• AR-GE kimlerin işidir?

    Bizim işimiz değildir!

    Genelde toplumumuzun özelde üretim sektörlerimizin rekabet güçleri geleceğimizin belirlenmesinde giderek daha belirleyici olmaya başladığından, bu konulardaki düşünce üretimi de paralel olarak artmaya başladı; bu son derece iyi.

    Hangi konulara öncelik verileceği, hangi ileri teknolojilerin benimseneceği, hangi AR-GE araçlarının kullanımı gerektiği, ne gibi teşvikler olması gerektiği gibi konularda tartışmalar yapılıp farklı fikirler gündeme getiriliyor. Bu da çok iyi.

    İlginç olan, bütün bu farklılıklar içinde, tüm tartışmaların akademisyenlerin çevresinde dönüp durması ve konunun paydaşları arasındaki şu kesin mutabakat: AR-GE bilim kurumlarının ve bilim insanlarının işidir; bizim için ne gerekiyorsa onlar yaparlar, yapmalıdırlar ve bunun fiyatı neyse onu da devlet ödemelidir.

    Niçin?

    Çünkü iş dünyası olarak biz AR-GE yapabilecek güce sahip değiliz; bin türlü sorunla uğraşırken bir de AR-GE ile uğraşamayız. Önümüze vizyon çizen, AR-GE politikalarını belirleyen, bunların siyasi iktidarlara göre değişmesini önleyip bir devlet politikası (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=284) haline getiren devlete ihtiyaç var.

    Bu ne ilginç bir gelenektir!

    Rekabet gücü kazandırabilecek karşılaştırmalı bir üstünlüğü başlangıçta bulunmayan, üstüne üstlük daha sonra da bu gücü kazanabilmek için bir vizyonu bulunmayan kişi ve kuruluşların, başkalarının (yani devletin) önlerine koyacağı vizyon ve teşviklere güvenerek boyundan büyük işlere girip sonra da sürekli yakınmak, devleti suçlamak ne ilginç bir gelenektir.

    Peki onu yapmayalım bunu yapmayalım, ne yapalım? Hemen hemen girdiğimiz hiçbir alanda rekabet gücümüz yok. O halde hiçbir şey yapmayalım mı? Bizim de iş adamı, iş kadını olmaya hakkımız yok mu?

    Bir hakaret(!)..”Avrupa’nın manavı olun”

    Bir zamanlar böyle bir öneri yapılmıştı: “Siz bu sanayi işini bırakın Avrupa’nın manavı olun“. Yer yerinden oynamıştı. Bizi manavlığa layık (aslında müstahak denilmek isteniliyordu) görenler kalkınmamızı istemeyenlerdi. Mutlaka bacalı sanayi sahibi olacak, biz de makine -hatta makine yapan makine- yapacaktık. Nitekim 1960 darbesi ardından ilk yaptığımız sanayi hamlesi  otomobil yapmak idi.

    Fakat ne manavlık olarak sembolize edilen tarım ve tarımsal ticaretin, ne de otomobil üretiminin katma değerini AR-GE yoluyla artırabildik.

    İki soru: AR-GE tek katlı mıdır ve bu katlar kimlerin işidir?

    Söylene söylene sanki yalnızca bir kalemden ibaretmiş gibi anlaşılan AR-GE gerçekte -her biri diğerleriyle irtibatlı- çeşitli katların üstüste bindirilmesinden oluşmuş bir “etkileşimli süreçler kümesi” olarak anlaşılmalıdır.

    Sivri ucu altta, ters bir koni boyunca yerleşmiş katmanları düşününüz. En üstte en geniş katman, altlara indikçe daralıyor, fakat etkileşim nedeniyle üst katmanlardakileri de etkiliyor. En altta ise en dar alanlı ama tüm katmanları etkileyebilen katman bulunuyor.

    Tek kişiden ibaret bir küçük işletmede “ürettiğim mal ve/ya hizmeti daha iyi ve ucuza nasıl yaparım?” sorusu bu çok katlı kümenin en üstteki katmanıdır. Tüm diğer süreç katmanları bu katmanın altında yapılanacaktır. Bu tepedeki katman kuruluşların bireysel sorumlulukları altındadır.

    Bu katman ne devlete, ne bilim kurumuna ne de danışmanlara bırakılabilir. Kimden ne hizmet alınırsa alınsın AR-GE sorumluluğu -devredilemez biçimde- işletme sahibinindir.

    Hangi konularda AR-GE yapılacaktır?

    Bu sorumluluk doğrudan iş sahibine aittir. İşinin hangi bölümüyle ilgili AR-GE yapılacağına işin sahibinden başka kim karar verebilir? İş sahibi bu konuda çeşitli danışmanlıklar alabilir ama nihai karar kendisinindir. Dolayısıyla bu açıdan AR-GE de devletin ya da bilim insanlarının işleri değildir.

    AR-GE nasıl yapılacaktır?

    AR-GE konisini oluşturan her bir AR-GE katmanı da kendi içinde katmanlardan ibarettir. Bir işletmenin AR-GE katmanının içinde bizzat işletme sahibi, yöneticileri ve çalışanları (kapıdaki güvenlik görevlileri dahil) yer almalıdır. “İşimi daha iyi ve ucuza nasıl yapabilirim?” sorusu herkesin sorusudur ve AR-GE’nin en temel sorusudur. Bu soruyu sormak herkesin devredilemez görevidir. Kesinlikle devlete, üniversiteye, bilim kuruluşlarına bırakılamaz. Onlardan danışmanlık alınabilir, ama sorumluluğu onlara bırakılamaz.

    İşletmenin AR-GE katmanları içinde doğrudan bilim kurumları ve bilim insanlarının uzmanlık alanına girenler de olacaktır. Onların eğitimleri, uzmanlıkları budur. İşletme sahiplerinin, çalışanlarının ve devletin bu konudaki rolleri sıfıra yakındır. İşletmenin sorumluluğu bu tür AR-GE çalışmalarını finanse etmektir.

    Birden fazla işletmeyi ilgilendiren AR-GE kimin işidir?

    Co-operative research (yardımlaşmalı araştırma), aynı türde AR-GE ihtiyacı olan işletmelerin sorunudur. Bu da sektörel örgütler eliyle yaptırılır; sorumluluk müteselsil olarak sektör örgütünün ve işletmenindir. Devletin bu konudaki katkısı -tüm iş hayatının çıkarlarını gözeten kurumların önerileriyle- bazı özendirmeler şeklinde olabilir. Fakat kesinlikle neyin nasıl araştırılacağını belirlemek, hele hele onlar adına AR-GE yapmak değildir.

    Sektör örgütleri ilgilenmez ise!

    Bu tür ortak konulardaki AR-GE faaliyetlerini sektör örgütleri üstlenmez ve bir de bunların devletin işi olduğunu savunmaya başlarsa ne olur? Demokratik sistemlerde bu tür savunular halkın temsilcilerince üstlenilir ve gerçekten de devletin işi haline -şekil 1-A’da görüldüğü gibi(!)- getirilir.

    Büyük ölçekli AR-GE’ye kim karar verir, kim finanse eder, kim yapar, kim denetler?

    Daha alt katmanlardaki AR-GE ihtiyaçları giderek işletmelerin AR-GE ihtiyaçlarından uzaklaşır ve bir çeşit temel araştırma niteliğine bürünür. Bu tür araştırmaların bir bölümü büyük sektör örgütlerince, silahlı kuvvetlerce ya da devlet kurumlarınca kararlaştırılır. Kararların alınmasında akademik ve bilim kurumlarının danışmanlıklarından yararlanılabilir, ama karar bu kurumların yönetimlerinindir. Finansmanını da bu kurumlar sağlarlar.

    Büyük ölçekli AR-GE’yi yapacak olanlar akademik ve bilimsel kurumlardır.

    Denetim ise karar sorumluluğunu taşıyan ve finansmanını sağlayan kurumlarca yapılır. Bu konudaki olası bir yanılgı “bilimsel özerklik” kavramının burada kullanılmasıdır. Bilimsel özerklik, AR-GE uygulamalarının başladığı yerde başlayıp bittiği yerde sona erer.

    Hangi konuda AR-GE yapılacağı ya da sağlanan finansmanın hesabının verilmesi (accountability) bilimsel özerklikle ilgili değildir. Bilimsel özerklik bilimsel çalışmaların sadece bilim kurallarına göre yapılması, hiçbir idari, siyasi, dini, ideolojik tercihe göre şekillenmemesi anlamına gelir.

    Sonuç

    AR-GE konularının karardan denetime kadar tümüyle bilim insanlarının işi sayılması ve bunun dışındaki kesimlerin daima “talep kurumu” konumunda beklemeleri geleneği önümüzdeki dönemde yaşamsal önem kazanacaktır.

    Bu gelenek değişmeksizin, toplumumuzun üretmekte olduğu katma değerler, tüketme arzusunda olduğu katma değere yetişemeyecek, aradaki fark -aynen bugün olduğu gibi- yasa ve ahlak dışı yollardan finanse edilmeye devam edilecektir.

    Türkiye’de AR-GE’ye verilen tüm teşvikler kaldırılmalı, bu kaynaklar, AR-GE’nin -daha da doğrusu yüksek katma değer üretmenin- varlığımızı sürdürebilmenin tek yolu olduğu bilincinin geliştirilmesine harcanmalıdır.

    AR-GE bütünüyle akademik ve bilim kurumlarına ihale edilmiştir. Bu ihale iptal edilmeli, herkes, vazgeçilmez işlevlerinin başında şu sorunun geldiğini iş yerinin, evinin ve yatağının başına asmalıdır: işimi daha iyi ve ucuza nasıl yaparım?

    Pazartesi, Şubat 20, 2006

  • Teknoloji üretmek. Öyle mi?

    Gün geçmiyor ki çeşitli yayın organlarında teknoloji üretmenin anlam ve önemine değinilmesin. Zaten vatanımızı kurtaracak iki kavramdan birisi bu, diğeri de “marka olmak”tır. Bu ikinci konu giderek o hale geldi ki geçenlerde bir yabancı sanayicinin de bu kurtarma kampanyasına katılarak tam bize göre önerdiği bir çözüm yerli bir köşe yazarımız tarafından marka sektörünün bilgisine sunuldu.

    Sanayici aynen şöyle buyuruyordu: “marka yaratmak zorlu ve uzun bir süreçtir (bizi yakından tanıyor, bu tür süreçlere gelemeyeceğimizi iyi anlamış). Siz boşu boşuna (bu da harika; yani uğraşsanız da beceremezsiniz demeye getiriyor) uğraşmayın. Avrupada satılık (yani artık işe yaramayan) çok marka var. Verin parayı bunlardan bir tane alın“.

    Yıllar önce bir sanayicimiz de benzer şekilde teknoloji üretimi işine çare bulmuştu: parayı bastırır, “ithal ederim“! (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=195, https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=196).

    Şimdilerde artık böyle denilmiyor, teknoloji üretmenin önemi sık sık vurgulanıyor. Hattâ çeşitli girişimcilik yarışmalarında teknoloji ürettiğini belirterek ödül talep edenlerin çokluğuna bakılırsa biz bu konuda epey de ilerledik.

    Teknoloji tarihimiz

    Adını ancak orta yaş üstü kişilerin belki hatırlayabileceği bir avuç insandan birisi Nuri Demirağ’dır. Çocukluğumuzda ilk yerli uçağı yaptığını dinler, sonraları niçin arkasının gelemediğini anlamazdım. Daha sonraları, ailesinde ve/ya okulda kendisine “belletip”ezberletilenlerin-sık sık ikisini beraber kullanıyorum ki birisi farkını sorar diye- dışına çıkanların başlarına neler geldiğini öğrendikçe kök nedenleri kavrar gibi oldum.

    Gün gelir de günce tutma -ve sonrasında da bunları yayımlama- adetini edinirsek, gelişkin teknolojilerin hiç bir zaman gaza gelen birkaç kişinin el çabukluğu ile geliştirilemediğini, iğneyle kuyu kazan isimsiz insanların çabalarının bir bileşkesi olduğu ortaya çıkabilir.

    19 Ekim 1900’da Wright kardeşler Kitty Hawk’ta ilk deneylerini yaparken bir yandan da Dayton Ohio’da çıkardıkları tabloid gazeteye bir çizim ve bir alt yazı koymuşlardı: “Sam amca bizim omuzlarımızda yükselecektir” (İki kardeşin arasına resmedilmiş ve onların omuzlarına tutunarak ayaklarını yerden kesmiş bir Sam amca resmediliyordu).

    Bu iki bisiklet tamircisi (gerçek tamirci) tahta raylar üzerinde çekip hızlandırdıkları tahta ve bez karışımı uçaklarıyla tam 1000 deney yaptıktan sonra 54 saniye havada kalmayı başarıyor ve böylece binlerce sayıda havacılık teknolojilerinin temelini atıyorlardı.

    Dayton’da yaşayan bu iki kardeşin Ulusal Meteoroloji Dairesine başvurarak, en uygun rüzgarlı yerin neresi olacağını sordukları dilekçelerini ciddiye alıp araştırma yapan memurlar tam 6 ay sonra en uygun yer olarak Kitty Hawk denilen çöl parçasını öneriyorlardı. Bu ciddiyet bile -anlamak isteyenlere- işin altındaki sırları gösterebilir.

    Nuri Demirağ -ve benzer onlarcası- ise muhtemelen kıskanç, ilgisiz, akılsız ve dolayısıyla ahlâksız görevliler tarafından durdurulmaya çalışılmıştı. Bir gün tarihimiz bunları yazacaktır.

