan, tensor analizinden yararlanabilir. Ama dört işleme dayalı basit aritmetik onun işini pekala görecektir.

    Toplayacağı paraları kredi olarak müşterilere yansıtmak isteyen bir bankanın ise, gereken risk hesaplamalarını yapabilmesi için biraz daha karmaşık bir matematiğe ihtiyacı olacaktır.

    Newton fiziği, uzay araçlarının buluşmalarına ilişkin karmaşık hesaplamalar için dahi yeterli bir fiziktir. Ama parçacık boyutuna inildiğinde Newton fiziğinin birçok kuralı geçerliğini yitirmekte, bu defa kuantum fiziği yasaları gündeme gelmektedir.

    Buradan görülebileceği gibi herhangi bir “sistem” için bir iyilik / yararlılık ölçütü aransa, muhtemelen en basiti, “durumları ifade etmeye ne ölçüde yatkın olduğu” olurdu.

    Şöyle bir iddia ne demektir: Benim matematiğim, fiziğim her şeyi açıklar?

    Bunun saçma bir iddia olacağı bellidir. Marangoz için geçerli olan matematikle atom bombası yapılamadığına, atom altı parçacıkların hareketleri Newton fiziği ile açıklanamadığına göre, güvenli bir söylem ancak “benim matematik, fizik ve kimyam (yani idrakim), ancak bir sınıra kadar olayları açıklayabiliyor; gerisini -daha uygunlarına sahip olana kadar- açıklayamıyor“.

    İdrakimizin sınırlılığını ifade etmeye utanıyor muyuz?

    Her insanın idrakinin sınırını belirleyen çeşitli öğeler olduğu belli. Kimi kalıtsal, kimi öğrenilmiş, kimi ezberlendiği için sorgulanmayan faktörler, bireysel idraklerin kavrayabilirlik sınırlarını tanımlıyor. Ama her ne hikmetse, insanlar -nasıl ki boylarının kısalığını gizlemeye, zeka ve bilgi eksiklerini  örtmeye çalışıyorlarsa- idrak eksiklerini ifade etmeye çekiniyorlar.

    Çekiniyorlar ve idraklerinin sınırlı olabileceğini basitçe söylemek yerine kendilerini ait saydıkları kampların söylemlerini benimsiyorlar.

    Yaratılış ve evrim!

    Yurtdışında da yaygın olan bu tartışma son aylarda Türkiye gündemine de taşındı. Bir TV kanalında, önce yaratılış yandaşları sonra da evrim kuramını savunanlar çıkarılarak sorun çabucak çözülmeye çalışıldı. Bu arada da moderatör -güya- yansız olarak tartışmaları yönetti.

    Yaratılış yandaşları için herşeyi açıklamak son derece basit: Tüm olup bitenler Tanrı’nın rızası ile olmaktadır, nedeni sorgulanamayacak şekilde her şey açıktır. (Bu basit kuralın açıklayamayacağı hiçbir olay olamaz). Yaratılışçılar, kendi kendini -yoktan- var eden Tanrı’nın, tanım itibariyle böyle olduğu[4], dolayısıyla da bunun “nasıl”ının sorgulanmasına gerek olmayacağı ve de bu olgunun idrak edilebilir olduğunu savunuyor.

    Evrimi savunanlar için ise bilimin, o anki bilinenlerin tanımladığı alandaki olayları açıklayabildiği, bunun dışındaki soruların cevapları için ise, bilimin 7 adımlık prosedürüne[5] uygun bir açıklama yapılabilene kadar bir cevapları olmadığı şeklinde. Burada dikkat edilecek nokta, idrak dışılığa bir atıf bulunmadığı, açıklanamayan olayların bu prosedüre göre henüz irdelen(e)mediğinin belirtilmesi. Evrim savunucuları örneğin Big Bang öncesi ne oduğunu açıklayamıyor, ama daha ileride açıklanabileceğini savunuyorlar.

    Her iki kesimin de hiç kuşkulanmadıkları tek ortak nokta, olan biten her ne varsa idrak sınırlarımızın içinde olduğu, şimdi açıklandığı ya da ileride açıklanabileceğidir.

    Ve şu unutuluyor ki, belki -hatta büyük olasılıkla- bazı olaylar idrak sınırlarımız dışındadır; ne bildiğimiz fizik ve matematikle ne de anladığımız anlamda bir yaratıcı ile hiçbir zaman açıklanamayabilir.

    Bu zihinsel kargaşanın başlıca nedeni sorgulamaya kapalı (ezberlenmiş[6]) doğrular ve o doğruları temel almış kendini beğenmişliktir. Bir alçak gönüllülükle, olan bitenin -o da küçücük bir parçasını- idrak edebildiğini “sandığını” söylemek yerine, “bu işlerin kesinlikle bir akıllı tasarımcının müdahalesi olmadan meydana gelemeyeceğini” ya da aksine, “bütün bunların kesinlikle, hiçlikten  en iyi  uyum gösterebilenlerin doğal seçimiyle meydana çıktığını” savunmak arasında önemli bir fark var mıdır?

    Bütün bu iddialara bakınca insan ister istemez Matrix filminde Neo ile Morpheus arasındaki konuşma akla geliyor: “ister misin bizi birileri bir yerlerdeki tarlalarda yetiştirip buralara gönderiyor olsun!”.

