• “BİR DİRHEM ETİK BİN AYIP ÖRTER!”

    Etik kural Kuralın kötüye kullanımı örnekleri

    Kötüye kullanımı önlemek için

    Mevzuat yoluyla yapılabilecekler

    Mevzuat hükümlerinin uygulamasının olası sonuçları

    Zamanındalık

    Randevulara gecikmeyi adet haline getirmek. Bu bağlamda örneğin:

    • Toplantılara geç kalmayı adet edinmek:

      • Kamu kesiminde

    Devlet Personel Yasasının ilgili yönetmeliklerinde, bu ve benzer gecikmeleri tanımlayan ve her birini önleyici hükümler konulabilir. Örneğin, gecikenlere ceza verilmesi vb..

    1. Kural kirlenmesi (regulation pollution) artar,

    2. Gecikmenin “adet edinilmesi” ile “zorunlu gecikme” ayrımı üzerinde tartışmalar doğar,

    3. Uygulamalardan doğan haksızlıklar için idari mahkemelere başvurulur,

    4. Çalışan-çalıştıran ilişkileri gerginleşir,

    5. Yalan söyleme yaygınlaşır,

    6. Gecikmelerin daha objektif yollarla saptanması için elektronik vd çareler uygulanır ve bunlar:

    • gereksiz masrafa yol açar,

    • yeni haksızlıklara neden olur ve bunların giderilmesi için ek mevzuat düzenlemeleri gerekir ve bu süreç bitmez.

      • Böylece oluşan labirentler içinden yol bulmayı kendine iş edinmiş tipler doğar,

      • Yöneticiler, zamanlarının önemli bir bölümünü bu konulardaki çatışmaları çözmeye harcarlar.

    SONUÇ

    • Kişilerin değer sistemleri içine yerleşmiş bir etik norm yerine, beklenen souçların mevzuat yoluyla elde edilebilmesi güç, çoğu zaman da imkânsızdır. Üstüne üstlük, bu yararsız mevzuatın yarattığı sorunlar da ek mevzuat ihtiyaçları yaratacaktır.

    • Türkiye, ülke ve çeşitli kurumları olarak sorunlarını sürekli olarak mevzuat -anayasa, yasalar, tüzükler vbg- yoluyla çözmeye çalışmaktadır. Bu ise zaman içinde bir kural kirliliği ortamı yaratmıştır. Bu kirlilik ortamının kendisi -bir başka neden olmasa dahi- durduk yerde sorunlar üretmektedir.

    Tınaz Titiz, Etik Güvence (EG) sözleşmesini (https://www.tinaztitiz.com/hizmet.php?i=1) imzalamış bir yönetim danışmanıdır.

  • KREDİ FAİZİ PARANIN

    FİYATIYSA !

    Yüksek enflasyonla yaşamaya başladığımız yıllardır bu yana, yüksek kredi faizlerinden yakınmak adet olmuştur. Kredi kullanan sanayiciler rekabet güçlerinin düşüklüğünü daima yüksek kredi faizleriyle açıklarlar. Bu, bir ölçüde doğrudur da.. Çünkü, para ve onun fiyatı demek olan faiz de ürünlerinin bir girdisidir.

    Faiz denilen kavrama “paranın fiyatı” olarak bakıldığında, tüm şikayetlerin para fiyatına yüklenemeyeceği bir resim ortaya çıkmaktadır. Fiyatı pahalı bir mal veya hizmet halinde ya daha ucuz alternatifler aranıp bulunur ya da o mal veya hizmet, elde mevcut parasal kaynaklar aşılmayacak şekilde daha az kullanılır.

    Ama böyle yapılmayıp, mevcut kaynakların yetmeyeceği ölçüde o mal veya hizmetten kullanılmaya devam edilirse o takdirde sorun doğar. Doğan sorun, çığ şeklinde büyüyen bir borç yüküdür.

    Faizi, paranın fiyatı olarak değil de hükümet tarafından belirlenen (ve dolayısıyla istenilirse düşürülebilecek olan) bir parametre olarak anladığımız sürece, bu borç çığından kurtulmanın imkanı da yoktur.

    Pekiyi, pahalı paraya göre davranmak mümkün müdür? Evet, hem mümkündür hem de zorunludur. Üretilecek mal veya hizmetin parasal girdisini azaltmak, onu azaltmak için de paranın harcandığı kalemleri daha az ve daha verimli kullanmak sorunun çözümüdür.

    Bu, küçülmek, sistemleri yeniden kurmak, daha az stokla çalışmak, ürün standardizasyonuna gitmek, gayrımenkulleri paraya çevirerek öz kaynakları artırmak ve böylece borç-faiz-borç artışı sarmalı’ndan kurtulmak, bunlar yeterli olamıyorsa o ürünler yerine daha da az para kullanan ürünlere yönelmek demektir.

