• Sorun nedir?

    Son ÖSS sınavına katılan 1,643,000 kişiden 30,000 kadarı sıfır puan aldı. Bu durum medyada epey eleştiri  konusu oldu ve eğitim sistemimizin çöktüğü belirtildi.

    Her eleştiri mutlaka 2 öğe gerektiriyor:

    1. Soruna konu edilen “mevcut durum” iddiası,
    2. O durum ile karşılaştırılarak sorun olduğu sonucuna varılan bir “referans durum” iddiası.

    Bir de zorunlu olmasa da “böyle giderse şöyle olur” gibisinden bir projeksiyon iddiası.

    Eşini “kuru fasulye böyle mi pişirilir” şeklinde eleştiren kişinin iki iddiası ve yaptığı projeksiyon:

    1. Pişirdiğin KF benim dediğim gibi olmamış.
    2. KF benim dediğim şekilde, pastırmalı ve kuyruk yağlı pişirilmeliydi.
    3. Eğer böyle devam edersen üzerine kuma alırım!

    Bu durumda ortadaki sorun KF odaklı gibi görünse de öyle değildir. Çünkü KF’yi pişiren eşin 3 iddiası da müştekinin iddiaları ile örtüşmemektedir. Nitekim:

    1. KF çok güzel olmuş, ama sen her yaptığımı eleştiriyorsun
    2. Annem de böyle pişirirdi,
    3. Böyle sudan sebeplerle kuma getirdiğin gün evi terkeder, seni mahkemeye verir, altından kalkamayacağın kadar nafaka ister ve seni süründürürüm!

    Burada bir sorun vardır ve sorun, tarafların sorunun tanımı üzerinde anlaşmaksızın iddialarını çarpıştırmalarıdır. Birisinin temel iddiası KF’nin iyi pişirilmeyişi, diğerininki ise her eyleminin benzer biçimde eleştirilerek kumaya alt-yapı hazırlanmasıdır.

    Ben 30,000 sıfır konusunun benzer şekilde tanımlanmış bir sorun olmadığı kanısındayım. Bugüne kadarki gözlemlerim eğitim sistemimizden yakınanların sorun tanımlarının birbirinden farklı olduğu, çünkü referans eğitim sistemlerinden temel beklentinin farklı olduğu yolundadır.

    Sorun’nun doğru tanımlanmasına ne engel oluyor?

    Muhtemelen birkaç nedenin bileşik etkisi var:

    • Eleştirel düşünme (critical thinking) yetmezliği. (Hemen işaret edilmesi gereken nokta, eleştirel düşünme’nin adının sık tekrarlanmasının, düşünme biçimimizin öyle olduğu anlamına -katiyetle- gelmediğidir).
    • Kuşkusuzluk (yürektenlik, ezber). Aklına gelenleri mutlak doğru sanma ve her sorunun, aklındaki yaklaşımlara uyulmaması sonucunda doğduğuna inanılması.
    • Sürüklenme. Rol model kabul edilebilecek kişi ve kurumların açıklamalarına, yaklaşımlarına kapılarak bireysel düşünmenin askıya alınması.

    Bunların dışında başka nedenler de bulunabilir. Ama bu üç nedeninin başlıcaları olması olasıdır.

    2002 yılında “Eğitim Sistemimiz Başarılıdır”  başlıklı bir yazı yazmıştım [1]. Yazıları tam okumayıp mutlaka yanlış bulmayı kendine görev edinmiş kimi okurlarım eğitim sistemimizin başarılı sayılmaması gerektiğini açıklayan notlar göndermişlerdi.

    Şimdi tekrar sormak istiyorum: 30,000 sıfır puan ne demektir?

    Başlangıçta karikatürize bir örnekle açıkladığım 3 soruyu bu defa 30,000 sıfır konusunda ortaya koymak istiyorum. Amacım, gerçekten de üzerinde -hiç olmazsa bir derece- uzlaşı bulunan bir tanım olup olmadığını anlamak.

    Eğer böyle ortak sayılabilecek bir tanım varsa bu -ve tüm sorunlar- çözülür. Aksi halde, herkes kendi kendine sorun tanımlar, referans koyar ve gelecek projeksiyonları tanımlar.

    Birçok toplumsal sorunumuzdaki durum benzerdir. Tanımlanmayan sorunlar için sınırlı kaynaklarımızı tüketiyoruz. Herkes kendini haklı ve mağdur sayıyor. Kör döğüşü bu değil midir?

    Bu konuda sınırlı bir anket yaparak birkaç soruya cevap (ya da ipucu) bulmaya çalışacağım. Aşağıdaki sorulara birkaç dakikanızı ayırıp cevaplarsanız sevinirim.  Ama ricam, cevaplarınızın -evet hayır gibi değil ama- kolay değerlendirilebilecek şekilde kısa olmasıdır.

    İşte sorularım:

    1.     Eğitim sistemimizden temel beklentiniz nedir?

    2.     Şu adresteki bildirgeye [2], Şubat 2008 tarihinden bu yana erişilen birkaç onbin kişiden sadece 239 kişinin imza atmış olması nasıl yorumlanmalıdır?

    17 Temmuz 2009

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=568

    [2] http://www.beyaznokta.org.tr/oku.php?id=67

  • 3G teknolojisi ile goller, pizzalar ve fragmanlar ve daha neler !

    TV reklamlarından büyük bir sevinçle öğrendiğimize göre artık futbol maçlarındaki golleri (basketbol sayıları için henüz bir haber yok) cep telefonumuz üzerinden defalarca seyredebileceğiz. Müjde bununla sınırlı değil; bir pizzayı yemeden (defalarca), bir filmin fragmanını (yine defalarca) sinemaya gitmeden seyredebileceğiz.

    3G adı verilen üçüncü nesil cep telefonları, şimdikilere göre çok hızlı bir şekilde ses, resim ve müzik iletebilecek. Böylece gençlerimize yepyeni bir dünya kapısını açıyor (bu yolla oluşacak büyük telefon masraflarını ise kredi kartı, kredi kartı borçlarını ise ikinci, üçüncü ilh kredi kartlarıyla ödeme imkanı doğacak).

    Bu müjdeli günleri -övünmek gibi olmasın- evvelden tahmin eden birisi olarak 2002 yılında yazdığım bir mektubu sizlerle paylaşmak istedim. Gerçekte amacım ise -şaka bir yana- GSM operatörlerimize bu yolla da bir çağrı yaparak, mesleksiz, işsiz ve ümitsiz gençlerimizin gol, pizza ve fragman ihtiyaçlarını bir süre erteleyerek, bu teknolojiyi yararlı bir biçimde kullanmaya özendirmek.

    Mektubu, noktasına virgülüne dokunmadan aşağı alıyorum.

    17 Temmuz 2009

     

    Sayın Ahmet METE

    Genel Müdür V., ERICSSON

    Spring Giz Plaza, Kat 14 – Maslak / İSTANBUL

    Pazartesi, 11 Şubat 2002

    Sayın Mete,

    Geçtiğimiz haftalarda, şirketiniz elemanlarından dostum Dr.Mustafa AYKUT’un davetiyle katıldığım WCDMA sunumu için sizlere teşekkür etmek, Creaworld konsepti ve uygulaması konusundaki önderliğiniz için kutlamak ve bir yandan da bir işbirliği önerimi size iletmek için bu mektubu yazıyorum.

    Prensip itibariyle size uygun göründüğü takdirde ayrıntıları üzerinde çalışılabilecek olan önerimi ve dayandığı varsayımları kısa başlıklar halinde not ediyorum:

    Herhangi bir teknolojinin bir topluma değer katabilecek şekilde kullanılabilmesi ve böylece de uzun dönemde bu değerden kendisinin de pay alabilmesi -ki sürdürülebilir gelişme budur- için:

    1. O teknolojinin kullanımına özgü ve içine gömülü (embedded) durumdaki toplumsal değer, alışkanlık ve becerinin mevcut olması,
    2. O teknolojinin, toplumun öncelikli ihtiyaç alanlarındaki kullanımına yönlendirilmesi

    gerekir -diye düşünüyorum-.

    Örneğin GSM teknolojisine bu ilke ışığında bakıldığında, penetration oranının bu denli yüksek, ama yararlılık düzeyinin de bu denli düşük olması, ancak bu ilkenin yeterince yerine gelemeyişi ile açıklanabilir görünmektedir.

    Örneğin, cep telefonu gibi bir aletin en derin ihtiyaç hali olan doğal afet durumunda pek bir işe yaramamış olması, (a) da değinilenlerin eksikliği ile yakından ilgili görünüyor..

    Dünyanın başka yerlerinde bu iki ilkeye dikkat edildiğinde yaşamı kolaylaştırıcı, insanlık ideallerine erişmede yardımcı olabilen GSM teknolojisi, Türkiye’de bugüne kadar bir “muhabbet” aracı olmaktan pek uzağa gidememiştir.