    Yeni bir matematik ihtiyacı?

    Kesin doğrulara dayalı iddialar yerine, idrak sınırımızı geliştirecek daha esnek bir düşünme sistemine ve onun aracı olan bir yeni matematiğe ihtiyacımız var gibi görünüyor[7]. Aynen, matematik gibi bir ifade aracı olan dilin çoğu yerde yetersiz kalması nedeniyle sorun alanına özgü yeni dillerin geliştirilişi gibi[8].

    22 Eylül 2009

    [1] Gökteki Pi (orijinal adı Pi in The Sky, Barrow, John.D., Penguin, 1992), Beyaz Yayınları, İstanbul, 2001

    [2] Kavraşım, konsept karşılığı olarak kullanılan “kavram” yerine öneriliyor. Bu Türkçe olmayan sözcüğün kullanım zorunluğu, konsept karşılığı olarak genelde kullanılan “kavram” sözcüğünün doğru bulunmayışından kaynaklanıyor. Konsept, con+cept Latince kökenli olup birlikte almak, birlikte kavramak anlamındadır ve bu “birliktelik” vurgusu esas korunması gereken sıfattır. Bireysel olarak değil toplu olarak kavranan anlamındaki konsept yerine bu nedenle kavram kullanılmamış olup, bunun yerine “kavraşım” gibi bir sözcük önerilmektedir.

    [3] http://www.beyaznokta.org.tr/projelerimiz_soruncozmekabiliyet

    [4] Kendi kendini programlayan veya öğrenen sistemler olarak tanımlanan (automaton) genellikle bu tür tartışmalarda bir şeyin kendi kendine yoktan var olabileceğini örneklemek için kullanılıyor ise de, yoktan var olmak ile automaton arasında herhangi bir ilişki, hatta benzerlik olmadığı belirtilmelidir.

    [5] Gözlem/sorgulama, hipotez/tahmin, deney/daha ileri gözlem, veri toplama, tekrar değerlendirme, çıkarsama, yanlışlanabiir teori.

    [6] http://www.beyaznokta.org.tr/cms/images/201005012001_EEAP01.pdf

    [7] Edward De Bono’nun rock logic – water logic tanımlaması aslında bu değil midir?

    [8] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=779

  • Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    En gerçekçi ve de gerekli vaat: Türkiye’yi yönetilebilir kılmak!

    2009 rakamlarına göre Türkiyedeki toplam siyasi parti sayısı 61, faal dernek sayısı yaklaşık 85,000 ve faal vakıf sayısı ise 10,000 dolayındadır.

    Bunlardan siyasi partilerin tamamı, vakıf ve derneklerin de bir bölümü, adına Türkiye Sorunları denilebilecek -küçük ya da büyük ölçekli- sorunlara çözümler geliştirmek ile meşguldürler. Siyasi partiler ise geliştirdikleri çözümleri iktidar gücünü bütünüyle ya da (koalisyonlar yoluyla) kısmen elde ederek uygulamayı hedeflemişlerdir.

    Bu kurumların özetlenen bu niyetleri -ilan edilmemiş olsa da- şöyle bir varsayıma dayalı olsa gerekir: “Eğer sorun alanları için çözümler geliştirilebilir ve bunlar geniş kesimlere ya da iktidar gücünü elinde bulunduranlara anlatılabilirse uygulamaya aktarılabilmesinin önünde önemli bir engel yoktur..

    Buna göre şöyle bir soru sorulsa!!

    Bu nedenle de bu kurumların çoğu, enflasyonun nasıl kontrol altında tutulacağı, fakirlikle nasıl mücadele edileceği, evsizlere nasıl ev, işsizlere nasıl iş sağlanacağı, bankacılıkta neler yapılacağı gibi konulardaki vaatlerini ilan eder, çabalarını da bu konularda planlar yapmaya, bu konulara hakim uzmanları çevrelerine toplamaya yöneltirler. Acaba sorun gerçekten de bu mudur?

    Eğer sorun bu çerçevede olsaydı, eline imkan geçen her kurum vaatlerini gerçekleştirebilirdi. Ama ne yazık ki durum bu değildir. Haklarında çözüm geliştirilmiş sorunların çoğu için ortam koşulları ya kısmen ya da bütünüyle göz ardı edilirler.

    Ekonomik, siyasal, kültürel iç ve dış emeller, toplumsal değer yargıları[1], sahiplenilmiş çözümler[2], kaynak kısıtları, iç ve dış kaynaklı vesayetler, mafyatik etkiler, yabancı servislerin hiçbir yasal ve/ya ahlaki kural tanımayan girişimleri, ortam koşullarının çetrefilli birkaç elementidir.

    Dağarcık zafiyeti

    Bütün bu koşulların dikkate alınmasına imkan verebilecek Sorun Çözme Araçları, siyasi kurumlarımızın dağarcıklarında mevcut değildir. Bu nedenle de sorun çözümleri için öneri ve vaatleri, teknik adıyla sub-optimization, düz Türkçesiyle de dikensiz gül bahçesi ortamı denilebilecek koşullara göredir.