    Para girdisi azaltılmadan daha çok üreterek, daha çok satmaya çalışarak bu sarmal’dan çıkmak güçtür. Daha doğrusu, para maliyetinin ihmal edilebilecek bir orana düşmesini sağlayabilecek bir satış hacmine ulaşmak güçtür.

    Para girdisi az olan ürünler teknoloji yoğun ürünlerdir. Bu ise, faiz yüksekliğinden bunalıp yeni ürünlere yönelmek isteyenlerin teknoloji üretimine ya da OEM tipi üretime yönelmeleri zorunluğu demektir.

    Bu bağlamda üreticilere düşen görevler bunlardır. Hükümete düşen görev ise küçülmeyi kolaylaştırmaktır.

    Batmış bir kuruluşun kimseye faydası olamaz. Ne istihdam yaratabilir ve ne de vergi verebilir. O halde, işletmelerin küçülmelerine engel olan ögeleri asgariye indirmek şarttır. Bu, özel sektör için böyle olduğu gibi özelleştirilecek KİT’ler için de böyledir.

    İrileşip esnekliğini kaybetmiş KİT’leri kimse satın almaz. Hibe edilseler dahi, üretmekte oldukları zararı kimse finanse etmez. O halde KİT’lerin özelleştirilebilmeleri de küçülmelerine ve böylece iyileşmelerine bağlıdır.

    Mevcut pratikte küçülmenin karşısındaki en büyük engel kıdem tazminatları ve enflasyona endekslenmiş ücretlerdir.

    Buna göre, yapılması gereken iki şeyden ilki, küçülerek rasyonalize olmak isteyen kuruluşların kıdem tazminatları için sıfır faizli ve uzun vadeli kredi verilmesi (ki bu vergi taksitlendirmesi biçiminde de olabilir), ikincisi ise ücret ve fiyat artışlarının belirli süre için sınırlanmasıdır.

    Bunlar yapılmadığı takdirde hileli iflaslar yoluyla kuruluşlar uygun olmayan biçimde kendilerini küçültecekler ve bundan hem ekonomi ve hem de çalışanlar zarar göreceklerdir.

  • İKİ MEKTUP!

    Sayin Titiz,

    Gonderdiginiz yazilari keyifle okuyorum. Son gonderdiginiz yaziyi (https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=553) okuduktan sonra acaba nerede yanlis yapiyoruz sorusunu bir kez daha kendime sordum. Aslinda bu ezber ya da sorgulamadan ogrenme konusunda ne kadar haziriz sorusu galiba tum egitimcilerin sorusu ve sorusu olmali, ayrica aykiri dusunenleri hazmetmeyi de bilmemiz gerekiyor. Ne mi demek istiyorum, size bunu bir ornekle aciklamak isitiyorum:

    Son gunlerde YOK’un de destekledigi akreditasyon isi butun dunyada cig gibi buyuyor. Aslinda temel amacina bakinca kalitenin yukseltilmesi dusunuluyor, bende katiliyorum bu fikre ama is uygulmaya geldiginde? Niye mi! Bizim bu akreditasyondan anladigimiz ISO belgesi almak gibi, bunu daha sonra, bakin biz akredite olmus bir kurumuz onun icin herseyimiz iyi korumasinin arkasina saklanip gene ayni tas ayni hamam bu ogrencileri yetistirmeye devam..

    Akreditasyonda istenenler acaba bu cagin insanini yetistirmek icin olmazsa olmaz seyler mi? Bir ornek: akredite olacak bolumlerde verilen butun derlerin icerikleri, sinavlari, sinav sorulari, bolumun imkanlari vs. akredite edenler tarafindan incelenir. Ve dersler verilirken bu dersin iceriginin donem basinda acikca duyurulmasi, her konu icin hedef davranislarin belirlenmesi ve amaclarinin acik olmasi filan istenir.

    ………………. Universitesi, ………………. Yuksek Okulu’nda …… yil izni icin bulunuyorum burada da benzeri cabalar var ve gecenlerde Ingiltere’den gelen bir gurupla bunlari konusuyorduk (ben misafir ogretim uyesi sifati ile katildim toplantiya ve su soruyu sordum bu kadar her seyi benzer hale getirirseniz, bunun sonucunda nasil “yeni bir sorunla karsilastiginda cozum bulabilen”, “kendi kendine yatebilen” ve dusunen insanlar yetistirebilirsiniz cunku bu onerdiginiz sistem birbirinin benzeri hatta eslengi olan dusunmeyen insanlar uretir dedigimde, bana verilen cevap su oldu “evet biz de bu konular uzerinde tartisiyoruz“.

