• Marka olmak..

    Bir “marka” nedir?

    Bir -veya daha çok- ayırıcı özelliği, hedef kitlesine, bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde hatırlatan sembolik ifade olarak tanımlanabilir.

    Bu hatırlatma yasal ya da yasadışı, ahlâki ya da ahlâk dışı olabilir. Ayrıca, ticari, siyasi, ideolojik, ekonomik, askeri, kültürel, örgütsel, kişisel, kurumsal alanlar açısından da sınıflandırma mümkündür. Bu yolla çeşitli marka kombinezonlarının mümkün olabileceği görülüyor. Bunların tümü aslında birer “marka”dır.

    Örneğin; IBM, Coca-Cola ya da 3M ticari birer marka iken, Türk Kahvesi, Arap Atı, İskoç Cimriliği ya da Mısır Piramitleri kültürel birer markadır.

    Diğer yandan, örneğin Yakuza yasadışı-örgütsel bir marka; General Patton kişisel-askeri, Gurka ise etnik-askeri bir marka sayılabilir.

    Ayırıcı özellik nerelerden gelebilir?

    Marka’nın özünde ayırıcı bir özellik yattığına göre bunun çeşitli kaynakları olabilir. Örneğin kimi ünlü ticari firmaların misyon, vizyon ya da öz-değerleri onların marka olarak bize hatırlattıklarıdır.

    Örneğin aşağıdaki misyon ifadeleri, bu firmaların adları duyulduğunda akla gelebilmektedir:

    • 3M : Çözülmemis sorunları bulusçuluk yoluyla çözmek
    • Walt-Disney : İnsanları mutlu kılmak
    • Merck : İnsan yasamını korumak ve gelistirmek
    • Sony : İlerlemenin ve teknolojiyi halkın hizmetine koymanın keyfini deneyimlemek
    • Wall-Mart : Sıradan halka, zenginlerle aynı seyleri satın alma sansını vermek
    • Mary Kay Cosmetics : Kadınlara sınırsız fırsatlar sunmak

    Ya da öz-değer ifadeleri birer markanın ayırıcı özellikleri olabilir. Örneğin:

    Merck

    • Bilim temelli bulusçuluk
    • Kâr, fakat insanlığa yararlı işlerden sağlanan kâr

    Nordstrom

    • Asla tatmin olmamak

    Sony

    • Japon kültürünün, ulusal statünün yükseltilmesi
    • Öncü olmak-diğerlerini izlememek; imkânsızı yapmak

    Walt Disney

    • Olumsuzluğa hayır
    • Yaratıcılık, rüyalar ve tahayyül etme
    • Tutarlılık ve ayrıntılara fanatik ölçüde dikkat
    • Ulusal değerlerinin bütünlüğünün korunması

    Diğer yandan vizyon ifadeleri de birer markanın hatırlatabileceği ayırıcı özellikler olabilir. Örneğin:

    • Otomobili demokratikleştirmek! (Ford, 1900lerin başı),
    • Japon ürünlerinin yaygın kötü imajını değiştiren firma olmak! (Sony, 1950ler),
    • Dünyanın en güçlü, en iyi hizmet veren, en geniş alanda hizmet veren finansal kurumu olmak! (Citibank’ın ilk şirketi olan Citicorp, 1915),
    • Ticari havacılıkta egemen oyuncu olmak ve dünyayı jet çağına getirmek! (Boeing, 1950).
    • Adidas’ı silmek! (Nike, 1960lar)
    • Yamaha wo tsbubu! Yamaha’yı imha edeceğiz! (Honda, 1970ler),
    • Bisiklet endüstrisinin Nike’ı olmak! (Giro Sport Design, 1986),
    • Bu şirketi, bir savunma müteahhidi olmaktan, dünyanın ileri yüksek teknoloji şirketlerinden birisine dönüştürmek! (Rockwell, 1995)

    Peki, “marka” ne değildir?

    • Propaganda ile marka yaratılamaz: Net bir ayırıcı özellik bulunmamaklabirlikte, propaganda yoluyla öyle olduğu izlenimi (imaj) yaratılması halidir.

    Eğer, bu tür imaj yaratma sıklıkla yapılır ise bu defa amaçlanmayan bir başka ayırıcı özellik oluşmaya başlayabilir. Buna “saklı marka” (hidden mark) denilebilir. Belirli bir özelliğe sahip olmamakla birlikte sürekli olarak ona sahip olduğunu iddia eden bir kişinin durumuna benzer şekilde, kurumlar ve hattâ toplumların bu şekilde birer “saklı marka” (güvenilmez, kendini beğenmiş, kof vbg) edinmeleri mümkündür.

    Bu nokta, markalaşmayı tamamen propaganda tekniklerinin bir ürünü sayarak şişkin reklâm bütçeleri harcamanın olası olumsuz sonuçları açısından önemlidir.

    Gerçek markalar, net ayırıcı özelliklere sahip ve bunları zamanın aşındırıcılığına karşı koruyabilmiş olmakla mümkündür.

    • Özlem değerleri (aspirational values) marka değildir: Gerçekte sahip olunmamakla beraber kandırma amacı da gütmeyen değerler söz konusu olduğunda bunlara “özlem değerleri” denilebilir.

    Örneğin, “koşulsuz müşteri memnuniyeti“, gerçekten sahip olunduğunda müthiş ayırıcı ve marka oluşturabilen bir özelliktir. Böyle bir özelliğe erişmek üzere çalışmalar yapmak takdir edilebilir bir performanstır, ama bu hedefe erişilmediği sürece sadece özlemdir. Eğer bu unutulur ve propaganda yoluyla bu değer marka yapılmaya çalışılır ise kısa bir süre içinde bu anlaşılır ve bu defa gerçek marka yaratıcı değerler için de güvensizlik doğmuş olur.

    • Zaten olması gereken değerler (permission-to-play values) marka değildir: Sahip olunması zaten beklenen, yani “ayırıcı” olmayan değerler marka oluşturmaz.

    Örneğin, dürüstlük, sözüne güvenilirlik, kaliteli mal ve hizmet sunmak, müşteriye saygılı olmak ve benzer değerler çevresinde marka yaratılamaz.

    • Rastlantısal değerler (accidental values) marka değildir: Süreklilik taşımayan, tesadüfi olarak meydana çıkmış değerler çevresinde marka yaratılamaz. Örneğin, Brezilya futbol takımı bir markadır ve başarısı neredeyse süreklidir. Buna karşın Türk milli takımının bir defalık başarısı marka olmak için yeterli değildir.

    “Türkiye” markası açısından stratejik öneriler

    Yukarıdaki temel ilkeler uyarınca Türkiye’nin tanıtımında marka yaklaşımının nasıl kullanılacağı, uzun yıllardır konuşulan ve üzerinde büyük paralar harcanan bir konudur.

    Bu amaçla harcanan kaynakların -maddi ve diğer- geri dönüşü için bir hesap yapmak güçtür. Uluslararası platformlarda karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar açısından Türkiye markasının bir kolaylaştırıcılık sağlayıp sağlamadığını irdelemek için doğrudan ölçütlere sahip değiliz. Ama bu konudaki subjektif bir irdeleme, Türkiye markasının olumlu özellikler çağrıştırdığına işaret etmiyor.

    Bu alandaki çabalarımızın felsefesi genelde “imaj” yaratmaya dayalıdır. İmaj -sözcük anlamı olarak da- gerçekte bulunmayan bir “görüntü”dür. Marka ise tam aksine somut ayırıcı özelliktir. Dolayısıyla, israrla harcadığımız kaynaklar muhtemelen bir “saklı Türkiye markası” yaratılmasına sebep olmuştur. Bunda reklâmın bilinçsiz kullanımının büyük payı vardır.

    Bu yaklaşımın ışığı altında, gerek Türkiye’nin ve gerekse kurumların “marka” yaklaşımı uyarınca tanıtımında göz önünde tutulması gereken stratejik noktalar -başlangıçtaki ilkelere ilâve olarak- şunlardır:

    • Türkiye (ya da bir kurumun) nasıl tanındığının bilinmesi: Tanınma ve bilinme arasındaki farka dikkat edilmek kaydıyla, nasıl tanındığının araştırılması stratejinin en önemli ayaklarından birisidir. Bu, kolay görünmekle birlikte -açık anketler vbg yollarla- yanıltıcı sonuçlara varılabilme tehlikesi açısından da güçtür. Nasıl tanındığı iyi bilinmediği takdirde ise doğru eylemlerin tasarımlanması imkanı yoktur.
    • Hakkında yanlış bilinenlerin düzeltilmesi: Ülke ya da bir kurum hakkında -çeşitli nedenlerle- yanlış kanıların doğması doğaldır. Bunların bilinmesi, düzeltilmesi yolundaki çabaları mümkün kılar.
    • Hakkında doğru fakat yetersiz bilinen iyi yönlerin bilinirliğinin artırılması: Hedef kitleler Türkiye ya da söz konusu kurumu tanımak için çaba harcamak zorunda değildir. Dolayısıyla, aynen yanlış bilinenlerde olduğu gibi doğru fakat yetersiz bilgilenmeler de mümkündür. Bunların daha iyi bilinmesi için eylemler tasarımlanmalıdır.
    • Hakkında doğru bilinen kötü yönlerin değiştirilmesi yolunda çaba harcanması ve bu çabanın -ve de sonuçlarının- bilinir kılınması: Marka yaratma stratejisinin en önemli bileşeni budur denilebilir. İyi yönlerin tanıtımından ziyade, yanlışlarının farkına varıp bunları değiştirme yönünde içtenlikli çabalar harcayan ülke ve kurumlar takdir görürler.

    Japonya’nın bugünkü ayırıcı özelliği “kalite”dir. Bir anlamda Japonya kalite bağlamında bir markadır. 1950’li yıllarda ise Japonya kalitesizlik açısından bir “marka” idi. O durumdan buraya propaganda ile değil, yanlışları düzeltme yolundaki samimi çaba -ve bu çabanın ürünlerle bilinir kılınması- yoluyla gelinmiştir.

    Bu 4 ilkeyi dengeli biçimde içeren bir marka yaratma politikası, hedef kitlelerinde güven yaratmaya yetebilecek uzunlukta süreler boyunca devam ettirildiği takdirde bir “Türkiye Markası” (ya da “kurum markası”) oluşabilecektir.

    Bunun dışındaki palyatif önlemler (salt propaganda ağırlıklı) bir saklı Türkiye markası (https://tinaztitiz.com/3818/sakli-icerik-2/, https://tinaztitiz.com/3707/sakli-icerik/) yaratmaktan öte işe yaramayacaktır.