    WCDMA teknolojisi, bugünkü değerlerimiz, alışkanlıklarımız ve becerilerimiz ışığında cep telefonlarından daha öte bir yarar sağlayamayacak gibi görünmektedir.

    Nitekim, II Dünya Savaşı sonrasında ekonomik açıdan zayıflamış, değerler açısından erozyona uğramış ve büyük bir kitlenin işsiz kaldığı ABD’de toplumsal dönüşüm TV yoluyla sağlanmış, bugünkü dünya liderini bir anlamda TV yaratmıştır.

    Aynı TV -hem de çok daha üstün teknoloji ve penetrasyon ile- bugünkü Türkiye’de pek az işe yarayabilmektedir. Bu denli az değer üretecek biçimde kullanılan TV ise dönerek hem yayıncılık, hem yapımcılık, hem de TV elektroniği sektörlerine kâr getirmemekte, bütün bu sektörler sürekli zarar etmektedirler. Toplum ise bu zararları çeşitli yolsuzluk türleri yoluyla geriye ödemektedir.

    Benzer şekilde WCDMA teknolojisi desteğinde, futbol maçlarındaki gollerin tekrar izlenmesi, film fragmanlarının izlenmesi, internet üzerinden “görüntülü muhabbet” gibi alanların dışına çıkabilecek uygulamaların pek sınırlı kalacağını tahmin edebiliyorum.

    Bu tahminlerden sonra, dünya için gerçek bir devrim ve Türkiye için de derin bir ihtiyaç alanını gündeme getirmek istiyorum. Bu alan, “geleneksel eğitim”in yerini alma yolunda hızla ilerleyen “öğrenme” olgusudur. Learning Based Education bu alandaki tek norm olmaya doğru gitmektedir.

    Beyaz Nokta ® Vakfı, 1994 yılından bu yana -özellikle de öğrenmeye dayalı olarak- eğitim projelerinde bilgi birikimi üretmiş bir vakıftır. Vakıf tarafından üretilen bilgilerin bir bölümü yukarıdaki web sitesinde yer almaktadır.

    Nüfusunun %40’ı 25 yaş altı genç insanlardan oluşan ülkemizin bugün ve gelecekte en çok ihtiyaç duyacağı teknoloji -ki bunlara soft-teknolojiler [1] diyebiliriz-, kendi dışındakilerin onun adına yararlı olacağına karar verdiği konuların öğretilmesi yerine geçecek olan şu soft-teknoloji alacaktır.

    “kendi belirlediği ihtiyaçlarını:

    • kendi öğrenme hızında,
    • kendi öğrenme stiline uygun olarak,
    • kendi uygun gördüğü zamanlarda ve de
    • içinde bulunabileceği çeşitli gerçek yaşam durumları içine gömülü olarak öğenebileceği ortamlar –learning climates– yaratılması”

    Bu tür öğrenme ortamları dünyada giderek yaygınlaşmakta ise de, buna en çok ihtiyaç olan ülkenin Türkiye olduğu aşağıdaki grafikten görülmektedir:

    Bu argümanlarıma dayanarak size bir öneride bulunmak istiyorum: Beyaz Nokta ® Vakfı, 1994’den bu yana eğitim -özellikle de öğrenmeye dayalı eğitim- konusunda çalışmaktadır.

    Eğitim konusunda çalışan diğer kurumlardan farklı olarak, kişilerin eğitsel ihtiyaçlarını belirlemede ve de gidermede olağanüstü bir genetik beceriye sahip olduklarına, bu nedenle de onlara bir şeyler öğretmeye çalışmak yerine, belirledikleri öğrenme ihtiyaçlarını giderebilecekleri ortamlar yaratmaya çalışmaktadır.

    Bu yaklaşım, çoğunluğun alışkın olduğu “öğretme” yaklaşımına zıttır ve bu nedenle de topluma anlatılması güç olmakta, destekleme imkânı olan kuruluşlar da -potansiyel sponsorlar-, gerçek ihtiyaçlara pek cevap vermese de, topluma daha kolay “satılabilecek” olan içeriği zayıf-kabuğu parlak projeleri desteklemeyi tercih etmektedirler. Biz vakıf olarak ise, israrla, açıkladığımız yaklaşımı yaygınlaştırmaya çalışıyoruz.

    WCDMA teknolojisi, mükemmel bir öğrenme ortamı olabilir. Hele günümüz bilgi kaynaklarının giderek digital ortamlara aktarıldığı dikkate alındığında, Anadolu’nun en ücra köşesindeki bir kişinin tek başına, istediği herhangi bir beceriyi kazanması mümkün görünmektedir.

    Size önerim, bu konuda ERICSSON – BEYAZ NOKTA® VAKFI arasında bir stratejik işbirliğidir.

    Bu işbirliği sürecinin çeşitli evrelerinde ortaya çıkacak olan öğrenme ürünlerinin (learning products), ERICSSON lehine önemli bir rekabet avantajı sağlayacağı açıktır. Her ne kadar diğer rakipleriniz de benzer uygulamalar yapmaya teşebbüs edecekler ise de, hem erken yola çıkmış olmak, hem de sağlam bir bilgi tabanı ile birlikte olmanız dolayısıyla daima bir avantaj farkını koruyabileceksiniz.

    Kısa tutmaya niyetlenmekle birlikte yine de uzattığımı farkettiğim mektubumdaki ana fikir ile mutabık iseniz geri kalan kısımlar ayrıntı sayılabilir. Burada “ayrıntı” sözcüğünü dikkatle seçtim. Çünkü, WCDMA gibi ileri bir hard-teknoloji ile “öğrenmeye dayalı eğitim” gibi bir soft-teknoloji evliliği yalnız Türkiye açısından değil global açıdan bir “sıçrama” sayılabilecektir. Bu yüzden geri kalan kısmına ayrıntı diyorum.

    Önerimi düşündükten sonra görüşmeyi isterseniz beni aşağıdaki iletişim bilgilerim aracılığı ile lütfen haberdar ediniz.

    Bu vesile ile işlerinizde başarılar dilerim.

    Saygılarımla,

    M.Tınaz TİTİZ

     

  • Aralar nasıl doluyor?

    Uzun süredir merak ettiğim bir konuda bir cevap bulduğumu ‘sanıyorum’; ama bunun nihai cevap olmayabileceği nedeniyle, ortaya atıp gelebilecek görüşlerle zenginleştirmemin doğru olacağını düşündüm. Merak ettiğim soru şudur:

    Değişik, meslek, akıl- fikir düzeyindeki insanlarla konuştukça -ki ben de o kümenin bir üyesiyim- çeşitli alanlardaki ne- niçin- nasıl yanıtlarının oluşturduğu zihinsel kurgularının (mind set) eksiksiz bir bütünlükte olduğu izlenimini edindim.

    Acaba insanlar bu eksiksizliğe nasıl erişiyorlar; zihinlerindeki kuşkusuzluğa dayalı sükûnet ortamını nasıl kuruyorlar?

    Bulduğumu zannettiğim cevap, başlıklarla şöyle:

    • İnsanoğlu dünyaya tabula rassa (beyaz sayfa) olarak gelmiyor; insanoğlunun genel genetik birikimini ve soyunun özel genetik mirasını beraberinde getiriyor. Böylece bir yandan organizmasının ihtiyacı olan işletim sistemine otomatikman sahip olurken, bir yandan da ana babasından itibaren geriye doğru, soyundaki bir takım olumlu- olumsuz özellikleri de – kendi iradesi dışında- yaşamının ‘verileri’ olarak getiriyor. ‘Beyaz sayfa’ olmayışının nedeni budur.
    • Bu noktadan sonra, yaşamının çeşitli yansımaları ‘sayfa’ ya düşmeye başlıyor. Sayfa’ya ilk düşen yaşam yansımaları‘nın bu ilk izleri çok belirleyici oluyor. Bir Markov Zinciri’nde olduğu gibi, bu ilk izler, daha sonraki yansımaları yorumlayıp birer iz haline getiriyor [1]. (Aynı bir yansımanın, değişik ilk izlerle başlamış sayfalardaki izleri birbirinden farklı oluyor; bu çok ilginç bir olgu!)
    • Sayfadaki izler (insanlık birikimi + genetik miras + ilk izler + gelmeye devam eden izler) arttıkça – ki zihinsel kurgu denilen de budur -3 ilginç sonuç ortaya çıkıyor:
        1. Kişi, zihin kurgusunun yorumlama algoritmasına uymayan girdileri görmezden geliyor veya bu mümkün olamıyorsa -girdiler güçlü ve sürekli ise-, o girdileri kendi kurgusuna göre çarpıtıyor [2].
        2. Zihinsel kurgudaki ‘ilk izler’den bazıları, eğer diğerlerinin daima sorgulamaya açık tutup, onların ‘değişmez, mutlak, kalıcı’ izlere dönüşmesini engelleyemiyorsa, izler giderek derinleşip birer ‘kesin inanç’a dönüşüyor. Bunun sonunda da kafasındakilerin doğruluğuna ölümüne inanmış tipler ortaya çıkıyor
        3. Bu ilk ikisi daha önce farkına varılmış olgular. Şimdi -yeni farkına vardığımı düşündüğüm- en önemlisi:
    • Zihinsel kurguyu oluşturan izler arasında boşluklar olması doğaldır. Kişi bunlara katiyen razı olmaz, rahatsız olur; zihinsel kurgusunun kesintisiz olmasını arzu eder ve boşlukları doldurur.
    • Eğer akıl – fikir – izan düzeyi yüksekse, araları nisbeten akla uygun ‘sentetik izler’ ile doldurur.
    • Fakat, başkalarıyla olası fikir tartışmaları sırasında, zihin kurgusu içindeki bu dolguların (ek yerlerinin) sırıtması ihtimali vardır.
    • Bu olasılığı bertaraf etmek için de, o sentetik izleri daha güçlü, zorlamaya varan ısrarla, hatta gerekirse kaba üslupla savunur. Ve böylece izlerin fark edilmesini güçleştirir, hatta neredeyse asli iz dahi sanılabilir.
    • Eğer böyle değil de akıl-fikir için düzeyi yeterli değilse, bu defa boşluklar, hurafeler, kör-kanıtsız inançlar, dogmalar, gibi sentetik izlerle macunlanıp gözden kaçırılır.