    Yani adamlar Ingiltere’de bunu tartisirken cevabini bildikleri ve dogru oldugundan suphe duyduklari seyi bizlere oneriyorlardi. Sonucta bir daha beni o toplantilara cagirmadilar galiba yakinda akredite olurlar.

    Sistemin akredite olmasi/olmamasi cok onemli degil son gunlerde hemen hemen cogu universite ogretim uyesi degerlendirme formlari veriyor ogrencilere her donem sonunda. Bu uygulama ODTU’de de vardi burada da var. Ve sorular 5 olcekle sa, a, n, d, sda seklinde sorulup cikan sonuca gore o ogretim uyesinin o donemki performansi ile ilgili bilgi ediniliyor. Sorular bu hedef davranislara gore yani davranisci ekole gore hazirlandigi icin bunu tam olarak uygulayanlar mutlu mesut donem sonunda notlarini aliyorlar.

    Yillardir ogrencileri ezbercilikten baska hicbir yere goturmeyen bu sistem simdi bu yolla daha da pekistirilmis oluyor yanibutun ders verenler bunu uygulamak zorundalar yoksa kotu not alip ortalamalarini dusurme riski var. (ha simdi tam burada nereden biliyorsun, elinde bir kanit var mi diyenleri duyar gibi oluyorum. Evet var, bir tanesi yurt disi bir kaynak size bu maille birlikte gonderecegim, digeride benim burada yaptigim bir calisma). Evet ben ne yaptim bu tutarsiz ve guvenirliligi test edilmemis araci kullanarak yapilan degerlendirmelerin ne kadar guvenilir oldugunu gostermek icin.

    Buraya geldigimde benden vermem beklenen ………….. dersini tamamen bu formata uyarak hazirladim ve istenen herseyi yerine getirerek yani sorulari elime aldim ve mufredati tam orada istenen gibi duznleyip verdim. Bu arada ben ogrencilere hala acaba grup calismasi yaptirabilirmiyim diye bir kisisel bir de grup projesi yaptirmaya calistim amacim geleneksel ve problem tabanli ogrenme yontemlerinin bu yapi icerisinde kullanilip kullanilmayacagi idi ayrica

    ikinci donem sadece bu yontemleri kullandigimda iki calismanin tutarli olmasi icin boyle strateji izledim. Donem sonunda simdiye kadar verdigim donemler boyunca ogrencilerin hazirladigi en kotu ogrenci projeleri uretildi benim acimdan ama ogretim uyesi degerlendirme formlarinda bolumdeki en ust ortalamaya sahip bir kac kisinin arasina girdim. En yuksek olanlar 4.00 iken benimki 3.66 oldu. Yani ogrenciler bu yontemden ve dersin verilis seklinden cok memnundular. Bolum baskanimiz bununbenim egitimci olmamla iliskili oldugu seklinde bir yorumda bulundu.

    Bu yontemde bilgiden-probleme gidis vardi ve ogrenci gak dedikce su guk dedikce et ile beslenmekte sadece ve sadece notlari ve verilen tasklari bilmesi yeterli olmakta sonucta hic dusunmeyen ve hatta dusunmek bile istemeyen ve sorulan her turlu soruya eger konu dahilinde ise cevap verebilen birbirinin ayni dusunen insanlar elde edebiliyorduk ve sistem calisiyor ve olculebiliyordu bundan iyisi Sam’da kayisi oluyordu herhalde. Ama ben mutlu degildim cunku ogrencilerim ilk kez bu kadar kotu ve birbirinin ayni web projeleri uretmislerdi hemen hemen hepsi birbirinin benzeri ve yaraticiliktan nasibini almamis projeler.

    İkinci donem ise derste yontemi coklu ortam destekli-problem tabanli ogrenme tabanli vermeye karar verdim. Burada yanliz kucuk bir yontemsel degisiklik yaparak tamamen problem tabanli ogrenme degil belli bir olcude de geleneksel yontemi kullanmaya calistim. Yani ikisinin karisimi bir yol izledim dersin kapsami tamamen ayni kaldi, geleneksel olarak kullandigimiz, dersle ilgili butun ders notlari ve hersey acik sekilde web sayfamda bulunabiliyordu (halbuki problem tabanli ogrenmelerde ogrencinin bunu kendisinin bulmasi ve bu konuda karar vermesi ozendirilir) yani hem bilgiden soruya ve hemde sorudan/problemden bilgiye gidilebilecek bir yontem kullanmaya basladim.