    21 Aralık 2003

  • Yeni Neanderthal ve yeni Cromagnon..

    Sevgili çocuklar ve gençler,

    Çok değil 40 yıl kadar önce, yaşıtlarınızın karşı karşıya bulunup da içindeki doğru ve eğrileri ayırmak zorunda olduğu bilgi miktarı bugüne göre 16 kat kadar daha azdı.

    (Dünyada üretilen bilgi miktarının her 10 -ya da bazı dallarda daha az- yılda 2 katına çıktığı kabûl ediliyor. Diğer yandan da bunları işleyen işlemcilerin kapasitesi her 18 ayda 2 katına çıkarken göreceli fiyatları %35 azalıyor –Moore’s Law).

    Bu bilgiler:

    –        Doğrusu ve yanlışı,

    –        Kasıtlısı ve iyi niyetlisi,

    –        Sağlam kaynaklısı ve akla öylece gelivereni,

    –        Günceli ve eskimişi,

    –        Gerçeği ve temennisi,

    –        Ancak belli koşullarda doğru olabileni,

    –        Tahmin edileni,

    –        Sezgiye ya da akla dayalı olanı,

    –        Deneyime ya da deneyimsizlikten doğan cesarete dayalı olanı

    bir karışım halinde ve hepsi de ikna olmanız için önünüze sürülüyor.

    İş bununla da bitmiyor: bunları ortaya sürerek sizi ikna etmek isteyenler akademik, ticari, mesleki, bürokratik, siyasi, sivil, resmi ve benzeri ünvanlarını, sesinin tonunu, sertliğini, duruşunu, mimiklerini, cinselliğini, yabancılarla olan dostluklarını, hakarete, küfüre varabilecek uslûplarını ve gerekirse yaşını ve eski ünvanlarını da kullanarak bilgi, teşhis, tahmin ve tavsiyelerine inanmamızı istiyorlar.

    Bu kadar ağır destekli bilgi karışımı içinde doğruları söyleyenlerin ya da en azından kimi doğruların bulunduğundan kuşku yoktur. Ama acaba, o doğruları diğerlerinden nasıl ayırmalıdır? İşte, genelde bu nesil erişkinlerin, özelde ise çocuk ve gençlerin karşı karşıya bulunduğu sorun budur.

    Eğer bu soruna yalın ve akılcı bir çözüm bulunamaz ise, bu “pasif görünümlü aktif baskı” ortamı, insanların ruhsal sağlıklarını bozmak bir yana, pazar yerlerindeki satıcılar misali daha çok bağıran, kendi dışındakilere çeşitli yollarla daha çok küfreden ve fakat gerçekleri aramaktan da o denli uzaklaşan bir mutant insan tipi ortaya çıkaracaktır .

    Bu sorunun sadece gençler için var olduğu, erişkinlerin ise doğruları kolayca ayırdedebilecek yöntemler geliştirmiş oldukları sanılmamalıdır. Benzer sorun erişkinler için de vardır. Hattå biraz daha fazla vardır. Çünkü onlar sizlerden daha uzun süre bu tür karışımlar ile haşır-neşir olmuşlar ve ezbere bellediklerikalıpları daha da çoğalmıştır.

    Gençlerin birinci derecede risk altında sayılmasının nedeni, bu ikna girişimlerinin birincil hedefinin çocuklar v e gençler oluşudur.

    J.F. Kennedy muhtemelen benzer sorunla karşılaşmış ve şöyle demiştir: “iyi ya da kötü olsun her başkana her gün yüzlerce bilgi gelir; iyi başkan, bunlar içinden kulak verilmesi gerekenleri ayırdetmesini becerebilendir“.

    Bilgi karışımları içinden kulak verilmesi gerekenleri bulmak için belki genel geçer kurallar, hattâ karmaşık algoritmalar geliştirilebilir. Ama bu defa da bunların geçerliği tartışma konusu olabilecektir.

    En iyisi, sizlerin kendi “süzme kuralları”nızı geliştirmenizdir. Tabii ki o kuralların da doğruluğundan kuşkulanmanız kaydıyla.

    Sizlere önerilen paranoyak bir ruhsal durum değildir.”Kuşkuya dayalı inanç” ilk anda tuhaf görülebilir. Hıristiyan inancının bilimle uzlaşısı ile islamın “tahkiki iman” (sorgulamaya dayalı iman) konsepti temelde aynı yönü işaret etmektedir: gerçeği arayan kuşku.

    Görüşler hangi ünvan, hangi özgüven, hangi ses tonu, hangi tartışılmazlık içinde dile getirilirse getirilsin, ilk sorulması gereken şudur:

    «Bu görüşler içindeki ifadelerden:

    –        hangileri kaynağa dayalı verilerdir, kaynaklar nelerdir?

    –        hangileri gözlemlerdir ve bu gözlemler ne genişlik ve sıklıktadır?

    –        hangileri varsayımlardır?

    –        ve hangileri çıkarımlardır?

    Lütfen bunları hiçbir şekilde birbirine karıştırmadan, birini diğerinin adı altında saklamadan ifade ediniz»

    Böylece ifade edilen görüşlerden kendi doğrularınızı üretmek için kullanmanız gereken süzgeçlere ise siz kendiniz karar vermelisiniz.

    Bilgi çağında bilgi toplumunu bekleyen en büyük tehlike, eğrilerin doğrular, tahminlerin veriler, gerçeklerin yalanlar, kasıtların iyi niyetler, cehaletin bilgelik arkasına saklanarak bir karışım şeklinde takdim edilmesidir.

    Bunu ayırabilen kişilerden oluşabilen toplumlar ile bilgi bulamaçları içinde boğuşanlar, Üçüncü bin yıla iki yeni insan tipi olarak birlikte -şimdilik- girmiş bulunuyorlar.

    Süzgeç geliştirememiş olanlar bilgi bulamacı bataklığında boğulmakta bulunan Neanderthal’lerdir. O bulamaçtan sürekli olarak işe yarar bilgileri ayırabilme know-how’ını geliştirerek diğerlerini bataklıklara sürmekte olanlar ise Cromagnon’lardır. Aynen 200,000 yıl kadar önce olduğu rivayet edildiği gibi.

    22 Haziran 2005

     

  • Bilmek, anlamak ve bilim merkezleri…

    Sorulara yanıtlar ararken öncelikle, zihinsel enerjimizin yanıtlarla ilgisiz alanlara kayabileceği yolları kapamalıyız. Enerji yutucu yolların başında, “bir şey hakkında bilgili olmanın, o şeyi anlamak demek olduğu yaygın anlayışı” geliyor.

    Bir şey hakkında bilgili olmak, o şeyin tarihçesi, terminolojisi, yararları, kullanımında dikkat edilecekler, diğer şeylerden farkları, çeşitli kültürlerdeki durumları, o şeyle ilgili sorunlar, çözümleri, toplum kesimlerinin o şey hakkındaki kanaatleri, kanaatlerin doğru ve eğri yanları ve birçok konuda bilgi sahibi olmak olarak anlaşılması adêt olmuştur.

    O şeyi anlamak ise, bütün başka şeylerle ilişkilerinin anlaşılabilmesine yarayacak kritik soruları sorabilmektir. O şey böylece, bütün içinde doğru yerine oturtulmuş olabilecektir. Bu “doğru yerine yerleşme” haline “anlama” diyebiliriz. Bu durumda, anlaşılan şey ve diğer şeyler bir “bütünleşik doğru” (uni-verse) oluşturacaktır.

    Bilgi üretmek ve anlamak iki farklı ve yararlı iştir. Bir şey hakkında toplumu bilgilendirmek, duyarlık veya şaşkınlık yaratmak isteyenler, kendisinden bilgi talep edilen danışman ve mentorlar ve bunlar gibi çok sayıda kişi ve kurum bilgi üretir ve paylaşırlar. Bunlar yararlı işlevlerdir.

    O şey üzerinde bilgi üretimini taşıyacak olan omurgayı kuracak olanların işlevi ise farklıdır. Onlar bilgileri de kullanırlar, ama işlevleri yukarıda tanımlanan bağlamda “anlamak”tır. Böylece birinci işlev için bir temel oluştururlar. Dolayısıyla bu da yararlı bir işlevdir. İki ayrı işlev arasındaki ilişki, ikincisi olmaksızın birincinin anlam taşımadığı, hattâ giderek anlamayı güçleştirdiğidir.

    Kişilerin kendilerine, «nelerin cevaplarını aramaları gerektiği» doğal merakını sürekli olarak hissedip bu yolda çaba harcamaları, bilimden asıl beklentidir.

    Onları uzun yaşam mücadelelerinden galip çıkaran “doğal merak ve onun sonucunda doğan öğrenme arzusu” bilimsel gelişmeyi sağlamıştır. Bunu özendirenler gelişmişler, caydıranlar geri kalmışlardır.

    Buna göre:

    1. Toplumumuzda merak ve uzantısı olan öğrenmeye yatkınlık hangi nedenlerle zayıftır?
    2. Bunlar nasıl ortadan kaldırılabilir?
    3. Bilim Merkezi (BM) organizasyonları nasıl rol oynamalıdırlar?
    4. BM’nin yaygınlaşması için toplumsal destek yetersiz olduğuna göre, ilk hareket nasıl oluşturulabilir?

    İpuçları:

    1. Sorunlar bir süre sonra “kendisinin nedeni“ni oluştururlar. Bu sorunlardan başlıcası “tek doğrululuk”tur. Merak edip sormayı gereksiz kılan bu salgının eğitim sistemlerimizdeki izdüşümü “ezber”, aile ve kurumlarımızda “otoriter yönetim”, siyasette ise “lider sultası”dır.
      Öneri-1: (….mi?) ve (…dir.) üzerine iletişim kampanyalarıyla (…dir.)in başladığı yerde sorunların, (…mi?)nin başladığı yerde ise çözümlerin başladığının işlenmesi. [1]
      Öneri-2: Eğitimden kuşkusuzluğun ayıklanması için eylem planı (EP).
      Öneri-3: Kurum kültürlerinden otokratik pratiklerin ayıklanması için EP yapılarak yöneticilerde, “otokrasi çaresizliğin dışavurumudur” anlayışının uyarılması için EP.
      Öneri-4: Siyasetteki lider sultasının liderlerden değil, lider kararlarından kuşkulanmayanlardan kaynaklandığının işlenmesi için EP.
      Öneri-5: Her türlü ifadenin, “veriler”, “gözlemler”, “varsayımlar”, “çıkarımlar”, “öneriler” biçiminde dile getirilmesi için EP.[2] 
    2. Bu gerçeklerin farkında olanların bir ağ oluşturması için EP.
    3. BM yönetimlerinin, nelerin yapılmaması gerektiği konusunda kuvvetli bir etkileşim içinde bulunması için EP.
    4. BM kaynaklarının birer “katalitik para” [2] olduğu bilinci için EP.
    5. Değişimler vizyoner liderlerce gerçekleştiriliyor. Cumhurbaşkanımıza, büyük sıçramayı gerçekleştirebilecek olan (…dir/…mi?) devriminin, başta eğitim kurumları olmak üzere tüm kurumlarımızda gerçekleştirilmesi direktifini vermesinin beklendiği anlatılmalıdır.