    İşte bir benzeri

    Şimdilerde teknoloji denilince otomotik olarak şu sözcüklerin çeşitli bileşimleri akla geliyor: nano, bilişim, chip, biyo-teknoloji, fiber optik vs. yani Türkçesi “daha aşağısı kurtarmıyor“.

    Halbuki daha yüzlerce-binlerce teknoloji var ki bunlar ortalıkta konuşulmuyor, bunlara sahip olmamaktan ötürü -can ve mal kayıplarına- uğruyoruz.

    Bunlardan birisi de, patlayıcı gaz ortamlarında kullanılan elektrikli donanımın testlerinin yapılıp sertifikalandırılması teknolojisidir.

    Tüm maden ocakları patlayıcı grizu gazı nedeniyle yıllardır yüzlerce can almıştır.

    Tüm rafinerilerde kullanılan elektrikli donanım yine patlayıcı gaz ortamında çalışmaktadır.

    Tüm benzin istasyonlarındaki pompalar benzer riskler altındadır ve kaç defa patlamalar olmuş, canlar kaybolmuştur.

    Türkiye’de bu denli yaygın risk içeren bir konu ile ilgili teknoloji sayısı azdır.

    Bu tür elektrikli aletleri usulüne göre test edip sertifikalandıran kuruluş sayısı bütün dünyada sayılıdır ve bu teknolojiye sahip olmayan ülkeler bunun fiyatını -yüksek know-how bedelleriyle- ödemektedirler.

    Türkiye yüz yıl kadar bu bedeli ödedikten sonra 1974 yılında bu teknolojiyi kendi mühendisleri ve o zamanın vizyon sahibi bürokratlarının işbirliği ile geliştirmiş, eşine az rastlanır esneklikle kurumlaştırmış ve yüksek katma değerli işler yapmıştır.

    • İlk sertifikasını, 1976’da “Akülü Madenci Baş Lambası” cihazına vermiş ve böylece Alevsızdırmaz (ALSz) sertifikalı cihaz imalatı Türkiye’de başlatılmıştır.
    • Bugüne kadar ALSz Test İstasyonuna 390 adet sertifika müracaatı, tesis kontrol istemi, bilgi alma başvurusu olmuş, toplam 230 adet sertifika verilmiştir.
    • 112 adet sertifika ise çeşitli teknik nedenlerle iptal edilip yürürlükten kaldırılmıştır.
    • 212 başvuru, testlerde başarısız olduğundan iptal edilmiştir.
    • Bütün bu faaliyetler, 2003 yil sonu itibari ile toplam1698 adet raporla belirlenmiştir.
    • ALSz merkezinin içinde yer aldığı Türkiye Taşkömürü Kurumu’na ait ise  test ve kontrol sayisi 6346’dır.

    Bütün bu bilgi ve deneyim birikim süreci gerçekte bir teknoloji üretimi sürecidir ve tam bir iğne ile kuyu kazma sürecidir. Bunu, parayla marka satın almayı ya da para bastırıp teknoloji transfer etmeyi düşünebilenlerin anlamasını beklemek yersizdir, ama teknoloji üretimi tam böyle bir süreçtir.

    Yani cingöz birilerinin durup dururken kafalarında ampul yanması meselesi değildir; Prof. Zihni Sinir benzetmesiyle teşvik edileceği ve milyonlarca gencimizin bir anda birer Einstein kesileceği sanılan süreç ise hiç değildir.

    Şimdi belki merak edilebilir: E peki şimdi bu teknolojiye ne oldu?

    Beklentiniz, Wright Kardeşler gibi başlayan bu sürecin bugün daha da geliştirilmesi için çalışıldığı, bilim-teknoloji ile ilgili kurumların üzerine titrediği, hatta bu  teknolojiye sahip olmayan çok sayıda ülkeye transfer edilip para kazanıldığı filan olabilir.

    “Bunlar adi mühendislik işleridir, biz bilim yaparız”!

    Şimdilerde bu istasyon;

    • Türkiye Taş Kömürü Kurumunun başından atmak için uğraştığı,
    • Maden İşleri Genel Müdürlüğünün “bizimle ne ilişkisi var?” diye üstlenmediği,
    • TSE’nin “bizim zaten var” sandığından dolayı bu birikime ihtiyacı olmadığını düşündüğü,
    • Diğer anlı-şanlı bilim kuruluşlarımızın ise -başından beri- “biz yüksek bilim yaparız, bunlar adi mühendislik işleridir” diye aldırmadığı,
    • Bilim-teknolojide geri kaldığımızı yazıp-çizen sektörümüzün(!) ise ilgi alanının içine -moda olmadığı için- almadığı

    bir konumda kapatılmayı beklemektedir. Test donanımlarının bulunduğu binası ise bir gıda toptancısına satılmıştır.

    Şimdi bana teknoloji üretimi deyince..

    Eskiden teknoloji üretimi konusunda ahkâm kesenleri dinler, yazılanları okur, neler yapılması gerektiğini düşünürdüm. Şimdi ise cevabı buldum: @?Ú!!EDP

    Nisan 1, 2006

  • Türkiye’nin rekabet gücü nerelerden geliyor?

    Önce birkaç rakam

    Dünya Rekabet Gücü Yıllığı (World Competitiveness Yearbook) 2005’e göre, Türkiye rekabet gücü açısından 60 ülke arasında 48inci’dir. 2004 yılında ise sırası 55inci’lik idi.

    Arzu edenler Türkiye’nin önünde ve arkasında kimlerin bulunduğunu şu adresten görebilirler.

    Biraz da teknik ayrıntı

    Bu sıralama, rekabet gücünün şu 4 bileşenini ölçebilen 8 ölçüte göre yapılmaktadır:

    Bileşen 1 – Globallik ya da dar çevrecilik: Kaynakların global ya da yerel pazarlar arasındaki paylaşımının ölçütüdür..

    Bileşen 2 – Çekicilik ya da saldırganlık: Ekonominin, yerel yatırım ihtiyaçları için yatırımcıları çekme ya da ihracatçı ve/ya yatırımcı olarak davranma performansının ölçütüdür..

    Bileşen 3 – Varlıklar (assets) ya da süreçler : Ekonominin, yerel doğal kaynakların işletimine bağlılığı ya da mal ve hizmetlere ne kadar katma değer ilave ettiğinin göstergesidir

    Bileşen 4 – Bireysel risk ya da toplumsal uyum: Ulusal değerlerin, de-regulation ve özelleştirme gibi politikalar yoluyla bireysel risk almaya ya da düzenlenmiş (regulated) bir ekonomi ve toplum olmaya yatkın olduğunun ölçütüdür.

    Bu bileşenleri ölçmeye yarayan alanlar ise şunlardır:

    ·       Ulusal ekonominin makro-ekonomik değerlendirilmesi

    ·       Ülkenin, uluslararası ticaret ve yatırımlara katılım düzeyi

    ·       Hükümet politikalarının rekabetçiliği destekleyiciliği

    ·       Sermaye piyasasının performansı ve finansal hizmetlerin kalitesi

    ·       Teknik ve iletişim alt yapısının iş çevrelerinin ihtiyaçlarına uygunluğu

    ·       Firmaların kârlı, yenilikçi ve sorumlu yönetilip yönetilmediği

    ·       Bilimsel ve teknolojik sofistikasyon

    ·       İnsan kaynaklarının mevcudiyeti ve niteliği

    Niçin sonuncu değiliz?

    Bu sıralamada sonuncu da olabilirdik. Demek ki altımızda beş-on ülkenin bulunması, bazı rekabet gücü etkenlerine sahip olduğumuzu gösteriyor. Nedir bu faktörler?

    Bu faktörleri, ahlâki ve yasal olmalarına göre sıralar ve her birine de -tamamen tahmini olarak- birer ağırlık puanı verirsek aşağıdaki gibi bir tablo ortaya çıkacaktır:

    Ahlâki ve/ya yasal olanlar

    Tahm.

    ağırlık

    Ahlâki ve/ya yasal olmayanlar

    Tahm.

    ağırlık

    AR-GE temelli yüksek katma değerli üretim

    1

    Kaçak işçilik

    10

    Düşük kârlı, düşük nitelikli işçiliğe ve/ya yüksek otomasyona dayalı üretim

    5

    Kaçak elektrik kullanımı

    2

    Bireysel risk almaya yatkınlık

    3

    Kaçak su kullanımı

    1

    Global oyuncu kesimler

    3

    Kaçak mazot kullanımı

    10

    Toplam

    12

    Vergi kaçırma

    35

    Patent ve telif hakkı ihlali

    5

    Çevre kirletme

    25

    Toplam

    88

    Ahlâki ve/ya yasal olmayan faktörlere şükürler(!)

    Medyada sürekli olarak kayıt dışı ekonominin nasıl önleneceği üzerinde konuşmalar bir yanda, ekonomimizin de-facto rekabet gücü unsunları diğer yanda.

    Tablonun sağ tarafı aynı zamanda Türkiye üzerine nerelerden baskı yapılabileceğinin de ipuçlarını veriyor. Uluslararası piyasaları kontrol eden güçler, istedikleri anda ve istedikleri oranda rekabet gücü artırımı veya azaltımını bu sağ sütun üzerinde durarak sağlayabilirler. Türkiye’den yapılacak ithalata getirilebilecek örneğin “kaçak elektrik kullanmıyor olmak” ya da “çocuk işçi çalıştırmamak” gibisinden son derece düzgün bir talep bir anda o ürünlerin rekabet güçlerini düşürecektir.

    Bu tablo niye böyle?

    Bu tabloya bakarak kolayca insanlarımızın yasa ve ahlâk dışı uygulamalara yatkın olduğu gibi bir sonuç çıkarılabilir. Kuşkusuz her kesimin içinde olduğu gibi ekonomik faaliyetlerin içinde de bu tür kişi ve kurumlar vardır. Fakat esas neden farklıdır.

    Ekonomik faaliyetlerde bulunan kesimlerimizin katma değer üretebilme kabiliyetleri, ancak tablonun sol tarafındaki ağırlığı üretebilmektedir.

    Öyleyse öyledir

    Peki, o halde ayağımızı yorganımıza göre uzatır, biz de ne kadar katma değer üretebiliyorsak o kadarlık katma değerli mal ve hizmetler tüketiriz. Böylece katma değer üretimi ve tüketimi dengede olur ve sorun fıkaralık boyutuyla sınırlı kalır.

    Yok öyle şey, cip de isteriz kameralı cep telefonu da

    Dünyada, ürettiği katma değer kadar tüketen bir sürü fakir toplum var. Ama biz ona razı değiliz. Az katma değer üreteceğiz ve daha çoğunu tüketeceğiz. Bunun da yolu bellidir: Tablonun sağ tarafı!

    Tablonun sağı yetmez, başka şey de lâzım

    Tükettiğimiz ve ürettiğimiz katma değerler farkınının birazını -evet ancak küçük bir bölümünü- tablonun sağı ile dengeleyebiliriz ama o yetmez. O halde bize ait olmayan bir kaynak daha lazım. O da halktan borç almaktır.

    O da yetmez

    Katma değer dengesini sağlayabilecek bir kaynak da dış borçtur. Her yıl giderek artan dış borcumuz katma değer üretimi için gereken alt-yapı yatırımları için değil, manken, futbolcu ve benzer katma değer üreten “zenaat icracıları”nın zaruri gereksinimleri için kullanılır.

    Çare yok mu?

    Tanrı, insanların altından kalkamayacağı dert vermezmiş. Kuşkusuz, mal ve hizmet bileşimi içindeki yüksek katma değerlilerin oranını artırmak mümkündür. Ama bunun ön-koşulu, “biz zaten üretiyoruz; katma değer de neyin nesi; biz pratik insanlarız, tornaya pasoyu verir gerisine bakmayız; katma değer matma değer anlamayız; ne yani uydu mu üretelim“* gibisinden popülizmi bir kenara bırakmaktır.

    Gerekirse kabzımal veya futbol hakemlerimizden yardım alarak bu katma değer konusunu en sıradan insanlarımıza dahi anlatabilmeli; düşük katma değerli yaşamın sürdürülemezliğini gösterebilmeliyiz.

    Cuma, Mayıs 20, 2005

    (*) Bu sözler rastgele örnekler değildir. İstanbul Ticaret Odası’nca düzenlenen “Başarılı KOBİ Yarışması” jürisinde, başarı ölçütü olarak “katma değer”in alınmasına karşı ileri sürülen argümanlardır.

  • Türkiye YoksulluğuYenebilir

    Yoksulluk yenilebilir, yeter ki, öğrenmeyi öğren!

    Bir dönüm noktası: İşsizlerin ve işsiz kalma riski altındakilerin istihdam edilebilirliklerinin artırılması’na yönelik Öğrenme Merkezi –kısaca ÖMer– projesi, 10 Haziran 2005 tarihinden itibaren başvuruları alıyor.

    AB Desteği

    Proje Türkiye İş Kurumu (İŞKUR)’un, AB destekli “Yeni Fırsatlar Programı” çerçevesindedir.

    Proje uygulayıcısı

    Projeyi Bilimsel ve Teknik Araştırma Vakfı (BiTAV) uygulamakta, proje koordinatörlüğünü ise M.Tınaz Titiz yapmaktadır.

    Başarısı kanıtlandı

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nca 2 yıldan beri başarıyla uygulanan projeden esinlenerek geliştirilen projenin bir amacı da bu yaklaşımın tüm Türkiye’de yaygınlaştırılmasıdır.