    Bu ortam koşullarının dikkate alınmayışı, Türkiye’yi giderek zor yönetilir duruma getirirken, bir yandan da durumu gittikçe zorlaştıran başka yan etkiler doğurmuştur: Ülke sorunlarının giderek derinleştiğini gözlemleyen -ve sayıları giderek artan- insanlar, mevcut ahlaki ve yasal kurallara uymanın yararsız olduğu sonucuna varmışlardır. Ortaya çıkan ve giderek derinleşen bu yan etkilerden birisine kural tanımazlık denilebilir.

    Diğer ve daha da olumsuz yan etki Sömürüye Açık Alan (SAA) genişlemesi denilebilecek bir olgudur. Her çözülemeyen sorun çevresinde, çeşitli iç ve dış niyet sahiplerince sömürülerek kendi lehlerine ve Türkiye aleyhine kullanılabiecek alanlar oluşmaktadır.

    Örnekler..

    • Ermeni sorunu çevresinde oluşan SAA, neredeyse tüm ülkelerin parlamentolarından “soykırımı tanıma yasaları” çıkarılacağı tehdidini (koz) ortaya çıkarmıştır.
    • Kürt sorunu çevresindeki SAA, silah satışı, anlık istihbarat verip vermeme, terör gruplarını destekleme gibi melanet ürünlerini barındırıyor.
    • Farklılıkların bütünlüğünü sağlayamama sorunu çevresindeki SAA, ılımlı islam denilen ve tamamen islamcı terörizm ile başa çıkabilmek için Türkiye’yi kullanarak tasarımlanan Sorun Çözme Aracı’nı başımıza sarmıştır. Uluslararası oyunun temel kuralının pembe kazan-kazan ilkesine değil, büyük sopa kuralına göre işlediğini bir kere daha sopalanarak öğreniyoruz.
    • Eğitimi, ideolojik koşullandırma zannederek, bir yandan ayakları üzerinde duramayan muhtaç insan üretimi, bir yandan da dinci ve etnik ideolojik koşullandırmalara icazet sağlanması gibi çok yönlü üretilen sorunların çevresindeki SAA’lar, ülkedeki onlarca melanet odağının beslendiği alanlar olmuştur.
    • Demokrasi kavramının üzerine oturduğu uzlaşı kavramının içselleştirilemeyişi sorunu çevresindeki SAA, bu yaşam kolaylaştırıcı kavramın dönerek bir çoğunluk egemenliği olarak anlaşılmasına, bu ise bu egemenlikten çıkar sağlamayı amaçlamış kesimlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

    Nasıl araçlar kullanılmalı ki Türkiye yönetilebilir olsun?

    Vizyonu her ne olursa olsun siyasi partiler başta olmak üzere Türkiye sorunları üzerine tezler, vaatler geliştiren her kurumun öncelikli hedefi, ele aldığı sorunları çevreleyen ortamları oluşturan bileşenleri irdelemek ve bu yolla o sorunların çevresindeki sömürüye açık alanları daraltmak olmalıdır.

    Bunu yapmayıp, çeşitli yaşam alanları için yeni kurallar koyarak sorunları çözmeye çalışanlar, bilgileri, ünvanları, deneyimleri, tutkuları, ezberleri ne olursa olsun onları bir kenara bırakıp, sorunları ortamlarıyla birlikte ele almadıkları her durumda yeni sorunların üremesine yol açacaklarını idrak etmelidirler. Bu tür girişimler sorunları çözemediği gibi, yeni üretecekleri sorunların çevresindeki SAA’lar nedeniyle Türkiye’nin yönetilebilirliğini daha da zora sokacaklardır.

    Sonuç: Gerçekçi iki vaat!

    Toplumumuzun Sorun Çözme Kabiliyeti’ni artırmak ve Türkiye’yi yönetilebilir kılmak, siyasi partilerin vaat etmeleri gereken en gerçekçi iki hedef olmalıdır. Bunun dışındaki vaatler, sokaktaki insan açısından anlamlı olabilir, ama onlar bu vaatlerin gerçekleştirilebilmesi için gereken ortamları sorgulama kapasitesine sahip olamayabilirler ya da olanlar seslerini duyuramayabilirler.

    Tartışma ve programlarını halen “imar planları nasıl yapılmalı?”, “okullaşma oranı nasıl artırılmalı?”, “işsizlere nasıl iş bulunmalı?” ve benzeri sorunlar çevresinde yürüten siyasi partilerimizin, bunlara paralel olarak -hatta daha da öncelikli olarak- yukarıdaki iki vaat çevresinde düşünmeleri önerilir.

    Pazar, Mayıs 2, 2010

    [1] Değer yargıları terimi genelde pozitif çağrışımlar yapsa da, tüm değer yargılarının olumlu, yapıcı vb pozitif nitelikli olması gerekmez. Örneğin töre adı altında uygulanagelen cezalandırma yöntemi, toplumumuzun tamamında değilse de önemli bir bölümünde bir değer yargısıdır. Benzer şekilde eğitim ve ezberin ayrılmazlığı, bal tutanın parmağını yalayabileceği, eşe sadakatsizliğin erkeğin elinin kiri, kadının ise yüzünün karası olduğu gibi onlarca değer yargısı yapıcı olmayan örneklerdir.
    [2] Sahiplenilmiş çözüm terimiyle, bir kurumun önceden gelen kalıp çözümlerini sürdürme konusundaki tembelliği + ezberciliği + korkaklığı gibi bileşik huyu kastediliyor.
  • SoruKonferansı®

    Soru Konferansı®

    Soru” ve “konferans

    Bu bileşimdeki “konferans”, ortaçağ Fransızcasından gelen “bir araya getirmek, danışmak” anlamları taşıyan bir sözcük[1].