    21 Aralık 2003

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=180

    [2] https://tinaztitiz.com/?p=3444 

  • Eğitim sistemimiz başarılıdır…

    Tam bir fikir birliği

    Eğitim sistemimizden memnun olan pek kimse olmadığını anlamak için, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimse ile konuşmak yeterlidir.

    Eğitim işiyle herhangi bir yanından -veli, öğrenci, eğitici gibi- ilgisi olanlar ya da bu kesimlerle dolaylı bir ilgisi olanlar bu yargıyı abartılı bulmayacaklardır. Özel amaçlı bir istatistik bulunmasa da, hemen her tür platformda dile getirilen çeşitli sorunların başlıca nedenlerinin başında eğitim sistemimizin yetersizliği tanısının bulunduğuna hepimiz şahidiz. Dolayısıyla bu yargı için ek kanıt aramaya ihtiyaç yoktur.

    Milli Eğitim bürokrasisi de bu genelleme içine dahildir. Onlar da sistemden mutsuz, ama mevcut imkânlar içinde iyi şeyler yaptıklarından dolayı mutludurlar. Dolayısıyla “sistemden” memnuniyetsiz kesim gerçekten büyüktür.

    Ama bu haksızlıktır!

    Eğitim sisteminden memnun olmayanlara ilk sorulması -ve de öğretilmesi- gereken, bir sistemden memnuniyet ya da memnuniyetsizliğin öyle ceff-el-kalem (birdenbire, bir kalemde) dile getirilemeyeceği, başarım (performans) ölçüt(ler)i tanımlanmadıkça memnuniyet ya da aksinin pek bir anlam ifade etmeyeceğidir.

    Peki, eğitim sistemi için hangi başarım ölçüt(ler)i, ondan mutlu olan ya da olmayanların düşüncelerini en iyi betimler? Herhalde başlıcası, “kendinden beklenenleri yerine getirmek” olmalıdır. Bunu akılda tutalım, aşağıda bu açıdan bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

    Şimdi bir kısa -ve iddiasız- bir adım daha atarak, bu memnuniyetsizliğin nerelerden kaynaklandığına bakalım. Hangi ideolojiden, hangi sosyo-ekonomik sınıftan olursa olsun hemen herkesin yakınmalarının tek noktada birleştiğini görebilirsiniz:

    Ortak tanı: Eğitim sistemi, çocuk ve gençlerimizi, gereken bilgi, beceri, tutum ve davranışlarla -ki eğitimcilerin teknik deyimi budur- donatmıyor!

    Bu, sevinilecek bir yakınma ve tanı birliğidir. Bir sistemden memnun olmayanlar bu denli fikir birliği içindelerse sorunların -her neler ise- çözülmemesi imkânsızdır.

    Peki ama!

    Yakınma ve tanıda bu denli benzer düşüncelere sahip bir toplum, nasıl olup da yakındığı sorunların çözülmesini sağlayamıyor?

    İşte bu noktada, yukarıda değinilen o büyük fikir birlikteliği dağılmaya başlıyor. Birbiri ile uzlaşamaz fikirleri bize bir uzlaşı gibi gösteren sihirli sözcük “gereken bilgi, beceri, tutum ve davranışlar” deyimi içindeki “gereken” kavramıdır.

    Her kesim “gereken”i kendi değer yargıları kümesine göre tanımlamakta ve çocukluktan beri aldığı örgün ve yaygın eğitim nedeniyle de bu tanımlamanın mutlak doğru olduğuna, bunun dışında başkaca doğrular da bulunmayacağına inanmaktadır.

    Bu yargıyı abartılı bulanlar, çevrelerindeki rastgele 50 kişiye “eğitim niçin yapılmalı?” şeklinde bir soru sorup, alacakları cevapların uyuşmazlığını görebilirler.

    Bununla beraber, bu çeşitlilik içinde yine bir ortak nokta vardır ki işte o, daha temeldeki tanı birliklerine varmayı imkânsız kılar. O ortak nokta, “benim eğitimin amacı olarak tanımladıklarım, herkese benimsetilmelidir, hattâ gerekirse -şu ya da bu yolla- zorlayarak!”

    Eğitim sistemi, bu farklı beklentileri yerine getiriyor!

    Bir aşçıdan şöyle bir yemek istiyorsunuz: bana bir tatlı yap; üzerinde parça etler, kızarmış portakal ve maydanozla birlikte bulunsun. Çikolata sosu döktükten sonra dondurma koyup fırınla ve üzerine sirke-sarımsak koy. Sakın soğan koyma, çünkü tadı bozulur!

    Mevcut eğitim sistemimiz açısından gelmiş geçmiş aşçılara verilen talimat yukarıdaki yemek tarifine tamı tamına benzemektedir. Toplumun her kesiminin eğitimden beklentileri uzun zaman süresi içinde çeşitli -siyasi, ticari, ideolojik, kültürel gibi- yollarla milli eğitim sisteminin içinde temsil edilir olmuştur.

    O halde eğitim sistemi başarısız değildir!

    Görüldüğü gibi, sistem performansını betimleyebilecek başlıca ölçüt, yani “farklı beklentileri optimize ederek karşılamak”, tam olarak yerine gelmektedir. Sistem, birbirinden farklı bu beklentileri, beklentilerin ait olduğu kesimlerin etkileme güçleri ile orantılı biçimde içermektedir. Bu bir optimizasyon başarısı sayılmalıdır.

    Yemeğin tadı mı? Ha o başka konu!

    Eğitim sisteminin başarılı olduğu yolundaki yukarıdaki çıkarsama bir şaka değildir. Sorunun yanlış yerde arandığını -belki biraz karikatürize ederek- göstermekten ibarettir.

    Geçtiğimiz günlerde, hepsi de “çağdaş eğitim”den yana kişilerden ibaret bir grupta, eğitimin, belirli doğru-iyi-güzellerin çocuk ve gençlere benimsetilmesi olarak anlaşıldığını bir kere daha net olarak gözlemledim.

    Bundan hiçbir kuşkuları olmadığını, yeter ki bu doğru-iyi-güzellerin kendilerinin doğru-iyi-güzel tanımlarıyla uyuşum içinde olması gerektiğini, zaten o doğru-iyi-güzellerin de çağdaş dünyanın benimsedikleriyle aynı olduğunu savundular. Daha doğrusu savunmadılar, savunmaya ihtiyaç duymadılar. Buna itikat düzeyinde inanmışlardı.

    Ne istediğimize tekrar bakalım…

    Eğitim sisteminin orasına burasına bakarak eleştirmeyi bırakıp, biz ne istediğimize bakalım. Ama öyle bakalım ki, isteklerimizin doğru olduğu varsayımını içtenlikli olarak terkedip öyle bakalım. O zaman göreceğimiz şey muhtemelen bir kafa karışıklığından ibarettir.

    Evren, varlık nedenimiz, diğer varlıklar, onların rolleri gibi konularda kulaktan dolma denilebilecek güvenilirlikteki bilgi ve sezgilerimizden yola çıkıp, doğanın birer sanat eseri olarak dünyaya eksiksiz gönderilen çocuklarımıza yarım yamalak bir şeyleri büyük bir güvenle “öğretmeye” çalışıyoruz. Ayrıca da bunu, kulaktan kulağa oyununda olduğu gibi defalarca değişime uğratıp üstüne de kendi özlemlerimizi, korkularımızı, ideolojilerimizi bindiriyoruz.

    İnsanın o olağanüstü öğrenme yeteneği, bu abuk sabuklukları da doğru sanıp “öğreniyor”. Ama sonunda ortaya çıkan bileşke kişiliklere bakıp korkuyoruz.

    İçerik tasarımcıları, eğitim politikacıları şu noktaya dikkat etmelidirler: Çocuk ve gençlere birşeyler öğretmekten vazgeçip, onların öğrenme ihtiyaçlarını kendilerinin giderebilecekleri öğrenme ortamlarını oluştursunlar.

    Birlikte yaşama pratiği açısından boyuna sınıfta kalan toplumumuzda artık ihtiyacımız olan, yeni doğru-iyi-güzeller değildir. Onlar insanların çevrelerinde ve doğasında vardır.

    Yapılmak gereken, kimsenin kimseye kendi doğru-iyi-güzellerini öğretmeye ve de uygulatmaya çalışmamasıdır. Ama okulda, ama camide, ama sokakta…

    7 Kasım 2002

  • “İş Yaratma”nın bir teknoloji olduğu da ıskalandı (mı?)

    Kimya, ama neyin kimyası?

    Neredeyse sonsuz sayıda maddenin, çok az sayıda temel elementin kendi aralarındaki birleşimlerinden oluştuğu ana fikri “kimya” adı verilebilecek bilim dalını ortaya çıkarmıştır.

    Buradaki ana fikir basit ama heyecan vericidir: iki veya daha fazla “şey” birleştiğinde, kendilerine benzemeyen bir başka “şey” oluştururlar.

    Bu ana fikirdeki “şey” yerine “organik madde” konulursa organik kimya; “inorganik madde” konulursa inorganik kimya; genel olarak “madde” konulursa da madde kimyası ortaya çıkmaktadır.

    Ancak yakın geçmişe kadar pratikte başka türlü bir kimya bulunmadığı için madde kimyası değil sadece kimya denilmekteydi. Ama artık hücre kimyası, biyokimya, boya kimyası ve benzeri alt dallar ortaya çıktı. Bununla beraber bunların hepsi “madde kimyası” olarak adlandırılabilir.

    “İki veya daha fazla şeyin birleşerek kendilerinden daha farklı bir şey(ler) oluşturduğu” ana fikri, maddeler dünyasının dışında da kullanılabilir mi, kullanılırsa bir işe yarar mı?