    Öğrenme Merkezi-ÖMer

    ÖMer, istihdamın olmazsa olmaz koşulu olan “herhangi bir bilgi, beceri ve/veya davranışı kendi çabası ile öğrenmeyi” isteyenlerin eğitildiği çok yönlü öğrenme ortamı’dır.

    Temel amaç ne?

    Proje, söz konusu kişilerin, “gelirlerini artırma” temel amacına yönelik olarak:

    • iş bulma”,
    • kendi işini kurma”,
    • ek gelir yaratma”,
    • tasarruf sağlama”,
    • geçimini sağlayanlar üzerindeki yükünü azaltma” ya da genel olarak

    herhangi bir yönde kendini değiştirerek “gelirini artırmak” üzere “öğrenebilirliklerini harekete geçirmek” esasına dayalıdır.

    Bu nasıl yapılacak?

    Bu bağlamda proje öncelikle kişilerin çeşitli fiziksel, zihinsel, davranışsal imkan ve sınırlarını [1] tanımalarına yönelik testler uygulamaktadır.

    Daha sonra katılımcılara;

    • karşılaşilabilecek tüm sorunların bir çeşit öğrenme yetmezliği olduğu,
    • kendilerinin aslında tam birer öğrenme uzmanı oldukları,
    • çevrelerinin öğrenme imkanlarıyla dolu olduğu

    2 tam günlük yoğun seminerler ile fark ettirilmektedir.

    Anahtar budur

    Bunu takiben kişilerden, projenin ana amacına yönelik olarak, son derece somut birer hedef belirlemeleri ve bu hedefi gerçekleştirmek üzere birer  “Kendini Değiştirme Planı” hazırlamaları istenilmektedir.

    Yalnız değiller

    Bu aşamada deneyimli moderatörler [2] ve toplum içinden seçilmiş deneyimli kişilerden oluşan bir Mentor Ağı [3] katılımcılara istekleri doğrultusunda yardımcı olmaktadır.

    Öğrencilerin katılamayacağı programa, İstanbul’da [4] oturan şu kategorilerde 500 kişi alınacaktır:

    Öğrenim
    düzeyi

    Katılım
    amacı

    Yaş

    Aile geçindirme sorumluluğu

    Dezavantajlı grup

    Toplam

    < 25

    < 40

    sorumlu

    katkı
    yapıyor

    kadın

    beden.
    engelli

    Diğer

    engelli

    diğer

    Y.öğrenim mezunu Yeni istihdam

    125

    25

    25

    125

    50

    2

    0

    0

    150

    Ek gelir yaratma

    10

    90

    100

    0

    90

    0

    0

    0

    100

    İstihdam edilebilirlik artırma

    0

    10

    10

    0

    2

    0

    0

    0

    10

    Lise
    mezunu
    Yeni istihdam

    60

    40

    50

    50

    50

    5

    0

    0

    100

    Ek gelir yaratma

    10

    90

    90

    10

    90

    0

    0

    0

    100

    İstihdam edilebilirlik artırma

    0

    40

    40

    0

    10

    30

    0

    0

    40

    Toplam

    Yeni istihdam

    185

    65

    75

    175

    100

    7

    0

    0

    250

    Ek gelir yaratma

    20

    180

    190

    10

    180

    0

    0

    0

    200

    İstih. edilebilirlik artırma

    0

    50

    50

    0

    12

    30

    0

    0

    50

    Toplam

    500

    Anlaşmalı internet cafe’lerde indirim

    Başvurular internet ortamından www.yapabilirsin.com [5] adresinden yapılacaktır. İnternet erişim imkanı bulunmayan katılımcılara internet konusunda bir kısmi kolaylık sağlamak üzere TİEV (Türkiye İnternet Evleri Derneği) ile de bir anlaşma yapılmış olup, ÖMer projesinin işaretini taşıyan internet cafe’lerden indirimli olarak yararlanmak mümkün olacaktır.

    Başvuran adaylar çok aşamalı bir seçme sürecine tabi tutulacak ve böylece en çok istekli adaylar katılımcı olarak belirlenecek, başvuru sonuçları www.yapabilirsin.com web sitesinde yayımlanacaktır.

    Üçer aylık dilimlerden oluşan program 10 (on) ay boyunca devam edecektir.

    Her katılımcı 2  tam günlük semineri takiben 3 aylık dönem boyunca ÖMer’den yararlanacaktır.

    Katılımcılardan herhangi bir ücret talep edilmeyecek, ayrıca devam durumuna göre kişi başına toplam 32 Euro’ya kadar harçlık ödenebilecektir.

    Yoksulluk ancak böyle önlenebilir!

    Yoksulluğun ve onun nedenlerinden birisi olan işsizliğin neredeyse tek çaresi yüksek katma değerler yaratmaktır.  Onun çaresi ise önce ayakları üstünde durup sonra da yüksek katma değerli mal ve hizmet üretebilecek bilgi ve becerileri öğrenebilecek şekilde “kendini değiştirebilmek”tir.

    ÖMer projesi, Türkiye’nin önüne böyle bir seçenek sunmaktadır. Ya öğrenerek ayaklarımızın üzerinde duracağız ya da fakirliğe mahkum olacağız. Seçim hepimizin!

    Lütfen duyurunuz!

    ÖMer projesini duyurmanızı, “kendisine iş verilmesini bekleme” usulüne şartlanmış geniş kesimlere bu yeni yaklaşımın tek çıkar yol olduğunun anlatılmasında yardımcı olunmasını bekliyoruz.

    Proje kapsamında çeşitli üniversite mezun dernekleri, sivil toplum örgütlerinin üyeleri ve benzeri kuruluşlardan duyuru konusunda destek alınmakta ise de en büyük desteğin medyadan gelmesi bekleniyor.

                                                                                                                  

    Bu proje, AB tarafindan desteklenmekte, İŞKUR tarafindan yönetilmekte ve BITAV tarafindan uygulanmaktadır.

    Bu yayının sorumluluğu BİTAV’a aittir ve hiçbir şekilde AB görüşünü yansıtmamaktadır.



    [1] Öğrenme Stili, Çoklu Zeka türü, Yaşam Alanı Sınırları, Dikkatini Dağınıklığı Düzeyi, Girişimcilik Yeteneği, Zaman Kullanımı Beceri Düzeyi gibi alanlardır.

    [2] Seminer yöneticilerine verilen addır.

    [3] Yaşam deneyimi yüksek kişilerden oluşan bir ağ olup, katılımcılara, Kendini Değiştirme Planları’nı hazırlamaları ve uygulamaları sırasında yardımcı olabileceklerdir.

    [4] AB projesi kapsamında proje öncelikle İstanbul sınırları içinde başlatılmıştır. Bir sonraki dönemde gelen talepler doğrultusunda projenin diğer illere de yayılması amaçlanıyor.

    [5] Bu web sitesi proje hitamında kapatılacaktır.

  • Yeni bir ücret sistemi..

    Kamu kuruluşlarında uygulanan çeşitli ücret statüleri, çeşitli nedenlerle dejenere olmuş ve bugün, ne çalışanlar ne çalıştıranlar ne de hizmet alanları memnun edemeyen, memnun etmek bir yana her kesimi ayrı ayrı çileden çıkaran bir duruma gelmiş dayanmıştır.

    Artık “iyi bir ücret sistemi” ne sahip olmak, “olursa iyi olur ama olmazsa da böyle idare eder”  çizgisinin ötesine geçmiştir.

    Ancak, “iyi bir ücret sistemi” ni gerçekleştirmek bir yana tanımlamak dahi pek kolay değildir. “İyi bir ücret sistemi”:

    –       Çalışanlara en yüksek ücreti veren sistem midir?

    –       İşlerin güçlüğünü ücretlere yansıtan sistem midir?

    –       Çalışanların performanslarını dikkate alan sistem midir?

    –       Piyasa ücret yapısına uyan sistem midir?

    –       Arz-talebe göre şekillenen sistem midir?

    –       “Yalnız talep” e göre belirlenen sistem midir?

    –       “Yalnız arz” a göre oluşan sistem midir?

    –       Yoksa bunların karmakarışık bir bileşimi midir?

    Halen yürürlükte bulunan kamu çalışanları ücret sistem(ler)i, ençok bu sonuncusuna uymaktadır. İçinde, yukarıdaki parçaların herbirisinden renkler bulunmaktadır.

    Bu ücret yapısı bu hale nasıl gelmiştir? Bu, ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur*.

    Bu irdeleme yapıldığında varılacak ilk sonuç şudur: Kurulacak yeni sistem, büyük ölçüde eski “bozucu etkiler”in etkisinde kalmaya devam edecektir.

    Gerek 657 sayılı Devlet Personel Yasası, gerek Sözleşmeli Personel statüsü ve gerekse daha dar ve özel ücret sistemlerinde (istisna akdi vbg) göz atıldığında görülen ortak yan, herbirinin bazı “duyarlık alanları”  içerdiğidir. Bunların başında, “amirin takdiri” gelmektedir.

    Bu “duyarlık alanı”, bizim insan niteliği dokumuz  ile çok kolay dejenere edilebilecek bir alandır.

    İkinci bir “duyarlık alanı”, “eğitim” olup dejenere edilmesi oldukça güçtür. Bir diğeri “kıdem”dir ve  o da çok güç dejenere edilebilir.

    Dejenere edilmeye çok yatkın bir alan “görevin gereği”dir. Bazı görevlerin kişilere göre tanımlandığı, gereklerinin kişilere göre “ayarlandığı” çok görülmüştür.

    O halde yeni sistem, bu gibi “duyarlık alanları”nı olabildiğince az içermelidir. Bu, yeni ücret sisteminin son derece basit bir sistem olacağı anlamına gelir. Bu acıdır ama bir gerçektir.

    Madem ki dejenere edilemeyen birkaç alan vardır, o halde yeni sistem bu birkaç alana dayalı olmalıdır. Bunlar, “kişilerin eğitim düzeyi” ve “kıdemi”dir.

    Kişilerin “eğitim” ve “kıdem”inden başka faktörü dikkate almayan bir ücret sistemi uygulansa acaba nasıl sonuçlar ortaya çıkar? Başlıca ikisi şunlar olabilir:

    (1)       Kamu çalışanları arasındaki eğitim düzeyi dağılımında düşük eğitim düzeyliler ve kıdemi az olanlar çoğunlukta olduğu için büyük çoğunluk, oldukça düşük düzeyde bir ücret alabileceklerdir.

    (2)       “Ünvan”  ile “ücret”  arasında doğrudan bir ilişki kalmayacağı için, yapay ünvan ihdası garabeti oldukça azalacaktır.

    Ayrıca, yüksek ücretin ön şartı durumuna gelmiş olan “ünvan”lara erişmek için siyasi baskı kullanma alışkanlığı zayıflayacaktır. Bu çok önemli bir avantajdır.

    Çalışanları rencide eden, “siyasi yardımla ünvan edinme”  eğilimlerinin zayıflamasının, birçok ahlaki sorunu da ortadan kaldırabileceği beklenmelidir.

    Yeni sistemde alınması gereken bir önlem, bir yanda işsiz insanlar varken herhangi bir kamu görevine kapağı atabilmenin bir piyango çarpma şansı olmaktan çıkarılmasıdır.

    İşsizlik varoldukça “iş”in değeri azalmayıp artacaktır. Ama ilginç olan, “iş”in değil “kamuda iş”in değerli sayılmasıdır. Bunun açık sebebi, kamu işlerinin rahatlığı ve güvencesidir.

    Bir ilke olarak, hangi ücret sistemi getirilirse getirilsin, kamu işleri işsizliğe karşı bir önlem olarak kullanıldığı sürece, çalışanların, çalıştıranların ve hizmet alanların mutlu olmalarına imkan yoktur.

    O halde yeni ücret sisteminin vazgeçilmez önşartlarından birisi, yeni iş yaratma teknolojileri’nin kullanılıp, kamu işlerine olan talebin azaltılmasıdır.

    Bir diğer ön koşul, kamu işlerinin “rahat iş”  olmaktan çıkarılmasıdır. Bu ise kamu işleri için iki genel ilkenin benimsenmesiyle yapılabilir:

    İlke 1–    Kamunun görevi, işlerin yapılabileceği ortamları hazırlamak ve onları korumaktır. Kamu, özel kişi ve/ya kuruluşların yapabileceği hiç bir iş yapamaz.

    Bu ilkenin benimsenmesiyle, mevcut personel emekli olana kadar, bu ilkeye aykırı düşen işlere yeni eleman alınmayacaktır.

    İlke 2–    Kamu görevleri, ancak yüksek öğrenim görmüş elemanlar eliyle yapılabilir.

    Bu ilke ile de kamu görevlerine karşı mevcut bulunan aşırı talep azalmış olacaktır.

    Bu iki ilke, yeni ücret sistemi dolayısıyla doğacak olan “düşük ücret” sorununu ortadan kaldıracaktır.

    Sonuç olarak; mevcut ücret kargaşasının “yama”larla ortadan kalkması mümkün değildir.

    Bir ücret sistemini çağdaş hale getirebilmek için bulunması gerekli “duyarlık alanları”   ne yazık ki bir süre daha kullanılabilir görünmemektedir.

    21 Eylül 2001

  • Ucuz işçi, ucuz işçilik değildir..