    Dersin ilk kisminda ogrenciler benim ve ders notlarinin yardimi ile kisisel birer web sayfasi yaptilar. Ve kendi baslarina calistilar. Dersin geri kalan kisminda ise 4-5 ogrenciden olusan gruplar olusturarak kendi belirledikleri konu uzerinde calismalari ve proje uretmeleri isendi. Bu sirada grup calismalarinda kullanilmak uzere grup chat ve grup forum olanaklari saglandi. Yani sadece kendi gruplari icinde konusup tartismalarina imkan saglandi ama ogrencilerin tumu ile birlikte donem boyunca birlikteligimiz devam etti bu birliktelik sirasinda normal ders anlatimi yerine olusan problemlerin cozumune yardimci olmaya calistim sonucta tam 18 proje olusturdular.

    Bence iclerinde bayagi iyi olanlar var. Evet bu ders icinde gene kalsik ogretim uyesi degerlendirme formu dagitildi ogrencilerime ve ortalamam ne yazik ki 2.60 olmustu yani neredeyse tam 1 deger dusus vardi. Bence bu cok sasirtici bir durum degil di cunku benzeri bri degerlendirme size bu mail ile gonderdigim

    ….’in hikayesinde de var. Ozellikle paper son kismi ders niteliginde bence. Evet simdi ne yapmak gerekiyor sorusuna donecek olursak hepimiz ayni sekilde ders vermeye devam edelim derim 🙂 o zaman degerlendirme sonuclari hic sorunsuz oluyor ve kimse sizin aleyhinize kullanamiyor (….. oyle soyluyor benim de kisisel tecrubelerim bu yonde)

    Evet tercih kimin ??? ben hala bu sorunun cevabini bulmaya calisiyorum. Ne zaman bu akreditasyon bu hali ile ise yaramaz standart tipler olusturur desem bir suru dusman kazaniyorum.. sizce ben ne yapmaliyim.

    Hic bunlara kafayi yormadan iyi egiticiler arasindaki yerimi koruyarak birbirinin ayni insanlar yetistirme faliyetine mi devam edeyim yoksa ogrencilerimi bu tur degisik yontemleri kullanarak kendi kendilerine yeten insanlar haline mi getirmeliyim.

    Evet sayin Titiz; siz olsaydiniz ne yapardiniz?

    Saygilarimla

    5 Nisan 2002

    (isim ve adres)

     

     

    Sevgili  ……. bey,

    Çok az mesaj sizinki kadar derin düşüncelere dalmama yol açmıştır, bunu  hemen belirtmeliyim.

    Son 1-1.5 yıldır,  çok çeşitli alanlarda -sanayi danışmanlığı, ezbersiz eğitim, bilim egemenliği vbg- çalışma sonunda, bugüne kadar sorgulamadığım kimi kabullerimi tekrar masa üzerine koyup her birini tekrar tekrar gözden geçirme ihtiyacı duyuyorum.  Bütün bu karmaşa içinde “very basics” denilebilecek şeyleri aramaya başladım. Ve her defasında, sorgulamadığım  varsayımlarımın ne derin yanılgılara yol açabildiğini gördüm. Buna benim bireysel ezberim diyebilirim.

    Gerek sizin gerek ……’ın yazılarınızı birkaç defa okudum. Her ikisinin de sonu,  benzer dilemmalar karşısındaki  karar  durumlarını yansıtıyor. Muhtemelen  birçok insan aynı çelişkiler karşısında karar vermek durumunda kalıyordur.

    Bu durumun -her şeyde olduğu gibi- tek doğru yanıtının bulumadığını düşünüyorum. Verilecek karar tamamen bireyseldir ve hemen hemen tek parametreye bağlıdır:  Bu parametre, “ben ne istiyorum?” sorusunun yanıtıdır.

    Bu soru, bir kişinin tüm ömrü boyunca hergün, karşılaştığı her  “yeni durum”dan sonra,  sanki evvelce hiç sorulmamış gibi sorulup cevabının tekrar  verilmeye çalışılması gereken bir soru. Sorunun zorluğu,  sıradan cevaplara çok açık olmasından ve bir ölçüde de kavramların içlerinin boşalmışlığından geliyor.

    Mutlu olmak istiyorum“, “insanca yaşamak istiyodrum“, “başkalarına yararlı olmak istiyorum“, “dünyayı tanımak istiyorum“, “düşük olup basılmamak, yüksek olup asılmamak gibi bir orta yol istiyorum“, “lider olmak istiyorum“, “kendi çıkarlarımı korumak istiyorum”  ve benzeri onlarca cevabın, gençlik yıllarımızda birer ideolojik doğru gibi yol gösterici göründüğünü hatırlıyor ve bunların  daha sonraları hemen hiçbir şey ifade etmediğini -bana- şimdi şimdi anladığımı -ya da bir farkındalık sürecinin ilk işaretlerini algıladığımı-  görüyorum.