    Bu yaklaşım doğru / doğruya yakın ise ‘ilk izler’ in ne denli belirleyici olduğu ortaya çıkmaktadır. Erken çocukluk yaşlarından itibaren, ‘sorgulanmayan doğrular’ ile karşılaşan çocukların ileride birer açık ya da gizli fanatik olma ihtimali yükselir.

    Bu defo, eğitimle tamir edilemez, aksine pekişir. Çünkü bu defa kişinin sentetik iz üretmesi yerine okul öğretilerine dayalı bilgiler kullanılır.

    Bu tür kişiliklerin cahil kalmaları eğitilmelerine oranla daha az tehlikeli sayılabilir.

    Özgürleşmenin, başın içindeki sağlam sanılan yargıların (izlerin) sorgulanmasıyla başlayabileceğini, aksi halde insanın kendi kendine ürettiği safsataların esiri olarak kendi ve belki başkalarının ömürlerini tüketebileceğini düşünüyorum.

    Bu cesaret gösterilemediği takdirde, bir ömür boyu, “anlaşılmadığı“, “kendisine haksızlık edildiği” gibi düşüncelerle kızgınlığını bastırır.

    Bu pratik olarak kolay yapılabilir bir şey midir bilemem. Ama bir yol, her ağızdan ya da kalemden çıkan yargı için şu sorunun -korkmadan- sorulması olabilir: söylediğim ya da yazdığımın doğru olduğundan emin miyim ve nasıl eminim?

    Düşüncelerim – şimdilik – böyle.

    ‘Ezber’ olgusuna böyle bakılırsa, her şey daha berraklaşıyor mu?

    1 Ağustos 2008, Cuma

    [1] Edward De Bono, bu olguyu bir pelte üzerine dökülen sıcak mürekkebin yarattığı kalıcı çukurlaşmalar biçiminde örnekliyor. “Chapter 12. The Past Organize the Present”, pp 97, The Mechanism of Mind.

    [2]Thomas Kuhn bu konuda daha ileri gidiyor ve kişinin kendi paradigmasına uymayan verileri fizyolojik olarak algılamasının bloke edildiğini ileri sürüyor.

     

  • “Sorun Çözme Kabiliyeti” yükselebilir mi?

    Önce birkaç tanım!

    “Sorun”, istenmeyen bir duruma yol açan nedenlerin ve/ya istendik bir durum karşısındaki engellerin oluşturduğu durum olarak tanımlanabilir.

    Kişiler ve/ya onların -çeşitli anahtarlara göre- bir araya gelmiş topluluklarının karşılaşabildikleri, çeşitli rahatsız edicilik derecesindeki durumları, daha az rahatsız edici başka durumlaraçevirebilme kabiliyetine ise Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK) denilebilir.

    Bu iki tanımdan hemen anlaşılabileceği gibi gerek sorunlar gerek SÇK son derece geniş bir alana yayılmıştır.

    Bir aracın patlayan lastiği onun sürücüsü için bir “sorun”, patlak lastiği onarabilme becerisi ise bu özel konudaki “SÇK”dir. Aynı kişinin, çocuğunun derslerindeki başarısızlığı bir diğer -araç lastiğine göre biraz daha güç- “sorun”, tekrar başarılı olmasını sağlaması ise bu konudaki “SÇK”dir.

    Böylece giderek, daha güç sorunlara doğru ilerlenir ve her bir sorun alanındaki SÇK bir kenara not edilirse, sonuçta iki küme ortaya çıkacaktır: “Sorun Kümesi” ve “SÇK Kümesi“. Kuşkusuz her ikisi de sanal birer kümedir, ama söz konusu kişinin yaşamında birinci derecede belirleyici etkileri vardır.

    Söz konusu kişi sorunlarını çözerken çeşitli araçlar kullanabilir. Bunlara da Sorun Çözme Araçları (SÇA) ya da biraz daha anlaşılır bir benzetmeyle “SÇA Dağarcığı” denilebilir. Yine kolayca tahmin edilebileceği gibi her kişinin SÇA, o kişiye özgüdür. Bir başka kişiyle benzer araçları içerebilir ama tıpatıp aynı olması beklenmemelidir.

    Bu noktada ilginç iki özellik söz konusudur:

    1. Kişilerin tek tek SÇA dağarcıklarının birer imzası sayılabilecek ayırıcı özellikleri vardır. Kaba kuvvet, akılcılık, dini inaçlar, bir başkasının yardımını aramak, yasa dışılık, dogmalar, sevecenlik vb özellikler dağarcığa rengini verebilir.
    2. Kişilerden oluşan kesimler, kurumlar ve nihayet toplumun bütününün de bileşik bir SÇA dağarcığı olduğu düşünülebilir ve bu bileşik dağarcığa da renk veren hakim araçlar vardır. Cepheler (Vatan Cephesi, Milliyetçi Cepheler), darbeler, kurtarıcı aramak, övünmek, ya / ya da yaklaşımı (either / or) birer hakim renk örneğidir.

    Yukarıda anılan ve gerek bireyler gerekse onlardan oluşan kesimler, kurumlar ve toplum için söz konusu olabilecek Sorun Kümeleri’nin güçlük düzeyleri ile, bunlara karşılık gelen SÇK’nin etkililik düzeyleri karşılaştırılırsa şu olası durumlar ortaya çıkabilecektir:

    • SÇA Kümesi’nin etkililiği Sorunlar Kümesi’nin güçlüğüne yakın veya yüksek ise, kişi veya toplum karşılaştığı sorunların genellikle üstesinden gelir ve dahası, SÇA dağarcığındaki araçlar kullanıldığı için daha da gelişirler. Bu durumda kişi veya toplumun SÇK giderek artar.
    • SÇA Kümesi’nin etkililiği Sorunlar Kümesi’nin güçlüğünden daha düşükse, bu defa şu sonuçlar beklenmelidir:

    1. Kişi, kesim, kurum veya toplum, karşılaştığı sorunları çözemez; her çözemediği sorun yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açar.

    Sorun Kimyası yazısında [1] anılan üçüncü kanun, çözülmeyen hiçbir sorunun öylece kalmayacağını, yeni sorun bileşikleri üretmeye devam edeceğini ileri sürüyor.)

    2. SÇA dağarcığı içinde bulunabilen etkili araçlar kullanılamadığı için zayıflar, bu ise giderek SÇK’nin zayıflamasına, kullanılan etkisiz araçların ise tahribatının artmasına yol açar. Buradan bir dizi başka sonuç ortaya çıkar. Şöyle ki:

        • Evvelce rahatsızlık yaratmayan ve çözülebilen sorunlar bu defa çözülememeye başlar,
        • Kişi veya toplumun, sorunlarını çözeceğine güveni azalır ve kısa vadede etkili gibi görünen, uzun vadede ise tahripkar SÇA’na yönelir,
        • Kişi veya toplumun çevresindeki iç ve dış rakipler bu zayıflamayı fırsat olarak kullanır ve -doğal seçim yasalarının bir sonucu olarak- SÇK’ni daha da zayıflatabilecek, ama tam da öldürmeyecek manipülasyonlara girişirler. Bunu kesinlikle “hıyanet“, “vefasızlık“, “düşmanlık” vb sıfatlarla nitelemek doğru olmayıp doğa kuralının sosyal alandaki birer uzantısıdır.

    SÇK oluşumunda başlangıç koşullarının rolü!