    Soru Konferansı da buna göre, soru sormak ve cevaplamak, birbirlerine danışmak üzere bir araya gelmiş kişiler anlamına gelmektedir. Tescil başvurusunda kullanılan tanımıyla ise şöyledir:

    Çözülmek istenilen bir sorun ve/ya gerçekleştirilmek istenilen bir tasarım konusunda önce onu en iyi ifade edebilecek soruları üretmek, sonra da bu soruları paydaşların ortak akıllarıyla yanıtlamak üzere tasarımlanmış bir yöntemdir.”

    Soru Konferansı® yöntemini diğer benzer metotlardan (arama konferansı, gelecek taraması gibi) ayıran başlıca fark, sorunun bir dizi soruya çevrilmesi (Bkz. Doğru Sorular –  http://tinyurl.com/n82xa6 ve bu soruların Doğru Soru Sorma usullerine göre sorulması zorunluğudur.

    Sorular, paydaşların beyin fırtınası yoluyla üretecekleri çok sayıda aday soru içinden, çalışma gruplarınca kademeli olarak en iyilerini seçmeleri yoluyla belirlenir. Böylece belirlenen sorular o denli belirli ve nettirler ki cevapları büyük ölçüde içlerinde gizlidir.”

    Yöntem basittir ama..

    İstenmeyen bir durumun ortadan kaldırılması veya verdiği rahatsızlığın katlanılabilir düzeylere indirilmesi ya da istenen bir durumun gerçekleşmesinin önündeki engellerin azaltılması şeklinde tanımlanabilecek “sorun çözümü”, özellikle de çok sayıda tarafı varsa kolay bir süreç değildir.

    Hatta çözüm bir yana sorun’un anlaşılması bile neredeyse imkansızdır; çünkü sorun, her paydaş tarafından farklı tanımlanabilir ve herkes kendi tanımına göre en “mantıklı” çözüm üzerinde diretir.

    İşte bu gibi durumlarda sorun’un önce ne olduğunun anlaşılıp tanımlanması için bir dizi “doğru soruya” çevrilmesi gerekir. Eğer bu yapılabilirse ancak bundan sonra uzlaşı[2] yoluyla sorun çözümü mümkün olabilir. Bu yöntem Soru Konferansı® adı verilen yaklaşımdır.

    Çetrefil, çok taraflı sorunlar ancak bu şekilde çözülebilir.

    Bunun yerine, sorun’un taraflarına sırayla söz vererek uzun uzun argümanlarının anlattırılması görünüşte pek tatminkar olmasına karşın gerçekte bir işe yaramaz. Çünkü her argüman kendi içinde çeşitli iddiaları içerir ve diğer paydaşların bu kadar çeşitli iddia konusunda ikna olmalarını beklemek imkansızdır.

    İster kurumsal ister toplumsal düzeyde olsun sorunların çoğuna yaklaşım, bu son tanımlandığı şekilde yapıldığı sürece sorunların çözümü bir yana, yeni sorunların ortaya çıkması kaçınılmazdır (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=236).

    26 Ağustos 2009 Çarşamba

  • Sorun çözme yeteneğimiz ve Kürt sorunu !

    Sorun nedir?

    Bu soru yanılıtıcı olabilir. Bir sorun’un ne olduğu ile o sorun’un dışavurumlarının birbirinden tamamen farklı olduğunu herkes bilir. Ama, sorun’un ne olduğunu tanımlamak yerine, onun semptomlarını sıralamak çok daha kolay ve de somut olduğu için çoğu zaman sorunu tanımlamak yerine dışavurumlarından örnekler verilir. Örneğin “trafik sorunu“nu tanımlamak yerine, “her yıl bir savaştaki kadar insanın ölümüne yol açan olaylar” tanımlaması çok daha doyurucu değil midir?

    Doyurucudur da kime göre?