    Evet yarar, hem de çok yarar. Eğer yaşam sorun çözme uğraşından ibaretse (Karl Popper, “All life is problem solving”), yukarıdaki ana fikir içindeki “şey” yerine “sorun” kavramı konularak bir de Sorun Kimyası tanımlanabilir. Böylece yaşamlarımızı kaplayan bir uğraşın sistematik biçimde ele alınması imkânı doğmuş olur.

    Sorun kimyası hakkında ayrıntılı düşünceler;

    https://tinaztitiz.com/profesyonel-hizmetler/konferans-ve-seminerler/

    https://tinaztitiz.com/3359/sorun-kimyasi/

    https://tinaztitiz.com/3360/sorun-kimyasinin-dorduncu-kanunu/

    adreslerindeki yazılarda işlenmiştir.

    Bu yazının amacı çeşitli sorunlarımızı oluşturan temel sorun elementlerini belirlemek ya da bunun yöntemlerini irdelemek değildir. Bunun yerine, toplumumuzun önemli sorunlarından birisi durumundaki işsizliğe yol açan nedenleri ortadan kaldırmadan;

    –          işsiz kalanlara iş bulunamayacağı,

    –          işsiz kalacak olanlara engel olunamayacağı,

    –          yasa çıkarılarak işlerin güvenceye alınamayacağı

    gibi olguları Sorun Kimyası yardımıyla vurgulamak ve kimi somut öneriler üretebilmektir.

    Kök Sorun – Hayalet Sorun

    Sorun Kimyası’nın kavramlarından birisi “Kök Sorun – Hayalet Sorun”dur. Birbirinden türeyen sorunlar arasındaki kök-türev ilişkisi düşünüldüğünde, türeyen sorunlara “hayalet”, onları türeten(ler)e ise kök denilmesi kolay anlaşılabilir. Bir zincir gibi birbirinden üreyen sorunların herbirinin hem kök hem de türev olabildiği de yine kolayca görülebilir.

    “Kök sorun”lar ilk bakışta göze çarpmayan, etkileri ise şiddetli biçimde hissedilen sorunlardır; aynen elektrik akımı gibi. Çarpılan kişi “elektrik” denilen şeyi göremez, ama dokunduğu çıplak teli görüp müsebbip olarak onu tanımlar. Bu durumda elektrik “kök”, çıplak tel ise “hayalet” sorunlardır.

    Bir sürpriz: İşsizlik diye bir sorun yoktur!

    Bu açıklamanın ışığı altında şunu söyleyebiliriz: işsizlik bir hayalet sorun’dur. İşsizlik konusu ile herhangi bir düzeyde meşgul olanların;

    • işsizliğin ne olduğu ve de nelerin işsizlik sayılamayacağı,
    • hangi kök sorunların işsizliğe yol açabildiği, o köklere hangilerinin yol açtığı ilh., o kök sorunlardan hangilerinin türediği,
    • işsizlik konusundaki hayalet sorunların neler olduğu, bunların köklerinin niçin hiç ilgi çekmediği,
    • halen bir işe sahip olanların hangi durumlarda potansiyel işsiz haline geldiği,
    • her yeni gelişen teknolojinin bir bölüm insanın işi için bir tehdit, bir bölüm içinse yeni iş imkânları demek olduğu,
    • her ihraç edilen mal ve hizmetin aslında işsizlik ihracı, her ithal edilenin ise işsizlik ithali olduğu, ithal ve ihraç işlerine böyle bakıldığında bunların “iyi yönetimi”nin net iş (yani ihraç edilen işsizlik-ithal edilen işsizlik) yaratabileceği,
    • işleri devletin yaratamayacağı ve de yaratmaya kalkmaması gerektiği, devletin sadece “işlerin yaratılması için uygun iklim yaratmak” işlevi bulunduğu, işleri ise ancak kişilerin kendilerinin yaratabileceği,

    gibi konulara bir zihinsel netlik içinde bakabilmeleri ve nihayet, bu denli çok nedenli bir sorun’un, bir yöntem -örneğin Sorun Kimyası- kullanmadan çözülemeyeceğinin anlaşılması şarttır.

    “Üçlü”nün günahı ve sevapları!

    Siyasetçi-bürokrat-akademisyen üçlüsü -tabii ki çoğunluğu açısından-, kamuyu ilgilendiren hemen tüm alanlardaki sevap ve günâhların sahipleridir. Başarıda payı olmayanların yanısıra başarısızlıklarda payı olmayanlar da vardır.

    Politika belirleme-uygulama-bilim desteği sağlama işlevlerini üstlenmiş bu üçlü, “iş yaratma” kavramının bir “teknikler demeti” olduğunu anlamadan uzun yıllar boyunca şu 2 yolla iş yaratmıştır:

    1. Yeni yatırımlar yaparak,
    2. Kamu kadrolarını kullanarak (yerine atama ya da bu yetmediğinde yeni kadrolar ihdas ederek).

    Bunlardan birincisi, kamu gelirleri -vergi, borçlanma, özel kaynaklar, tasarruflar vd- yeterli olduğu zamanlar işe yaramış, Türkiye eserler kazanmıştır. Ama uzunca yıllardan bu yana bu kanal kapalıdır. Borçlanmayı artık yalnızca borcumuzun faizlerini ödeyebilmek için kullanıyoruz.

    İkinci yol ise başlangıçtan beri tam bir tahribat yaratmıştır. Kamunun en önemli kadroları -aynen içme suyu şebekesine kanalizasyon karışması gibi- iş yaratmak amacıyla kullanılmıştır. Dikkat edilirse, tüm iç ve dış (IMF gibi) baskılara karşın devlet kadroları küçülmemekte, aksine büyümektedir.

    İşten çıkarılan, erken emekli edilen kamu görevlilerinin yerine -daha fazlasıyla- eleman alınmaktadır. Bunun durdurulması mümkün değildir. Çünkü, iş=aş eşitliği, gereğinde zorla olsa dahi yeni kadroların ihdas edilmesini, ihdas edilemiyorsa mevcudun işten çıkarılıp yenilerinin o işe alınmasını -ki işin sağlayacağı gelirin dönüşümlü olarak kullanılması demektir-gerektirir.

    Siyasetçi-bürokrat-akademisyen üçlüsünün büyük çoğunluğu, herbiri diğerini suçlasa da, kendisine yeterli iltifatın gösterilmediğini iddia etse de, bu 2 yol dışında bir yol düşünememiştir ve halen de düşün(e)memektedir. Aslında 2 yoldan birincisi de -yeni yatırımlar yoluyla iş yaratma- zaten kullanılması zorunlu bir yoldu. Geriye sadece kamu kadrolarının kullanımı kalmaktadır.

    Keşif ve icatlar konusunda olağanüstü başarısız olan insanımızın içinden çıkan bu üçlünün, bula bula kamu kadrolarını icadetmesine şaşmamak, ancak üzülmek gerekir.

    Bugün halâ 80 üniversitemizin hiçbirisinde -anlı şanlıları da dahil- bir “istihdam mühendisliği” dalı yoktur. Akademik özgürlük, çağdaşlık vs gibi parıltılı sözlerin ötesinde, buna akıl erdirmeye çalışan bir üniversite dahi olmaması, üzerinde  çok düşünülmesi gereken, kolay kolay yenilip yutulamayacak bir gerçektir.

    Bürokrat ve politikacıların durumu daha farklı değildir. Her biri Türkiye’yi kurtarmaya aday siyasi partilerin hiçbirisinin -bir tanesi hariç, onu da kuranlar kapattı- programında ya da politika dokümanları içinde böyle bir konu yoktur.

    İş yaratmak, bütün karmaşık süreçlerde olduğu gibi bir dizi tekniğin bir araya gelip uyumlu biçimde kullanımından ibarettir. Bir uzay aracı nasıl ki yüzlerce farklı sürecin uyumlu biçimde birleştirilmesiyle uzaya yollanabiliyor ise ve bir baraj nasıl ki benzer şekilde bir “teknikler demeti” ise, iş yaratma da öylece bir teknikler demetidir ve bu tekniklerin birlikteliğine istihdam mühendisliği denilebilir.

    İş yaratmanın bu özelliğini anlamış ülkelerde bu adla bir dal yoktur, ama her bir tekniği bilen, öğreten, kullanan insanlar vardır. İşin tuhaf yanı bunlar gizli de değildir. Hattâ bu teknikler bir araya toplanmış, yazılmış basılmış kullanması gereken insanların ellerine verilmiştir.

    Vedat Özdemiroğlu’nun “Selâm Dünyalı, Ben Türküm” kitabı bir şaka gibi görünse de, bu anlaşılmaz aymazlığı görenler işin pek şaka olmadığını anlayabilirler.

    Sözün kısası, iş yaratma konusunu anlamamakta direnildikçe bu sorunun giderek daha tehlikeli hale geleceğini tahmin etmek güç değildir.

    Bir sürpriz daha: işsizlik (pek) önemli de değildir!

    Dörder kişilik A ve B aileleri düşününüz. A ailesinin tüm bireyleri düşük birer ücretle çalışmaktadırlar. B ailesinin ise yalnızca tek bireyi çalışabilmekte ve yüksek bir ücret almaktadır.

    Buna göre A ailesinde işsizlik oranı %0, gelir yetmezliği ise “büyük”tür. B ailesinde ise %75 oranında işsizlik var, fakat gelir yetmezliği “yok”tur. Bu ailedeki işsizlik kimi sorunlara -psikolojik, çalışma motivasyonu azalması vbg- yol açıyorsa da hiçbir şekilde bir yokluk yaşanmamaktadır.

    O halde sorun doğru tanımlanırsa “gelir yetmezliği”nin -ki o da bir hayalet sorundur- işsizlikten çok daha önemli olduğu ortaya çıkacaktır.

    Gelir Yetmezliği’nin kök sorunları işsizlikten farklıdır ve daha geniştir!

    Bu hem iyi hem kötü haberdir. Kötü haber sayılabilir, çünkü daha çok sayıda kök nedenin ortadan kaldırılması gerekecek demektir.

    İyi haberdir, çünkü bu çok sayıdaki kök nedende birer iyileşme sağlayabilme olasılığı daha yüksektir ve sonuç üzerine böylece daha büyük etki sağlanabilir.

