-
Mar 25 2016 İnovasyon teşvikle değil sorgulamakla mümkündür..
(Eğer…. ise / Eğer ….değilse) Yöntemini Kullanarak Geliştirilebilir İnovasyon (yenileşim) Örnekleri (Rev 0 – 25.03.16) Lütfen aşağıdaki tabloyu incemeden önce Eğer … ise konulu ppt sunuma tıklayıp izleyiniz.
TABLO >> egerdegilse_inovasyondur
Toplumumuz inovasyonla yatıp yenileşimle kalkıyor. Devlet teşvik veriyor, inovasyon yapılırsa ne gibi “iyi şeyler” olacağı anlatılıyor.
Yukarıdaki basit örneklerden görüleceği gibi, inovasyon talimat, teşvik ya da rica ile olmuyor. Görüldüğü gibi tek yol, “eğer ….değil ise” alanındaki inovasyon fırsatlarını görebilecek “gözlükleri takmak”.
Bu gözlüğün adı “sorgulama”dır. Çocuklarımız Dünya’ya doğal bir sorgulama becerisiyle gelirler. Gelirler ama biz onları -kendi ideolojilerimiz yönünde- ezberletir ve yaratıcılıklarını öldürürüz.
Gelişmemizi daha çok cahil yetiştirmeye ya da okuduğunu anlamadan Kuran’ı yüzünden okuyacak çocuklar yetiştirmeye bağlamış eğitim sınıfı mensupları ve yaranmaya çalıştıkları siyasi görevliler, tuttuğumuz bu yolla ancak başkalarına muhtaç insanlar yetiştirdiğimizin farkına varıp, inovasyonun teşvikle değil özgür düşünceli her şeyi -ama her şeyi- sorgulayabilen çocuklarımızın beyinlerini iğdiş etmekten vazgeçmekle mümkün olabileceğini idrak etmelidirler.
25 Mart 2016
-
Şub 03 2016 Ekmeğe Ne Kadar Zam Yapılabilir?
Asgari ücrete yapılan %6 civarında zamın, ekmeğe %25 olarak yansıtılması TVlerde izlediğimiz olur mu – olmaz mı tartışmalarını ateşledi.
Denilebilir ki “bu bir aritmetik problemi; ekmeğin maliyetinin içinde ücretin payı belli olduğuna ve o da %6 olduğuna göre, yapılabilecek zam da en çok bu kadar olur. Bunu tartışanlar herhalde bu basit hesabı yapamayanlardır“.
Daha ileri gitmeden kişisel fikrimi söylemeliyim ki, asgari ücret bir kişinin ailesiyle birlikte kimseye muhtaç olmadan yaşamasına izin verecek bir düzeyde olmalıdır. Bu benim insani fikrim.
Ama bu arzum, bu düzeyde bir asgari ücret alan kişilerden oluşan bir toplumda bunun sürdürülebilir olduğu anlamına da gelmez. Yani arzu başka gerçek başka.
Gerçekte, toplumun tümü itibariyle mevcut değer üretme potansiyelimiz bugünkü düzeyde olmak -yani teşvikle inovasyon veya devlet desteği ile ihracat yaptırmak vb- kaydıyla, kritik mal ve hizmetlere (mesela ücretler gibi) yapılacak her zam, fiyatlar genel seviyesine daha yüksek oranda yansır.
Bunun Türkçe meali şudur: Ücretlere yapılabilecek %1’lik bir zam, fiyatlar genel seviyesini %1’den fazla artırır ve böylece, ücretine zam yapıldığı için sevinen kişi, ay sonunu daha zor getirir.
Bunun tersi de doğrudur: Örneğin ücretler %1 azaltılsa, rekabet ortamı sağlanmış ise fiyatlar genel seviyesi %1’den fazla düşer, yani ücreti düşürülen kşi bu işten kazançlı çıkar. Tabii ülkemizde -ve tüm ülkelerde- böylesi bir tam rekabet ortamı bulunmadığı için bu “tersine mekanizma” çalışmaz. Ama her ücret artışı, fiyatları kendinden daha fazla artırır.
Bu konuya değinmemin nedeni eski bir hikayeye dayanıyor: M.Ö. 1993 yılında yapılan bir çalışma var (aynı tarihlerde İngiltere’de de yapılıyor). Ekonomiyi temsil eden 65 kalemlik bir I/O (girdi/ çıktı) tablosuun önemli 10 kalemini içeren bir “sepet” tanımlanıyor. İçinde petrol, elektrik, ortalama işçi ücreti, birim taşıma fiyatı, kira, ekmek, su, arazi, demir-çelik kalemleri var.
TC Merkez Bankası’nın hazırladığı neyin içinde neyin ne kadar payı var tablosu, 65×65’lik bir tablonun 4160 dolu hücresinde örneğin 1 birim ekmeğin maliyeti içinde ne kadar petrol, ne kadar elektrik, ne kadar vd bulunduğunu gösteriyor. Tablo, teknoloji, üretim teknikleri, cari fiyatlar vs değiştikçe de güncellenip yayımlanıyor (mükemmel bir gösterge değil mi?)
Fakat madalyonun bir de öbür yüzü var: Örneğin, 1 birim ekmeğin içinde 0.2 birim işçilik ücreti varsa ve işçi ücretlerine söz gelimi %6 zam yapılırsa, bundan dolayı ekmek maliyetleri de %6×0.2 = %1.2 artacaktır (ne kadar hassas bir hesap değil mi?)
Ama bu defa, 1 birim işçi ücretinin içinde de örneğin 0.03 birim ekmek varsa –ki ekmekle doyan toplumumuzda bu daha da yüksek olabilir– yeni bir denge durumu oluşması için işçi ücretinin bir miktar daha artması gerekecektir. Ardından yeni denge için ekmeğin fiyatının ve tekrar işçi ücretinin ilh.
Böylece, işçiliğe yapılan zam, yeni denge durumuna gelene kadar -her seferinde azalarak- artmaya devam edecektir. Bu tür, çok sayıda mal ve hizmete girdi olan kalemlere (işçilik, enerji gibi) “kritik kalemler” denilebilir.
Ekmek fiyatı tartışması özelinde durum şudur ki, asgari ücrete yapılan %6lık zam ekmeğe %1.2 olarak değil çok daha yüksek olarak yansır. Bunu anlamak için sadece toplama işlemi (çarpma da ardışık toplama olduğu için) yeterlidir. Diferansiyel denklemler vs gibi yüksek matematik gerekmiyor.
1993 yılında yapılan böylesi bir hesaplama daha sonra muhtelif yerlerde yayımlandı (tıklayınız). Daha sonraları hiç bir yerden ses çıkmayınca bir de çağrı yapıldı (tıklayınız).