    Gazetelerde sık sık Türkiye’deki işçilik ücretlerinin düşük olduğuna ilişkin haberler yer alır. Geçtiğimiz haftalarda bir haber, OECD ortalamalarına göre çok düşük işçiliğimizden bahsediyordu. Bu haber hem doğru hem yanlıştır. Ancak bundan evvel iki farklı kavramı açıklığa kavuşturmak gerekir. Şöyle ki;

    “İşçi Ücreti” bir kişiye ödenen ücreti; “işçilik maliyeti” ise, işçi ücretinin verimlilikle normalize edilmiş miktarını gösterir.

    Saat ücreti $2.00 olan bir Japon işçisi belirli bir üründen 1 saattte 10 adet üretiyorsa:

    işçi ücreti = 2.00 $/saat,  işçilik maliyeti = 0.20 $/adet

    demektir. Türkiye’de ise saat ücreti örneğin $1.00 olan bir işçimiz aynı üründen saattte 4 adet üretebiliyorsa:

    işçi ücreti = 1.00 $/saat, işçilik maliyeti = 0.25 $/adet

    olur. Böylece, Türkiye’mizde işçi ücreti daha düşük, ama işçilik maliyeti daha yüksek olur. Böylece OECD içindeki en düşük işçi ücretlerinin ve de en yüksek işçilik maliyetlerinin nasıl olup da Türkiye’mizde bulunduğu kolayca anlaşılır.

    Ancak dikkat edilmesi gereken bir ince nokta vardır: “İşçilik” sözcüğü her ne kadar hemen “işçi”yi çağrıştırıyorsa da, işçiliğin yüksek oluşunun nedeni genellikle sadece işçi değil, onu çevreleyen sistem (yönetim, sendikacılık anlayışı, teknoloji üretimi vbg) dir.

    Nitekim yabancı ülkelerde daha iyi yönetilen, daha çağdaş sendikacılık anlayışına sahip sendikalara dahil işçilerimiz daha yüksek işçi ücretlerine rağmen, daha düşük işçilik maliyetlerine konu olabilmektedirler.

    İşçi ücretlerimiz, işçilerimizin verimlilikleri ve yönetim becerilerimizin kalitesi düşük, işçilik maliyetlerimiz ise yüksektir. Rekabet gücümüzü düşüren faktörlerden birisi de budur.

    Kavramları yerli yerinde kullanıp, kafaları karıştırmamalıyız.

    21 Eylül 2001

  • Şort ve kepin misyonu var da…

    Çocuklar arasında yapılan bir beyin fırtınasında şu soruya cevap vermeleri istenmişti: “bir bardak ne işlere yarar?”

    Verilen cevaplar (https://tinaztitiz.com/3499/bir-bardak-ne-islere-yarar/) yalnız bir bardağın değil herhangi bir şeyin ne kadar çok işe yarayabileceğini gösteriyordu.

    Bu çeşitliliğe karşın bardağın temel varlık nedeni tektir ve o da “sıvı içmek”tir.

    Bir şeyin “nelere yaradığı” ile “temel varlık nedeni” arasındaki basit görünümlü ama derin fark, kurumsal yönetim açısından değerli bir araçtan -ülkemizde- niçin yeterince yararlanılamadığını bize düşündürmelidir.

    Bu araç “temel varlık nedeni”, “öz-niyet”, “misyon” gibi adlarla anılmaktadır.

    Otomobil üreten bir şirketin temel varlık nedeni “otomobil üretmek”, danışmanlık yapan bir şirketin misyonu “danışma hizmeti vermek”, gazete çıkaran bir kurumun öz-niyeti “halka haber vermek” değildir. Bunlar iştigal (uğraşı) konularıdır ama temel varlık nedenleri değillerdir.

    Bu şirketlerin birer öz-niyetleri olabilir ya da olmayabilir. Eğer yok ise bunlar, birkaç kez geri-dönüşüme uğratılarak bağlayıcı selüloz lifleri iyice kısalmış, böylece dış görünüşü mükemmel ama en ufak çekiştirmede yırtılan kağıtlar gibidirler.

    Hisseleri el değiştire değiştire sahipleri belirsiz hale gelmiş şirketlerin durumları böyledir. Sağlıklı görünüşlü ama içten çürümüş; niçin var oldukları belli olmayan ticari tümörlerdir.

    Bir ara yaygın olan çok ortaklı işçi şirketlerinin durumları tam olarak böyleydi. İçlerinde bayağı büyük sermayelerle kurulmuş devasa şirketler vardı, ama onlara can verebilecek bir temel varlık nedeni ortaya koyabilecek sahipleri yoktu.

    Öz-niyet, misyon ya da temel varlık nedeni, bir kuruluşun başlıca sahibinin parmak izi gibi özgün bir niteliğidir. Doğruluğu-yanlışlığı, iyiliği-kötülüğü ya da güzellik-çirkinliği tartışılmaz.

    Bir kişi temel varlık nedeni olarak “muhtaç insan bırakmamak” kavramını benimsemişken bir diğeri pekalâ “kendisine rakip bırakmamak, bir yolla hepsini yoketmek” öz-niyetine sahip olabilir. Bir başkası “yeni bir dünya görüşünü egemen kılmayı“, bir diğeri ise “her şirketi, sanata destek olacak bir kurum haline getirmek” kavramını misyon edinmiş olabilir. Bunların hiçbiri diğeri ile karşılaştırılmamalıdır.

    Bunlar birbiriyle karşılaştırılmaması gereken varlık nedenleridir ama hepsinin ortak bir yanı vardır: bu varlık nedenlerini ortadan kaldırdığınızda kuruluşlar, sağdan soldan esen rüzgârlara karşı nereye gideceği belli olmayan bir yelkenli haline gelirler.

    Ticari şirketlerle yapılan çalışmalarda “temel varlık nedeniniz nedir?” sorusuna genellikle verilen cevap “para kazanmak, kâr etmek” şeklindedir. Kâr etmek bir şirketin -hattâ herhangi bir kurumun- varlığını sürdürmesi için zorunlu bir gerekliliktir, ama temel varlık nedeni değildir.

    Para kazanmak, kâr etmek, bir başka şey için gereklidir. İşte o “şey” -her ne ise- kuruluşun misyonu, öz-niyeti, temel varlık nedenidir.

    Peki böyle bir misyon belirlenmeden kurulmuş şirketler ne olacaktır? Onlar, içlerindeki ve hattâ dışlarındaki kişi ve kurumların sürükledikleri yerlere doğru gideceklerdir. Misyonsuz bir şirketi örneğin genel müdürü kendi misyonu doğrultusunda bir yerlere götürebilir. Bu misyon çok insancıl bir varlık nedeni olabileceği gibi “müstakil bir villada huzurlu ve rahat bir gelecek yaşamak için dünyalık yapmak, bunun için de şirket sahip(ler)ini soymak” biçiminde de olabilir.

    Şirket sahibinin bir öz-niyet sahibi olması, kuruluşun tüm karar ve eylemlerinin o niyet yönünde olması için gerek koşul‘dur ama yeter koşul değildir. Kendi misyonunu yeterince yaygınlaştıramamış çok sayıda kuruluş yine de başkalarının misyonları doğrultusunda oradan oraya sürüklenebilirler.

    Kuruluşlara niçin var oldukları sorulduğunda genellikle “ne gibi yararlar sağladıklarını” anlatırlar. “Şu kadar kişiye iş imkânı sağlıyoruz; şu kadar vergi veriyoruz; şu kadar katma değer üretiyoruz, ihracat yapıyoruz vs vs“. Sorunun cevabı halâ açıktır: “sağladığınız yararlar tamam, ama siz niçin varsınız?”

    Eleştirilere başlarken genellikle ülkemizde, toplulumuzda gibi nitelemelerle başlamak adet olmuştur. Bu yazının başında da öz-niyet yoksunu kurumlardan söz açarken “ülkemizde” vurgulaması yapılmıştı. Peki ülkemizde böyledir de başka ülkelerde durum nedir? Ekonomik olarak gelişmiş ülkelerde temel varlık nedeni o denli yaygın bir kurumsal yönetim aracıdır ki, misyonu net ifade edilmemiş kuruluş yoktur demek bile caizdir.

    Hattâ daha ileri gidip, mal ve hizmetlerin dahi misyonları bellidir. İşte bir örnek: spor şortları, kepleri gibi malzemeler üreten bir Avrupa firmasının keplerine taktığı karton etiketlerin üzerinde, bu kepin temel varlık nedeni şöyle yazılıdır (ve gerçekten de öyle olduğu tecrübeyle sabittir): “Amacımız basittir: sizi hiçbir şeyin -rüzgâr, yağmur, soğuk ya da sıcak- ferahlatıcılığı deneyimlemenizden alıkoymamasını sağlamak.”

    Peki, kep ya da şortun niçin var olduğunu bilmesi, ama koca koca kuruluşlarımızın göğüslerini yumruklayıp paragraflar dolusu palavraları misyon diye üretip arşivlerine koyması ne demektir?

    Bir deyiş, bunun ne demek olduğunu söylüyor: “bir kül tablasına bakıp tüm evreni anlayabilirsiniz“.

    Peki şimdi bir soru: Cumhuriyet de bir kurum olduğuna göre, temel varlık nedeni nedir, yani niçin vardır?

    Niçin var olduğunu düşünmemiş ve/ya bunu kuruluşun içinde yaygınlaştıramamış kurumlar varlıklarını -bugün ne olurlarsa olsunlar- sürdürme açısından tehlikededirler. Bu soruyu sormaya gerek görmeyen, cevapladıklarını zannedenler ise çoktan ölmüşlerdir.

    6 Temmuz 2004

  • Doğru soruları sorabilmek..

    Birkaç deyiş..

    • Kişi, sorabilmek için okumalıdır. Franz Kafka
    • Doğru soruları bulunuz. Cevapları icadetmenize gerek kalmayacak, mevcut cevapları bulacaksınız. Jonas Salk
    • Sorma eğilimi edinmiş kişiler ve sorma kültürü yaratabilmiş kurumlar başarılı olacaklardır.
    • İş idaresi okulları ve sayısız kitap, istatistik, örgütlenme, değişim yönetimi gibi konuları öğretirken, soru sorma sanatı hakkında çok az işe yarar görüş kazandırırlar.
    • Aşikar olanın irdelenebilmesi için çok sıradışı bir akıl gerekir. A.N.Whitehead
    • Önemli olan sorgulamayı kesmemektir. Merak, varoluş için kendinin sebebidir. A.Einstein
    • Bilmemek kötüdür, bilmeyi arzu etmemek daha da kötüdür. Nijerya atasözü
    • Sağduyulu bir soru bilgeliğin yarısıdır. F.Bacon
    • İyi sorular kolay cevaplardan üstündür. P.Samuelson
    • Etkili lider doğrudan emir vermez soru sorar. Dale Carnegie
    • Cehalet asla soru üretmez. B.Disraeli
    • Hiç kimse, sormayı durdurana kadar gerçek bir aptal olmaz. Charles Steinmetz
    • Akıllı bir kişinin soruları, yanıtların yarısını içerir. Solomon Ibn Gabirol
    • İfade ettiğim her cümle bir belirtim olarak değil bir soru olarak anlaşılmalıdır. Niels Bohr
    • Bir insanın zeki olup olmadığını yanıtlarından anlayabilirsiniz. Onun bilge olup olmadığını ise sorularına bakarak söyleyebilirsiniz. Naguib Mahfouz
    • Yanıtlarım için sorularınız var mı? H.Kissinger

    İletim bombardımanı

    Adına iletişim devrimi denilse de aslında bir iletim bombardımanı altındayız. Ekonomi, siyaset, uluslararası ilişkiler, magazin, spor, eğitim, medya ve akla gelebilecek tüm alanlarda bu geçerlidir.

    Bu bombardıman yoluyla iletilenlerin bu denli dağınık olmasına karşın, değişmeyen bir ortak yanı vardır: her kurumun kendi (doğru), (iyi) ve (güzel) saydığı değerleri iletmek.

    Peki, kurumlar kendi değerlerini yaymada niçin bu denli isteklidirler? Çünkü, kişileri etkileyebilmek için onların değer sistemlerinin, etkilemek isteyenlerle benzer kılınmak zorunluğu vardır.

    Sıradan insanın -özellikle de çocuk ve genç olanlar- bu iletim saldırısına karşı tutumları nedir? Genellikle 2 tür “cevap” üretiyorlar: koşullanma (iletilen değerlere itâat, biat, sormadan kabullenme vb) ya da reddetmek (iletilen değerlerin reddi, nefret, olumsuzluk, karşı kimlikler geliştirme, anti-sosyal davranışlar sergileme vb).

    İletim bombardımanından korunmak mümkün mü?

    Evet bu mümkündür. Özellikle çocuk ve gençlerin karşı karşıya bulundukları tek yanlı iletime karşı kendilerini koruyabilecekleri ve de bunların içinden işe yarayanları bulup çıkarabilecekleri bir yöntem, her türlü ifadeyi, içindeki dayanak ve sonuçlara göre sınıflandırmaktır.

    Bir ifade -yazılı ve/ya sözlü- içindeki dayanak ve sonuçlar genellikle şu alt-sınıflardan oluşmaktadır:

    Dayanaklar

    • Veriler,
    • Tez, hipotez, teoriler,
    • Alıntılar,
    • Gözlemler,
    • Öne sürülen koşul, varsayım, tahminler,

    Sonuçlar

    • Tasvir,
    • Övmek, övünmek,
    • Yermek, yerinmek,
    • Temenni, öneri, direktif,
    • Yargı,
    • Soru.