    Örneğin, “tasarruf” bir iş yaratma tekniği sayılmaz. İşsiz olan birisinin geliri olmadığı için bu anlamsız sayılabilir. Ama tasarruf önemli bir gelir yetmezliği azaltma tekniğidir. İngiytere’de bir yerel radyo sadece işsizlere yönelik olarak yayın yapmaktadır. Radyo bir programında, işsiz kalan kimselerin evleri içindeki su depolarına ısıl yalıtım yapmalarını öneriyordu. Dışarıdan soğuk olarak gelen suyu, ev içini ısıtmada kullanılan enerji aracılığıyla boşu boşuna ısıtmamak için yapılan bu öneri, gelir yetmezliğine karşı alınan önlemlerin iş yaratmasa dahi işsizliğin olumsuz etkilerini azaltmada etkili olabileceğini gösteriyor.

    Bu tür önlemler Türkiye için büyük potansiyel taşırlar. O halde artık “iş yaratma” teknikler demetine içinde “gelir yaratıcı teknikler”i de düşünmeliyiz.

    İş Yaratma teknikleri konusunu bir Politika Dokümanı biçiminde yayımlamış olan BEYAZ NOKTA VAKFI’ndan alıntılayarak bir gelecek yazımda işlemek üzere hoşça kalınız.

    18 Nisan 2003

     

     

     

     

  • Türkiye’nin önemli sorunu iç ve dış borçlar değildir…

    Türkiyenin GSMH tutarı kadar bir iç ve dış borcu var. Sokaktaki insandan en yetkili ve akademik rütbeli kişilere kadar hemen herkes bu konu ile meşgul. İç borçların ertelenmesi, ötelenmesi, meşhur fıkradaki gibi gece yarısı camı açıp “ödemiyorum, şimdi sen düşün” tekniğinin uygulanması, bu borcu yaratanların bulunup ipe çekilmesi, yeraltında uyuyan katrilyon dolarlık servetlerin -avanak bir alıcı bulunarak satılıp nakde çevrilmesi- ve daha çok sayıda önlem gündeme getiriliyor.

    Denilebilir ki, bu borç konusu üzerinde düşünülenin bir kesri kadar, örneğin sarhoş sürücülere karşı annelerin örgütlenmesi [1] sorunu üzerinde durulsa, gerçekten de herkesin işine yarayan sonuçlar üretilebilir.

    Bir sözcük oyunu ya da kandırmaca filan olmaksızın şu söylenebilir: Türkiyenin sorun stoku içinde iç ve dış borçlar, oldukça alt sıralarda yer almaktadır. Hattâ, sorunlar gruplanıp ekonomik kökenli olanlar bir araya getirilse, o kategori içinde de yine alt sıralarda yer alır.

    Sorun içeriye ya da dışarıya borçlanmak değildir. Borçlanabilmek bir kredibilite göstergesidir ve de iyidir. Kötü olan, bu borcun “nasıl kullanıldığı”dır.

    Hergün üzerinde yürüdüğümüz kaldırımların her belediye başkanı döneminde en az bir defa değiştirildiği, reklam panolarında dünyanın parası harcanarak belediye başkanlarının bıyıklı  fotoğraflarının ve veciz sözlerinin nasıl yer aldığı, kamu kuruluşlarındaki bıkkın memurlara -kullanmayı beceremedikleri- bilgisayarlar alıp üstüne üstlük bir de bunların sorunlarını insanların önlerine çıkardıkları gibi sayısız örneği herkes bulabilir.

    Türkiye’nin birçok sorunu olduğuna, ama bunların içinde para sıkıntısı sorununun bulunmadığına iman etmiş birisi olarak, şahit olduğum ilginç bir olayı okurlarımla paylaşmak istiyorum. Ancak, yer, zaman, kurum adı gibi alınganlığa yol açabilecek bilgileri vermeyeceğim.

    • Ana okulundan en üst kademeye kadar tüm eğitim birimlerini bünyesinde bulunduran bir eğitim kurumu,
    • Bu konularda deneyimi bulunan bir kişi olarak, tahminen yaklaşık $40-50 milyon arasında bir sabit yatırım,
    • Yatırımın fiziki kalitesi olarak mükemmel. Birkaç örnek; ana okulunun basketbol sahası (evet yanlış okumadınız) NBA standartlarında, sayısız kapalı ve tenis kortları, kapalı, suyu ısıtılmış olimpik ve 15 kulvarlı yüzme havuzu, açık ve kapalı atletizm sahaları, uluslararası standartlarda spor salonu, 2000 metrekare kadar bir kütüphane ve içinde hepsi internete bağlı 50 kadar bilgisayar, binlerce kitap, sayısız fizik, kimya ve biyoloji laboratuvarı, son teknoloji donanım, öğrenci yurtları, içinde yer aldığı kentin her yerine ulaşımı sağlayan servis araçları ve diğerleri,

    Bu yatırımın önemli bir bölümünün, devletin eğitim alanına tanıdığı yüksek sübvansiyonlarla yapıldığı açık. Sübvansiyonların kaynağı ise iç ve/ya dış borçlar. Böyle borçlanmaya helâl olsundan başka ne denilebilir? Kim bu yatırıma gereksiz diyebilir?

    Ama şimdi sıkı durun. Bu kurumun sınıflarında ne yapıldığına yakından bakıldığında ise görünen aynen şudur:

    • Ana okulunda (5-6 yaş grubu), bir çocuk -herhalde onların öğretmeni- bebelere, tahtada tebeşirle çokgen çizmesini “öğretiyor”,
    • Tüm spor alanları, tüm laboratuvarlar, tüm “öğrenme mahalleri” bomboş,
    • Sınıflarda, aile bütçesine katkı yapmaktan başka bir hedefi olmadığı yüzünden belli öğretmenler, sıra sıra dizip susturdukları -adına disiplin diyorlar- çocuklara “öğretiyor”lar,
    • Kurumu gezdiren yetkili ise milli eğitim müfredatına nasıl uygun eğitim yaptıklarını anlatıp övünüyor; gözümün önüne Irak’ta Saddam resimlerini -Saddamı’ın tekrar gelmeyeceğine iyice emin olduktan sonra- terliğiyle dövüp aklı sıra övünen zavallıların beceriksizliği geliyor.

    Bu kurumun -ki borç gözüyle bakılabilir- üzerine beton döküp tamamen kullanılamaz duruma getirilmiş olsaydı bugünküne göre ne gibi bir kayıp olabilirdi? Kayıp olacağını sanmam, aksine, ortaçağın faşizan davranış şekillendirme misyonundan vazgeçip kafamızı işleterek, bu kısıtlı imkânlarla çocuk ve gençlerimizin, gereksinimlerini kendilerinin belirleyip kendilerinin öğrenmeleri için neler yapılabileceğini düşünelim diyebilen birkaç kişi çıkabilirdi. Şimdi ise çıkamaz, hattâ bu tür kurumları daha da yaygınlaştırmak için daha çok para bulmaya çalışılır. Sokaktaki -eğitimli ve eğitimsiz- garibanlar da her sorunun eğitimle çözüleceğini sanar ve avunurlar.

    Her gece televizyonlarımızda borçların nasıl çevrileceğini bilgiç tavırlarıyla bize öğütleyen televoleci tayfanın aklına acaba bir gün “biz bu paraları ne yapıyoruz; sakın ola ki bu paralarla hiçbir şey yapıyor olmayalım” diye bir soru sormak gelir mi?

    Acaba bir gün, bu yatırımı yapan özel girişimciler -tam sayılarını bilmiyorum, belki de bir kişidir- bizim burada yaptığımızla Bingöl’de yapılan eğitim arasında ne fark var; oradakiler gerçek yaşam koşullarında ve zihinleri daha az iğdiş edilmiş olarak bizim eğittiğimizi sandıklarımızdan daha yaratıcı, daha gerçekçi, daha çalışkan, daha yüksek değerlere sahip olmasınlar diye sormak gelir mi?

    Ezbere bellediklerini peşpeşe sıralayan insanları -hem de tek tip olarak- yetiştirmek için borç alıyoruz ve sonra da bu borcu bir sorun olarak algılıyor ve nasıl çözeceğimizi kara kara düşünüyoruz.

    Geliniz, borcun sorun olmadığını ve de olmayacağını, esas sorunun para harcama aklı eksikliği olduğunu görelim. Hattâ öyle görelim ki, yalnız devlette değil özel kurumlarda, gönüllü kuruluşlarda, eğitim adına bu acayiplikleri yapan ya da destek olduğunu söyleyenlerde, tek tek bireylerde para harcama aklı eksikliğinin esas sorun olduğunu görebilelim.

    Bu sorun çözülebilir. Hem de aynı insanlar, aynı kurumlarca çözülebilir, ama diğer sorunu sorun sanmaktan vazgeçip bir an bir şey yapmadan durabilir ve yaptıklarının gerçekte ne olduğunu içtenlikli olarak kendilerine sorabilirlerse.

    4 Mayıs 2003

     

  • Başörtüsü sorunu yoktur!

    Bazen başörtüsü kimi zaman da türban olarak adlandırılan sorun üzerinde bir şeyler söylemeden önce birkaç noktayı belirleyip resmi netleştirmek gerekirse:

    Kadınlar içinde başını örtenlerin (veya açanların) hepsinin amacı aynı olamaz. Örneğin:

    • Saçını göstermenin günah (ya da açmanın doğru) olduğuna içtenlikle inananlar
    • Saçını göstermenin günah olup olmadığı konusunda bir kanaati bulunmayıp, eş ve/ya aile ve/ya grup telkini-tavsiyesi-baskısı nedeniyle örtenler (bu ve alttaki maddeler için aynen yukarıdaki gibi örtme/açma ikilisi kullanılabilir)
    • Saçını göstermenin gühahla ilgisi konusuyla ilgilenmeyip, bir çıkar gözeterek örtenler
    • Aileden gelme alışkanlık nedeniyle örtenler
    • Bir sosyal ve/ya siyasal gruba dahil olma nedeniyle örtenler
    • Bir sosyal gruba dahil olmadığını gösterme (protest) amacıyla örtenler
    • Bu işlerden habersiz olup herhangi bir nedene bağlı olmadan örten ya da açanlar

    Yukarıdaki amaçlarla saçını örten (veya açan) her grubun kendi içinde de en azından şu alt-grupların varlığı herkesin gözü önündedir:

    • Örtünmenin (açılmanın) ölçüsü açısından:
      • Sadece saç örtmenin yeterli olmadığını, hiçbir yerin gösterilmemesi gerektiğini düşünenler
      • Saç örtmenin yeterli olduğunu, kapanmayı abartmamak gerektiğini düşünenler
      • Saç örtmenin yeterli olduğunu, onun dışındakileri ise sergilemek gerektiğini düşünenler
    • Örtünmenin bireysel dürtüsü açısından:
      • Kimlik arayışı kaynaklı
      • İdeolojik kaynaklı

      • Siyasal kaynaklı

    • Örtünmenin yaygınlaştırılmasındaki misyon açısından:
      • Sadece kendi örtünmesinden sorumlu olduğunu düşünenler
      • Başkalarının örtünmesinden (veya açılmasından) kendini sorumlu sayanlar:
        • Bunu anlatarak yapanlar
        • Ara çözüm üretenler (peruk gibi)
        • Bunu militanca yapanlar

    İlk iki maddedeki farklı grupların oluşturabileceği yaklaşık 250 kombinezonun -ki gerçekte daha fazladır- nasıl olup da başını örtenler ve başını açanlar olarak 2’ye indirildiği ve böylece sorunun bırakınız çözülmeyi, anlaşılmasının bile imkânsız hale getirildiği, bir sorun olarak gündemde yoktur.