Şimdi 19 yıl sonra %6lık zamın ekmeğe ne kadar yansıyacağı tartışılıyor. Hepimizin yolu açık olsun.
M.S. 03 Şubat 2016
-
Eki 26 2015 “Ortak Kullanım Trajedisi” ve “Likit Demokrasi”
Önce biraz önbilgi:
Ortak Kullanım Trajedisi (Tragedy of Commons) ilk olarak William Forster Lloyd, daha sonra da Garrett Hardin tarafından, ortak kullanılan kaynakların, kaynağın sahibi olanların tümüne en yüksek çıkarı sağlayacak şekilde değil de, herkesin sadece kendi çıkarını gözetecek şekilde kullanımını ifade etmek amacıyla kullanılmıştır.
(Her ne kadar daha sonraları, ortak varlıkların kullanımları ile ilgili -trajediye yol açmayacak- paylaşım modellerinin mümkün olduğu ortaya konulmuş ise de, önerilen modellerin -henüz- “öneri”den ileri gidemediği, gezegenimizin durumundan görülmektedir)
Kullanımı kurallara bağlanmamış meralardaki aşırı otlatma konusunda, Victoria döneminin bir ekonomisti olan W.F. Lloyd tarafından 1883 yılında yazılan bir yazıda kullanılan bu kavram, 1968 yılında da G.Hardin tarafından yazılan bir makaleyle geniş kesimlerin ilgisini çekmiştir.
Kendi alanında bir klasik sayılabilecek bu makale, küresel ısınma da dahil birçok sorunun kaynağını ortaya koyuyor: Grup (aile, kurum, kesim,, ulus vb.) çıkarı karşısında bireysel çıkar!
Hardin makalesinde, söz konusu sorun’un teknik yollarla çözülemeyeceğini; teknik çözümün, doğal bilimler alanında gerçekleştirilen, insani değerler veya ahlâki düşüncelerde herhangi bir değişikliğe pek az yer veren ya da hiç̧ yer vermeyen bir çözüm olarak tanımlıyor[1].
Kavramın gerek ortaya koyuluşu gerekse yaygınlaşması maddesel kaynaklarla ilgili; otlaklar, ormanlar, atmosfer, denizler, deniz ürünleri gibi.
Ortak kaynakların bireysel çıkarlar uğruna aşırı kullanımı gibi, eksik kullanımları da aynı derecede ciddi bir sorundur. Örneğin, toplumun aydın tavırlı[2] insanlarının ilgi göstermeleri gereken konulardan geri durmaları da yine Ortak Kullanım Trajedisi kavramıyla ilgilidir.Çünkü aydın tavır (ya da örnek tavır) aynen otlaklar, denizler vd. kaynaklar gibi toplumun ortak kaynağıdır, hatta en değerlisidir.
Ortak kaynakların aşırı kullanım yoluyla istismarına nasıl ki doğal bilimlerin “teknik” çözümleriyle engel olunamıyorsa, benzer şekilde eksik kullanımlarının da kurallar vazederek artırılması imkansızdır.
Giderek karmaşıklaşan toplum yaşamının gerektirdiği “aydın tavır” katkısının, dünlere göre çok daha fazla olması gereği kolayca görülebiliyor. Bu bağlamda, plüralist demokratik yaşama öykünen insanımız açısından, giderek de artacak bir katkı söz konusudur.
Daha düz Türkçe ile, dünün az karmaşık ve çoğunlukçu demokrasinin normlarına göre insanlarımız sorumluluklarını yönetimlere ihale edegelmiş; yönetimler de yetmezliklerini anlaşılmaz söz söyleme ustalığı yoluyla muhaliflerine fatura etme yolunu seçmişlerdir.
Bugünün –öykünme de olsa- çoğulcu demokratik yaşamın daha karmaşık ilişkileri içinde ise, gerçekleştirmesi gereken uyum için artık bireysel olarak değişmek zorundadır. Bu değişim, söz kalabalığı, unvan ardına sığınma, kalabalığa karışma, sürekli yakınarak kendini unutturma, mazeret gösterme, “zaten” değişim içinde olduğunu iddia etme ya da benzer kurnazlık ve/ya vurdumduymazlıklarla geçiştirilebilir türden değildir.
Daha daha düz Türkçe ile, dünün zihinsel donanımı ile bugünün karmaşıklığı içinde ve de dünün refah koşulları içinde yaşayamazsınız; eğer yaşayabiliyorsanız, bu mutlaka “aşırı otlama” yoluyla kendi çocuk veya torunlarınızdan çalınarak oluyordur.
Buna göre milyon dolarlık soru!
Madem Ortak Kullanım Trajedisi sorunu doğal bilimlerin teknik çözümleriyle (yasaklama, teşvik etme gibi) çözülemiyor ve madem toplumsal nitelikli sorunlarımızın çözümleri, aydın tavırlı kategorisindeki insanlarımızın katkılarına gereksinim gösteriyor,
Bir yanda herhangi bir bedel ödemeden yaratılan sonuçlardan yararlanan –ama sürekli de yakınan- “bedava biniciler[3]” ile diğer yanda o sonuçları üretmek yolunda çeşitli türde çaba harcayanlar. Bu ikilem nasıl kırılabilir, dahası kırılabilir mi?
Kırılabilir, kırılmalı!
Bu ikileme tek neden yol açamayacağına, ama yüzlerce neden de eşit ağırlıklarda olamayacağına göre, kritik[4] (eleştirel) düşünerek bunların en ağırlıklılarını eleyip, onlara çareler düşünmek tek çıkar yol gibi görünüyor. Buna göre en önemli görünen dört neden için şöylesi bir sıralama olabilir:
Olası neden 1. Ne “bedava binici” ne de “çaba harcayan” kategorisinde olmasına karşın, önemsenmedikleri için katkı süreci dışında kalmış olan gençlerden katkı alınmaması.
Çözüm önerisi 1 Aydın olmanın belki de temel kuralı sayılması gereken “bildiklerinden emin olmamak, kuşku duymak” yeteneğine doğal olarak sahip olan, fakat kısa bir süre sonra bu yeteneklerini kaybedebilecek olan gençler (ve çocuklar), erişkinlerimizin çok sözünü etmelerine rağmen hemen hiç kullanmadıkları –hemen her konudaki- ortak akıl süreçleri için mükemmel birer paydaştırlar.
Onları –hangi eğitim düzeyinde olurlarsa olsunlar- ortak akıl süreçleri içine katmak gerekir.
Olası neden 2. Network, Ortak Akıl, Doğru Soru Sorma vb. teknikler konusunda kendilerini yeterince iyi hissetmeyenler.