    Bir ifadenin -özellikle sözlü olanlarda- her parçasının, yukarıdaki alt-sınıflardan hangilerine ait olduğunu belirtmesi istenildiğinde, konuşmacılardan kimilerinin oldukça zorlanacağını tahmin etmek güç değildir.

    Yoğun bilgi iletim ortamındaki tüm ifadelere bu yöntemin uygulanması -hiç olmazsa bugünün teknolojileriyle- neredeyse ilmkânsız ise de, bir süre sonra, bir ifade içindeki çeşitli alt-sınıfları çaba harcamadan ayırdetmek gibi bir meleke gelişebilmektedir. Bunlardan özellikle varsayım ve yargılar en önemlileri olup, kısa bir gözlem, ifadelerin büyük bölümünün bu iki parça ağırlıklı olduğunu göstermektedir. Eskilerin doğruluğu kendinden menkûl (kendinden başka kanıtı bulunmayan anlamında) dedikleri cinsten.

    Bir diğer korunma yöntemi olarak da “soru sormak” önerilmektedir.

    Soru sormak o denli güçlü bir araçtır ki, en güvenilir görünüşlü (doğru), (iyi) ve (güzel) yargılarını bir anda kuşkulu, hattâ komik duruma düşürebilir. Örneğin:

    • Tarih bunun böyle olduğunu daima göstermiştir“,
    • “Bu yolla hiçbir şey elde edilemez”,
    • “Bu, yapılabileceklerin en iyisidir”,
    • “Yeni işler ancak yeni yatırımlarla mümkündür”,
    • “2 kere 2 daima 4 eder”,
    • “Eğitime daha çok parasal kaynak ayrılırsa kalitesi gelişir”,
    • “AB Türkiye’yi sömürür”,
    • “Türkiye’nin kurtuluşu AB’ndedir”.

    Soru sormak yalnızca çürük yargıları ortaya çıkarmaya değil -çünkü böylelikle her şeyin yanlışını bulabilen ama doğrusunu üretmekle ilgilenmeyen kişilikler ortaya çıkar-, sağlam yargılar tesis ederek sorun çözmeye yarayan bir araçtır.

    Bu ve benzer keskin yargılara karşı tek cümlelik bir soru yeterlidir: “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun ya da bu güveninin nesnel bir dayanağı var mı?” Bu geçer-geçmez testini aşabilecek kesin hüküm üretmek güç, ama çok güçtür.

    Ancak, bu denli yararlı bir aletin kullanımı, belirli bir sistematikle uygulanarak “doğru sorular”ın üretilmesine bağlıdır. Aşağıdaki bölümde bu sistematiğin önemli kısımlarına değinilecektir.

    Doğru soru, şu 3 özelliği yerine getirebilen sorulara denilebilir:

    (1)  Tekillik

    Yani, birden fazla sayıda soru tek soru içinde birleşmiş olmamalıdır. Örneğin, “nasıl iş bulabilirim?” gibisinden -pek de anlaşılır görünen- bir (soru) içinde en azından aşağıdaki (soru)lar vardır:

    • Hangi işleri yapmaya razıyım?
    • Hangi işleri yapmaya yeterliyim?
    • İhtiyacım olan geliri hangi işler sağlayabilir?
    • Yapmaya razı ve yeterli olduğum ve de ihtiyacım olan geliri sağlayabilecek olan işe -yani mal ve/ya hizmet üretimine- ihtiyaç var mı?

    Görüldüğü gibi bir sorunun içinde, ayrı ayrı yanıtları bulunabilecek çok sayıda soru bulunmaktadır. Çoğu işsiz insanın kendi kendine sorup cevabını da muhtemelen bulamadığı (soru) tekil değildir, dolayısıyla da bu haliyle yanıtlanamaz.

    Yanıtları verilebilecek hale getirilse iş yine de bulunamayabilir, fakat en azından yukarıdakilerden hangi(ler)i nedeniyle bulunamadığı daha açık olarak bilinmiş olur ve belki de bazı tercih değişikliklerine gidilebilir.

    (2)  Bulanıklığın belirliliği

    İçindeki anahtar sözcüklerin bulanıklık düzeyi belirli (definite fuzziness) olan, “aldatıcı belirlilik” (deceptive definitiveness) içermeyen (soru)lardır. Bu kavrama çeşitli örnekler  aşağıdaki TABLO’da verilmiştir:

    (3)  Netlik

    İçi boşalmış, kulağa / kaleme hoş geldiği için kullanılan, fakat, muhatabında zihinsel karışıklığa yol açan kavramlar “net” değildir. Örneğin, “ürün kalitemizi geliştirmek için nasıl bir sistem uygulamalıyız?” ya da “eğitimde kaliteyi geliştirmek için alt-yapı sorunları nasıl çözülmelidir?” gibi sorulardaki “sistem” ve “alt-yapı” deyimleri net değildir.

    Netlik aynı zamanda, dilbilgisi kurallarına uygunluğu da içermektedir.

    TABLO: “Bulanıklıktaki belirlilik” açısından kimi örnek soruların değerlendirilmesi

    Soru örnekleri Anahtar sözcük(ler) Bulanıklıktaki belirlilik Soru kalitesi hakkında düşünceler
    Bu durumun sonu ne olacak?
    • durum
    • n’olacak?
    • yüksek
    • yüksek
    Her iki anahtar sözcüğün de belirsizlik düzeyi yüksektir; ama aldatıcı bir belirlilik de iddia edilmemektedir. Bu sorunun cevabı da benzer bulanıklıkta olabilecektir. Örn. “iyi olur herhalde”, “belli olmaz” gibi.Sohbet amaçlı kullanıldığı, belirtilen türde yanıtlarla yetinildiği takdirde “doğru soru” sayılabilir.
    Bir üçgenin iç açılarının toplamı kaç derecedir?
    • üçgen
    • iç açılar
    • orta
    • yüksek
    Nasıl bir yüzey üzerinde bulunduğu belli olmayan bir üçgen söz konusudur. Belki bir düzlem üzerinde de buluyor olabilir, ama olmayabilir de. Düzlem üzerinde bulunduğu gibi bir izlenim verilmekte ise de bu belli değildir. Aldatıcı bir belirlilik vardır. Dolayısıyla “doğru soru” saymak pek yerinde değildir.
    Bir küre yüzeyi üzerine çizilmiş bir üçgenin iç açılarının toplamı kaç derecedir?
    • Yüzey
    • iç açılar
    • yüksek
    • yüksek
    Bir belirsizlik ya da aldatıcı bir belirlilik yoktur. Dolayısıyla “doğru soru” sayılmalıdır.
    İşsizlik nasıl önlenir?
    • işsizlik
    • önlemek
    • düşük
    • düşük
    Gerek işsizlik tanımının çeşitliliği, gerekse önleme deyimi ile: (a) halen işsiz olanlara iş mi bulunacağı, (b) halen işi bulunanların işlerinin güvence altına mı alınacağı, (c) gizli işsizlerin açık işsize dönüştürülüp kurum verimlerinin mi artırılacağı ya da bunların dışında bir amaç mı belirtildiği belirli değildir.Diğer yandan, bu haliyle sıkça kullanıldığı için aldatıcı bir belirlilik de kazanmış olan soru “doğru soru” sayılamaz.
    Yabancı dil öğretimindeki başarı nasıl artırılabilir?
    • başarı
    • düşük
    Ne amaçla öğretileceği (ya da öğrenileceği) belli olmayan bir konuda “başarı”dan söz etmek doğru değildir.Turist olarak gidilecek bir ülkenin dilinin çat-pat düzeyinde öğrenilmesi, bir mağazada tezgâhtarlık yapan bir kişinin belirli sorulara cevap verebilecek düzeyde yabancı dil öğrenilmesi, bir bilimsel kongreyi izleyebilecek derecede dil öğrenmek ya da bu amaçlar içinden bir veya birkaçını seçebilmeye imkân verebilecek bir temel edinmek üzere yabancı dil öğrenmek birbirinden çok farklıdır.Bu kadar belirsizliği içinde barındırmasına karşın aldatıcı bir belirlilik -hem de yüksek düzeyde bir belirlilik- içeren bu soru katiyetle “doğru soru” sayılmamalıdır.
    İrtica ile mücadele stratejisi nasıl olmalıdır?
    • irtica
    • mücadele
    • düşük
    • düşük
    Her 2 anahtar kavram da belirsizdir, fakat sıkça kullanım sonunda aldatıcı bir belirlilik kazanmışlardır. Bu nedenle “doğru soru” sayılmamalıdır.
    Sanayimizin rekabet gücü nasıl artırılabilir?
    • rekabet
    • artırmak
    • orta
    • düşük
    TL değerini devalue etmek, ihracata pirim vermek ya da diğer yollarla rekabet gücü kısa süre için artırılabilir. Ama bu uzun vade için sürdürülebilirbir rekabet gücü artışı değildir.Diğer yandan, sürekli olarak bu formlarda kullanımı nedeniyle aldatıcı bir belirlilik kazanmıştır. Dolayısıyla “doğru soru” sayılmamalıdır.

     

    Sorular niçin sorulur?

    Bir soruna, cevap(lar)ı bilinmeyen soru(lar) olarak bakılmalıdır. Soru formunda ifade edilmemiş olsalar da, örneğin, “erozyon sorunu” denildiğinde “erozyon nasıl önlenir?” ya da “sanayiin rekabet gücü düşüklüğü sorunu” denildiğinde ise “sanayiin rekabet gücü nasıl yükseltilebilir?” (soru)ları kastedilmektedir.

    Bu sorular bu halleriyle genellikle yanıtlanamazlar. Soruların bu ilk hallerine “ham sorular” denilebilir.

    Bunları yanıtları bilinen ya da bilinebilecek olan soruların birer bileşkesi olarak ifade etmek gerekir; matematikteki çarpanlara ayırma işlemi gibi!

    Bir (soru)nun değeri

    Bir ham (soru)nun parçalarından birisi durumundaki bir (soru)nun “değeri”, söz konusu ham soruyu ne ölçüde anlaşılabilir -ya da çözülebilir– kıldığı ile ölçülebilir.

    Buna göre, bir ham soru çok sayıda soruya parçalandığında, ortaya çıkacak soruların hepsi eşit “değer”de olmayabilecektir. Bazıları yüksek değerli, bazıları düşük değerli sorular bir araya gelerek ham soruyu oluşturmaktadırlar. İşte mesele, bu yüksek değerli soruları sorabilmektir.

    Yüksek değerli sorular nasıl üretilebilir?

    Her sorun kendi değerler sistemi içinde geçerlidir. Buluğ çağına giren bir erkek çocuğun avcılıkta yeterli becerileri kazanamamış olması, vahşi yaşam içindeki kabile topluluklarının değerler sistemlerine göre bir sorun iken, modern yaşamın değerler sisteminde bunun tam aksi -hayvanları beceriyle avlayabilen bir çocuk- bir (sorun) sayılır.

    Değerler sistemi, (sorun)ların tanımlandığı bir koordinat sistemi gibidir.

    Değerler sistemi, adından da anlaşılabileceği üzere çok sayıda değerden oluşmaktadır. Bunların içinde bazıları çağdaş değer normlarıyla uyuşum içindeyken kimileri de aykırı olabilmektedir. Yozlaşmış birçok değer yargısının değerler sistemi içinde pekalâ yer bulabildiğine sıkça şahit oluruz. (Bu yazının amaçları açısından ve bu yazıyla sınırlı olmak kaydıyla, “çağdaş değer normları” deyimiyle, insanlık ailesinin geçmişten bu yana, bilim, ahlâk ve sanat alanlarında üretip, zamanın aşındırıcılığına dayanabilmiş ve de değişen koşullarda geçerliğini sürdürebilmiş “değerler” kastedilmektedir. “Bu çağa ait” anlamına gelen kavrama ise, bir başka sözcük -örneğin çağcıl- karşılık olarak kullanılabilir.)

    Söz konusu yozlaşma, toplum yaşamını oluşturan şu 3 boyutta da olabilir: Bilim, ahlâk ve sanat. (Burada bilim en genel anlamıyla kullanılmakta olup, yalnızca bilimsel disiplinin tanımladığı alanı değil, akıl ve sezginin birlikte yer aldığı tüm süreçleri de -keşifler, icatlar, mühendislik, felsefe gibi- kapsamaktadır.

    Ahlâk ile, dinleri de içine alan tüm öğretilere konu olan çerçeve kastedilmektedir.

    Benzer şekilde sanat ile de belirli sanat dalları değil, en genel çerçevesiyle estetik kastediliyor.)

    Bilim boyutunu oluşturan değer yargıları (doğru) ve (yanlış)lar arasında yer alırken, ahlâk boyutundaki değerler (iyi) ve (kötü)ler arasında, sanat boyutundakiler ise (güzel) ve (çirkin) uçları arasında değerlendirilmektedir.

    İşte, yüksek değerli (soru)lar, bir (sorun)un, içinde yer aldığı değerler sisteminin bu 3 boyutunun olumsuz uçlarındaki (yanlış), (kötü) ve (çirkin) değerlerinin keşfedilip, bunların değiştirilmesine yönelik (soru)lar sorarak üretilebilir. Bu, bir anlamda matematikteki koordinat sistemi değiştirme işlemine benzetilebilir.

    Sorunlar, yoz değer uçlarında oluşur..

    O halde, doğru soru üretimine geçmeden önce, söz konusu (sorun)u çevreleyen değerler sistemini ve özellikle de bu sistemin (yanlış), (kötü) ve (çirkin) uçlarında yer almış olabilecek -soruna ilişkin- değer yargılarını incelemek gerekir.