    Karşılıklı etkileşim halinde, çoğu pozitif geri besleme içeren döngüler içindeki bu olgular açısından iki soru akla geliyor:

    Soru 1: Canlıların birçok davranışı yaşama başlangıç anlarındaki verilerle (genetik miras) ilgiliyse, SÇK de benzer biçimde Başlangıç Şartları (BŞ) denilebilecek koşullarla mı işlemeye başlar? Canlılardaki doğum anı, SÇK açısından kişi ve toplumlarda hangi anlara karşılık gelir ve bu koşullar ne kadar etkilidir?

    Örneğin, en azından birkaç yüzyıllık geçmişi bulunan toplumumuzun SÇK, Osmanlı kültürünün -SÇK açısından önem taşıyan- iki kültür öğesi tarafından etkilenmiştir. BŞ denilebilecek öğelerden birisi dogma / ezber, diğeri ise biat / itaat‘ın başat olduğu sosyal yaşamdır.

    Soru 2: Başlangıç Şartları değiştirilemediğine göre, acaba daha sonra yapılabilecekler yoluyla SÇK’nin yükseltilmesi mümkün müdür, nasıl?

    Cumhuriyetin ilanı ile bu BŞ’nın hemen değişmesi beklenemez, ama değişim yönünde bir ivmelenme olduğu da biliniyor. Acaba bu ivmelenme ve devam süresi, BŞ’nın etkilerinin ortadan kalkması için yeterli olmuş mudur?

    Bu sorunun cevabını net olarak biliyoruz ki, kesinlikle yeterli olmamıştır. Küçücük yaşlarında -dini ya da laik okullarda- anlamını bilmesine imkan olmayan ezberlerle toplumsal yaşama başlayan çocuklarımızın erişkinliklerinde bu ezberleri sorgulayabilmelerine imkan var mıdır?

    Bu basit yaklaşımdan önemli görünen bir sonuç çıkabilir: Eğer bireyler ve toplumumuzun SÇK yükselebilecek ise bu “ezber” denilen sorgulamama alışkanlığının tahripkarlığının idrak edilmesiyle mümkün olabilir görünüyor.

    Rekabet ettiğimiz insanlık ailesi üyeleriyle muasır medeniyet yarışına 2-0 yenik başladığımız bellidir. Ama yenilmek bir kader de olamaz. Eğer belirli sayıdaki insan bu kavramların farkına varırsa pekala bu sorunun üstesinden gelebiliriz.

    Mevcut durumda böyle bir işaret yoktur. Onlarca radyo, TV, basılı ve internet iletişim aracına, yüzlerce yazar-çizere rağmen 1 kişi (yazıyla bir kişi), sorgulamama (ezber) denilen illetin ne olduğu, nelere yol açtığını yazmamakta, konuşmamaktadır. Bu kadar kesin bilgilere nasıl sahip olunabiliyor? Belirsizlik niçin bu kadar korkutucu oluyor?

    Soru sormanın sorun çözmekte ne denli önemli olduğu biliniyor. Soru sormak ise ancak, dogmalarının üstesinden gelebilen, ezberi bulunmayan insanlarca yapılabilir.

    Peşpeşe sıraladığı -ve çoğu da sorgulanmamış- yargılarından ürettiği kişisel fantezilerini boyuna benimsetmeye, öğretmeye, dayatmaya çalışan insanlarımızdan, özellikle de aydınlarımızdan çok şey mi bekliyoruz?

    Sivil, askeri, siyasal tüm kurumlarımız, tehdit değerlendirmelerinin birinci sırasında SÇK yetmezliğini almalıdırlar. SÇK yetmezliği ile yaşamını devam ettirebilmiş toplum görülmemiştir.

    8 Ağustos 2008, Cuma

  • “Yalnız Öğrenenler Kalacak!”

    9/11 ile iyice görünür hale gelen, tarihin en şiddetli finansal krizi denilen çalkantıyla da süren huzursuzluk ortamı -üstüne bir de küresel ısınma binince-, adına ne denilirse denilsin bir çeşit kıyametin hemen kıyısında bulunduğumuz söylenebilir.

    Böyle bir durumda, “yalnızca öğrenenlerin hayatta kalıp diğerlerinin yok olacağı öngörüsü“, üzerinde düşünülmeye değer görünüyor. Bu söz, Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı‘nın 21-22 Kasım 2008’de düzenleyeceği kongrenin sloganlarından birisidir.

    İnsanlar genellikle fikirlerinin önemsenmesi için “korkutma”yı bir araç olarak seçebiliyor. Fakat artık o kadar çeşitli korkular içinde yüzüyoruz ki [1], korku bir ilgi sağlama özendiricisi olmaktan çıktı.

    Yalnız öğrenenlerin kalıp öğrenemeyenlerin yok olması aslında dünyanın -belki de evrenin- en eski ve sağlam ilkelerinden birisi. Her sürecin dokuları içine gömülü durumda, derinden derine tüm yaşam kesitlerini etkiliyor; canlılar ve de cansızlar dünyasında.

    Hatalarından öğrenemeyen iş adamı başarısız olurken, öğrenebilenler başarılı olabiliyor; yanlışlarından öğrenebilen sporcu, öğrenci, siyasetçi ve bunlara ait kurumlar başarılı oluyorlar. Bütün bunlar yeni değil, milyonlarca yıldır tekrarlanan süreçler; o kadar ki, çok yaygın olduğu için dikkatimizi çekmeyen olgular gibi.

    Bununla beraber, öğrenen-az öğrenen-öğrenemeyen farklılıklarının yol açtığı olgu genellikle “başarı” düzeyinde. Az öğrenenler ya da öğrenemeyenler de bir biçimde yaşamlarını sürdürebiliyorlar; belki yaşam kaliteleri öğrenenler kadar yüksek olmuyor ama yok da olmuyorlar.

    Fakat bu defa durum değişik.

    Bilim ve teknoloji o hızla ilerledi -ve ilerliyor- ki, insanların bunları kullanmaması iki nedenle imkânsız: Bunların yaşam kolaylaştırıcılığına dayanılamaz ve ayrıca da bu gelişmeleri sağlayanlar bunları satmadan duramazlar.

    Halbuki insanların büyük çoğunluğu, bilim ve onun türevi teknolojilerin belirlediği akıl-fikir-bilinç düzeyinin çok altında, dolayısıyla da o ürünlerin değerlerine karşılık gelebilecek katma değer üretebilme kabiliyetleri çok sınırlı. Kısacası o ürünleri tüketebilmeleri matematiksel olarak mümkün değil.

    Bu duruma çare yine o yüksek düzeyli ürünleri ortaya atabilenler buluyor ve tedavüle (dolaşıma) “sanal katma değer” araçları sokuyorlar. Sanal katma değer araçları isteyen herkesçe ve de oldukça kolay edinilebiliyor. Örneğin kredi kartı, tüketici kredisi, taksitli satış, şimdi al-sonra öde, saadet zincirleri vb bunların en yaygın olanları.

    Böylece, şişirilmiş satın alabilme kabiliyeti ile yüksek tüketim düzeyi, olması gerekenin çok üstünde bir yerde dengeleniyor ve dahası bu buluşma noktası her geçen gün daha da yukarı çıkıyor; bir yandan da çevrenin yıkımına yol açıyor.

    Kolayca tahmin edilebileceği gibi bu tür kararsız süreçlerin bir “irade” tarafından durdurulması imkânsızdır. Çünkü her ne kadar bu tüketim çılgınlığı sürecini başlatan, ondan zarar gören yığınlar değilse de kısa bir süre sonra o çılgın sürecin bir parçası olmak koşuluyla yaşamını sürdürebilir hale geliyor.

    Peki bu durumda, bu çılgın süreç durur mu, durursa nasıl durur?

    Bu soru’nun yanıtı çoğu kimse için bellidir. Eski İstanbul yangınlarını bilenler ya da duyanlar, bu sorunun yanıtını tahmin edebilirler: Yangın, denize varıncaya kadar sürer! (Bu nedenle de eski büyük yangın alanları daima bir denizden bir diğer denize kadardır).

    A.B.D.’de başlayan ve tarihin en büyük -ve kapsamlı- kurtarma operasyonuna sahne olan yangın, insanların satın alma kabiliyetleri (yani katma değer üretebilme kabiliyetleri) ile tüketim düzeyleri, yavaş yavaş -belki de birkaç yangından sonra- daha sürdürülebilir düzeylerde dengeye gelene kadar sürüp tekrarlanacaktır.

    İhtiyaçlar, dolayısıyla da işler değişecek!

    Bu yangınların her birinden sonraki yaşam, bir öncekinden farklı olacak, eskiden mevcut olan kimi tüketim alışkanlıkları (yani ihtiyaçlar = işler) terk edilecek, yerlerini doğala daha yakın alışkanlıklar (ihtiyaçlar = işler) alacaktır. Kuşkusuz bu yeni tüketim kalıpları da yeni işler yaratacaktır, ama hiçbir şekilde bugünküler kadar bol değil.

    Öğrenme bunun neresinde yer alıyor?