    Sokaktaki insan uzun açıklamalardan, birbirine girift bağlantılı açıklamalardan hoşlanmaz. Ona mutlaka beş duyusundan en az birisine (mümkünse dokunma duyusuna) hitap eden bir kanıt göstermek gerekir. “Aha bak, kamyon sollamış o da otobüsün altına girmiş on kişi de gördüğün gibi ölmüş!” kadar net bir açıklama idealdir. Ama sorunu gerçekten anlamak isteyen kişiler için böylesine bir kanlı-canlı örnek pek az şey ifade eder. Çünkü bu tür tanımlamalar insan sayısı kadardır ve hepsi de alabildiğince özneldir. Örneğin, Kürt sorunu olarak dile getirilen ve “terör ve teröre destek olabilecek eylemler“, “ayrılma tehdidi“, “iç savaş çıkarma tehdidi“, “dış tehditle mücadele için tasarımlanan silahlı kuvvetlerimizin işlevinin değişip kendi yurttaşlarının çoğunlukta olduğu bir karışımla mücadele etmesi“, “çok sayıda yurttaşımızın ne kendi dillerini ne de ana dillerini tam bilememeleri ve bunun yarattığı kültürel sorunlar“, “her Kürt kökenlinin potansiyel ayrılıkçı sayılma eğiliminin yarattığı haksızlığa uğramışlık psikolojisi” gibi semptomların hiç birisi tek başına sorunu tanımlayamıyor. Nitekim medyadaki tartışmaların her birisinde ayrı argümanlar üzerinde durularak yapılan Kürt sorunu tanımları da bu tanım kargaşasına işaret ediyor. Bu durum net olarak şunu gösteriyor: İnanılması güçtür ama Kürt sorunu tanımlanmış bir sorun değildir! Bunun başlıca doğal sonucu, soruna paydaş olanların her birisinin ayrı tanımlar yapması ve o tanımlar uyarınca “önlemler” almasıdır. Yani basit Türkçe ile karmaşa!

    Sorun tanımlamak bir tekniği gerektirir!

    Teknoloji genellikle bu tür olgular için kullanılan bir sözcük değil; fiziki nesneler ya da onlarla ilgili süreçler için kullanılıyor. Ama eğer, örneğin kumu cama çevirme süreci için teknoloji kavramı kullanılabiliyorsa, bir sorunu semptomlarından ayırarak tanımlayabilme süreci için de kullanılmalıdır. O halde teknoloji transfer edelim gitsin! Bir zamanlar ünlü bir sanayicimiz, Türkiye’nin teknoloji üretmekteki zaafiyetine karşı “parayı bastırır teknolojiyi alırsın” derdi. Kendisinin de hazır bulunduğu bir konferansta, teknoloji transferinin futbolcu transferine benzemediği, para vererek alınabilen teknolojinin ancak rekabet gücü düşük teknolojiler olacağı, zaten böyle olmaması halinde de teknoloji üreten ülkelerin bunu sürdüremeyeceği, sürdürebilmeleri için kurnaz ama saf uluslara ihtiyaç olduğunu anlatmıştım. Gerçi futbolcu transferlerinin de aynen böyle olduğu sonradan anlaşıldı. Milyon dolarlık ayaklar, güneşli ve rahat bir emeklilik ülkesine akın edip geliyorlar. Onları birer teknoloji olarak transfer edenler ve -özellikle de- transferlerine aracılık edenler çok memnunlar; tek kusurları işe yaramamaları. Aynen “para bastırılıp transfer edilen teknolojiler” gibi. Sorun tanımlama olarak adlandırdığımız teknoloji aslında Sorun Çözme Yeteneği [1] adı verilebilecek daha üst ve bir dizi teknolojiden ibaret bir kültürdür.

    Kültür -kolay- transfer edilebilir mi?

    Farklı kültürlere sahip insan toplulukları arasında kültür değişmeleri olduğunu, bunun bazen iyiye bazen olumsuza doğru aktığını biliyoruz. Aynı bir ulusun içinde ya da farklı uluslar arasında çeşitli konularda kültürel akımlar olabilmektedir. Bu akımların yön ve şiddetini, ardındaki ekonomik itme gücü (ve onun da ardındaki güç türleri) belirliyor. O halde, bir toplum içinde birilerinin farkına varıp da “bizim bu kültüre (yani yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne) ihtiyacımız var” demesi bir kültür akımının doğmasına yetmiyor. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu ya da cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki bu tür “kültür reformu” girişimlerinin genelde başarılı olamayışının nedeni budur[2]. O halde, yüksek sorun çözme yeteneği ihtiyacımızın yaygınlaşması zorunluğunu bir an için kenara bırakıp, önemli bir sorunumuzu iyi tanımlayabilmek için o kültürün bir tekniğini -ağızdan dolma tüfek gibi- kullanmaktan başka bir çare kalmıyor. Sorunu tanımladıktan sonra nelerin nasıl yapılacağı konusunda yine yüksek sorun çözme yeteneği kültürüne ihtiyaç olacağının altını çizmekte yarar var.

    Bir sorun tanımlama tekniği: “İstendik ve istenmediklerin netleştirilmesi

    Genelde sorunlarımıza, özelde ise Kürt sorununa bakıldığında görünen, talep olarak ortaya koyulan argümanların -bilinçli ve/ya bilinçsizce- buğulu ifadeleridir. Örneğin “dilini konuşabilmek” açık gibi görünmesine karşın buğulu bir ifadedir. İfadenin bir ucu, “kendimi ifade etmem gereken yerlerde ana dilimi özgürce kullanmak, bu amaçla da dilimi öğrenmek istiyorum” iken, diğer ucu “devletin ana dilini benimsemiyorum” gibisinden bir net başkaldırıya kadar uzanıyor. Benzer şekilde özerklik talebi de beyazdan siyaha kadar uzanabilecek bir belirsizlik şerididir. Yerel yönetim bağlamında bilinen özerklik tanımından, bir coğrafi bölgenin doğal kaynaklarının da özerk idare tarafından tasarrufuna kadar uzanabilir. Diğer yandan, “milletiyle bölünmez bütünlük” gibi bir deyim örneğin bir edebi eserde anlamlı olabilirken, böylesi bir sorun çözme ortamında yine herkesin kendi meşrebine göre anlam yüklemesine yol açar. Bu ve benzeri belirsizlikler, her niyet sahibinin, üzerine kendi niyetlerini bindirebileceği birer taşıyıcı olduğu için iç ve dış kaynaklı manipülasyonlara da son derece açıktır. İşte bu durumda, taleplerin -gerekirse çok sayıda, basit ama net ifadeli [3]– “istendik ve istenmedikler“e dönüştürülmesi bu buğulu ortamı büyük ölçüde ortadan kaldırır.