    Başını örtenler bundan vazgeçip örneğin hepsi yakalarına Arapça harflerle “bizi sevmeyen ölsün!” yazan iri rozetler (buton) taksalar ve başını örtmeyenler de buna karşılık Latin harfleriyle “esas siz ölün!” yazılı olanlardan takmaya başlasalar ne olacağını soran, dolayısıyla sorunun ne olduğunu soran kimse ne hikmetse çıkmamıştır.

    Bu birkaç saptamanın çevrelediği alan içinde şu yalın ilke üzerinde bir uzlaşı sağlanabilmelidir: Bireysel yaşam tercihleri kişilerin kendilerince, ortak yaşam alanlarındaki tercihler ise o yaşam alanının paydaşlarının uzlaşılarıyla belirlenmelidir.

    Buna göre:

    • Bireysel tercihler -başkalarınınkiler ile kesişmediği sürece- tamamen kişinin kendince belirlenir.
    • Ortak yaşam alanlarındaki tercihler ise, bireysel tercihlerin “ağırlıklandırılmış çoğunluğu”nun uzlaşısı ne yönde ise de o yönde şekillenir.

    Burada “ağırlıklandırma” terimi ile kastedilen, koşullandırmaktan kaçınma, örnek olma, ikna etme, zorlama, propaganda, dayatma gibi  giderek sertleşen yöntemleri kullanan kişilerin tek kişiden daha etkin olabildikleridir.

    Buradan, demokratik yaşam biçiminin olmazsa olmaz koşulları belirmektedir: bireylerin, akıl-ahlâk-estetik boyutlarındaki (doğru-yanlış), (iyi-kötü) ve (güzel-çirkin) tercihlerini “yetkinlikle” yapabilir olması birinci koşuldur. Solon’un (M.Ö. 559’da ölmüştür), “demokrasi eşitler arası rejimdir” sözü bunu anlatmaktadır.

    İkinci koşul, bu tercihin “özgürce” yapılabilir olmasıdır. Bu da, hangi dozda ve hangi yöntemle olursa olsun koşullandırmaktan kaçınma ile mümkündür.

    Bir inanç, bir öğreti, bir teori, bir ideoloji konusunda bilgilendirmek ile koşullandırmak tamamen farklıdır. Bilgilendirmek, talebe bağlıdır. Talep sahibinin arzu ettiği ölçüde ve biçimde bilgilendirme yapılabilir.

    Kişinin talebi -ve dolayısıyla da rızası- bulunmaksızın yapılan bilgilendirme koşullandırmadır ve en önemli insan hakkı ihlali sayılmalıdır. Koşullanmama hakkı [1],yaşam hakkı kadar kutsal sayılmalıdır.

    Bu kadarcık bir netlik sağlandığında bile görünen, sorun’un başörtüsü olmadığıdır. Sorun, demokrasinin olmazsa olmaz iki koşulunu gözardı ederek demokrasiye özgü bir konforu yaşama arzusudur.

    Arzu edilen konfor, bireysel tercihlerin özgür, ortak tercihlerin paydaş uzlaşısına dayalı oluşu gibi çok incelikli bir yaşam biçimidir.

    Gözardı edilen iki koşul ise yukarıda çerçevelenen koşullardır. Yani akıl-ahlâk-estetik boyutlarında tercih yapabilme yetkinliği ile bu tercihlerin özgürce yapılabilir olması için koşullandırmanın insan hakkı ihlali sayılmasıdır.

    Koşullandırmanın ne büyük bir insan onuru çiğnenmesi, ne büyük bir Allah tanımazlık olduğunu anlamaya çalışalım. Tanrının bu müstesna yaratıklarının doğruya-iyiye-güzele doğuştan eğilimlerini yok sayıp, onları köreltip yeniden kendi küçücük akıllarına göre yeniden şekillendirmeye çalışanların bunu çağdaşlık mı yoksa din adına mı yaptıkları hiç farketmez, ikisi aynı kapıya çıkar: İnsanı reddedip yenisini yapmaya çalışmak!

    Devletin buradaki rolü, başörtüsünü yasaklamak, serbest bırakmak, biçimini tasarımlamak değil, bilgilendirme ile koşullandırmanın ince sınırını gözetmekten ve bu sınırı geçenlere yaptırım uygulamasından ibarettir.

    Okumuş yazmış kesimin rolü ise yukarıdaki 250 kesimden birisine veya bir tarafına yaltaklanmak değil, sorunu anlamaya ve karışık kafaları netleştirmeye çalışmaktır.

    Bireyler ve uluslar layık oldukları biçimde yönetilirlersözü -bizim için- acıdır ama çok da gerçekçidir. “Biz, tercihlerimizi yetkinlikle yapabilecek durumda değiliz ama demokrasi de istiyoruz” gibi bir saptamamız varsa yapılması gereken yine de bugünkü kargaşa değildir.

    Bugünkü yöntemle 250 kesimden kimin ne gibi bir fayda sağlayacağını kimse bilemez. Ama çoğunluğun zarar etmekte olduğu kesindir.

    5 Haziran 2003

    [1] https://tinaztitiz.com/4962/kosullanmama-hakki/

  • Risk sermayesi

    Bu yeni finansal araç hakkında söylenip yazılabilecek çok şey var:

    • Kullanımı konusunda bir deneyimimizin bulunduğu bu yararlı aleti nasıl kullanacağız ?
    • Nerelerine dikkat edeceğiz ?
    • Adındaki riskten başka riskleri nelerdir ?
    • Hangi çalışmaları paralel yürütmeliyiz ?
    • Kimler ümitlensin, kimler ümitlenmesin ?
    • Kimler elini cebine sokabilir ?
    • Süprizler olabilir mi ? vs vs…

    Ama bütün bunlardan önce bir kaç noktaya dikkat edilmelidir. Şöyle ki:

    Gelişen Dünya ile arakesitini giderek büyüten ekonomimizin çeşitli finansal aletlere ihtiyacı vardır.

    Bunların bir bölümü vardır, bir bölümünün adı vardır, bir bölümünün ise henüz yoktur.

    Bu yetersizlik ve eksiklikler doğal olarak ekonomik hayatta kendisini göstermekte, girişimciler bunların yokluğunun sıkıntılarını çekmektedirler.

    Örneğin kredi kurumları, genellikle proje kredisi vermemekte, onun yerine taş-toprak demek olan gayrımenkul teminatına güvenmektedirler.

    Bu, önemli bir eksiktir.

    Bir başka örnek “hibe” araçlarının eksikliğidir. Özellikle araştırma payı yüksek olan işler için önemli bir ihtiyaç olan hibe’yi sağlayan herhangi bir kuruluş yoktur.

    Benzer şekilde eksik olan bir finansal kurum, krize girmiş şirketlerin ihtiyacı olan finansman paketleridir ve oda yoktur.

    Bu nedenle de şirket kurtarma operasyonları için, uygun olmayan bir araç durumundaki banka kredileri kullanılmaktadır.

    Finansal aletler paketinde bu tür boşluklar bulunan bir ekonomik sistem içinde yaşarken, ortaya çıkan yeni bir aracın nasıl kullanılması gerektiğine dikkat etmeden bu boşluklandan herhangi birisi için kullanmaya çalışmak doğru değildir. Risk Sermayesi (RS), özelleştirme, şirket kurtarma, küçük esnafı kredilendirme gibi amaçlara uygun olmayan bir alettir.

    RS’nin parasal bir araç olması, onun parayla ilgili her işte kullanılabileceği anlamına gelmez.

    İlaç ampulerinin başını kesmek için kullanılan minik testereler de netice itibariyle birer testeredir. Ama onunla demir kesilemez. Her araç yerinde kullanılmalıdır.

    Peki kullanılırsa ne olur? Cevap basittir: Niteliğini kaybeder ve kullanılmaz duruma gelir.

    RS’ne de bu gözle bakılmalı ve ana amacının dışındaki işlerde kullanımı düşünülmemelidir.

    (Örneğin ortağına kazık atmak isteyen bir Risk Sermayesi Yatırım Ortaklığı sermayedarı, bir akrabasına fon aktarıp, sonra da batırılarak para kazanabilir. Hele işin içinde kamu parası olursa bu daha da çekici olabilir!. Ama bu tür niyetler için daha basit yollar -yol kesme, banka soyma, para basma vbg- düşünülmelidir.)

    RS sisteminin olası bir başarısızlığı, uzun yıllar bu sistemin terkine yol açabilir. Bu nedenle RS’nin ana amacı olan “araştırma ve teknoloji yoğun girişimlerin finansal olarak desteklenmesi”nden uzaklaşılmamalıdır. Zaten diğer alanlarda, RS’nin ana özelliği olan “yüksek kar”ı sağlayabilmek mümkün değildir.

    RS’nin gündeme gelmesiyle, girişimcimizin ve araştırmayla ilgili kurumlarımızın bir eksiği açığa çıkacaktır : innovation !

    Bu önemli bir potansiyel tehlikedir.

    Teknoloji üretimi konusunda çok kısır olan teknoloji kesimimiz (sanayi, üniversiteler, araştırma kurumları gibi), RS’ni besleyebilecek olan “innovation” desteğini sağlamakta güçlük çekecektir.

    Bu durum, RS’nin yönünün değişmesine ve hiç kullanılmaması gereken alanlarda kullanılabilmesi için SPK’nın üzerinde bir baskının oluşmasına yol açabilir.

    Bunu önlemek için düşünebilecek iki yol vardır

    • RS yatırım ortaklarına kamunun katılmaması (katılırsa da yalnız hibe ile katılıp, yönetiminde yer almaması)
    • Yabancı girişimcilerin, sistemden yararlanması için gerekli tanıtımın yapılıp, böylece teknoloji üretimi akımının yapay olarak sağlanması.