    Birincisi, her yangından kurtulacak olanlar, öğrenebilenler olacaktır. Alışkanlıklarını (yani tüketim kalıplarını) değiştirmeyi “öğrenebilenler” ile katma değer üretebilme kabiliyetlerini artırmayı “öğrenebilenler” yangın sonralarının kalanlarıdır. Bu iki sınıfa bir de “üçüncü sınıf” diyebileceğimiz ve sayıları her yangından sonra azalacak -ama hiçbir zaman yok olmayacak- olanları eklemek gerekir: Azalmasına rağmen halâ tedavülde bulunacak olan sanal katma değer araçlarını kullanarak yaşamlarını bir biçimde sürdürebilenler.

    Toplumun çeşitli yaşam kesitlerinde “öğrenme”nin yansımaları!

    Görülüyor ki “öğrenme” tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar öne çıkıyor. Düne kadar pek farkında olunmayan bu olgu artık bir yaşam sürdürme aracı haline gelmeye başladı.

    Birey, kurum, cemaat ve toplumların her bir yaşam kesitinde, ticaret, sanayi, eğitim, siyaset, din, spor ve akla gelebilecek her alanda, öğrenebilirlik bir numaralı değer haline dönüşmektedir.

    Artık iş arayanlar diplomalarını göstererek değil öğrenebilirlik yeteneklerini kanıtlayarak iş bulabilecekler.

    Siyasi partiler vaatte bulunarak değil, kendilerinden önceki -ve de başka ülkelerdeki- politikacıların olumlu ve olumsuz karar ve icraatından öğrendiklerini kanıtlayabildikleri takdirde oy alabilecekler,

    Eğitimde ezberleyerek kendisine öğretilenleri geriye iyi kusanlar değil, bunlardan yaşamı için bir şeyler öğrenebilenler eğitimden bir yarar sağlayabilecekler.

    Genel olarak hata yapmayanlar değil yanlışlarını birer öğrenme aracı olarak kullanabilenler yaşamlarını sürdürebilecekler.

    Belki dünya nüfusu bu hızla artmayacak, hattâ azalacak; ama geriye yalnızca öğrenebilenler kalacak.

    21-22 Kasım’da bir kongre var!

    İTÜ Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde 2 tam gün süreli kongrede, siyasetten spora, dinden rekabet gücüne, sanattan terör mücadelesine kadar tüm yaşam alanlarındaki öğrenme konusu işlenecek.

    Sponsor olmak ya da katılmak için www.gelisimkongresi.org adresini tıklamanız yeterlidir, bekliyoruz.

    08 Kasım 2008, Cumartesi

    [1] https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=669

  • Araçları kimler yakıyor?

    Son aylardaki araç kundaklama olaylarını kastediyor ve şu soruyu soruyorum: Bu araçları kimler ve de niçin yakıyor?

    Ayrıca bir sorum daha var: Birkaç gün önce bir polis otosu, aşırı hız nedeniyle otoyolda giderken takla attı ve alev alarak içindeki iki kişiyle birlikte yandı. Bu aracı kim ve de niçin yaktı?

    Verilecek yanıtları tahmin edebiliyorum. Birincisi için, “sınır ötesi harekâtı protesto etmek isteyenler“; ikincisi için ise “sürücü kusuru sonucu doğan bir kaza” denileceğini duyar gibiyim.

    Bu kişilerin, olaylarla “ilgili” olduğu su götürmez; götürmez ama bu yanıtların tür olayların meydana gelmesini önlemeye yetmeyeceğini de su götürmez.

    Gerek araç kundaklama, gerekse kaza gibi görünen ikinci olayın kök nedenleri aynıdır ve o neden, “yurttaşlık sorumluluğuna sahip olmayan, ama yurttaş olarak yaşamlarını sürdürebilen” insanlarımızdır.

    Kundaklama olayları sırasında çağrılan itfaiye, saygısızca park edilip sokakları geçilmez hale getiren araçlar nedeniyle müdahale erken müdahale edemiyor. O halde aranan “kundakçılar” uzaklarda değil, bizzat o sokaklarda oturan kimi saygısız “yurttaş”lardır.

    Ayrıca, en hızlı itfaiye müdahalesinin dahi, alev almış bir araç için değil, belki başka araçlara sıçrama riskini azaltmaya yarayacağı da belli olduğuna göre, “ilk müdahale”nin o sokakta oturanlarca yapılması beklenir. Gerek konutlarda gerekse araçlarda bulundurulması gereken yangın söndürücülerin hiç birisi olmadığı nedenle, bir defa daha esas sorumlunun saygısız yurttaşlar olduğu söylenebilir.

    Aynı kök neden yanan polis otosu için de geçerlidir. Böyle bir durumda tek işe yaramayacak çare itfaiye çağırmaktır. O trafik kalabalığında hangi hızla hareket ederse etsin hiç bir itfai aracı yangın için bir çözüm olamaz. Umulan çözüm, alev alan arabayı çevreleyen yüzlerce araçtaki yangın söndürücülerin kullanımıdır. Böyle bir yolla -örneğin aynı anda kullanılacak 20-30 adet söndürücü ile- yanan oto anında söndürülebilirdi.

    Afrası tafrası, pahalı araçlarıyla caka satanların hiç birisinde 5-6 litrelik ciddi bir yangın söndürücü yoktur. Yoktur ama yasal olarak da aklen de vicdanen de olması gerekir.

    Peki bu durumda sorumlu kimdir?” sorusunun yanıtı yine aynıdır: saygısız -ve o ölçüde de ahmak- yurttaşlar. “Ahmak”, çünkü aynı olayın onların da her an başlarına gelebileceğini idrak etmekten aciz oldukları için.

    Sessiz motorlu helikopter(ler) satın alarak kundakçıları caydırma fikri kimindir bilinmez. Ama kundakçıların (yani esas kundakçı yurttaşlar değil de molotofları atanlar‘ın) içlerinden nasıl keyifle güldüklerini görür gibiyim.

    Halbuki, genel bir çağrı -ve ardından da denetim- yapılarak, her bağımsız konutta ve her araçta, her an dolu ve işe yarar büyüklükte birer yangın söndürücü bulundurulmasının, kundaklama olaylarının “keyfini bozacağı” anlatılsa, parası yetmeyenlere de bedava söndürücü hibe edilse herhalde daha etkili olurdu. Olurdu ve ayrıca da “dayanışma yoluyla bütünleşme” yolunda da iyi bir örnek oluşurdu.

    Şimdi birisi çıkıp da şunu iddia edebilir mi?: “Bu tür “saygı” ve “akıl” eksiği sadece yangın söndürücü bulundurmama konusunda vardır; diğer bütün toplumsal sorunlarda böyle bir saygı ve akıl eksiği yoktur.”

    Bu basit görünüşlü araç yangınları, esas tehlikenin “akıl ve saygı eksiği” olduğunu, bu tür bir tehlikeye karşı yangın söndürücülerin bir işe yaramayacağını, var olduğu sanılan “dip”in çok ama çok derinlerde olabileceğini -hattâ hiç de olmayabileceğini- gösteriyor.

    7 Şubat 2008, Perşembe

  • Hayvanat Bahçeleri ve Kaisen !

    Japon kalite devriminin ana fikri, Hayvanat Bahçeleri için de kullanılabilir!

    Japon kalite devrimi, Dünyada “japon-tapon” olarak kötü şöhret yapmış Japon sanayi mamullerinin bugünkü duruma gelmesi sürecidir. Bugün Dünya’nın Japon ürünleri için söylediği “sıfır hata”, bu devrimin bir sonucudur. Bu devrimin ana fikri Japon dilinde KAİSEN denilen bir kavrama dayanmaktadır.

    KAİSEN nedir?

    KAİSEN, “küçük fakat sürekli olarak tekrarlanan iyileştirmeler” demektir. “Evrim” de doğanın KAİSEN’idir.

    Hayvanat Bahçeleri (HB), KAİSEN yoluyla iyileştirilp geliştirilebilir mi?

    Evet. Zaten bunun dışında bir yolla yani bir büyük ve modern HB sahibi olmak güzel ve fakat gerçekleşmesi çok güç bir düşüncedir.

    KAİSEN nasıl uygulanacak?

    Birçok HB’nin yıllardır uyguladığı yöntem bir bakıma KAİSEN’dir.Yıllar önceki küçük ve bakımsız durumlarından bugünkü hallerine gelebilmeleri muhakkak ki “küçük fakat sürekli gelişmeler” yoluyla olmuştur.

    Ancak KAİSEN, bunun daha iyi organize edilmiş bir şeklidir. Buna göre;

    1. HB’nin çeşitli hayvanların bulunduğu bölümlerinin nasıl iyileştirmek ve geliştirmek istendiği basit birer proje haline getirilir.
    2. Bu projeler, mevcut hayvanların bulunduğu bölümlere herkesin KOLAYCA GÖRÜP ANLAYABİLECEĞİ şekilde asılır.