    Sorunu tanımlamayı kimler istemez?

    Cevap kolaydır: Her kim ki bu buğulu ortam içinde, içine niyetlerini gizleyebileceği ve de zamanı geldikçe yavaş yavaş -alıştıra alıştıra- ortaya çıkaracağı ifadelerle taleplerini dile getiriyor ya da o talep sahiplerini savunuyor ise onlar tabii ki bu taşıyıcı ortamın netleşmesini istemezler. Örneğin “siyasi çözüm” olarak ifade edilen ama sahiplerinin israrla tanımlamaktan çekinip, yuvarlak laf kalabalığı ile geçiştirdikleri “talep” bu tanımlama isteksizliğine bir örnektir. Yazılı ve görsel medyada sık sık rastladığımız, buğulu talep ifadelerine bir de böyle bakılmalıdır. Bu durumda Kürt sorunu nedir? Bir soruna ait şikayetleri, talepleri, semptomlarını alt alta sıralayıp, sonra da bunları bağırarak tehditler eşliğinde dile getirerek sorun tanımlanamaz. Toplumumuzu oluşturan çeşitli kesimler ve bireyler, Kürt Sorunu konusunda birçok yakınma, talep ve çözüm önerisinden oluşan bir küme ile karşı karşıyadırlar ama sorunun ne olduğunu ancak herkes kendi kendine tanımlamaktadır. Ortaklaşa tanımlanmamış bir sorun çözülebilir mi? Bu garip bir durumdur ama Kürt sorunundaki durum tam olarak budur. Hatta buradaki “ortaklaşa” kavramının zımnen içerdiği “paydaşlar”ın kimler oldukları dahi tam olarak belirlenmemiştir; sadece tahminler vardır. “Bu Sevr’in yeni tür dayatmasıdır“, “kafamıza çuval geçirenlerin niyetleridir“, “Şark meselesinin uzantısıdır“, “İmralı’daki böyle istiyor” vb gibi. Peki sorun nasıl tanımlanacak? Bir sorunu çözmenin onlarca yolu olabilir. Ama çözememenin tek ortak nedeni, sourunun varlığının kabul edilmeyişidir. Şu kabul edilmelidir ki, Kürt sorunu ile yatıp kalkanlar dahi, en önemli sorunun, Kürt Sorunu’nun tanımlanmayışını bir sorun -hem de en önemlisi- olarak görmemektedirler. İlk adım, bunun tam anlaşılması olmalıdır. İşin en az yarısı budur. İkinci adım, birilerinin -kimler olursa olsun- ortaya, adına Çalışma Listesi denilebilecek (müsvedde, geçici) bir “istendik / istenmedikler” listesi koymasıdır. Tabii ki değer iletişimi[4] ilkesine uygun hazırlanmak kaydıyla.

    İstendik ve istenmedikler için geçerlik testi…

    Listeye girecek her ifade, ancak ve yalnız “bir” şeyi ifade etmeli ve herkesçe aynı anlaşılabilmelidir. Bunun için çeşitli testler geliştirilebilir. Paydaşların üzerinde anlaşabileceği bir test en doğrusudur; ama örnek olması için şöyle birkaç test de önerilebilir:

    • Rastgele 10 kişinin yaklaşık olarak aynı şeyi anlaması,
    • İstendik veya istenmedik ifade için “bu niçin önemlidir?” sorusuna verilebilecek cevap, temel insan haklarından birisi ile buluşmalı.
    • Doğrudan buluşamadığı takdirde verilecek cevap için tekrar “bu niçin önemlidir?” sorusu sorulmalı.

    Bu çevrim üç kere döndükten sonra hala bir temel insan hakkına net olarak ulaşamamışsa listeden çıkarılmalı ya da -eğer israr ediliyorsa- yeniden ve farklı biçimde ifade edilmeli.

    Listeyi kimler hazırlayacak?  