    Girişimcilerimizin (ve genellikle Dünya’daki girişimcilerin) bir inancı, tek ihtiyaçlarının para olduğudur.

    RS uygulamalarında her 100 girişimciden ancak yaklaşık 10’unun başarılı olup diğerlerinin batmasının sebebi de budur.

    Hangi iş olursa olsun para mutlaka gereklidir, ama yalnız para ile tek sonuç alınabilir: batmak !

    Bu yüzden RS’ne paralel olarak mutlaka bazı araçlara ihtiyaç vardır. Bunlar;

    • Innovation sahibi girişimcinin, işini yönettirebileceği yetenekli yöneticiler
    • Girişimciye çok yönlü destek sağlayacak Girişim Ajanslarıdır.

    RS sisteminin başarılı olması, sanayimizin en önemli eksiği olan teknoloji üretimine yarayacaktır. Ama yukarıdaki koşulları ihmal etmemek kaydıyla. Hayırlı olsun.

  • Seyyar satıcıları ne yapmalı?

    Yıllardır belediyelerin değişmeyen ve pek de canla-başla yerine getirilen görevlerinden birisi, “seyyar satıcılarla mücadele”dir. Bu mücadele çeşitli yöntemlerle yürütülmekte olup başlıcaları “kovalama”, “tezgah kırma”, “malların tahribi” ve “beyanat verme” şekillerindedir.

    Kamu görevlileriyle seyyar satıcılar arasındaki bu uzun mücadele, zaman zaman seyyarlar aleyhine gelişirmiş gibi görünse de zaman, seyyar satıcılar lehine çalışmış ve sayıları, nüfus artışımızdan daha da hızlı artmıştır.

    Bu akılsızca mücadelenin sonuçlarından bir diğeri ise seyyar satıcıların giderek daha sağlıksız, daha kural tanımaz ve daha rahatsız edici hale gelmeleri olmuştur.

    Hemen hiçbiri hijyen açısından standartlara uymayan, hemen bütünüyle vergi sisteminin dışında kalan bu sektör bir yandan da küçük mafyaların yeşerdiği alanlar olmuştur.

    Aslında seyyar satıcılık, özel girişimciliğin en katıkşıksız bir formudur ve bırakınız mücadele etmeyi, desteklenmesi gereken alanların başında gelmektedir.

    Düşük genel giderleri ve bu sektördeki rekabet nedenleriyle düşük fiyatlarla mal ve hizmet üreten bu kesim, toplumun düşük ve orta gelirli kesimlerinin birçok ihtiyacını karşılamaktadır.

    Ama bu, kendiliğinden oluşabilecek bir tablo değildir. Yerel idareler, bu küçük girişimcilerle bu şekilde mücadele edeceklerine, gerekli destek ve denetim ortamını kurmuş olsalardı, sokakları yaşanmaz hale getiren bu kişiler, Batı’nın sokaklarına canlılık veren, insanların ihtiyaçlarını ucuz ve pratik olarak karşılayan ve de daha büyükçe girişimlerin laboratuvarlarını oluşturan bir kesim haline gelebilirlerdi ve hala da gelebilirler.

    İşsizlikle mücadele araçları arasında önemli yer tutabilecek bir aracın, işsizlikle mücadeleden birinci derecede sorumlu kamu kurumları tarafından budanması, akıl almaz gibi görünse de maalesef gerçektir.

    Bu konuya akılcı yaklaşmak isteyenlerin, “L’esame Del Commerciante” adlı seyyar satıcılık kılavuzunu incelemeleri tavsiye olunur.

    El arabası içinde terlik satan satıcıdan, sandviç satan kişiye kadar tüm seyyar satıcıların hijyen konusunda nasıl yönlendirilip denetlendiğini, ülkemizde küçük birer vergi kaçağı deliği olan seyyar satıcıların nasıl birer küçük mükellef ya da stajyer girişimci yapılabildiğini tüm yöneticilerimizin incelemesinde yarar vardır.

    Son yılların gözde yaklaşımı olan “dezavantajların avantaja dönüştürülmesi” nin pratik örneklerinden birisi seyyar satıcılıktır. Toplumumuza fayda sağlayabilecek bir aracın nasıl tahrip edildiğini gördükçe, onlarla mücadele edenlerle nasıl mücadele edilmesi gerektiği daha da önem kazanmaktadır.

    Eylül 1993

    ***

  • BU SARMALIKIRABİLMELİYİZ!

     

    Değerli okurlarım,

    İş konusunda çeşitli yerlerden ret cevabı alan ve tanıdıklarımın yardımı olabileceği ümidiyle bana da yazan bir gencin mektubundan bazı alıntıları ve kendisine yazdığım mektubu sizlerle paylaşmak istiyorum. İnanıyorum ki, benzer durumda olan çok sayıda gencimiz ve onların ailelerinin içine düştükleri ümitsizlik sarmalının kırılmasına bir katkısı olabilir.

    «…..Halen ……Üniversitesi iktisat bölümü son sınıf öğrencisiyim…. Özgeçmişim eklidir….Aylardır başvurmadığım yer kalmadı ama iş bulamadım. Bankalara, marketlere, otobüs firmalarına vb. yüzlerce kuruma başvurdum, ama olumlu bir yanıt alamadım. Tek gelirimiz babamdan anneme kalan emekli maaşı. Okul harçlarımı bile zor ödüyorum. Geçen hafta ablamın eşi tutuklandı. Geçirdiği trafik kazası sonucu kamu davası açıldı, 14 ay hapse mahkûm oldu. Ablam ve liseye giden iki yeğenim ortada kaldı. Çalışıp para kazanmaya her zamankinden çok ihtiyacım var. ……….

    Amacım dilencilik ya da duygu sömürüsü yapmak değil, sadece iş istiyorum. Lütfen yalvarıyorum, bana yardımcı olun……

    Çalışmak istediğim şehirler: İzmir, İstanbul, Çanakkale, Aydın»

    Değerli kardeşim,

    Mektubuna ve bu ümitsizlik içinde beni düşünmene teşekkür ederim. Ancak hemen başlangıçta -uzun yazımla seni ümitlendirip sonra hayal kırıklığına uğratmamak için-, durumuna senin düşündüğünü sandığım şekilde yardımcı olmayacağımı belirtmek isterim. Ama buna rağmen mektubumu okumayı sürdürürsen orta-uzun dönem için olumlu katkılar sağlayabileceğini de düşünüyorum.

    Düşüncelerimi kısa başlıklar halinde yazacağım; bunların sırası ile senin için göreceli önemlerinin sırası arasında farklar olabilir, bunun üzerinde durma. Ama lütfen -sana ne kadar soyut görünürse görünsün- her bir sözcüğü atlamadan oku; çünkü bunlar “kanonik” ifadeyle (http://wp.me/p2t6mi-Q5) yazılmıştır.

    ·       Hemen herkesin peşinde olduğu ve adına “iş” denilen ekonomik olgunun anlamının iyi kavranması ona sahip olabilmek için gereken ön koşulların başında gelir. Bir işin oluşması için biraraya gelmesi gereken 3 bileşen mevcuttur. Bunlar:

    (1)     Henüz kısmen veya tamamen tatmin edilmemiş ve edilebilmesi mümkün olan bir ihtiyaç,

    (2)     Bu ihtiyacın yerine getirilebilmesi için gereken beceriler (kaynakları bulabilme becerileri de dahil),

    (3)     İhtiyaçlar ve becerileri, iş ortamının şartları içinde birleştirme becerisi demek olan girişimcilik.

    Bu üç bileşen, iş ortamı denilen ve belli şartlara sahip bir ortam içinde biraraya gelirse iş doğmuş (veya yaratılmış) olur.

    İster birisinin yanında ücretle çalışın ister kendi işinizin sahibi olun, bu 3 koşul bir arada bulunmadıkça “iş” söz konusu olamaz.

    ·       “İş”in bu 3 bileşeni doğal olarak zaman içinde değişim gösterirler. Çünkü ihtiyaçlar değiştikçe onların gerektirdiği beceriler ve ihtiyaçlarla becerileri buluşturma becerisi demek olan girişimcilik becerisi de değişirler.

    ·       Bu şu demektir: dün, bir kısım becerilere sahip olan insanlar bu nedenle iyi birer gelir elde edebilirken, bugün aynı becerilere sahip olanlar aç kalabilirler. İş yaşamının altın kurallarından birisi budur.

    ·       Yaşadığımız iletişim devrimi, fiziki olarak dünyayı küçültüp olup bitenlerden -ve ihtiyaçlardan- herkesi haberdar etti. Düne kadar “iş ortamı” dışında bulunan birçok toplum, iletişim devriminin sağladığı kolay ve yaygın iletişimden yararlanarak, başka toplumlara “iş” imkânları sağlayan “ihtiyaçlar”dan haberdar olmaya ve bu ihtiyaçları gidermeye -hem de daha ucuza- başladı.

    ·       Ellerinden “ihtiyaçları giderme imkânları”nı kaçıran toplumların önünde ise 2 yol kaldı: giderilmesi daha yüksek beceri ve kaynak isteyen ihtiyaçlara yönelmek ya da gidermekte bulunduğu ihtiyaçları daha ucuza gidermeye razı olmak. Bunlardan ikincisi açık olarak, aynı gelirin daha çok insan  tarafından paylaşılması ya da bazıları gelirlerini koruyabiliyorlarsa bir kısım insanın işini kaybetmesi demektir. İşte, Türkiye büyük ölçüde bu ikinci yola girmiş ve bir kısım insan -daha- işlerini kaybetmiştir.

    ·       Geride kalan ve işlerini korumak isteyenler, gidermekte oldukları ihtiyaçları daha ucuza giderebilmek için istihdam ettikleri kişilerin bir bölümünü işten çıkararak geride kalanların daha çok çalışmasını şart koşmaktadırlar.

    ·       Bu bir çeşit doğal seçim sırasında işini kaybetmeyecek olanlar, daha sıkı çalışabilen, daha az yorulan, daha az hastalanan, daha yüksek beceri düzeyli, daha çabuk öğrenebilen, daha az koşul ileri süren, bulunduğu ilin, ülkenin ve hattâ dünyanın herhangi bir yerinde çalışmaya razı ve benzeri özelliklere sahip olanlardır.