    Dolayısıyla, “başkalarının takdirini kazanmak” pekalâ bir  misyon olarak edinilebilir ve bir ömür bu misyonu izleyerek tamamlanabilir. Çevresinde saygın, hatta yararlı birçok insanın bu tür bir misyonu olduğunu görüyoruz. Bunun aksi ucunda da, “dünyayı ben mi kurtaracağım” misyonuna sadık milyonlar var. Onlar da yaşamlarını sürdürüyor ve sonunda göçüyorlar.  Bunların hangisinin doğru olduğu gibi, geleneksel  yargılama temelli düşünce sisteminin -ki bu düşünce sistemine göre her şey iki şeyden birisidir ya da fuzzy’dir, ama mutlaka hakkında bir yargıda bulunulmalıdır, hiçbir şey as it is olamaz- mutlak zorunluğuna kapılmayacağım. Siz hangisini doğru buluyorsanız odur.

    Burada bir soru akla gelebilir: bu konularda düşünen ve evrensel açıdan doğru sonuçlara -eğer öyle sonuçlar varsa- varmış birileri, bu soruların cevaplarını verse de herkes düşünüp yanlış yollara sapmaktan korunsa!

    Bunun mümkün olamayacağını sanırım açıklamaya gerek yoktur. Çünkü, herhangi bir misyonu -ne olursa olsun- edinmek, elbise giymek gibi eğreti bir şey  olamaz. Misyon -her ne olursa olsun- bir dizi uygunluğun üzerine oturabilecek bir üst değer olmak zorundadır. Filan misyonu ediniyorum denildiğinde, onun gereklerini yerine getirmeksizin o misyon benimsenmiş olamaz. Burada bir tehlikeye işaret etmek isterim. O da,  bir misyonun, üzerine oturacağı temellere sahip olmaksızın ona ait özelliklerin adlarını söylemek hastalığıdır. Çevremde yüzlerce böyle insan görüyorum ve bunların büyük bölümü “eğitimli”. Bir özelliğe katiyen sahip olmaksızın, o özelliğin takıştırma kısmını -hem de en parlak ifade, postures,  gestures  vs  ile-  kopyalamak.

    Eğitim sistemimiz bunun özel durumlarıyla doludur. Bir şeyin aslını bilmeden onunla ilgili çok şey bilmek!

    Bu açıklamayı, ezbersiz eğitim konusunda kendime biçtiğim misyonumun sadece benim için doğru -o da şimdilik- olduğuna işaret etmek, siz, …. ya da bu konularda düşünen bir başkasının yine kendileri için doğru misyonlar edinebilmesinin mümkün olduğuna işaret etmek amacıyla  yaptım.

    İnsan, aynı ana ve babayı paylaştığı kişilerle dahi belirli bir  noktadan daha ilerisini konuşamayabiliyor. Sizinle ise bunları konuşabileceğimi hissediyorum. Bu yüzden -şimdilik- benimsediğim yaşam ilkesinin “büyük bütünle uyum içinde olmak” olduğunu söyleyebiliyorum. Bunun içinde insan-hayvan-bitki ya da taş-toprak-hava ayrımı yok; insanın şerefli mahluk olduğu -dolayısıyla da birçok cürümü işleyebileceği icazeti- yok; akıl’ın çok önemli bir şey olduğu yok;  birilerinin birilerine bir şeyler öğretmesi gerektiği yok; değer ölçülerimizin doğru olduğu  inancı yok.

    Sevgili …… bey,

    Son 1-1.5 yılda birdenbire gözümü açan olaylar oldu. Belki de bunlar olup duruyordu, ama ben öyle bakmıyordum. Şimdi, tüm varlıkların en önemli -hatta başlıca- özelliklerinin müthiş  öğrenme yetenekleri  olduğunu iyice anlıyorum. Bunun nedeni basit. Öğrenme yetenekleri yüksek türler ve o türler içindeki bireyler -insan, hayvan, bitki vs- varlıklarını sürdürebiliyorlar, diğerleri ise öyle ya da böyle yok oluyorlar. Bunda da bir haksızlık yok.

    Bu denli katı olarak öğrenmeye programlanmış olmanın ilginç dezavantajları da -eğer gerçekten dezavantaj iseler- var:  o denli kolay öğreniliyor ki, öğrenilenin ne olduğuna bakılmıyor, doğru-iyi-güzel’lerin yanısıra ve aynı etkililikte yanlış-kötü-çirkin de öğrenilebiliyor.  Bilimin, ahlâkın ve sanatın bu değerleri içinde her gün yüzlerce örneğini görüyoruz.