    Bu listeyi kimin hazırlayacağı değil, kimlerin ne katkılar yapacağı önemlidir. Soruna paydaş olabileceği düşünülen kimler varsa (birey ya da kurum) katılarak listeye eklemeler yapılması özendirilmelidir. Tekraren belirtilmelidir ki, listeye ekleme yapmak isteyenler muhakkak sorundan etkilenmeli ya da sorunu etkileyebilmeli, yani gerçekçi bir temsil kabiliyeti olmalıdır. Listedeki kimi istendik / istenmediklere katılmayanlar da kendi tercihlerini yazabilirler. Böylece, bir bölümü birbiriyle çelişen çok sayıda istendik / istenmedik içeren bir liste ortaya çıkacaktır. Bu haliyle doğrudan sorunun çözümünü sağlamaz ama iyi bir “ilk adım”dır. Bundan sonraki adım eliminasyon adımıdır. Kritik adım burasıdır. Elemeyi yapacak paydaşlar (sorundan etkilenen ve sorunu etkileyenler) üzerinde mutlak bir uzlaşı bulunmak zorundadır. Ayrıca bu uzlaşının taktik nedenlerle ileri sürülen göstermelik bir uzlaşı olmaması, tüm paydaşların bu konuda ikna olmaları gerekir. Eleme adım adım yapılır. Şöyle bir sırayla yapılacak bir eleme, sorun’un giderek daha belirginleşmesine (yani tanımlı hale gelmesine) götürecektir:

    • İşe yaramayacağı (etkisizliği, önemsizliği vb) belli olanlar elenir,
    • Paydaşlardan herhangi birisinin, temel değerleri ve ilkeleri nedeniyle kesin olarak reddecekleri elenir,

    Bu iki adımdan geri kalanlar, üzerinde çalışılarak gruplanmaya ve sorunu tanımlayacak hale getirilmeye çalışılır. Böylece tanımlanan sorun mutlaka çözülebilir mi? Çözülüp çözülmeyeceği bilinemez, ama en azından sorun’un ne olduğu tam olarak belli olur.

    31 Mayıs 2009

    [1] https://tinaztitiz.com/3124/sorun-cozme-kabiliyeti-yukselebilir-mi/

    [2]

    [3]

    [4]

     

  • Diploma sıradanlığı kalkmalı!

    Diploma nedir?

    Katlanmış kağıt” anlamındaki diploma, ona sahip olanın akademik bir dereceyi veya belirli bir konudaki öğrenimi başarıyla tamamlamış olmaya şahitlik anlamındadır.

    İlköğretimden yüksek öğrenime kadar okul sistemimizdeki kronik hastalıklar bu düzeyde olmasaydı, herhangi bir eğitim kurumunu layıkıyla bitiren kişiye bir diploma vermek tabii ki normal sayılmalıydı.

    Olmasa ne olur / oluyor?

    Bir eğitim kurumunu başarıyla tamamlamış olmak” sürecindeki kronik sorunlar (ezber, kopya, kayırma, öğretme, her sınıftaki yetersizliklerin giderek birikmesi vb.) sonunda gelinen nokta ancak bir vektörle ifade edilebilir.

    Eğer yetersizlikler dar bir alana dağılmış ve de kabul edilebilir düzeylerde olsalardı, bir dizi yeterlik bilgisinden oluşan bir vektörü sadece başardı-başaramadı gibi iki uca indirgemek ve bunu belgelendirmek (diploma) kabul edilebilirdi.

    Yok böyle değil de diplomaya kadar uzanan ve her bir noktası -gerek öğrencilerin, gerek öğreticilerin, gerekse eğitim sistemlerinin yetersizlikleri nedeniyle- ne tam başarı ne de tam başarısızlık sayılabilecek gri renklerde ise, sonuç ister başarı ister başarısızlık olarak ifade edilmiş olsun, her ikisi de yanıltıcı olacaktır.

    Sonuç başarısızlık olarak ifade edilirse, aradaki uzun süreçteki kısmi başarılar gözardı edilmiş olacaktır. Halbuki o kısmi başarılar bir kimsenin yaşamını sürdürmesini sağlayabilir. Bu o kişi aleyhine derin bir haksızlıktır; ayrıca da eğitim sistemi açısından da işe yarayabilecek bir sonucun gözardı edilmesidir.

    Aksine, sonuç başarı olarak ifade edilirse bu defa da buna inanıp bu kişinin -aslında sahip olmadığı, ama diploması nedeniyle- varmış sanılan bilgi ve becerilerini kullanmaya kalkan kurum veya kişiler açısından büyük bir haksızlık olacaktır.

    Her iki durumda da olacak olanlar:

    1. Eğitim sistemine ve onun belgesi olan diplomaya güven zedelenecektir,
    2. Diploma alamayanların hakları ve bu alınamayan belge, dolayısıyla da kişinin değerlendirilmemiş bilgi ve becerilerinden toplumun yararlanması zedelenecektir,
    3. Daha da kötüsü, bu olgu kendini olumsuz yönde besleyen bir çığ etkisi yaratacak ve giderek diploma “ucuzlayacak” ve bir yetkinlik belgesi olmaktan çıkacaktır,
    4. Eğitim sistemleri (ilköğretimden yüksek öğrenime kadar) diplomadakine paralel biçimde yozlaşacaktır.

    Nitekim bugün gelinen noktadaki durum tam da budur. [1]

    Çözüm var mı?