Çözüm önerisi 2 Oluşturulacak Sorun Çözme Gruplarına, bu konularda mentorluk edilmesi yeterli olabilir.
Olası neden 3. Katkıda bulunabileceği eylemlerin paydaşlarının herhangi diğer bir hatta aynı konudaki çözüm önerisine tepki duyduğu için katılmayanlar (örn. Nükleer karşıtı –ya da yandaşı- olduğu için veya her konuya din –ya da bilim- odaklı yaklaştığı için, … gibi).
Çözüm önerisi 3 Evet-Hayır Demokrasisi (https://tinaztitiz.com/wp-content/uploads/2020/01/E-H_Demokrasisi.pdf) yerine Likit Demokrasi (http://bit.ly/1H4HLwO) yaklaşımını yaygınlaştırarak.
En basit anlatımla, temsili demokraside tüm seçimlerimizi bizim yerimize yapması için birer kişi (milletvekili) ya da siyasi parti yetkilendiririz. Böylece, yetkilendirdiğimiz kişi / parti dışındakileri -hiç öyle düşünmesek de- “işe yaramaz” olarak nitelemiş oluruz. Bu sistemin garabeti bellidir.
Likit demokratik sistemde ise, her konu için ayrı bir kişi / partiyi görevlendiririz. Böylece, her konuda en yetkin olanları yetkilendirmiş oluruz.
Buna göre, bir topluluk içinde, kimi görüşleri onaylamadığı ve karar alma süreçlerinde de ya hep ya hiç şeklinde hareket edileceğini bildiği için topluluğa katılmayı ret eden kişiler, likit oylama yöntemiyle karar alınması halinde çalışmalara katkıda bulunabileceklerdir.
Olası neden 4. Girift hale gelmiş ve sebep ve sonuçları birbirine karışık hale gelmiş sorunlar yumağının neresinden tutulacağı konusunda tereddütte oldukları, ortalıkta dolaşan çeşitli çözüm önerilerinin hiçbirisinin derde deva olamayacağına inandığı için geri duranlar.
Bu gruba “şimdi ve burada” tipi çözüm (http://wp.me/p2t6mi-1PH) arayışları içinde olup, uzun vadeli çözümleri hayalci bulanlar da dahil edilebilir.
Çözüm önerisi 4 Sorunları doğrudan çözme yerine önce onları anlama, bunun için de Kök-sorun, Sorun Kimyası gibi yaklaşımlarla kavram dağarcıklarını zenginleştirici programlar önerilir.
Katkısı alınamayanlar içinde büyük çoğunluğu oluşturan bu dört grup içindeki her birey için etkili yöntemler kuşkusuz farklıdır. Bununla beraber bu konuların işlendiği TV ve radyo programları[5] ile, bunların kayıtlarını içeren DVD’lerin hazırlanması yararlı olabilir.
26 Ekim 2015
[1] İlgili makaleler için bkz. http://bit.ly/1Xqmxmm
[2]Eğitim düzeyi veya herhangi bir alandaki kariyerinden çok, çevresindekilere daha doğruyu, daha iyiyi ve daha güzeli bizzat örnek olarak göstermek, aydın olmanın bir ölçütüdür denilebilir.
Bir diğer ölçüt ise, aydınlatma işlevini bir toplumsal sorumluluk olarak duyumsayarak özellikle de bunu uygun sayılmayabilecek koşullarda da yerine getirmektir.
Kişiliğinin tüm yönleriyle olmasa da bazı yönleriyle çevresindekilere örnek olabilmek, daha gerçekçi bir beklenti olup, o kişiye örnek tavır sahibi denilebilir. Hemen herkesin en az bir konuda örnek tavrının olabileceği unutulmamalıdır.
[3] Bedava binici problemi (free rider problem), (bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Free_rider_problem) ekonomide mal ve hizmetlerden ücretsiz yararlanmaya verilen bir addır. Problem, bu durumlardaki olumsuz etkilerin nasıl sınırlanacağıdır. Örneğin, 65 yaş üstü kişilerin kamu taşıtlarından ücretsiz yararlanmaları bir “bedava binici problemi” olup, bu tür kişilerin örneğin yoğun sabah trafiğinde işe gidenleri engellememesi için kimi ülkelerde sabah ve akşam saatlerinde ücret ödemeleri gibi önlemler alınmaktadır.
[4] Kritik, Grekçe krisis = elemek kökünden türeme. Eleştiri de benzer kökten.
[5] Bu bağlamda bir dizi konunun işlendiği TV ve radyo programları için bkz: http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=224, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=504, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=585, http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=251
-
Oca 03 2015 Sorular beyni geliştirir
Bugünlerde sosyal medyada dolaşan, ama daha evvelce de bir yabancı yazara[1] referansla ortaya konulan bir bilgi[2] var: 185 ülkelik bir liste içinde Türkiye, Bosna-Hersek, Şili, Hırvatistan ve Kırgızistan ile birlikte 90 puanı paylaşıyor. Bu puanın anlamı, çeşitli grupların karşılaştırmalı bir listesinde[3] verilmiştir.
Eğitimin çeşitli düzeyleri ya da mesleki kategoriler içinde yüksek IQ’ya sahip kimseler bulunabilir. Bu hemen her yerde –özellikle de Türkiye’de- rastlanan bir durumdur. Koşulları nedeniyle iyi eğitim görememiş ve/ya sıradan meslekler içinde yer alan insanlar her yerde vardır.
Bir ilke olarak, kişinin elinde olmayan özellikleri / koşulları nedeniyle övülmesi ya da yerilmesi etik açıdan doğru değildir. Ama, kaçırılmadan sorulması gereken soru da şudur: Ne yapıyoruz da böyle oluyoruz?
Tek bir zeka tanımı (IQ) yerine şimdilik[4] dokuz zeka türünün varlığı kabul edilse de, ortalama bir zekadan söz edilebilir[5].
Kalıtsal miras, akraba evlilikleri gibi adetlerin zeka düzeyini yakından etkilediği biliniyor. Kültür ve gen etkileşiminin zeka düzeyini etkilemesi ise İkili Kalıtım Kuramı[6] tarafından ortaya konulmuştur. Yoz kültürün biyolojik evrimi kendi yönünde etkilediği, daha yüksek kültürlerin ise evrimi olumlu değiştirdiği bu kuramın tezidir.
Son yıllarda popüler bir kavram olarak üzerinde konuşulan Öğrenme Devrimi[7], şu iki ilke çevresinde örgülenmektedir: Akıl-beden bağlantısı ve akıl-beyin bağlantısı[8].