    ·       İşlerini korumak için bu yolla eleman tasarrufunda bulunmak isteyenler ise, bunun yanısıra -ve daha yoğunlukla- bir başka yolu kullanıyorlar: eleman istihdamının amacı madem ki o elemanın sunduğu hizmeti diğerlerinkiyle birleştirerek bir “ihtiyaç tatmini”ne çevirmektir, o halde tam zamanlı eleman istihdamı yerine “hizmet satın alma” yoluyla da aynı şey yapılabilir, hem de eleman çalıştırmanın çeşitli risk ve verimsizliklerini üstlenmeksizin.

    ·       Buraya kadarki soyut görünümlü yaklaşımın, istihdam sıkıntısı çeken gençler -ve diğerleri- açısından son derece somut anlamı vardır ve de şunlardır:

    (1)     İşlerin nitelikleri değişmiştir, çünkü ihtiyaçlar değişmiştir. Dünkü işler artık olmayabilir, bunu anlayınız ve beklentilerinizi düne göre oluşturmayınız.

    (2)     İşgücü piyasası büyümüş, evvelce bu piyasada bulunmayan toplum kesimleri ya da dünyanın başka yerindeki toplumlar bu piyasaya girmiştir. İşlerimizin bir bölümünü onlara kaptırmakla karşı karşıyayız.

    (3)     Kurumlar -özel ya da kamu- rekabet edebilirliklerini koruyabilmek için eleman istihdam etmekten kaçınmaktadırlar. Bunun için de, birleştirdikleri işleri daha çok çalışmaya razı olabilecek elemanlara yaptırmakta ve/ya bu işleri hizmet alımı şeklinde kurum dışından almayı yeğlemektedirler. Bu olgudan çıkan ise yine 2 somut sonuç vardır:

    a.        Daha az ücrete daha çok iş yapmaya “yeterli” ve “istekli” olanlar, daha az yeterli veya daha az istekli olanların önünde yer alacaktır. O halde becerilerinizi ve iş yapma istekliliğinizi sorgulayınız ve geliştiriniz.

    b.        Kurumların ihtiyaçları olan mal veya hizmet ürünlerini “kendi işi” olarak yapabilenler, bu üretimleri daimi eleman olarak kurumların bünyesinde yapmak isteyenlerin önünde yer alacaktır.

    Görüldüğü gibi, ortalama yeterlik ve ortalama istekliliğe sahip kişilerin istihdam edilebilme imkânlarının önünde, onlardan daha öncelikli iki grup eleman bulunmaktadır. İş bulmak ya da kurmak isteyenler bu iki grubun da önüne geçmek zorundadırlar.

    ·       Eğitim konusunda toplumumuzun çoğunluğuna egemen olan anlayışlar, yaygın olan değer ölçüleri ve bu ikisinden etkilenerek oluşmuş ilk, orta ve yüksek öğretim kurumlarımız, çocuk ve gençlerimizin buraya kadar özetlenen “yeni istihdam iklimi”nin gereklerine uygun yeterliklerle donanmasına uygun değildir.

    ·       Bu nedenle de bu istihdam ikliminin gerektirdiği becerileri kazanmamış, fakat -elindeki diploma nedeniyle- beklenti düzeyi yükselmiş, daha da vahimi kendi durumunu değerlendirmekte nesnel olamayan -ve bu nedenle de eksiklerini gidermede yeterli çaba gösteremeyen- gençler yetişmektedir. İş başvuruları sırasında özgeçmişler incelendiğinde sık sık görülen, örneğin yabancı dil ya da bilgisayar bilgileri düzeyini belirten “iyi” veya “orta” gibi tanımların gerçeklerden ne kadar uzak olduğu, iş yaşamındakilerce bilinmektedir.

    ·       Çocuk ve gençlerimizin değer ölçülerinin şekillenmesinde etkili olan aktörlerin çoğunluğu, iş yaşamının temel doğruları denebilecek “sıkı çalışma”, “kendini yetiştirme”, “olumsuzları değil olumluları örnek alma”, “emek sarfederek bir yerlere gelme” gibi değerler yerine, “sürekli yerme ve yakınma” , “kısa yoldan -gerekirse başkalarının omuzlarında- yükselme”, “az çalışıp çok kazanma”, “bilmek yerine bilgiç görünme” gibi değerleri sürekli -ve muhtemelen bilinçsiz- bir biçimde aşılamaktadırlar.

    ·       İşlerin kaynağı ihtiyaçlar olduğuna göre, ilk bakılması gereken yer ihtiyaçların neler olduğudur. Bu ihtiyaçları kendi işi olarak karşılamak yolunu seçebilecek atılganlığa sahip gençlerin ilk ihtiyacı para değil, geçerli bir iş fikridir. İş fikirleri için şu ilkeler yol gösterici olabilir:

    İlke 1.  Çevrenizdeki sorunların herbiri aslında, para kazanılabilecek imkânlardır. Bir zamanlar dünyanın ikinci büyük bilgisayar firması sayılan CDC’nin iş hayatındaki sloganı şöyle idi: “toplumun tatmin edilmemiş ihtiyaçları bizim için birer iş fikridir”.

    İlke 2.  Her yeni kazandığınız beceri, sizin yeni sorunları, yani yeni iş imkânlarını görmenizi sağlar. Sahip olmadığınız bir bilgi ya da beceriyi gerektiren bir konu sizin için “yok”tur. Bunu aynen bir camın arkasında durup, küçük bir delikten dışarıda olup biteni anlamaya çalışan kişinin durumuna benzetebilirsiniz. Deliği genişlettikçe görülebilen alan artacaktır. Siz de yeni bilgi ve beceriler kazandıkça yepyeni imkânların etrafınızda eskiden beri mevcut olduğunu göreceksiniz.

    İlke 3.  Yerel potansiyeller, iş imkânları demektir. Bu ilke size yeni iş fikirleri sağlamanın yanısıra, Türkiye’mizin de kalkınma reçetesini göstermektedir. Türkiye’de doğal ve kültürel çevrenin karşılaştırılabilir ülkelere göre ne kadar zengin olduğu yeni yeni anlaşılmaktadır. Bu zenginlik, onunla içiçe yaşayan insanlar için iş imkânları demektir. Ancak bir şartla: etrafındaki bu potansiyelleri görebilecek ve sonra da onları işe çevirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış olmak şartıyla.

    İlke 4.  Yüksek tüketim gücü ihtiyaç, ihtiyaç ise iş demektir. Yeni iş fikirlerini her yerde bulabilirsiniz. Ama tüketim gücü yüksek olan çevrelerde daha kolay bulursunuz. Bunun için önce o çevrelerin ihtiyaçlarına bakılmalıdır.

    İlke 5.  Düşük tüketim gücü özlem, özlem ise iş fikridir. Düşük ve orta gelirli kesimlerin bir iş fikrine dönüştürülebilecek iki çeşit ihtiyaçları vardır: Gerçek ihtiyaçlarını yansıtsın ya da yansıtmasın “özlem”leri ve gerçekte bulunmasına karşın bir “özlem” haline dönüşmemiş yani açığa çıkmamış ihtiyaçları.

    İlke 6.  Tabii ki bunlardan ilkine dayalı iş fikirleri üretmek daha kolaydır. Ama hem onlara ve hem de topluma yararlı olanları -genellikle- ikincilerdir.

    İlke 7.  Patent arşivinde milyonlarca (evet yanlış okumadınız) iş fikri vardır. TSE’nin Gebze’deki binalarında Dünyanın tüm patentlerinin yer aldığı bir “Patent Arşivi” vardır. Burada yer alan her patent sizde yeni iş fikirleri uyandırabilir. Aynı arşive internet’ten de ulaşılabilir (http://www.uspto.gov/main/patents.htm).

    İlke 8.  Ve kendi işinin sahibi olabilmek için sonuncu -ve en önemli- ilke: tasarruflu yaşamak! Eğer giderleriniz kontrol altına alamayacağınız kadar çok ve çeşitliyse ya da sabit bir geliri sabit yerlere harcamaya alışmışsanız, kendi işinizi kurmak konusunda yapabileceğiniz iki şey vardır: Gider alışkanlıklarınızı değiştirmeye () çalışmak ya da kendi işinizin sahibi olma düşüncesinden vazgeçmek.

    Değerli kardeşim,

    Sıkıntısını çekmekte olduğunuz işsizlik sorununu aşabilmeniz için epey meşakkatli bir yol önerdiğimin farkındayım. Tabii ki bu yolun dışında yollar da vardır. İşgücü piyasasının kurallarını fazlaca dikkate almadan sizi istihdam edebilecek bir kişi ya da bir istisna olarak karşınıza çıkabilecek bir tanıdığınız ya da daha açıkçası belirli bir “al gülüm-ver gülüm” hesabıyla sizi çalıştırmayı kabul edebilecek bir kişi gibi. Bunlar için bir diyeceğim olamaz. Ben size, bu sorunun yapısını ve o yapının içinde sizin kullanabileceğiniz yöntemleri açıklamaya çalıştım.

    Bu yöntemlerin, sizin, alışkanlıklarınızı değiştirmenizi gerektireceğini, bunun ise kolay olmadığını, bunun için de bu kadar çetrefil olmayan basit -ve sizin değişmenizi istemeyecek- bir yol aradığınızı tahmin edebiliyorum.

    Ama ne ben ve ne de bir başkası böyle bir yol söyleyemez; eğer söylerse ya cehaletinden ya da melânetinden olduğundan emin olunuz.

    Mektubumu, W. Churchill’e ait olduğu söyllenen bir küçük fıkra ile bitirmek istiyorum: Bir gün evinin bahçesindeki havuza yüzüğünü düşüren Churchill, etrafındaki misafirlerinin şaşkın bakışları altında paçalarını sıvayıp havuza girer ve elindeki piposunun deliğini parmağıyla kapatarak piponun küçücük haznesi ile havuzun suyunu dışarı atmaya başlar.

    Bunu görenler bir süre alaycı bakışlarla seyrettikten sonra içlerinden birisi dayanamaz ve uyarır: bay Churchill bu şekilde havuzun suyunu boşatmanız çok uzun süre alabilir; en iyisi elinizi daldırıp öyle arayınız.

    Churchill bir an durup düşünür ve tekrar su boşatmaya devam ederken cevap verir: evet öyle de olabilir, ama bu yol daha güvenli!

    Değerli kardeşim ve de değerli okurlarım,

    İstihdam konusundaki paradigmamızı değiştirmeyi öneren yaklaşımımın güç adımlardan oluştuğunu, kendimizi -ve hattâ yakınlarımızı- değiştirmemiz gerektiğinin farkındayım. Ama bu yol daha güvenli.

    23 Mart 2003