    Varlıklar survival yolunda her şeyi öğrenme kaynağı diye kullanmaya  genetik olarak programlı oldukları için, bunu farkeden bazı hemcinsleri -hatta başka cinsler de ileride olabilecek ve örneğin bazı hayvanlar insanları koşullandırıp kendi çıkarları yönünde kullanabilecek, bu yakındır-  diğerlerine  kendi misyonları doğrultusundaki şeyleri “öğretebiliyorlar”. Bunun, devlet denilen resmi ve büyük örgüt -bazı yerlerde şirket deniliyor-  eliyle yapılanına “eğitim” adı veriliyor. Bence bunların hiçbirisinin bir diğerinden farkı yoktur.

    Böyle bir misyon, ezber, proje temelli öğrenme ya da çevre koruma gibi alanlarda çeşitli  yaşam senaryoları ortaya çıkaracaktır. Ben -yine şimdilik- başkalarının gözünde nasıl göründüğümü, onlardan takdir alıp almadığımı  dikkate almıyorum. Hattâ bunlar, yaşamımda epey  maddi ve manevi güçlük de yaratıyor.  Ama bunları yargılamıyorum ve seçtiğim yolda rastlanması gerekenler olarak  yorumluyorum.

    Bu arada dikkatimi çeken, çok büyük bir kesimin, “öğrenme” yetileri ve de bunu farkeden hemcinslerinin onlara bir şeyler öğretme -sokuşturma- çabaları sonunda, hayvanların çoğunda -ve yeni doğan bir  bebekte- var olan saflığı kaybettiği, ortaya aptal, ahmak ve ahlaksız bir “şey”in çıktığı oldu. Bu ortaya çıkan “şey”in ne olduğunu tanımlayamayacağım.  Bunlar  bildiğimiz  canlı-yarı canlı-cansız sınıflandırmasına  giremeyen özel “şey”ler. Canlı olup olmadıkları tartışmalı. Anatomik ve hukuki açıdan canlı sayılmaktalar. Ama, doğal uyum yeteneklerini -öğretildikleri ve de uyumlarını zedeleyebilecek şeyleri öğrendikleri için-  kaybetmişler, bence ölü hale gelmişlerdir. Çevremiz böyle yüzbinlerce cesetle çevrili. Bir şeyi merak etmeyen -merak ediyormuş gibi yapan-,  kulaktan dolma kalıplarla sürekli yargı, tartışma, niza, iddia  -ve bunlara bağlı arogance– üreten cesetler!

    Çeşitli kurumlarda, komisyonlarda, gönüllü kuruluşlarda ve de her  rütbede cesetle birlikte yaşamanın, yaşamınızı sürdürme yolunda onlarla bir çeşit nekrofili içinde bulunmak başlangıçta kabul edilemez gibi görünüyor. Ama  varlıkların uyum yeteneği burada da imdada yetişiyor ve birlikte bulunmayı “öğreniyor”sunuz. Bu insanlar ya müşteriniz ya patronunuz ya da iş arkadaşınızdır, komşunuzdur. Bir şeyleri birlikte yapmak zorunda olduğunuz alt ya da üst komşunuz, ya da trafikte kazaya uğramamak için birlikte yaşamak zorunda olduğunuz kişilerdir.

    Bu durumu anladığınızda akla gelen soru şu oluyor: bu durum da büyük sistemin ürünlerinden birisidir, dolayısıyla “yanlış” değil; o halde değiştirmeye çalışmak yerine zarar vermeden ve de zarar görmeden yaşamaya çalışmak gerekir.

    Eğer bu yaklaşım doğru ise, bu takdirde “durumdan vazife çıkarmak” cinsinden şöyle bir gereklilik ortaya çıkıyor: benzer durumda olanlarla yardımlaşmak. Bu, kendini korumanın bir gereği olarak ortaya çıkıyor, yoksa  geleneksel  ahlâkın kalıplarından birisi olan “başkalarına yardım etmek” gerektiği için değil. Ha belki de, bütün dinlerin -ve din olmayan öğretilerin- ortak emri olan yardımlaşmanın altında bu evrensel gerçek bulunuyordur.

    Şimdi, bu yardımlaşma konusuna gelince bir sorunu anlayıp çözmemiz gerekiyor. O da, kiminle ne yönde yardımlaşacağınız ve bu konuda ne ölçüde çaba harcamanızın doğru olacağıdır. Bu sorunu çözebilmek için, mevcut tümör gibi yapının iyi anlaşılması  gerekiyor.

    Ben uzunca zamandır, bir yargıya kendimi kaptırıp da, anlayışımın önüne kendi kendime set çekmemek için gözlem yapıyorum.