- Birinci ilke: Öğrenme akademik bir süreç değildir. Bebeklikten itibaren yapılan her türlü bedensel ve zihinsel eylem beyinde yeni bağlantılar geliştirir.
- İkinci ilke: Beyinde oluşan her yeni bağlantı, yeni bedensel ve zihinsel eylemleri tetikler. Bu süreç –bir spiral gibi- kendi kendini besler.
Basit görünüşlü bu ilkeler, gelişkin toplumlardaki okullarda beden eğitimi dersleri ve satranç kulüplerinin niçin ciddiye alındığının nedenidir.
En az beden eğitimi ve satranç kadar, açıklanan bu spiral süreci olumlu yönde etkileyen bir öğe de “merak” ve onun ikiz kardeşi “soru”dur.
Her ne amaçla olursa olsun “merak” ve onu tatmin edilebilmek için başvurulan “sorular”, cevap bulabilmek yolunda zihinsel ve/ya bedensel eylemleri tetikler; böylece de beyinde yeni bağlantıların oluşumlarını tetiklerler; kısacası kişileri daha zeki hale getirir.
Buraya kadarki ansiklopedik hatırlatmaların ışığında, “bu düşük ortalamanın başlıca nedenleri nelerdir?” sorusuna tekrar eğilince, şu belirgin kültürel özelliğimiz dikkat çekmeye başlıyor: Az ve de kısır[9] sorulara karşılık bolca cevap üretimi!
Bu savın doğrulanması için iki yere bakmak yeterlidir: (1) Her düzeydeki eğitim kurumunda, “doğru soru sormak” ile ilgili bir öğreti ya da bir telkin kültürünün bulunmayışı, (2) TV tartışmalarının –izleyebildiğim kadarıyla- hiçbirisinde tartışmalara, tartışılacak sorunun ne olduğunu açıklığa kavuşturacak soru(lar) ile başlanmayıp, herkesin doğrudan cevaplarını savunmaları. (Böylece her cevap, tartışılan sorun’un ayrı bir yüzüne ilişkin sorulara yönelik olduğu için uzlaşma olasılığı çok düşük oluyor).
Doğru soru sorma konusunda bir duyarlık oluşmadıkça, en yaşamsal konularda sorulan sorular, “muhtemel Marmara depremi hakkında düşünceleriniz nelerdir?”, “Kürt sorunu hakkında ne düşünüyorsunuz?”, “işsizlik meselesi hakkında neler söyleyeceksiniz?” gibisinden, verilecek her cevabın, sorun’un bir yerlerine uyabileceği “kısır cevaplar” ile yaşamak zorundayız.
Doğru sorular, merakın doğal uzantılarıdır. Merakı, kimin kimle birlikteliği ya da kimin kimi hangi cevapla oturtacağı ile sınırlanmış bir toplum “ortalaması”nda, beyinlerde yeni bağlantıların oluşması için bir tetikleme niçin oluşsun? Bu insanların çocukları meraklarını ne tetikleyecek ki ardından sonsuz sayıda soru üretsinler?
Bütün yaşam sorun çözmek ise[10] ve soru sormak, sorun çözmenin biricik aracı sorgulama’nın[11] yapıtaşı ise, kronik sorunlarımızın niçin çözülemediği, 90 IQ ve soru sorma becerisi yetmezliği arasındaki sıkı ilişki açık değil mi?
Soramayan aptal olur, övünmekle de giderilemez.
3 Ocak 2015 Cumartesi
[1] Richard Lynn, Tatu Vanhanen, IQ and the Wealth of Nations, Praeger / Greenwood, 2002
[2] Bkz. http://goo.gl/eydxbe
[3] Bkz. https://en.wikipedia.org/wiki/Intelligence_quotient#Other_correlations
[4] Hovard Gardner (http://goo.gl/feJHDY) tarafından 1983’te ortaya atılan Çoklu Zeka Kuramı o tarihte 7, bir süre sonra 8 zeka türü (müzikal-ritmik, görsel-uzaysal, sözel-dilsel, matematik-mantık, bedensel-hareketsel, dışa dönük, içe dönük ve doğaya ait) tanımlamış ve daha sonra varoluşsal-ahlaki (moral) zekayı da katarak şimdilerde 9 zeka türüne ulaşmıştır (bkz. http://goo.gl/G6nC5M). İleride bu konudaki araştırmalar geliştikçe, kişiye özgü yeni zeka türlerinin tanımlanabileceği beklenebilir.
[5] Çoklu zeka kuramına göre hemen herkes 9 zeka türünün her birinde bir varlık göstermekte, bazı türlerde ise diğerlerine göre daha yüksek skor elde edebilmektedir. Sadece tek zeka türünde yüksek, diğer sekizinde hiç düzeyinde bir skor beklenen bir durum değildir. Buna göre, çok dar amaçlar haricinde yine de ortalama bir zekadan söz etmek yanlış olmaz. Doğru ifade, ortalamanın dışında hangi bir veya birkaç türdeki zekanın ortalamadan önemli ölçüde yüksek olduğudur.
[6]İkili Kalıtım Kuramı (Dual Inheritance Theory) için bkz.http://goo.gl/nocgML
[7] Bkz. http://goo.gl/72Acgj
[8]Dryden G. ve Vos.J., The New Learning Revolution, Network Educational Press , 2005, Sah. 379
[9]Doğru soruların üç ortak özelliği tekil (singular), belirli (definite) ve net (clear) olmasıdır (bkz. http://goo.gl/s8yaU4).Bu tür sorular yol açıcı olup, cevaba götüren yolda yeni soruları çağırır. Bunun aksi ise yeni soruların sorulmasına imkan vermez. Bunlar “kısır” sorulardır.
[10]Karl Popper’in ünlü sözü ve aynı isimli kitabı: All Life is Problem Solving.
[11]Çeşitli alanlar için çeşitli kişilerce üretilmiş sorular ve o sorular sorulsa idi ortaya çıkabilecek değişik bakış açıları için bkz. www.ezberkaliplarinisorgula.com
-
Kas 24 2013 Görsel Not Tutma (Visual Note Taking)
Eğitimin başlıca amaçlarından birisi de kendini doğru ifade edebilme ve ifade edilenleri doğru anlayabilme becerisi kazanmaktır denilebilir. Hattâ denilebilir ki tüm dersler, değişik alanlara özgü ifade yöntemleri’dir.
– Coğrafya, “yer” ile ilgili bilgileri harita, fotoğraf, grafik, yazı, söz vb araçlar ile,
– Tarih, “geçmiş” ile ilgili bilgileri yukarıdakilere ek olarak kronoloji şeritleri ile,
– Matematik, “sayı ve şekiller” ile bilgiler için özel notasyonlarla,
– Ve birden çok alan ile ilgili “olayları” ifade etmek için özel olarak geliştirilmiş araçlar [1] kullanılıyor.