    Ayrıca, bunların yanlarına şu şekilde birer açıklama da yazılır:

    “SAYIN HAYVAN DOSTLARIMIZ;

    BURADA GÖRDÜĞÜNÜZ KAPLAN (mesela), DOĞAL KOŞULLARINDAN UZAK ŞARTLARINDA YAŞAMAK ZORUNDA KALMIŞTIR. KAFESİNİN İÇİNDE SİNİRLİ GEZİŞİ BUNU GÖSTERİYOR. BİZ KENDİSİNE DAHA İYİ BİR YER YAPMAK İÇİN YANDA GÖRDÜĞÜNÜZ PROJEYİ DÜŞÜNÜYORUZ. BUNUN İÇİN 100 MİLYON LİRA (mesela) GEREKİYOR. BUNA KATKIDA BULUNURSANIZ ADINIZI BAĞIŞ PANOSUNA YAZACAĞIZ VE BURASI DURDUKÇA ADINIZ DA YAŞAYACAKTIR. BAĞIŞLARINIZIN YALNIZ BU İŞ KULLANILACAĞINA EMİN OLUNUZ. HATTA ARZU EDERSENİZ YENİ YERİNE SİZİN ADINIZI DA VEREBİLİRİZ.

    KAPLAN ADINA TEŞKKÜRLERİMİZLE.

    HAYVANAT BAHÇESİ MÜDÜRLÜĞÜ”

    Bunların dışında bir de o güne kadar toplanan parayı, geri kalan ihtiyacı örneğin şöylece yazmak önerilir:

    12 NİSAN 1995 TARİHİ İTİBARIYLE :

    TOPLANAN PARA : 30 MİLYON

    GERİ KALAN İHTİYAÇ: 70 MİLYON

    Bu açıklamaların hemen yanına bir de kumbara konulur ve hergün içindeki para alınır.

    Hayvanın bakıcısı, HEMEN ORADA bir plastik şerit üzerine harf yazan el aletiyle bağış yapan kişinin ad, soyad ve bağışını yazıp bağış panosuna “geçici” olarak yapıştırır

    MEHMET CEYLAN 100.000 TL

    Bir hafta içinde de aynı yazı küçük bir pirinç plaket üzerine yazdırılıp panodaki plastik şeridin yerine çakılır.

    1. Bu yöntem basın, TV gibi medya aracılığıyla duyurulup daha çok sayıda insanın katkısının toplanabileceği bir ortam yaratır.
    2. Hayvanların sahiplendirilmesi yoluyla bakımlarının sağlanması: Çoğu hayvan dostu için bir hayvana sahip olmak çok çekici bir imkandır. Her hayvan tek veya birden fazla kişiye, bir anlaşmayla sahiplendirilir ve bir plaketle ilan edilir. Örneğin;

    FİLİMİZ MOHİNİ, AŞAĞIDA İSİMLERİ OLAN KİŞİLERİN

    ORTAK BAKIMI ALTINDADIR.

    1. ……………..

    2………………

    3………………..

    Bu yolla, büyük bir bölümü içler acısı durumda olan hayvanat bahçelerimizin süratle düzeleceği tahmin edilir. Her iki lafın başında Türkiye’nin yeterince tanınmadığını savunan kişilerce bilinmeyen, “bu insanlarda canlıya saygı yok!” yargısının ortadan kaldırılmasına önemli ölçüde fayda sağlayabilecek olan bu öneriler, insanlara ve hayvanlara saygı duyan herkesin dikkatine sunulur!

    27 Mart 1995, Pazartesi

  • Yanlış konu (türban) üzerinden bu sorun çözülemez! (Değişken Derinlikli Yazım)

    Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir.

    DDY (Değişken Derinlikli Yazım)
    Tekniğiyle yazılmıştır
    (https://www.tinaztitiz.com/dosyalar/hyperwrite_aciklama.doc)

    Patent: “M.Tınaz Titiz, No: TR 2005 03764 A2”

                   Öz

          1. Düzey Ayrıntı

           2. Düzey Ayrıntı


    Yanlış konu (türban) üz erinden bu sorun çözülemez!
    Türban, başörtüsü gibi sözcüklerle ifade edilen sorun, bu soruna neyin yol açtığı irdelenip sağlam bir kavramsal temele oturtulmadıkça
    çözülemeyecek, hatta giderek derinleşecektir.
    Basit bir trafik kazasında dahi doğru tartışma yolu benimsenmez, hele
    hele konu kaza ile doğrudan ilgili olmayan yan konulara çekilirse
    ne umulmaz sonuçların doğabileceğini hep biliriz.
    Türban işi de benzer gelişmelere gebedir.
    Toplumun bir bölümünün “türbanın siyasal simgeleştirilmesi”, diğer bölümünün ise “milletin dinine tasallut” olarak adlandırdığı sorun aslında her iki bölümün de tamamen uzlaşı içinde bulunduğu başka bir kavramdan kaynaklanmaktadır.
    Bu kavram “koşullandırma”dır.

    Şeytan çıkarmak
    İnsanlık, aykırı düşünce taşıyanların içinden şeytanın çıkarılması için
    yakıldığı dönemlerden geçip ilerleyen bir süreç yaşıyor.
    Bu nedenle bugünlere de, bu sürecin geride kalan ve birçok bakımdan lkelliğine hayretle bakılacak dönemler olarak bakılması gerekir.
    Her ne kadar bugün kimseyi içinde şeytan var diye -pek- yakmıyor isek
    de pekala başka yöntemlerle içindeki şeytanı çıkarmaya uğraşıyor, sonra da kedisini yıkarken değil de sıkarken öldüren çocuk gibi masum tavırlar takınıyoruz.

    Koşullanmama hakkı: sıfırıncı hak
    Günümüzde, insanın temel hak ve özgürlüklerinin neler olduğu belirlenip bir evrensel bildirgeyle ilan edilmiştir.
    Ama bildirgede öyle birkaç nokta atlanmıştır ki, bugün yaşadığımız -ve o atlanan noktalar insanlar tarafından farkedilmedikçe de yaşanacak olan- temel hak ve özgürlük ihlalleri bütün Dünya’da
    sürecektir.
    Bu noktalardan birisi, “koşullanmama hakkı” adı verilebilecek bir haktır.
    Sağım solum koşullanma
    Yaşamımıza dikkatli bakılırsa, önemli bir bölümünde, bizim dışımızdakilerce ve çeşitli konularda sürekli olarak koşullandırılmaya çalışıldığımız görülecektir.
    Çamaşır tozu ya da kola satıcısı, kendi malının iyi olduğunu düşündüğü özelliklerini öne çıkararak bizi koşullandırmaya
    çalışır.
    Tüm reklamların yapmak istediği ve büyük ölçüde yaptığı da budur.
    Politikacı, kendi yaptıklarının en iyiler olduğu konusunda çeşitli yollara başvurarak insanları koşullandırmaya çalışır.
    Eğitim ise başlıbaşına bir koşullandırma sürecidir.
    İstemeyen kulak vermeyebilir mi?
    Bütün bunlara karşı genel kabul görmüş savunma, “isteyen dinler
    istemeyen dinlemez
    ” biçimindedir.
    Acaba gerçekten böyle midir?
    Herhangi bir konudaki koşullandırmanın etkisinde kalmak istemeyen bir kişi, bunlardan kendisini kurtarabilir mi?
    Sokakta ve evde, reklamlar, çeşitli propaganda araçları, gazeteler, TV
    programları ve bu gibi kanallarla insanları koşullandırmaya çalışan
    onca «saldırı» varken acaba birisi çıkıp da “ben bunları dinlemiyor ve etkisinde de kalmıyorum” diyebilir mi?