    Çünkü, sorunların önemli bir bölümü -hepsi dememek için- bu uçlardaki değer yargıları nedeniyle oluşmakta, fakat toplumda ya genel kabul görmekte oluşu ya da paradigmaların körelticiliği nedeniyle üzerlerinde durulmamaktadır.

    Sanayide, politikada, toplum yaşamının çeşitli alanlarında sorun saptama ve çözme işiyle uğraşanların ilk bakmaları gereken yer işte bu “uç”lardır.

    Bir örnek..

    Tarım sektörü nasıl yeniden yapılandırılabilir?” formundaki bir ham soru -ki buna karşılık gelebilecek onlarca sorun üzerinde sürekli tartışılmaktadır- için yüksek değerli (soru)lan neler olabilir?

    (Bilim), (ahlâk) ve (sanat) boyutlarından ilk ikisinin daha yüksek ilgisi nedeniyle, (yanlış) ve (kötü) uçlarında yer alan değer yargıları düşünüldüğünde şunlar görülebilir:

    (Yanlış) uca yakın kimi değer yargıları

    • Devlet “önder”, diğer paydaşlar ise “tabi”dir.
    • Sektörün yeniden yapılanması, onu oluşturan kurumların yeniden yapılanmaları demektir.
    • Örgütlenme hiyerarşik olmalıdır.

    (Kötü) uca yakın kimi değer yargıları

    • Etik kurallar, kurumsal örgülerin düzgün işlemesi için kullanılabilecek etkili bir araç değildir. Bunu ancak emredici yasalar yapabilir.

    Yüksek değerli sorular bu değer yargılarından üretilebilir mi?

    Tarım sektörünün yeniden yapılandırılmasıyla ilgili söz konusu ham soru ile ilgili (yanlış) ve (kötü) değer yargılarının yukarıdaki örnekleri kullanılarak bazı sorular üretilebilir. Örneğin:

    Soru 1 : Tarım sektörünün yeniden yapılanması (YY), sektör paydaşlarının teker teker yeniden YY’ndan mı ibarettir? Paydaşların aralarındaki 2’li, 3’lü, çoklu ilişkiler, en az paydaşlar kadar önemli değil midir? YY’da bu ilişkiler de dikkate alınmalı mı? Bu denli karmaşık ve çok sayıda ilişki nasıl bir yöntemle dikkate alınabilir?

    Soru 2 : Hiyerarşik örgütlenme türü dışında başka yollar da var mıdır, olabilir mi, nasıl?

    Soru 3 : Birlikte yaşama kuralları içinde etik ve yasa’ların payları nedir, ne olmalıdır? Başka kural türleri de var mıdır? Bunlar, paydaşların birlikteki yaşamlarını düzenlemekte kullanılabilir mi, nasıl?

    Bu soruların her biri yüksek değerli sayılabilir. Çünkü, söz konusu (sorun)un anlaşılmasına -ve dolayısıyla da çözülmesine- yüksek derecede katkıda bulunabilirler. Şöyle ki:

    Soru 1 yoluyla: Çok paydaşlı sektörlerin YY, gerek paydaşların YY ve gerekse aralarındaki çeşitli ilişkilerin YY demektir. Bunların tümünü birden göz önüne alabilecek bir yöntem Paydaşlar Matriksi denilebilecek ve satır ve sütunlarında paydaşların yer aldığı bir tablodur.

    Her satır ve sütunun kesiştiği hücrede, o satır ile sütundaki paydaşlar arasındaki ilişkileri tanımlayabilecek bilgiler yer alır.

    Satır ve sütun aynı paydaşa aitse, o hücrede, o paydaşın iç yapısını tanımlayabilecek bilgiler bulunur.

    Buna göre, birisi YY öncesi, diğeri ise YY sonrasına ait olmak üzere 2 adet YY matriksi oluşturulur. YY, paydaşların iç yapılarının ve aralarındaki ilişkilerinin yeni durumlarının belirlenip uygulanması olarak anlaşılmalıdır. Bu durumda YY net bir anlam kazanmakta ve (sorun)un çözülmesine yardımcı olmaktadır.

    Soru 2 yoluyla : Ağ tipi örgütlenme, çok paydaşlı yapılar için kullanılabilecek etkili bir örgütlenme modelidir.

    Soru 3 yoluyla: Toplum ilişkileri, çeşitli kurumların birlikte yaşamalarını düzenleyecek kurallar yoluyla sağlıklı yürüyebilir. Bu kurallar, kesin sınırlı kurallar (yasalar ve ona dayalı mevzuat) ile, bulanık sınırlı (fuzzy) kurallardan (gelenekler, dini kurallar, etik kurallar gibi) oluşur.

    Bu kurallar bütünü içinde her bir kural diliminin ağırlığı dengeli olmalı, hiçbiri diğerinin üzerinde tahripkâr bir etki yapmamalıdır. Etik kurallar, çok paydaşlı bir sistemde kesin mantık kurallarına bağlanamayacak birçok ilişkiyi düzenlemekte yararlı kurallar olarak kullanılmalıdır.

    Peki, uçlara yakın bu değer yargıları nasıl belirlenecek?

    Yukarıdaki örnekten görüldüğü gibi, değerler sistemini oluşturan boyutların olumsuz uçlarına yakın değer yargıları verimli birer (soru) üretecidirler. Peki ama, bir dizi değer yargısı içinde hangilerinin üretken -yani olumsuz uçlara yakın- oldukları nasıl anlaşılacaktır? Eğer bir yöntem kullanılmaz ise bu güç olabilir.

    Bir yöntem önerisi..

    (Sorun)un, içinde tanımlandığı bilim-ahlâk-sanat boyutları içindeki değer yargılarının hangilerinin yanlış, kötü ve çirkin olduklarına bakılmaksızın, önemli değer yargıları öncelikle saptanmalıdır. Buna değer dökümleme (value audit) denilebilir. (Bkz. https://tinaztitiz.com/3247/deger-dokumleme/)

    Bu dökümleme bir ortak akıl çalışmasıyla yapılabilir. Bir beyin fırtınasında üretilebilecek çok sayıda değer önerisi, onu takibedecek süzme oturum(lar)ı yoluyla daha az sayıda önemli değere indirilir. Bunlar içinden hangilerinin olumsuz uçlara (yanlış, kötü, çirkin) ait olduğu, yine benzer bir yöntemle belirlenebilir.

    Sonuç

    Görüldüğü gibi doğru soruların sorulması oldukça meşakkatli bir süreçtir, ama varılabilecek sonuçların işe yararlılığı açısından da değerli bir yöntemdir.  Peki, sorunları çözebilmek için doğru sorular sormanın alternatifi yok mudur? Kuşkusuz vardır. Tarih boyunca öyle insanlar görülmüştür ki en karmaşık sorunları dahi zihninde -nasıl olduğu bile anlaşılamayan yollarla- işlemlere tabi tutmuş ve devrim yaratıcı değerde çözümler üretmiştir. Bilim tarihi bu gibi kişiliklere şahittir.

    Bu gibi kişiler nadir olacağına göre, toplumun gündelik sorunlarını çözebilmek için sıradan sayılabilecek çoğunluğun kullanabileceği ve yine de doğru sonuçlara götürebilecek olan yöntemlere ihtiyaç vardır. Doğru soruların sorulması bu yöntemlerin başlıcasıdır denilebilir.

    Unutulmaması gereken bir nokta da, sorunların çoğunun, doğru sorulmamış -bilindiği varsayıldığı için- sorulara verilen yanıtların yol açtığı sorunlardır. Yanlış, kötü ve çirkin uçlardaki değerlere dayalı çözümler, sorulmamış sorular yoluyla üretilmişlerdir. Pazartesi, 05 Ağustos 2002

  • Kural kirliliği..

    Mevzuat nehrinde kuralsızlıktan boğulmak..

    Neye dayanırsa dayansın kurallar daima şu temel varlık nedeninin ürünleridir: Birşeylerin birlikte yaşama zorunluğu!

    Şirketlerin toplumlarla birlikte yaşayabilmeleri için ticaret kanunları, eşlerin birlikte yaşayabilmeleri için medeni kanunlar, insanların hayvanlarla birlikte yaşayabilmeleri için hayvanları koruma yasaları ilh. sadece birkaç örnektir.

    Ama bu yasaların hiçbiri tek başına amacını gerçekleştiremez. Yasalarla konulan kuralların en zayıf yanı “belirsizlik altında işe yaramayışları”dır.

    Yasal kurallar “kesintili mantık” (discrete logic) uyarınca işlerler. Bir kuralın yasa ile düzenlenebilmesi için, kuralın konusunun sınırları, o sınırlar içindeki durumlar, o durumlar karşısında ne(ler) yapılacağının sınırları belirli olmalı, onların herkes tarafından aynı şekilde ayırdedilebilmesine imkân tanıyacak şekilde nirengi noktaları bulunmalıdır. İşte bu nirengiler, sürekliliğin kesintiye uğradığı noktalardır ve bu tür kurallar bu yüzden kesintili mantık uyarınca işleyebilirler.

    Halbuki toplum yaşamı “bulanık [1] mantık” (fuzzy logic) uyarınca işler. Bu mantık sisteminde –saçaklı mantık da deniliyor- siyah ile beyazın arasında sonsuz sayıda gri ton vardır, kesinti yaratabilecek bir sıçrama yoktur.

    Yasal kurallara göre yalnızca doğru ve yanlışlar varken, bulanık mantığa göre bunlar arasında “belki doğru”, “biraz doğru” gibi bulanık doğru ve yanlışlar da vardır.

    Herhangi bir alandaki birlikte yaşam için, kesintili ve bulanık mantık esaslı kurallar birlikte tanımlanmış ve de böylece kabul görüp uygulanır olmalıdırlar.

    Birlikte yaşama kurallarının yaklaşık dağılımı

    Alan

    Yaklaşık payı

    Gelenek kuralları

    %30

    Yasal kurallar

    %10

    Zorunluktan doğan kurallar

    %5

    Etik kurallar

    %15

    Dini kurallar

    %20

    Herşeye karşın kontrol dışında kalan alan

    %20

    Yukarıda, kesintili ve bulanık mantık kurallarının birlikte kullanımlarına ve ayrıca da bunların toplam içindeki ideal sembolik ağırlıklarına işaret edilmektedir. Her ne kadar her bir dilimin içinde hem kesintili (discrete) ve hem de bulanık  (fuzzy) mantık kuralları varsa da, yasal kuralların ağırlıklı olarak kesintili, diğer hepsinin ise ağırlıklı olarak bulanık mantık esaslı olduğuna dikkat edilmelidir.

    Beğenelim ya da beğenmeyelim, toplumu birlikte yaşatan kuralların büyük çoğunluğu bulanık mantık esaslıdır. Çünkü olayların da çoğunluğu bu tür mantık uyarınca oluşmaktadır.

    Sayılar kadar, onlarla ilgili mantık işlemlerinde de tarihte ilginç gelişmeler olmuştur. Geleneksel kesintili mantık sistemine göre –ki daima iki durumdan birisi geçerli olmak zorundadır- daha karmaşık yedili bir mantık sistemini eski Hindistanda Jain’ler kullanmıştır. Şöyle;

    1. Olabilir 
    2. Olmayabilir
    3. Olabilir, fakat değildir
    4. Belirsiz olabilir
    5. Olabilir fakat belirsizdir
    6. Olmayabilir fakat belirsizdir
    7. Olabilir ve olmayabilir ve aynı zamanda belirsizdir..

    Bulanık mantık sisteminin sonsuz sürekliliğine göre yine de kesintili sayılabilecek bu yedili mantık sisteminin dahi gerçek yaşam durumlarını ne denli daha iyi temsil edebildiğine dikkat edilmelidir.

    Modern –denilen- yaşamın temposu içinde birbirini dinlemeye vakti ve tahammülü bulunmayan, ayrıca da zihni doğmalarla doldurulup gerçeklerin tek ve mutlak olduğuna koşullandırılmış insanın, bırakalım yedili mantığı, ikili kesintili mantığı bile uygulayabilme sabrını göstermesine şaşmak gerekir.

    Bir tuzak: Kesintili mantık kuralı ile düzenleme spirali!

    Birlikte yaşamın söz konusu olduğu yerlerde kural koyanlar açısından en kolay kurallar kesintili mantık esaslı olanlardır.

    Kesintili mantığın –görünüşteki- kolay çözüm üretme özelliği, kural koyucuların fazla düşünmeden kural üretmelerine yol açar. Her nerede bir sorun görünüyorsa, o görüntüyü yok edecek keskin bir kural konularak “iş bitirilmiş” olur.

    Birbirini anlamanın yerini almış olan ben merkezlilik, her türlü belirsizliği “ben” hesabına yontmak isteyeceği için, bu tür kesin tanımlamalar hemen herkesçe de benimsenir.

    Fakat trajedi hemen başlar. Kesin tanımlamalardaki sınırlar niçin oradan geçmektedir? Farklılıklar var olduğuna göre onları dikkate almayan keskinliklerin yol açacağı haksızlıklar nasıl giderilecektir? Ve bunlar gibi onlarca itiraz –ki çoğu da yerindedir- üremeye başlar.

    Bu itirazlar toplumsal baskılar oluşturmaya başlayınca kesintili mantık yandaşı yöneticiler çareyi yine kesintili mantık sisteminin kesin sınırlı kurallarında bulur ve ek kurallar koyarlar. Konulan ek kurallar yakınmaların bir bölümünü giderir. Bir bölüm haksızlık ise aynen kaldığı gibi, evvelce bulunmayan yeni haksızlıklar da ortaya çıkar.