Bunların hepsi aslında heyecan verici buluşlar, ama öğrencilerin derslerde not tutmalarını kolaylaştırmak için geliştirilmiş bir tanesi daha da ilginçtir: Cornell not tutma sistemi (bkz. http://bit.ly/9NcDI). Üstelik de bu konuda yapılmış birçok araştırma [2] var.

Öğrencilik yıllarında, bir yandan dersi dinleyip bir yandan not tutmanın en riskli yanının, aynı anda bu ikisinin yeterince dikkat yoğunlaştırmaya izin vermeyişi olduğunu deneyimlemeyen pek kimse yoktur.
https://www.youtube.com/watch?v=3tJPeumHNLY adresinde Rachel Smith, konuşmasının 1’45”nci dakikasında “bir bütün olarak ve tam olarak dikkatini vermek”ten söz ediyor ve ardından, yaşamını “dikkat verme” yoluyla nasıl kazanmakta olduğunu anlatırken “dikkatini vermek” kavramına dikkat çekiyor.
Rachel Smith’in her iki sunumu:
- Görsel Not Tutma tekniğinin ne kadar bir hızla yaygınlaştığını,
- İnsanların –genç, yaşlı, çocuk, amir, memur- çeşitli seminerlerde bu tekniği öğrenmek için nasıl çaba harcadıklarını, dolayısıyla da nasıl devasa bir pazar oluştuğunu,
- Bizim bütün bunları ancak mal ve hizmet ürünlerinin içine gömülü biçimde satın aldığımızı ve
- Satın alırken de bunları üretenlere değer transfer ettiğimizi [3] (ve bu arada da sömürülüyoruz diye bağrışmakta olduğumuzu)
anlatıyor. Özellikle de o son derece mütevazı edasıyla, yaptığı işin sadece “dikkatini vermek” olduğunu, bu kavramdan nasıl yepyeni işler (istihdam anlamında) doğduğunu izlemek ilham vericidir.
Çocuklarımızı yetiştirirken yabancı dil öğrenme konusundaki çabalarımızı yöneltmemiz gereken esas yönün, “kendini ifade etme ve ifade edilenleri anlama” konusundaki çeşitli araçları öğrenme / keşfetme / gerekirse icadetme olduğu bir kere daha net olarak görünüyor.
Torunlarımızı, “yarınlarda bu keskin rekabet içinde nasıl iş bulacaklar” endişesi ile, önünde kuyruklar oluşacak işlerden pay kapmaya zorlamak yerine, bu yüzyılın yeni iş alanlarının başlarında gelen bu ve benzeri alanlara yönlendirebilmeliyiz.
Türkiye’de eğitim adına yaptığımız –büyük çoğunluğu eğitimle değil ideolojilerle ilgili- tartışmalarda hiç adı geçmeyen ve dünyaya yayılan Cornell Not Tutma Sistemi de, daha iyi eğitim kavramının temel taşının kendini daha iyi ifade etmek ve ifade edilenleri daha iyi anlamak olduğunu gösteriyor.
Resimlerle (görsel) düşünme (visual thinking)
Sözü getirmek istediğim yer sadece okullarla ilgili değildir. Her ne kadar okullar kendini ifade etme becerisinin kazanıldığı yerler olsa da, yaşamın bütünü bu kavram çevresinde akıyor. Edindiği deneyimleri başkalarıyla paylaşmak isteyen bir kişi bunu çeşitli yollarla yaparken aslında esas yaptığı “kendini ifade”den başka bir şey değildir; ister bilimsel makale, ister roman, ister gazetede köşe yazısı ya da bunların TV’deki karşılıklarıyla uğraşsın..
İnternette yüzlerce konunun her birisinde farklı konularda kendini ifade etmek isteyen ve her biri kendi alanında uzman sayılan kişilere ait film klipleri [4] var.
Bunlar ve diğerleri, görsel öğrenme (visual learning) denilen bir “KEndini Daha etkili İfade etme” (kısaca KEDİ 😊) teknolojisi oluşturmuş durumda.
KEDİ’nin niçin bu denli etkili olabildiği ve dünyada bu denli hızla yayıldığı düşünülünce şu görülüyor: Kişilerin kendilerini ifadeleri sırasında, değer iletişimi [5] (value communication) ilkesinin ne kadar farkında olduklarına bağlı olarak %10 ila %95 arasında “dolgu malzemesi” kullanılıyor. Tabii ki her dolgu birimi (sözcükler), dinleyeni / izleyeni bir ölçüde odak dışına itiyor; hatta çoğu zaman savrulduğu o odak dışı alandan çıkamıyor ve sonunda hiçbir şey anlamıyor.
İşte, sesli anlatımın üzerine bindirilmiş grafik görseller bu dolguları büyük ölçüde sildiği için, bir çeşit esas anlatım rotasında tutan jiroskop işlevi görüyor.
Şimdi bunlara dayanarak bir kehanet üretilebilir.
Bundan sonra:
1. İşlerini, kendini sözel olarak ifade ederek yapan:
1.1. Politikacılar,
a. Meclis kürsüsünde konuşan parlamenterler,
b. Açık hava toplantılarında meydan nutku verenler,
c. Basın toplantısı yapanlar vbg1.2. STK mensupları
1.3. Camilerde (vaaz, hutbeler)
1.4. Eğitimde
a. Okullarda
b. Askeri eğitimde (özellikle düşük eğitim düzeyindeki kişilerin kışla eğitiminde)
2. Reklamcılar: (açıklamaya gerek yok)
3. Ticaret erbabı: Pazarlamada (hatta kapıdan kapıya pazarlamada dahi kullanılabilir)
4. Kamu yönetiminde:
4.1. Kamu spotlarında
4.2. Kamu görevlilerinin eğitiminde5. Bir beyin fırtınasında üretilebilecek yüze yakın diğer kullanım alanlarında KEDİ’nin çok yaygın kullanılacağı görünüyor. Görsel Not Tutma ile ilgili kaynakçalarin [6] incelenmesi konunun geldiği boyutları açıkça gösteriyor.
Bu yaygınlık, şimdilerde iş yaşamına da atlamış durumda. Görsel kolaylaştırıcılık (visual facilitation) adı verilen bir meslek, “dikkatini vermeyi”, “bir toplantı sırasındaki tartışmalar içinden anahtar ifadeleri seçmeyi”, “o ifadeleri, kendi grafik arşivi içindekiler yoluyla çizmeyi” ve bunları toplantı katılımcılarına göstererek, nereye gittiklerini bilmelerini” sağlıyor.