    En güçlü yanımız, en zayıf yanımız
    İnsan beyni koşullanmaya uygundur.
    Çünkü öğrenmeye uygundur.
    Ama, doğal koşullarda ihtiyacı olan bilgi, beceri, tutum ve davranışları
    yine doğal yollarla -yaparak, yaşayarak- öğrenmeye göre
    uygundur.
    Çünkü evrimini öyle sürdürmektedir
    Koşullandırma, eğitimin açtığı kapıdan sızmıştır.
    İnsanlar, kendi isteklerine uygun tipte bir örnek insanlar yetiştirebilmek için “eğitim”i, “hakkında eleştiri yapılamaz” kavramlar sınıfına koymuşlardır.
    Dikkat edilirse, eğitim ve onun dışındaki koşullandırmalar daima aynı yöntemi kullanmaktadır: tekrar!
    Eğer, “isteyen dinler, istemeyen dinlemez” mantığı doğruysa, mesela, düşünme gücünü yavaşlatıp ikna olmayı
    kolaylaştıran belirli bir kimyasalı güzel çöreklerin hamuruna katıp
    piyasaya sürmek, sonra da “istemeyenler yemesin” demek de o kadar doğrudur.
    Sağlık sorunları diye adlandırdığımız, giderilmesi için de büyük kaynaklar ayırdığımız sorunlar aslında, fiziki ve ruhsal yapımıza hiç de uygun olmayan bir yaşam biçimini «medeniyet» adı altında benimseyip yaşamaya kalkışımızdan doğuyor.
    Bireysel ve toplumsal ölçekli birçok sosyal sorunuz da, benzer şekilde
    benimseyip tartışmaya kapadığımız «değerler kümesi»nin esonuçlarıdır.
    Türban değil koşullandırma yanlıştır
    Türban ya da herhangi bir diğer ideolojik öğreti koşullandırma amacı ile birleştiğinde yanlıştır.
    Yoksa tabii ki herkes, koşullandırma amacını taşımayan hallerde -örneğin evinin içinde- türbanlı ya da çıplak dolaşabilir.
    Koşullandırma amacı taşıyıp taşımadığını ölçebilen bir alet (!) geliştirilene kadar ise her türlü -ama her türlü- ideolojik öğretinin herhangi bir yolla sergilenmesi, insanın bu çabuk öğrenen yönünün istismarı anlamına gelir.
    Nitekim tüm ahlaki norm sistemleri insan -ve diğer varlıkların- istismara
    açık yönlerinin etkilenmesini bunun için yasaklamışlardır.
    Benimki seninkinden daha beyaz!
    Bu yaklaşımın toplumun neredeyse bütünü tarafından reddolocağı
    kesindir.
    Çünkü hemen herkes kendi ideolojisinin doğru diğerlerininkinin yanlış olduğunu varsaymaktadır.
    Çözüm ise doğrularımızı askıya alabildiğimiz, doğru sanıp ölesiye -ve öldüresiye- sarıldığımız inançlarımızı sorgulamaya
    başlayabildiğimiz zaman mümkün olabilecektir.
    Üzerindeki bütün uzlaşıya karşın koşullandırma bir insanlık ayıbıdır.
    İnsanın, evrenin -ve tabii ki Tanrı’nın- tam bir modeli olduğunun reddi, onun kendi dar kalıplarımıza göre yeniden şekillendirilmesi
    girişimidir.
    Gün gelecek tüm koşullandırıcılar ayıp sayılacak
    Geçmişte benzer şekillerde üzerinde uzlaşılmış doğruları bugün barbarlık, çağdışılık olarak değerlendiriyoruz.
    Yarınlarda koşullandırmanın da aynı sınıfa gireceği beklenmelidir.
    Men dakka dukka!
    Çok masum bir doğruyu benimsetmek için dahi izin verilebilecek koşullandırma, başkalarının da kendi doğrularını aynı yöntemle benimsetmeye kalkmasına yol açacaktır.
    Bugün, ezbere bellediği doğrulara dayanarak o doğruları ezberlememiş olanları dışlayanları ayıplamak yerine bunun niye olduğunu anlamaya çalışmak daha doğrudur.

    3 Temmuz 2005, Pazar

     

  • Bu keskin kutuplaşmadan çıkış yolu var mı?

    Fatih Altaylı’nın, iki genç kızımız ile TV’de yaptığı söyleşi, izleyenleri -hiç olmazsa bir bölümünü- şoke etmiş görünüyor.

    Kızların söylediklerinin özeti şu:

    • Atatürk olmayıp da örneğin İngilizler yurdumuzu işgal etmiş olsalardı, “biz”im daha geniş haklarımız olurdu,
    • Başımıza bir şey gelmeyeceğinden emin olsak Atatürk’ü sevmediğimizi de açıkça söyleriz; Humeyni ise “biz”im için daha değerlidir,
    • Burada zulüm görüyoruz.

    Bu üç ifade de aşağı-yukarıdır ama anlamları tamdır. Her 3 cümledeki birinci çoğul şahıs zamiri ve eki, Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunu anlamak isteyenler için anahtar özelliktedir ve bu sözcük “biz”dir.

    “Biz” kimdir, ne kadardır?

    “Biz”; kendilerini “inanan”, kendi dışındakileri de “inanmayan” olarak kategorize etmiş, sayıları TV programına çıkan 2 genç kızımızla katiyen sınırlı olmayan bir kesimdir.

    Çoğulcu demokrasi bağlamında bu kesimin nüfusunun bir önemi de yoktur. Önemli olan; ne istedikleri, bu isteklerinin makullüğüne nasıl olup da bu denli yürekten [1] inanabildikleridir.

    “Biz”, büyük olasılıkla tek düze olmayıp içinde “inanmayanların kafalarını kesmek için yanıp tutuşanlar“dan başlayıp, “inanmayanları da -yılanlar ve çiyanlar gibi- Allah’ın yarattığı, varlıklarının mutlaka bir nedeni olduğu, bu yüzden (yani yaratandan ötürü) bunların da (yani yaratılanlar) sevilmeleri (yani tahammül gösterilmeleri) ve içlerinden bazılarının zamanla ikna edileceklerini beklemek ve de ikna için çaba göstermek gerektiği“ni düşünenlere kadar geniş bir alanı kaplamaktadır. Bayrakları, dini öğretilerin ezberletilmesi ve tekrar yoluyla koşullandırılmaları yoluyla benzer düşüncedekilerin -hangi ülkede ve kimin mandasında olurlarsa olsunlar- birleştirilmesidir.

    Bu yolla yaptıkları eğitimin en belirgin özelliği “tekrar” ve “sorgulamaya kapalılık“tır.

    Bu kesimin içinde kesinlikle yer almayan, muhtemelen yine epey denilebilecek sayıdaki dindar insanın varlığı, büyük olasılıkla “biz”e karşı en güçlü sigortalardan birisidir.

    Öbür “biz” kimdir?

    Birinci “biz” için anahtar bağ din ise, ikinci “biz” için anahtar bağ “laiklik”tir. İkinci biz de homojen olmayıp, kafa kesicilerden başlayıp tahammülcülere kadar uzanan geniş bir alanı kaplar. Bayrakları eğitim olup, ne kadar çok insan laikliği ezberler ve koşullandırılırsa (yani eğitilirse) o kadar iyidir. Komedyen Cem Yılmaz’ın “eğitim şart” parodisindeki “eğitim” bu eğitim olup en belirgin özelliği “tekrar” ve “sorgulamaya kapalılık“tır.

    Bu kesimin içinde kesinlikle yer almayan, muhtemelen -aynen yukarıdaki gibi- yine epey denilebilecek sayıdaki laik insanın varlığı, ikinci “biz”e karşı bir sigortadır.

    Başka “biz”ler de var!

    Buraya kadar ahatarı “din” olan kutuplaşma üzerinde durulması, başka “biz”lerin olmadığını düşündürmemeli. Etnik temele dayalı kutuplaşma da aynen yukarıdaki gibi işlemektedir. İşlemek zorundadır çünkü temel dürtü, kendi doğrularının “yürekten” (ezber) belletilmesidir.

    “Bizler” çatışmaya başlamıştır

    Doğruluğuna ve mutlaklığına yürekten (yani ezber) inanmış insanlar yanyana yaşamak zorunda kaldıklarında, kendilerini güvende hissedebilmek için doğal bir refleks gösterecekler ve kendi değer yargılarının egemen olmasını sağlamaya çalışacaklar, bu yolda nereye kadar gitmek gerekiyorsa gideceklerdir.

    Bunun kibar adı iç savaş’tır ve tüm “biz”ler önemli telafat verip çatışmaya mecalleri kalmayana dek sürer ve sonunda bir uzlaşı -ister istemez- doğar. Çok ahmakça görünmesine karşın bugüne değin tarih “genellikle” buna şahit olmuştur.

    Çatışmalar sürecektir, yeter ki?

    Anayasa Mahkemesi’nin türban davasıyla ilgili kararı çevresindeki tartışmaları saf hukuk tartışmaları olarak yorumlayıp nefes tüketmek yerine, bu çatışmanın kök nedenlerini anlamaya çalışmak daha akılcı değil midir?

    Kök neden, insanlık tarihinin en yaygın kümeleşme anahtarlarından olan din ve etnik köken bağlamındaki doğrularına “yürekten” (yani sorgulamaya kapatarak) inanmış ve bunları kendi dışındakilerin de benimsemesini talep eden, ikna etmeye çalışan, zorlayan, ortadan kaldırmakla tehdit eden kesimlerin varlığı ile bu kesimlerin dışındakilerin seslerinin güçsüzlüğüdür.

    Bu “biz” kümelerini bir anda çözüp “ben”lere dönüştürebilecek anahtar ise “ezber” denilen zihinsel soykırım aracılığıyla girişilen ve örgün ve yaygın eğitim elbiseleri giydirilen koşullandırma eylemleridir.

    Peki bunun için ne lâzım?

    Pek inandırıcı gelmeyebilir, ama bunun için insanların kendi doğrularının ne kadar doğru olduğunu hiç olmazsa bir defa sorgulamaları, ama korkmadan sorgulayarak ta dibine kadar sorgulamaları, ondan sonra da açılacak çukura düşmeden kenarında durabilmeleridir.