    Bu denli akıl dışılığa kendini kaptırmış, hemen hemen doğru-iyi-güzel denebilecek hiçbir değerini koruyamamış ve de yenisini üretememiş, sürekli yakınan, suçlayan, nefret eden bir topluluk nasıl oluşabilir. Canlılar da dahil bütün canlıların temel özelliği olan saflık ve uyum nasıl olup da bu denli kaybolabilir?

    Böyle bir yapının neresine müdahale edilerek düzeltilebilir; yoksa hiç ellenmeyip kendi kendini tasfiye etmesi mi beklenmeli?

    İşte yavaş yavaş anlamaya başladığım şu oldu: O.R. disiplininin Markow Chain yaklaşımını bilirsiniz. Bu yaklaşımın özü, her deneyin sonucunun, kendinden sonraki deneylerin sonuçlarını belirleyeceği‘dir.

    Benzer biçimde, kendini olumsuz değişimlere karşı koruyabilen, uyum yeteneğini sürdürebilen bir insan topluluğu, insan ömrüne göre çok uzun sayılması gereken yaşam sürecinin bir noktasında, herhangi bir nedenle güçlü sosyal virüs(ler) ile karşılaşır-ki buna biraz aşağıda değineceğim- ve sosyal bağışıklık sistemi -yani sorun çözme becerisi- bu virüs(ler)i alt edemez ise- bir dizi zincirleme olay dizisi başlamaktadır.

    Bu olayların başlıcası, bu virütik çekirdeğin (core) etrafında, onunla uyumlu sosyal kurumların ve o kurumlara uygun -ya da en az aykırı- insan tiplerinin toplanmaya başlamasıdır. Sanırım benzer bir süreç biyolojik organizmalarda da olabilir. Bunu kızıma soracağım, o biyolog olduğu için bilir. Bir süre içinde bir mutasyon ile, bu tipolojiye hiç de uygun olmayan insanların da uygun hale gelmesi, gelmemekte direnenlerin ise tasfiye olduklarını düşünüyorum. Böylece, insan ömrü için uzunca, ama toplum ömürleri için kısa bir süre içinde, güçlü bir çekirdek ortaya çıkabilmektedir.

    Şimdi bu çekirdek açısından en önemli mesele, kendini, çevredeki -iç ve dış dünya- değişim akımlarına karşı koruyabilmesidir. Çekirdek de,  kendini oluşturan bireysel elementlerle benzer yetenekte bir öğrenme yeteneğine -yani varlığını sürdürme yollarını bulup öğrenmeye- sahip olduğu için bunu kolayca yapabilecek çeşitli yollar bulabilmektedir.

    Bunlardan en yaygın olanı “değişim neyi zorluyorsa onu söylemek, hattâ o yönlerde bayraktarlık yapacak kadar söylemek” tekniğidir. (Nitekim, epey gecikerek de olsa Türkiye’deki Atatürk karşıtları, karşıt söylemleri bırakıp karşıt eylemlere hız vermişler, ama diğer yandan da Atatürk’ü övme konusunda bir tür yarışa girmişlerdir. Atatürk yandaşı kişilerin çoğunluğunun Atatürk yandaşlığı da sadece söylem düzeyinde olduğu için, artık kimse kimseye Atatürk düşmanı diyemeyecektir. Doğanın bu çok yaygın tekniğini biz “dahi” anlayıp uygulamaya koymuş bulunuyoruz.)

    Burada, cevaplanması gereken birkaç soru daha olabilir. Bir tanesi, bu çekirdek içinde, onun normları ile tam bağdaşmayan, hattâ tam aksi özellikte ama tasfiyeden de kendini koruyabilen -belki benzer aldatma yöntemleri ya da gözden kaçma gibi nedenlerle- kişilerin ne sıklıkta bulunabileceğidir.

    Bu soru önemlidir. Çünkü, eğer çekirdeğin -sosyal tümör- iyice küçültülüp sosyal bünye için bir tehdit oluşturamayacak şekilde çevresinin sarmalanıp öylece kontrol altında tutulabilmesini mümkün kılabilecek bir strateji varsa bu, mutlaka o aykırı elementlere dayalı olacaktır.

    Eğer bu aykırı elementlerin sayısı belirli bir kritik kütle oluşturamıyor ya da sayıları yeterli ama aralarında yeterli bir etkileşim sağlayamıyorlarsa bu takdirde bu “tümör küçültme” işini büyük Tanrısal düzene bırakmaktan başka çare olmayabilir.

    Gözlemlerime göre -maalesef- bu tür elementlerin hem sayısı çok az, hem de aralarındaki etkileşim çok zayıftır. Bu, çekirdeğin uzun süreli gelişim süreci boyunca uyguladığı tasfiye yöntemlerinin bir sonucu olsa gerekir.