Bu teknolojiyi öğrenmemiz gerekiyor..
Kız ve erkek öğrenciler birlikte eğitilirken ne gibi sakıncaların doğabileceğine kafa yoran insanlarımız, bu mesainin küçük bir bölümünü de, bu küçücük dünyamızın dışındaki her cinsiyetten, her yaştan, her meslekten insanın, bulabildiği imkanlarla bu teknolojiyi öğrenmeye çalıştığını; bir yandan da bu alanda yetişmekte olan kişilerin, seminer, webinar, kurs, konferans, makale vd yollarla bildiklerini aktardıklarına ilgi göstermeliler.
24 Kasım 2013
[1] Örneğin http://bit.ly/18yu7nH, http://bit.ly/2xhuhB
[2] http://bit.ly/9NcDI adresindeki sayfanın altındaki referanslar işin ne denli ciddiye alındığını gösteriyor.
[3] Değer transferi hakkında bkz. https://www.kavrammutfagi.com/kavram/deger-transferi
[4] Birkaç örnek için bkz. https://unanimous.ai/, https://bit.ly/43o5h9f, https://bit.ly/3OXnS7G, https://youtu.be/k2-fWhkGQl0
[6] Çeşitli konularda bilgi edinmek / araştırma yapmak isteyen kişilerin ilk gereksindikleri şey, o alandaki birikimleri incelemektir. Bu ise bilimin vazgeçilmez öğesi demek olan “kaynakça”dır. Ülkemizde ilk kaynakça çalışmalarını yapan Katip Çelebi’den (1609-1657) sonra ilk defa bu konuya eğilen kişi Bülent Ağaoğlu’dur. Söz konusu adresteki kaynakça da kendisince yapılmıştır.
-
May 20 2013 İhracatın, ithalatın ve diğer uluslararası ilişkilerin başlıca amacı: Değer ithal etmek!
Herhangi bir mal veya hizmet’e (M/H) konu olan ithalat, ihracat vbg bir işlem söz konusu olduğunda iki süreç söz konusudur: M/H akımı süreci ve değer akımı süreci. Bu iki sürecin yönleri konusunda dikkat edilmesi gereken kurallar şöyle özetlenebilir:
- Zorunlu ihracat (zorunlu ithalat için gereken dövizin temini için): Değer akımı süreci’nin yönü önemsenmeyebilir.
- Zenginleşmek için ihracat:
Değer akımı süreci’nin mutlaka ihracat yapan yönünde (yani ihracat süreci ile ters yönde) olması gerekir.
– M/H ithali halinde:
- Zorunlu ithalat (zorunlu M/H’in satın alınabilmesi için): Değer akımı süreci’nin yönü önemsenmeyebilir.
- Zenginleşmek için ithalat: Değer akımı’nın ithalat yapan yönünde (yani ithalat süreci ile aynı yönde) olmasına dikkat edilmelidir.
– Diğer uluslararası ilişkiler: Her ne olursa olsun amaç, Değer akımı’nın “değer ithali” yönünde olmasıdır.
– Bütün bu kurallar:
- Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olsa bile, bir şey yapabilecek güçte olmayan toplumlar için geçerli değildir.
O tür toplumlar, zorunlu ihracat / zorunlu ithalat kurallarına tabidir. Örn. Açlıkla, yaygın hastalıklarla, iç çatışmalarla uğraşan toplumlar değer akımını gözetemezler.
- Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olmayan toplumlar ise, farkında olanlar için mükemmel birer av alanıdır.
- Değer akımı yönünün taşıdığı önemin farkında olan toplumlar için, yukarda değinilen kuralların, M/H akımının taraflarınca bilinip gözetildiği varsayılmalıdır.
– En kritik nokta, değer akımı’nın yönünün nasıl kontrol edilebileceğidir. Değer akımı yönü, o akıma konu olan M/H üzerine bir Yaratıcılık Temelli Katma Değer (YTKD) eklenerek kontrol edilebilir.
– Yaratıcılık Temelli Katma Değer keşif, icat, inovasyonla üretilebilir ve bu üretim için harcanacak “değer”, edinilenden küçük olacağı için bu tür KD makbuldür.
Aksine, örneğin re-eksport yoluyla daha yüksek değer harcayarak üretilebilecek katma değerler, pazara girme, kısa vadeli taktik hedefler vbg amaçlar için kullanılabilirse de, değer akımı yönünü sürdürülebilir biçimde etkileyemez.
Eğer, mal / hizmet üretiminize paralel olarak, sürekli biçimde Yaratıcılık Temelli KD de üretiyor iseniz, rekabet gücünüz o kadar artacak; ithalat da ihracat da yapılsa daima siz “değer kazanan” taraf olabileceksiniz.Sürekli olarak sömürü edebiyatı yerine Yaratıcılık Temelli Katma Değer üretmeye çalışmak akılcı yoldur.20 Mayıs 2013
-
Oca 12 2013 Ortak Akıl için yap ve yapmalar..
Dikkat çukur var, adımlarınıza dikkat!
Son yılların en çok kullanılan deyimlerinden Ortak Akıl, her sık kullanılan terim gibi, “anlam derinliğini kaybetme” riski taşıyor. Kavramları tanımlamadan kullanma yaygın alışkanlığı bu riskin önemli bir nedeni.
Bir akıl, bir diğer kişinin aklı ile nasıl ortaklaştırılabilir?
İki kişi arasındaki bu ortaklaştırma sürecinin işleyişi tam açıklığa kavuşursa, çok sayıda kişi arasındaki akıl ortaklaşım süreci de gerçekleşebilir.
Bu amaçla bir dizi yap ve yapma üretilebilir. Şöyle:
- Ortak Akıl (OA) kişilerin tek tek fikirlerini ifade etmeleri değildir.
- OA’ın eğer sadece tek vazgeçilmez koşulu varsa o da “yargıların askıya alınması” (deferred judgement) yoluyla, “etkileşim” (interaction) için uygun bir ortam yaratılmasıdır.
- Buna göre, bir grup insan (örn. bir yönetim kurulu, bir gönüllü grubu, banka soymayı planlayan çete ya da egzersiz için beyin fırtınası yapmak isteyen bir grup), tek tek fikirlerini söyleseler bir etkinlikte bulunmuş olurlar; fakat bu bir OA oluşturmaz.
- OA çalışmalarına katılacakların “değer iletişimi” kavramını iyice özümsemiş olmaları , ifade ettikleri her bir sözcüğe, “etkileşim içinde olduğu kişilerin işlerine yarayacak” bir değer yüklemeleri gerekir.