    Birbirimize bir takım doğrular tebliğ etmeye kalkışmanın tam anlamıyla bir “zihinsel tecavüz” olduğunu idrak etmek ise ilk adım olmalıdır.

    Yapılabilir mi?

    Evet ve hayır.

    Bu “biz”lerin içindeki rol modellerinden birkaçının bunu yapabilmeleri halinde evet.

    Şu ana kadar görüldüğü kadarıyla ise hayır!

    12 Haziran 2008

    [1] Yürekten = Farsça “ezber” = İngilizce “by heart” = Fransızca “par coeur

  • Darbe eğilimleri neyin göstergesidir?

    Her çözümlemenin vazgeçilmez ilk adımı “varsayımlarını ortaya koymak” ise, bu yazı konusunun da varsayımları işin başında belirtilmelidir. Buna göre:

    1. 27 Mayıs 1960’tan bu yana, mevcut hükümetleri indirmeye yönelik çeşitli eylem ve girişimlerin deklare edilmiş ortak yönlerinden birisi, “mevcut gidişata karşı demokratik düzeni tesis etmek” olmuştur. Yani -en azından söylem bazında-, bir sorunu çözmek amacı ileri sürülmektedir.
    2. Girişimlere karşı halk desteğinin düzeyi hakkında sağlam bir veri bulunmasa da, hiç birisine karşı ciddi bir halk tepkisi de olmamıştır. Hattâ birkaçında “ordu halâ ne bekliyor?” gibisinden sitemler de biliniyor.
    3. Gerek eylem ve girişim sahipleri gerekse pasif biçimde de olsa destekleyenler, gelir ve eğitim düzeyleri açısından toplumun orta ve üst katmanlarında yer almaktadır.

    Lütfen bu üç varsayımın da darbe yandaşlığı ya da karşıtlığı bağlamında değil, sadece bir dış göz soğukluğu ile yapıldığı dikkatten uzak tutulmasın.

    Şimdi bir soru!

    Toplumun -halk deyimiyle- aydın denilen kesimi, sorun olarak gördüğü bir duruma karşı darbeden başka çözüm yolu niçin düşün(e)memektedir?

    Olası yanıtlar!

    • Darbe, en kesin sonuçlu ve en hızlı sorun çözme (SÇ) yöntemidir,
    • Darbe, yapanı riske eden, pasif destekçilerine ise zarar vermeyen bir SÇ yoludur,
    • Darbe tembel işidir, ben otururken başkası -benim yerime- yapar,
    • Darbe olursa bana da ikbal yolu açılabilir,
    • Benzer durumlarda yine darbe düşünülmüştü,
    • Darbe dışında başkaca SÇ yolu olmadığı yolunda beyin yıkama yapılmıştır,
    • Darbe dışında başkaca SÇ yolu yoktur,
    • Akla gelmeyen başka nedenler.

    Gerçek -muhtemelen- bunların bir bileşimidir, ama!

    En az yüzbinlerle ölçülebilen sayılar içinde kuşkusuz bu seçeneklerin her birini benimsemiş kişiler vardır. Ama bunlardan birisi vardır ki, iddiam, onun 1 numara olduğudur. O da, “darbe dışında başkaca SÇ yolu olmadığına inanmış olmak“tır.

    Her toplumun bir SÇ profili vardır…

    Gündelik yaşam mücdelesi içinde olan nüfusun büyük bölümünü dışarıda tutup, aydın adı verilen kesimin çeşitli sorunlarını hangi yollarla çözdüğü “SÇ profili” olarak adlandırılabilir.

    Beyaz Nokta® Gelişim Vakfı’nın [1], bir süredir, üniversiteli gençler arasında yürüttüğü bir ankette şu seçeneklerden birisinin işaretlenmesi isteniyor:

    Sizce iş bulmada en önemli özellik nedir?

    • Güçlü ilişkileri olan iyi referanslara sahip olmak,
    • Çok iyi bir üniversiteden mezun olmak,
    • Çok çalışkan olmak,
    • Çok düşük ücrete razı olmak.

    Bu ankete şu ana kadar katılan 410 kişinin %62’si birinci seçeneği işaretliyor. Düz Türkçe’de torpil adı verilen bu SÇ yöntemi, küçük de olsa söz konusu profil hakkında bir fikir veriyor.

    Profilin sayısallaştırılmamış, ama gözlemlerimizle doğrulanmakta olan şekli hakkında fikir verebilecek, ağırılkla kullanılan SÇ yolları şunlar:

    1. Sorunun köklerini önce anlamaya sonra da ortadan kaldırmaya yönelik olmayan (irrasyonel) yollar kullanmak:

    • Yakınmak,
    • Sorunu görmezden gelmek,
    • Sorun olmadığını savunmak,
    • Tevekkülle sorunu kabul etmek,
    • Sorunun dile getirilmesini önlemek,
    • Sorunu, bir başkasının sorunu haline getirmek,
    • Sorunu çözebilecek birisini aramak,
    • Yasa ve/ya ahlâk dışı yollar kullanmak,
    • Sorunun kökleri yerine hayaletleriyle uğraşmak [2],
    • Yatıra rüşvet vaat etmek,
    • Zor veya şiddet kullanmak,

    2. Nadiren ise rasyonel yöntemler kullanmak.

    Buna göre darbeler, SÇ profilimizin “zor veya şiddet kullanarak sorun çözmek” kategorisine girmektedir. “Zor veya şiddet kullanmak” kuşkusuz bazı hallerde bir SÇ yöntemidir. Ülke savunmasında, içteki düzenin sağlanmasında -diğer yollar tüketildikten sonra- zor veya şiddet kullanmak gerekebilir. Toplumumuz açısından mesele, bu SÇ aracının “başka seçenekler bulunmasına karşın tercih edilen başlıca SÇ aracı” haline gelmiş olmasıdır.

    Örneğin, birkaç darbenin gerekçesi olan “dine dayalı toplum yaşamı tasarımı” sorununun çözümü için en etkili yol, bu soruna yol açan “ezbere dayalı eğitim sistemi” ve onun okul dışı yaşamdaki karşılığı olan “sorgulama yerine inanca dayalı karar verme geleneği” ile mücadele iken, ~15 milyon nüfuslu eğitim sınıfının (öğrencisi, öğretmeni, yöneticisi, politikacısı) ve ~30 milyon nüfuslu öğrenci velisi kesiminin tavan köşesi seyreder aymazlığı, sonra da “bu ordu ne güne duruyor?” diye gaz vermesi ahmaklık değilse nedir?

    Ve Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK)?

    Bu resmin işaret ettiği hastalık, “toplumumuzun SÇK’nin yetersizliği“dir. Canlıların bağışıklık sisteminin toplumsal alandaki -tam- karşılığı SÇK’dir. Bu tanı aydın kesim tarafından anlaşılmadan, toplumsal bağışıklık sistemi zafiyetinin çeşitli sonuçları ile uğraşmak hayaletlerle boğuşmak gibidir. Hele hele bu sorunlarla başa çıkabilmek için darbe yönteminin kullanımı, gölge yoketmek için insanın kendini yakıp yoketmesi kadar akıl dışıdır.

    SÇK ve Çığ Etkisi!

    Ne olup da toplumumuzun SÇK böyle zafiyete uğramıştır? Hemen her sorunun (keneler dahil J) değişmez nedenlerinden birisi olarak ileri sürülen dış mihraklar mı tezgahlamıştır?

    Bunu anlamak için “bozulmanın ve düzelmenin çığ etkisi” denilebilecek bir olgunun kavranmasına ihtiyaç var. Buna göre, bir sistem -herhangi bir nedenle- bozulmaya yüz tuttuğunda bir müdahalede bulunulmaz ise giderek daha çok bozulur; aksine, düzelmeye başladığında ise daha da gelişir.

    Sorunlarını akılcı yollarla çözme kabiliyeti yüksek olan toplumlar, o sorunlara yol açan nedenleri giderecekleri için aynı sorunlarla daha seyrek karşılaşırlar ve SÇ süreçleri boyunca edindikleri bilgi ve deneyimlerle SÇ kabiliyetleri giderek artar.

    SÇK düşük toplumlar ise kök sorunları anlama ve giderme için gereken SÇ araçlarına sahip olmadıkları için sadece ezbere belledikleri araçları kullanmaya devam ederler. Bu araçlar kökleri gideremediği için bir yandan sorunlar büyüerek ve şekil değiştirerek devam eder, bir yandan da SÇK gelişmediği için giderek zayıf düşerler.

    SÇK azalmış toplumların ise giderek daha çok sorunla karşılaşacağı ve sonunda Toplumsal AIDS denilebilecek bir onulmaz hastalığa yakalanacakları kolayca görülebilir.

    İster bilerek kapmış olsun, isterse doğum sırasında anneden geçmiş olsun henüz AIDS’e çare bulunmadı; toplumsal olanına ise belki de hiç bulunmayacak.

    15 Temmuz 2008, Salı