    Her kronik sorun gibi bu sorunun da birisi kısa diğeri orta-uzun vadeli çözümü kuşkusuz vardır. Orta-uzun vadeli çözüm eğitim sistemlerinin yetersizliklerini gidermektir. Bununla ilgili kimi düşünceler, şu bağlantıda dile getirilmiştir. [2]

    Kısa vadeli çözüm ise, tüm eğitim kurumlarının (ilköğretim ve yüksek öğrenim dahil) diploma vermenin özel bir merkezi yetkinlik sınavında kabul edilebilir bir başarı vektörü gerçekleştirmesine bağlanması, mezuniyette ise sadece bir transcript belgesi verilmesidir. Bu belgeyi elinde tutan kişinin çeşitli derslerdeki -tek tek- başarı düzeyleri sıralanır ve kesinlikle başardı-başaramadı gibisinden bir “sonuç başarı” ifade edilmez.

    Bu belgeyi inceleyen kişiler, aradıkları bilgi beceri alan(lar)ında kabul edilebilir bir başarıya rastlarlarsa o kişinin o yetkinlik(ler)ini değerlendirebilirler.

    Pıtrak gibi çoğalan kamu ve özel üniversiteler başta olmak üzere tüm eğitim kurumları reforme edilmek isteniliyorsa pekala böyle bir pratik noktadan başlanabilir.

    13 Haziran 2009

    [1] https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’DumbBlonde.wmv

    [2] https://www.tinaztitiz.com/kategori.php?id=22

     

  • Öylebir çare bulunsun ki benden bir şey istenmesin!

    Bir okurumdan aldığım mektuptaki şu cümleler, toplumumuzun en karakteristik özelliklerinden birisini vurguluyor gibi.

    “Sayın Titiz,

    Zaman zaman okuduğum yazılarınızdan, sıkça karşılaştığım bir soruna bir açıklama getirebileceğiniz kanısına vardığım için bu mektubu yazıyorum.

    Ben yeni emekli olmuş bir öğretmenim. Meslektaşlarım arasında işini seven birisi olarak tanınırım. Emekli olduktan sonra, birikimlerimi ihtiyaç duyabileceklerle paylaşmak amacıyla kısa yazılar yazmaya başladım. Tanıdığım ya da herhangi bir vesileyle tanıştığım kişilerin e-posta adreslerine yolluyorum.

    Önceleri pek aldırmamakla beraber giderek dikkatimi çeken bir şey var: Yazılarımı yolladıklarımdan bir bölümünden herhangi bir ses çıkmıyor; onların durumlarını anlıyorum. Bir bölümünden ise olumlu yanıtlar alıyorum. Bu yanıtları beni yüreklendirmek için mi yoksa gerçekten işlerine yaradığı için mi yazıyorlar tabii ki bilemiyorum; ama her ne olursa olsun kendilerine müteşekkirim.

    Bir diğer bölüm ise, birbirlerini tanıdıklarını hiç sanmamakla birlikte sanki aynı kişilermiş gibi standart bir üslup kullanıyorlar ve bu üslup beni fevkalade rahatsız ediyor. Size, bir fikrinizin olması için, bu kişilerden birisinden gelen, övücüymüş gibi görünen ama aslında katiyen öyle olmayan birkaç cümleyi alıntılıyorum:

    <<?.. kopya çekmenin hırsızlık olduğuna dair harcadığınız çabalar ve bunlara dayanarak yazdıklarınız pek güzel; fakat toplumumuzun bugünkü haline baktıkça bunların uygulanabilirliğinin maalesef mümkün olmadığını, esas bunlara kulak vermesi gerekenlerin de yetkililer olduğunu düşünüyorum. Yazdıklarınızın tamamını okumaya işlerimin sıkışıklığı -biraz da uzun yazıları okuma tahammülsüzlük kusurum- nedeniyle vakit bulamadım.

    Üzerinde durduğunuz sorunlar önemli olmakla birlikte esas sorunun toplumumuzun sosyo-ekonomik durumu ve giderek hazır yiyen bir kitleye dönüşme eğilimimiz olduğunu düşünüyorum.

    Toplumca silkelenip kendimize gelmediğimiz sürece, sizlerin değerli ama bir işe yaramayan çabaları hangi sorunu çözebilir?

    Bence bu konuda tartışılması gereken esas mesele çocuklarımızın niçin kopya çektikleridir. Ayrıca, bu koşullarda kopya çekmenin önemli bir hırsızlık sayılıp sayılmayacağını da takdirinize sunarım ….>>

    Sayın Titiz, bu kısa alıntıdan da gördüğünüz gibi yazının düz Türkçe’ye çevirisi aşağı yukarı şöyledir: “Naif fikirlerinle vaktimizi alıyorsun; sorunları anlamamışsın; senin sorun zannettiğin şey aslında sorun değildir. Sorunlar ve de çözümleri benim dediğim gibidir. Ama benim bunlarla uğraşmaya vaktim yok; lütfen sen uğraş“.

    Sizce ben ne yapmalıyım? ????..”

    Kendisine kişisel bir cevap yazmam daha doğru olabilirdi. Fakat sizlerle paylaşmayı -iznini almasam da- daha doğru buldum:

    Sevgili okurum,

    Tanımladığınız soruna benzer bir sorunla karşılaşmadığım için maalesef somut bir öneride bulunamayacağım. Bununla beraber evvelce yazdığım birkaç yazının yararlı olabileceğini düşünüyorum [1], [2], [3].

    Selam ve sevgilerimle,

    12 Temmuz 2009 Pazar

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1049

    [2] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=1044,

    [3] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=649