- “Değer” yüklenmemiş sözcükler, sosyalleşme sağlayabilir, sevgi-saygı bağlarını güçlendirebilir, boşanmaları azaltıp kilo vermeye yarayabilir, rekâketi önleyebilir ve daha onlarca yarar sağlayabilir, ama OA üretimine hiç katkısı olmaz; ayrıca OA üretmek üzere bir araya gelenlerin zamanlarını öldürür.
- OA üretme süreci, mutlaka doğru soru usullerine göre sorulmuş bir veya birkaç soru çevresinde şekillendirilmeli ve yönetilmelidir. Bu süreçte:
- Yaşam hikayesini anlatmak isteyen olabilir,
- Kimseye dökemediği veya herkese döktüğü dertlerini bir de OA toplantısına dökmek isteyen olabilir,
- Sempati ve antipatilerini dile getirmek isteyen olabilir,
- Bilgi düzeyini göstermek isteyen olabilir ve
- Sürece katkıda bulunmak isteyenler de araya karışmış olabilir.
Sürecin yaratıcılığını ve verimini olumsuz etkileyebilecek bu tür girişimlere fırsat verilmemelidir.
- OA bir soft teknolojidir. Tüm teknolojilerde olduğu gibi, koşullarının dışına çıkıldığında istenilen çıktıları üretemez.
- Bilgisayarlar için söylenmiş bir söz, (bilgisayar = ortak akıl) dönüşümü yapılarak aynen kullanılabilir: “Zamanı verimsiz kullanmanın çeşitli yolları bulunabilir; bilgisayar kullanmak şart değildir!”
12 Ocak 2013
-
May 25 2012 Beklemediği yerden yumruk yemek!
Başarım ölçütleri olmayan örgüt “yok”tur!
Bir şirket, bir dernek ya da devlet sonuçta hepsi birer örgütlenmedir. Her örgütlenmenin çeşitli gereksinimleri içinde acaba en önemlisi hangisidir diye düşünülse sanırım birinci sıraya “başarım ölçütleri” oturmalıdır.
Tanım olarak “başarım ölçütü”, bir örgütün neleri – ne kadar gerçekleştirebildiğinde “başarılı” sayılması gerektiğinin göstergeleridir. Bir yarış otomobili için istenilen başarım hızı olabilir. Ama hızları eşit iki yarış arabası için bu tek ölçüt yetmez; bunun için örneğin sıfırdan yüz kilometreye kaç saniyede çıkabildiği ikinci bir ölçüt olarak kabul edilebilir. Bunlar da yetmezse özgül yakıt harcamaları, pitstop’ta harcadıkları süreler gibi daha fazla sayıda ölçüt gerekecektir.
Ölçütler dolaylı da olabilir
Kuşkusuz ki söz konusu örgüt büyüdükçe, ilişki alanları genişledikçe bu tür sayısal ölçütler yetmeyecek, dolaylı ölçütler kullanılmaya başlanacaktır.
Örneğin bir dernek için başarım ölçütlerinden birisi de “üyelerinin memnuniyetleri”dir. Bu ise doğrudan değil ama ancak bir(kaç) dolaylı ölçütle değerlendirilebilir. Örneğin, bir memnuniyet anketinde sorulabilecek “dernekten temel beklentiniz nedir?” gibi bir soruya verilebilecek hemen hepsi de öznel yanıtlar birer “dolaylı ölçüt” olarak kullanılabilir.
Sistem beklentileri temsil etmelidir
Eğer tüm beklentileri yeteri doğrulukta temsil edemeyen bir başarım ölçütü sistemi -ya da sistemsizliği- varsa pekala son derece mutlu bir şekilde yaşam son bulabilir. Örneğin sadece aracın hızını ölçüt almış, gerisine boş vermiş bir yarış otomobili firması, aşırı yakıt harcaması nedeniyle pistin ortasında yakıtsız kalma tehlikesine açıktır.
Devlet gibi, sadece o an yaşayanlar için değil, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacakların da beklentilerini tatmin etmekle yükümlü örgütlenmelerde başarım ölçütleri, işte bu nedenle küçük örgütlere göre çok daha yaşamsaldır.
Cari açık önemli mi önemsiz mi?
Birkaç yıldır Türkiye’de ekonomistler ve ekonomi yorumcuları cephesinde bir tartışma var: Bir bölümü cari açıktaki artışın önemli olmadığı, ekonominin büyük bir değişim içinde olduğu, dolayısıyla da dünyayla bütünleşimin bütün olumsuzlukların ilacı olacağını savunuyorlar.
Bir diğer kesim ise cari açık artışının olası bir kriz riskini giderek büyüttüğünü, bu açığın halen sıcak para girişi ile finanse edildiğini, bu finansman kaza ve/ya manipülasyon yoluyla durursa büyük bir ekonomik çöküntü yaşanacağını savunuyorlar.
Büyük resim ne?
Bu görüşlerden hangisinin ne dereceye kadar doğru olduğu bu işin uzmanlarının konusudur; ama neredeyse kesin olan, her iki görüşün de bütüncül bir başarım ölçütleri sistemine değil, büyük resmin ancak “bir parçasına” dayandığıdır. Aksi halde birbirine taban tabana zıt iki sonuç (zafer ve kriz) aynı anda söz konusu olamazdı.
Alternatifler tabii ki olacaktır, ama!
Bu karmaşıklıktaki bir başarım ölçütleri sistemi kuşkusuz matematiksel kesinlikte olmayabilir. Ekonomi gibi büyük ölçüde irrasyonellik içeren bir alan, halkın memnuniyeti gibi sosyolojik bir alan, güvenlik gibi yine ancak dolaylı ölçütlerle değerlendirilebilen alanlardan oluşan “bütün” için alternatif başarım ölçütleri sistemleri tanımlanabilir.
Ama bu, bu tür sistemlerin bulunmamasının değil olsa olsa birden fazla önerinin çarpışmasının bir gereğidir.
Bu söz tarihe geçmelidir:
Bundan 25 yıl kadar önce ünlü bir üniversitemizin iktisat fakültesi dekanının sözleri kulaklarımda çınlar gibi oluyor: “Tabii ki olsa iyi olur ama imkansız denecek kadar zordur!”.
Yani:
Kendini başarılı olarak görmek insanoğlunun en doğal beklentisidir. Ama beklemediği yerden yumruk yemek istemeyenler için zorlukları aşabilecek insanlara ve üniversitelere ihtiyaç vardır.
25 Şubat 2007
-
May 25 2012 Hız arttıkça iş azalır!