    Bu sürecin kritik elemanı, kimin sesinin çok çıktığıdır. Hangi baskı grubu haksız olduğunu daha yüksek perdeden dile getirebilirse kural koyucu o kesim için ek kural üretir. Her ek kural, sesi az çıkan gruptan alınıp diğerine verilen bir pasta dilimi gibidir.

    Toplum, bu süreci keşfetmiş ve olabildiğince atomize olarak kendisine ek kurallar üretilmesini talebetmeye ve bunun için de baskı grubu olarak sesini duyurmaya çalışmaktadır.

    Graicunas formülü [2] burada da geçerli!

    Her ek kural, daha evvel konulmuş olan kurallarla çelişmemek zorundadır. Ama belirli bir karmaşıklık düzeyinden sonra da bu pek mümkün değldir. Yönetim biliminde kullanılan “kontrol sahası prensibi”, kurallar için de geçerlidir. Her konulacak kural ile daha evvel konulmuş kurallar arasındaki olası ilişkilerin sayısı, Grainucas’ın ünlü formülüne göre hesaplanabilir. Örneğin, birbiriyle ilişkide olacak kuralların toplam sayısı 100 civarında olsa, bu kurallar arasındaki olası ilişkilerin sayısı 6.1031 mertebesinde olacaktır. Bu nedenle de kurallar yığını bir süre sonra içinden çıkılmaz hale gelir. İşte bu, “kural kirlenmesi” denilen olgudur.

    İnsanlarımızın çoğu, kendilerini rahatsız eden iklim keskinleştikçe daha çok kesintili mantık kuralı arzu eder hale geliyor. Her eğrilik için bir yasa çıkarılması –ki öyle bir durum gerçek bir felâket olurdu- mümkün olabilse, ülke nüfusunun %90’ının bu kuralları yorumlayan, uygulayan, denetleyen, yargılayan ve benzeri işlerle uğraşması gerekirdi.

    Türkiye, kural kirlenmesi sürecinin çıkmazına sürüklenmiştir. Kamu, özel ya da gönüllü hangi kuruluşa giderseniz gidiniz, kesintili mantığın sonsuz spirali içine birdenbire girersiniz.

    Bir gönüllü kuruluşun toplantısına katılanlara, daha kapının girişinde, “toplantıya katıldığımı imzamla teyit ederim” anlamında bir form imzalatılır. Bu acayipliğin bir adım sonrası, imzanın sahte olup olmadığının noterden onaylatılması, noterin sahte olup olmadığının da bir başka organca teyididir.

    Vergisini yatırmak için vergi dairesine giden vatandaşın o masadan bu masaya koşturulması, devlet veya üniversite hastanelerinin bahçelerinde hastaların bekletilmesi, yaralı olarak acil servise getirilen hastanın sigorta kâğıdının sorgulanması ve benzeri olaylar yeni yasa, tüzük, yönetmeliklerle çözülemez.

    Bunların altında yasalar değil, her şeyin, kesintili mantığın keskin hükümleriyle halledilebileceği yanlış inancı yatmaktadır.

    Trafikteki ölümlü kazaların neredeyse tamamını önleyebilecek 3-5 adet bulanık mantık kuralına uymaya yine bu mantık uyarınca “söz” verenlerin aralarında oluşturacakları bir ağ yine bir bulanık mantık ürünü olacaktır. Yasalarla bir türlü önlenemeyen, ancak istatistiklerle oynanarak –kazadan sonra hastanede ölenler hariç tutularak- azaltılmış gibi görünen ölümlü kazalar ancak bu türlü önlenebilir.

    Yasalar ya da gece yarısı evden alınıp götürmelerin yarattığı terör ile önlenmeye çalışılan rüşvet, keskin hükümlü yeni yasalarla değil, “rüşvet vermeme” riskini üstlenebilen gerçek girişimcilerin oluşturacağı ağın, yine bulanık mantık uyarınca vereceği “söz”ler yoluyla önlenebilir.

    Bu örneklerin sayısı artırılabilir. Ama anlaşılması gereken, ister etik, ister gelenek isterse dini kural kılığında olsun bulanık mantık kurallarının olağanüstü etkisidir.

    Kesinliğin çıkmazına saplanmış, her kesin kuralın işlemeyeceği sınırları keşfedip o bölgeleri istismar etmekte uzmanlaşmış bir toplumun etik başta olmak üzere bulanık mantığın süreklilik gerçekliğine dönmesi zordur, ama bir başka yol da yok gibidir.

    14 Temmuz 2002



    [1] “Bulanık” yerine “gevşek” sözcüğünün kullanılması da mümkün ve muhtemelen daha da iyi olabilir. Fuzzy sözcüğü, düşük Almanca (Low German)  fussig (gevşek, elyaflı, süngersi) sözcüğünden gelmektedir. (Origins, Eric Partridge, Greenwich House, 1983)

    [2]  V.A. Graicunas, bir Fransız yönetim danışmanı olup 1933 yılında ortaya attığı bir formülle “Yönetimde Kontrol Sahası Prensibi” (span of control) adı verilen bir yaklaşımı tanımlamıştır. Buna göre, bir üstün yönetebileceği azami ast sayısı, bu durumda ortaya çıkması olası ilişkilerin azami sayısı tarafından belirlenir. Bu ilişki sayısı ise n.(2n-1 +n-1) formülü ile hesaplanır. Buna göre 7 astın yönetimi halinde ilişki sayısı 490; 8 ast halinde 1080, 9 ast halinde ise 2376dır. Bu nedenle özellikle ordularda bir 1:7 civarında bir üst-ast oranı genel kabul görmüştür. (Bkz. http://en.wikipedia.org/wiki/Span_of_control)

  • Ücret kargaşası nasıl önlenebilir?

    Şikayetleri gruplayalım..

    Ücret şikayetlerini, özellikle de kamu kesimindekileri birkaç grupta toplamak mümkündür:

    1. Yaşamak istediği hayat standartı için geliri yeterli olmayanların şikayetleri (hemen herkes),
    2. Kendini mukayese ettiği kişiler / kesimler dolayısıyla gelirinden şikayet edenler -ki bunlar da ikiye ayrılır-:

    (a) Ücretini hak etmemekle birlikte, başka hak etmeyenlerin de varlığına dayanarak şikayet edenler

    (b) Ücretinin karşılığından fazlasını verdiği, objektif ölçülere göre sabit olup da şikayet edenler

    Bu üç grup içinde ilk ikisinin şikayetlerini karşılamak oldukça kolaydır. Toplum olarak zenginleştikçe, düşlediğimiz yaşam düzeyine yaklaşacağımız tabiidir.

    Bu ise, daha çok ürettikçe olabilecek bir iştir. Daha çok üretebilmenin koşulları da bellidir. Bu koşulların bağırmakla gerçekleşmesi imkansızdır.

    Dolayısıyla bu bağlamda sızıldanmanın fazla bir anlamı yoktur.

    İkinci grup için ise bu kadar dahi bir açıklamaya ihtiyaç yoktur. Yalnızca, “kötü örnek örnek alınamaz” demek yeterlidir.

    Böylece şikayetlerin %66.6’sını karşılamış olmakta, geriye sadece %33.3’lük gibi bir azınlığın (!) şikayetleri kalmaktadır. Ancak ne var ki bu azınlık, sesine çok kulak verilmesi gereken bir azınlık olup genellikle sesi pek çıkmayan, kamu kesiminin ürettiği her ne yararlı iş varsa onları üreten bir azınlıktır.

    Bir azınlığın ücret sorunu gibi görünen sorun aslında, Türkiye’mizin birçok farklı görünümlü sorununun kıyafet değiştirmiş bir bileşkesidir.

    Ürettiğinin karşılığını almak..

    Ürettiğinin -toplumun zenginlik sınırları içinde- karşılığını alamamak” şeklinde formüle edilebilecek bu sorunun çözülebilmesi için,  soruna nelerin yol açtığına bakılmalıdır. Aksi halde sorun, “filan genel müdürün haksevmezliği” veya “baba’nın çalışanlara sahip çıkmayışı” gibi gerçekle ilişiği bulunmayan biçimlere bürünebilir ve bürünmüştür bile.

    Bu nedenlerin hangisinin öbüründen daha önemli olduğu konusu biraz karışıktır. Dolayısıyla, bu sebepleri -hiç olmazsa başlangıçta- eşit önemde saymak daha doğrudur. Kanımızca, yukarıdaki şekilde formüle edilen soruna ait gerçekler şunlardır:

    (a) Ücret tanımındaki karışıklık

    Üzerinde bu denli yoğun şikayet bulunan “ücret”in tanımı konusunda, ülkemizde inanılması güç bir karışıklık vardır.

    Bir kısım vatandaşımız ücretin, devletin kendilerine ödemesi gereken ve yaptıkları ya da yapmadıkları işlerle ilgisi olmayan zorunlu bir ödeme olduğuna inanmaktadırlar.

    Bir diğer kısım ise ücreti, yaptıkları iş karşılığında kendilerine ödenen TL cinsinden bir bedel olduğunu, bunun dışındaki ödentilerin (adına yanlış olarak sosyal hak denilmektedir) ise ücret sayılamayacağını düşünmektedirler.

    Bir başka grup insanımız ise ücretin, örgütlerinin gücü ile orantılı olarak alınabilecek bir karşılık olduğunu savunurken, çok ufak bir azınlık da ücretin, işgücü piyasasına arz ettikleri akli ve/ya bedeni emeğin, arz-talep dengesi içindeki karşılığı olduğunun bilincindedir.

    Ancak her ne olursa olsun ücretin tanımı konusunda sağlıklı bir fikir birlikteliği yoktur. İnanmayanlar, rastgele 10 kişiye ücretin tanımını sorup, alacakları cevaplardan şaşkalabilirler.

    (b)Ücret verenler için de karışık tanım

    (a) şıkkında belirtilen kavram kargaşası yalnız ücret alanlar için değil, ücret verenler için de geçerlidir.

    Buna inanmayanlar da 1475 sayılı iş yasasındaki “ücret” tanımına bakabilirler.

    (c)Ücret düzeyi ve ücret yapısı

    Ücret sorunları ile ilgilenenlerin ne kadarının “ücret düzeyi” ve “ücret yapısı” kavramları gibi iki anahtar kavram hakkında doğru bilgi sahibi olduğu da şüphe götürür.

    Bu da ikinci bir eksiklik olup inanmayanlar bunu da test edebilirler*.

    (d) Gelir yetmezliği:  Kök sorun

    Şikayetlerin büyük bir bölümü, adına “Gelir Yetmezliği” denilebilecek olan ve enflasyondan tüketim ahlakı yetmezliğine, beceri yetersizliğinden hızlı nüfus artışına kadar yayılan geniş bir sorunlar yelpazesinden kaynaklanmaktadır.

    Ortalama gelir düzeyi düşük, harcama konusundaki motivasyon yüksek oldukça bu sıkıntılar azalmayacak, aksine artacaktır.

    (e)Enflasyon= Kemirgen

    Enflasyon, ücretleri kemiren -ve büyük parçalar koparan- bir etkendir.

    Enflasyon, toplumun az üretip, ondan daha çok tüketmesinden kaynaklanmaktadır.

    Hal böyle iken, birçok sektörde “en az enflasyon oranında zam yapmak”, genel kabul gören bir uygulama haline gelmiştir.

    Bu ise, bazı kesimlerin enflasyondan korunurken (kısmen, tamamen ya da fazlasıyla), bazı kesimlerin ise bu yükü olduğundan daha ağır olarak taşımalarına yol açmaktadır.

    Enflasyonun kendisi haksızlıktır. Ama bu haksızlığın haksız biçimde dağılımı, haksızlığı ortadan kaldırmamakta aksine daha da büyütmektedir.

    (f)Kalabalık kamu kadroları

    Kamu kadrolarının gereğinden fazla kalabalık olması, bu kesimde çalışanların ücretlerini düşüren en önemli etkendir.

    Kalabalık kamu kadrolarının başlıca sebepleri ise, adına İş Yaratma teknolojisi denilebilecek metodların uygulanması için çalışmak yerine, işsizliğe karşı kolay bir önlem (!) olarak kamuya ek personel almak ve ikinci olarak da özel girişimcilerin yapmaları gereken işleri (ayakkabı, bez, tuz ve süt üretiminden temizlik ve taşıma hizmetlerine kadar) kamunun yapmaya “kalkışması” dır.

    “Doğru sistem kuramamak” gibi başka nedenler varsa da ilk iki sebep zaten yeterlidir.

    (g)Yoz siyaset anlayışı

    Mevcut siyaset anlayışımız ve buna dayalı örgütlenme (ki hepsine birden yanlış siyaset anlayışı denilebilir), ücretlerin, teknik bir hesaplama işi olmaktan çıkıp, “birilerinin birilerine haksız çıkar sağlama yarışı” na dönüşmesine yol açmıştır.

    Örneğin sözleşmeli personel uygulamasının dejenere edilerek, kollanmak istenilen personele bol keseden dağıtılması, işini dürüstçe yapan insanların dolaylı olarak cezalandırılmasına yol açmıştır.

    (h)Müktesep hak

    Her ne şekilde olursa olsun bir defa alınan ücretin derhal müktesep hak haline gelmesi, sorunu içinden çıkılamaz hale getirmiştir.

    (i) Gereksiz korumacılık

    Belirli sektörlerdeki gereksiz korumacılık, o sektörlerdeki ücretlerin olması gerekenin üstüne çıkmasına ve onun da başka sektörler için “belirleyici” olmasına yol açmıştır.