Murphy kuralları
Murphy kuralları diye bilinenlerin çoğu, Edward A. Murphy Jr. tarafından ortaya atılan yaklaşık on tane ve hepsi de askerlikle ilgili kuralın sonradan çeşitli alanlara genişletilmesinden ibarettir. Örneğin, “işler, yapılması için mevcut zamanı dolduracak şekilde genişler” bu “türetilmiş kurallar“dan birisidir.
İş yaşamı, yüzlerce kuralın kolayca üretilmesine imkan verecek kadar verimli (!) bir alan olduğu için hemen herkes birkaç Murphy kuralı tanımlayabilir.
Bilgisayar da mı yoktu?
İş yaşamında uzun yıllar geçirenler, eskilerde ofis donanımlarının bugüne oranla son derece basit olduğunu, bilgisayar bir yana fotokopi makinesi hatta elektrikli hesap makinesinin bile lüks olduğunu bilirler.
E o zaman işler nasıl yapılıyordu? Cevap şaşırtıcı olabilir ama şöyledir: bugün bu donanımlara harcadığımız emek ve paranın çoğu, bizzat o donanımların yarattığı doğrudan ve/ya dolaylı sorunları çözmek için kullanılıyor; geri kalan da insanları daha hızlı yaşatmak için!
“Bu kadar işin yanında bir de…”
İş yaşamının hızı arttıkça, aynen fizikteki volan etkisi‘ne benzer şekilde, oluşan yaşam düzlemlerinin dışına çık(a)mama etkisi ortaya çıkıyor. Öyle ki, daha rasyonel çalışmayı mümkün kılabilecek öneriler için dahi, oluşan “eylemsizlik” nedeniyle zaman bulunamıyor.
Yıkıcı rekabet bunu azdırıyor!
Rekabetin çoğunlukla, “birbirini yoketmek” anlamına geldiği günümüzde bir çılgınlık yaşanıyor. Pazara çıkma süresini kısaltabilmek için içine düşünülen akıl almaz “telaş” -tuhaf görünebilir ama- “hızlı” olabilmeyi engelliyor.
Frederick Taylor’un ünlü, “işleri, en aptal olanlar tarafından kolayca yapılabilecek kadar parçalayın” ilkesi bugün tek farkla tekrar gündeme gelmiş görünüyor. O da, işlerin çoğunun -Taylor zamanının aksine-insanlar değil makineler tarafından yapılması ve insanlardan temel beklentinin de makinelerin çalışmasını yavaşlatabilecek davranışlardan -düşünmek gibi- uzak durmaları oluşudur.
E.Deming’in yıkıcı rekabetin olumsuzluklarını net olarak ortaya koyduğu yaklaşımlara kimsenin aldırdığı yok.
Kullanılmayan zaman!
Rutinin dışında bir şeyler yapmak için zaman olmadığından yakınanlar, bir an için durup neler yaptıklarına, zamanlarını nasıl kullandıklarına bakarlarsa inanamayacakları kadar çok zamanları olduğunu farkedeceklerdir. Yeter ki her yaptıklarının, yapılması gereken başka bir şeyleri yapmamanın pahasına olduğunu farketsinler [1] ve [2].
15 Haziran 2007
-
May 25 2012 Yine İşsizlik!
Bir iddia
“İnsanlar iş olmadığı için değil, aranılan niteliklere sahip olmadıkları için işsizdirler”.
Doğru mu bu?
Bu sava karşı hemen ileri sürülebilecek tez şudur: Öyle olsaydı bu kadar diplomalı işsiz olmazdı; onlar da mı aranan niteliklere sahip değiller?
Cevap: Diplomanın -nasıl oluyor ise- aranılan nitelikleri kazandırdığı gibi bir “inanç” var. Halbuki böyle bir bağlantı yok. Gerek devlet gerek vakıf üniversitelerinin büyük çoğunluğu -bilinen nedenlerle- diploma veriyor, fakat işgücü piyasalarının gereksindiği nitelikleri kazandıramıyorlar. Kazandıranların mezunları ise son sınıflarda -yurt içi ve dışından- kapışılıyor.
Diplomanın nitelikli insan yetiştirdiği şehir efsanesini unutup gerçeklerle yüzleşmeliyiz.
İkinci bir sav ise şu olabilir: İşverenler tam ne istediklerini bildiklerine ve eğitim yaşamı ile de içli-dışlı olduklarına göre nasıl olup da bu nitelik karşılaşmazlığı (mismatching) oluyor?
Cevap: İşverenlerce yapılan mülakatlara dikkat ediniz. Mülakat tekniği adı altında zırva satanlar, en son okuduğu kitabı, kızdığı zaman ne yaptığını, ev hayvanı besleyip beslemediğini, bıçağı sol el ile tutup tumadığını ve daha ıvır zıvır şeyler sorarak aldıkları paranın karşılığını verdikleri inancını satarlar.
Gerçekte ise sorgulanması gereken, kişinin, öngörülen iş için genel formasyonunun uygunluğu varsayımıyla, süreç içinde işin gereklerini ne denli kendi başına öğrenebilecek olduğudur.
Nitekim, insan kaynakları departmanlarının baş derdi durumundaki konu, kendi başına bir şey öğrenemeyeceğine 15-20 yıl boyunca koşullandırılmış kişilerin, işlerinin gereklerini öğrenmek için dışarıdan eğitim verilmesini istemeleri, bu gerçekleşmediği sürece de işverenin görevini yapmadığını düşünmeleridir.
Halbuki, çalışanın bir numaralı sorumluluğu işinin gereklerine göre “öğrenmek”; işverenin bir numaralı sorumluluğu ise kişilerin öğrenmeleri için “uygun ortamları hazırlamak”tan ibarettir.
İşte, işgücü piyasasının gerektidiği niteliklerin bir türlü tanımlanamayışının nedeni budur. Tanımlanması gereken, işe alınacak kişilerin “öğrenebilirlikleri”dir.
Bu nasıl olacak?
Halbuki tüm eğitim yaşamı boyunca, ileride ihtiyacı olacaklar kendisine “öğretilen” ve bu saklı içerik (hidden curriculum) yoluyla “öğrenemeyeceği öğretilen” kişiler ve bunları çalıştıran kişiler, bu ihtiyacı nasıl hissedebilirler?
İşte o abuk-sabuk mülakat işkencelerinin nedeni bu aymazlıktır.
Asgari ahlaki nitelikleri ve yapacağı işe göre genel formasyonu uygun olan bir kişide aranabilecek tek nitelik, öğrenebilirliğini ne ölçüde kaybettiği, bunu ne sürede geri kazanabileceği ve bu konuda ne kadar istekli olduğudur.
Pazartesi, Haziran 18, 2007