    (j) Zam için manivela

    Belirli sektörler, işçi ücretlerini bir manivela olarak kullanmakta ve ürettikleri malların fiyatlarına bu yolla aşırı zam yapmaktadırlar.

    Ürün maliyeti içindeki işçilik payı örneğin %10 olan bir malı üreten özel sektör kuruluşu, işçisine toplu sözleşmede %150 zam yapmakta, ondan sonra da bunu bahane ederek ürün fiyatına yüksek oranda zam yapabilmektedir.

    Piyasa ücret yapısını bozan bu uygulama son derece yaygındır.

    (k) Yapıyı bozan ekler

    Tazminat, ek ödeme, yan ödeme vs gibi adlar altında ödenen ve güya belirli bir kesimin diğerlerine göre mağduriyetini önleyeceği sanılan acayiplikler tek sonuç vermektedir: Genel ücret yapısının daha da bozulması!

    (l)”e şit işe eşit ücret” nedir ne değildir?

    Hemen herkesin ağzında (özellikle de en çok çiğneyenlerin ağzında) slogan olmuş “eşit işe eşit ücret” in ne demek olduğunda büyük bir kavram kargaşası vardır.

    Bir kesim (çoğunluk), “eşit iş” derken, gerçekten birbirinin aynı olan işleri anlarken, çok küçük bir azınlık ise “iş değerlemesi yöntemi uygulanarak bulunan ağırlık puanlarının eşit olduğu işler” i anlayabilmektedir.

    (m) Söke söke almak!?

    “Söke söke alırız” inancı, ücret yapısı deformasyonunun önemli bir nedenidir.

    Toplu pazarlıklarda ücret zammını gerçekten “söke söke” alanların cebinden, enflasyonun “usulca” geriye aldığı zamlar, daha az “sökme” (her ne demekse) gücüne gücüne sahip olanları mağdur etmektedir.

    Toplu pazarlığın bir ilkesi serbest pazarlık ise, onun ayrılmaz ikizi de serbest rekabet olmalıdır. Çoğu tekel durumunda olan kamu kuruluşlarının ürettikleri mal ve hizmetlerdeki tekelcilik, bu “sökme” işini, tek taraflı bir eylem haline getirmektedir.

    Bu genel gerçeklerin dışında, “genel ücret yapısı” ndaki sorunlar şu özel nedenlerden de beslenmektedir:

    (n) İlke eksikleri

    657 sayılı Devlet Personel Yasası, toplumumuzun uygulayamadığı bazı ilkelerinden dolayı, kamu personeli ücretlerini bir haksızlıklar manzumesine dönüştürmüştür.

    Adına, “Başarı Değerlemesi” (Merit Rating) denilen ve ölçülmesi güç işlere (çoğu kamu hizmetleri böyledir) uygulanan metodun, kamu yöneticilerinin çoğunluğunca bilinmeyişi veya uygulanmayışı ya da uygulanamayışı ve bunun yerine bambaşka ölçülerin kullanılması, kamu personeli ücret yapısını önemli ölçüde bozan etkenlerden birisidir.

    (o) Kurtuluş ünvanda görülünce..

    657 sayılı yasanın öngördüğü ücret modelinde ücretin, ancak “yüksek ünvan” ile mümkün olabilmesi, zorlamayla birçok anlamsız ünvanın ve dolayısıyla da ücret bileşeninin doğmasına neden olmuştur.

    (p) Beceri kazandırma sistemi

    Kamu personelinin yapmakla yükümlü oldukları işlere uygun nitelikler edinmelerini sağlayabilecek bir “Beceri Kazandırma Sistemi”nin yokluğu, ücretlerin nitelik ve liyakata değil, amirine yaranma, iktidar partilerine yakın olma (veya görünme) gibi unsurlarca etkilenmesine ve sonuçta da ücret yapısının bozulmasına yol açmıştır.

    (q) Sözleşmeli statü

    Başlangıçta, ancak çok az sayıdaki üst düzey görevlisine “teminindeki güçlük” ücretini verebilmek amacıyla çıkarılan sözleşmeli personel uygulamasının kısa sürede dejenere edilip yaygınlaştırılması, müdüründen çok maaş alan sekreter ve şoförleri yaratmıştır.

    (r) Sendikalı ve sendikasız yanyana..

    Aynı kuruluş içinde, benzer görevleri yapan kişilerin bir bölümünün sendikalı bir bölümünün sendikasız oluşu önemli bir çelişkidir.

    Tanım itibariyle serbest pazarlık, serbest rekabete açık işler için uygulanabilir. Rekabeti olmayan işlerde (örneğin köy hizmetleri, sağlık hizmetleri ya da belediyelerin temizlik işlerinde), bir kısım personelin serbest pazarlık imkanına sahip olmasının, sonuçta farklı ücret alan “eşit işler(!)” yaratması kaçınılmazdır.

    Bunun sebebi de bu tür hizmetlerin, “hizmet satınalma” yoluyla değil “kamu görevlisi” eliyle yapılmasıdır.

    Bu tablonun çıkış yolu var mıdır?

    Tabii ki vardır: Bunlardan en kolayı, tüm kamu görevlilerinin ücretlerini mesela 20 milyon TL’den başlatmaktır. Böyle bir çözüm aslında işsizlik meselesine de büyük katkıda bulunacaktır. Her kamu görevlisi asgari bir kişi tutup işini (yapılacak bir iş varsa) ona yaptıracak, kendisi de bilgi ve becerisini kullanabileceği daha yararlı hizmetler üretecektir.

    Böyle bir çözümün uygulandığı ilk pazartesi günü işe gelen olursa bu çözüm pekala yürütülebilir.

    Ancak bu çözümün uygulanmasında bazı pratik güçlükler vardır. Örneğin T.C. bütçesinin 900 trilyon kadar olması gereği filan gibi!

    Başka çözüm var mıdır?

    Pek hoş görünmese ve kısa sürede şikayetleri dindiremese de çözüm, yukarıda başlıcaları sayılan yanlışları ortadan kaldıracak bir “paket”in uygulanmasıdır.

    Yapılmaması gereken ise birçok şey olabilir. Ama bunlar içinde bir tanesinden özenle kaçınmak gerekir: O da sistemin orasına burasına yama yapmaktır. Yani, en fazla bağıran kesime yeni bir ad altında (tazminat vs gibi) bir ödeme yapmak, daha sonra en fazla bağıran kesime aynı hakkı tanımak ve bu yolla vakit geçirip, sorunu daha da büyüterek ileriye taşımak!

    Tabii bir başka (ve belki de en etkili) çözüm de, işlerin güçlüğü ile ücretlerini tam ters orantılı hale getirmeye devam etmek ve sonuçta herkesin birer trilyonluk maaşlarıyla ekmek alamayacak hale gelmesini görmek ve ancak ondan sonra yukarıdaki “paket” çözümü uygulamaya mecbur kalmaktır.

    Yeni bir ücret sistemi..

    Kamu kuruluşlarında uygulanan çeşitli ücret statüleri, çeşitli nedenlerle dejenere olmuş ve bugün, ne çalışanlar ne çalıştıranlar ne de hizmet alanları memnun edemeyen, memnun etmek bir yana her kesimi ayrı ayrı çileden çıkaran bir duruma gelmiş dayanmıştır.

    Artık “iyi bir ücret sistemi” ne sahip olmak, “olursa iyi olur ama olmazsa da böyle idare eder” çizgisinin ötesine geçmiştir.

    Ancak, “iyi bir ücret sistemi” ni gerçekleştirmek bir yana tanımlamak dahi pek kolay değildir. “İyi bir ücret sistemi”:

    –       Çalışanlara en yüksek ücreti veren sistem midir?

    –       İşlerin güçlüğünü ücretlere yansıtan sistem midir?

    –       Çalışanların performanslarını dikkate alan sistem midir?

    –       Piyasa ücret yapısına uyan sistem midir?

    –       Arz-talebe göre şekillenen sistem midir?

    –       “Yalnız talep”  e göre belirlenen sistem midir?

    –       “Yalnız arz”  a göre oluşan sistem midir?

    –       Yoksa bunların karmakarışık bir bileşimi midir?

    Halen yürürlükte bulunan kamu çalışanları ücret sistem(ler)i, en çok bu sonuncusuna uymaktadır. İçinde, yukarıdaki parçaların herbirisinden renkler bulunmaktadır.

    Bu ücret yapısı bu hale nasıl gelmiştir? Bu, ayrıca irdelenmesi gereken bir konudur.

    Bu irdeleme yapıldığında varılacak ilk sonuç şudur: Kurulacak yeni sistem, büyük ölçüde eski “bozucu etkiler”  in etkisinde kalmaya devam edecektir.

    Gerek 657 sayılı Devlet Personel Yasası, gerek Sözleşmeli Personel statüsü ve gerekse daha dar ve özel ücret sistemlerinde (istisna akdi vbg) göz atıldığında görülen ortak yan, herbirinin bazı “duyarlık alanları”  içerdiğidir. Bunların başında, “amirin takdiri” gelmektedir.

    Bu “duyarlık alanı”  , bizim insan niteliği dokumuz  ile çok kolay dejenere edilebilecek bir alandır.

    İkinci bir “duyarlık alanı”, “eğitim” olup dejenere edilmesi oldukça güçtür. Bir diğeri “kıdem” dir ve  o da çok güç dejenere edilebilir.

    Dejenere edilmeye çok yatkın bir alan “görevin gereği”dir. Bazı görevlerin kişilere göre tanımlandığı, gereklerinin kişilere göre “ayarlandığı” çok görülmüştür.

    O halde yeni sistem, bu gibi “duyarlık alanları”nı olabildiğince az içermelidir.

    Bu, yeni ücret sisteminin son derece basit bir sistem olacağı anlamına gelir. Bu acıdır ama bir gerçektir.

    Madem ki dejenere edilemeyen birkaç alan vardır, o halde yeni sistem bu birkaç alana dayalı olmalıdır. Bunlar, “kişilerin eğitim düzeyi” ve “kıdemi” dir.

    Kişilerin “eğitim” ve “kıdem”inden başka faktörü dikkate almayan bir ücret sistemi uygulansa acaba nasıl sonuçlar ortaya çıkar? Başlıca ikisi şunlar olabilir:

    (1).       Kamu çalışanları arasındaki eğitim düzeyi dağılımında düşük eğitim düzeyliler ve kıdemi az olanlar çoğunlukta olduğu için büyük çoğunluk, oldukça düşük düzeyde bir ücret alabileceklerdir.

    (2).       “Ünvan”  ile “ücret”  arasında doğrudan bir ilişki kalmayacağı için, yapay ünvan ihdası garabeti oldukça azalacaktır.

    Ayrıca, yüksek ücretin ön şartı durumuna gelmiş olan “ünvan”lara erişmek için siyasi baskı kullanma alışkanlığı zayıflayacaktır. Bu çok önemli bir avantajdır.

    Çalışanları rencide eden, “siyasi yardımla ünvan edinme”  eğilimlerinin zayıflamasının, birçok ahlaki sorunu da ortadan kaldırabileceği beklenmelidir.

    Yeni sistemde alınması gereken bir önlem, bir yanda işsiz insanlar varken herhangi bir kamu görevine kapağı atabilmenin bir piyango çarpma şansı olmaktan çıkarılmasıdır.

    İşsizlik varoldukça “iş”in değeri azalmayıp artacaktır. Ama ilginç olan, “iş”in değil “kamuda iş”in değerli sayılmasıdır. Bunun açık sebebi, kamu işlerinin rahatlığı ve güvencesidir.

    Bir ilke olarak, hangi ücret sistemi getirilirse getirilsin, kamu işleri işsizliğe karşı bir önlem olarak kullanıldığı sürece, çalışanların, çalıştıranların ve hizmet alanların mutlu olmalarına imkan yoktur.

    Vazgeçilmez bir ön koşul: İş yaratmak!

    O halde yeni ücret sisteminin vazgeçilmez önşartlarından birisi, yeni iş yaratma teknolojileri nin kullanılıp, kamu işlerine olan talebin azaltılmasıdır.

    İkinci ön koşul: İki ilkenin benimsenmesi

    Bir diğer ön koşul, kamu işlerinin “rahat iş”  olmaktan çıkarılmasıdır. Bu ise kamu işleri için iki genel ilkenin benimsenmesiyle yapılabilir:

    İlke 1–   Kamunun görevi, işlerin yapılabileceği ortamları hazırlamak ve onları korumaktır. Kamu, özel kişi ve/ya kuruluşların yapabileceği hiç bir iş yapamaz.

    Bu ilkenin benimsenmesiyle, mevcut personel emekli olana kadar, bu ilkeye aykırı düşen işlere yeni eleman alınmayacaktır.

    İlke 2–   Kamu görevleri, ancak yüksek öğrenim görmüş elemanlar eliyle yapılabilir.

    Bu ilke ile de kamu görevlerine karşı mevcut bulunan aşırı talep azalmış olacaktır.

    Bu iki ilke, yeni ücret sistemi dolayısıyla doğacak olan “düşük ücret” sorununu ortadan kaldıracaktır.

    Sonuç olarak; mevcut ücret kargaşasının “yama”larla ortadan kalkması mümkün değildir.

    Bir ücret sistemini çağdaş hale getirebilmek için bulunması gerekli “duyarlık alanları”   ne yazık ki bir süre daha kullanılabilir görünmemektedir.

    21 Eylül 2001