    Milyonlarca çocuk ve gencimizin  tabi oldukları  aile, okul ve medya tabanlı eğitimlerin bu olağanüstü düşük “aykırı element sayısı” olgusundaki payı büyüktür.

    Burada bir parantez açarak bu yıl içinde gözümü açan olaylardan birisini size aktarmak istiyorum: 300 kadar “eğitim etkini” denilebilecek kişinin adresine -içlerinde öğretmen, idareci, eğitim akademisyeni, sanayici, yazar, düşünür, eğitim bürokratı, politikacı gibi kimseler var-  birer kişisel mektup yazarak şunu önerdim:

    «Eğitimde büyük reformlar yapmanın büyük yatırımları gerektiği söyleniyor. Bu belki doğru olabilir. Benim size 2 ucuz önerim var. O denli ucuz ki, bir mezra okulundaki öğretmen dahi isterse, hiç kimseden izin almadan bunları uygulayabilir. Yeni yasa yapmaya, anayasayı değiştirmeye, dış finansman bulmaya vs ihtiyaç yoktur.

    Bu iki önerimden birisi, her ne öğretiliyor ise -öğretilenlerin lüzumunu tartışmıyorum-, bunların mutlak doğrular olmadığını,  doğrulardan yalnızca bir tanesi olduğu vurgulansın ve örnekler verilsin. 5 kere 5’in ancak 10 tabanlı sistemde 25 olduğu, iki nokta arasındaki en kısa uzaklığın sadece durağan koordinat sistemlerinde geçerli olduğu, iç açıları toplamı 1800 olan üçgenlerin sadece düzlem üzerine çizilenler olduğu, düzlem denilen şeyin ise dünya yüzeyinde fiilen bulunmadığı, ancak zihinsel -soyut- olarak mevcut olabileceği, yeni çağın başlangıcının bize göre İstanbul’un fethi, başkalarına göre Amerika’nın keşfi, matbaanın icadı ve İstanbul’un fethinin olağanüstü biçimde bir araya gelmiş olması vs vs vs..

    Diğeri ise, ana okullarından üniversitelere kadar yapılan her türlü sınavda uygulanması adet haline gelen “kopyaya karşı gözetim” yönteminin terkedilip “onur sistemi” denilen yöntemin uygulanması ve bu yolla:

    1.       “Siz güvenilmez bir kişisiniz, gözetim olmazsa çalarsınız”,

    2.       “Siz güvenilmez olduğunuza göre arkadaşlarınız da öyledir. İnsanlar güvenilmezdir. O halde yarın mezun olduktan sonra her ne iş yaparsanız yapın -işportacılık, yasa yapıcılık, savcılık, yargıçlık ya da ticaret-, yaptığınız işleri daima güvensizlik üzerine kurun”,

    3.       “İnsanlar doğuştan kötüdür, potansiyel suçludurlar” vs vs

    mesajlarının durdurulması.»

    Bu iki önerime, YÖK üyelerinden, üniversite rektörlerinden, yazar, düşünür, düşünmez, öğretmen, hattâ, yabancı ülkede okurken kendisine bu tür onur sistemi uygulanan akademisyen,  velhasıl her kesimden çeşitli yanıtlar geldi. İşte bunların, gözümü açan özeti:

    (1)     Birinci önerinizin uygulanması çok basit, zaten çoğu öğretmen de uyguluyor. (ben bugüne kadar uygulayan 1 -sayı ile bir- tane  öğretici görmedim),

    (2)     İkinci öneriniz ülkemizde uygulanamaz. Çünkü:

    a.        Kopya hırsızlık değildir, her öğrenci yapar,

    b.        Bizim çocuklarımız buna itiraz ederler, çünkü onlar kopyaya alışmışlardır,

    c.        Böyle bir uygulama öğrenciler ve bölümler arasında karışıklık yaratır, ben kötü kişi olurum,

    d.        Onur sistemi -ve genelde onur- ancak ekonomik sorunlarını çözebilmiş toplumlar için söz konusudur ve bizim için lükstür,

    e.        Kopya, öğrencilerin mevcut sisteme karşı bir protestosudur, dolayısıyla önlenmesine gerek yoktur,

    f.         Ben öğretmen olsam, bana ancak yazılı emir verirlerse bunu uygularım. Çünkü öğrenci, veli, Milli Eğitim vs ile başımın derde girmesi ihtimali vardır,

    g.       Eğitim sisteminin tüm sorunları çözüldükten sonra böyle bir uygulama yapılabilir, yani sorunlar hiyerarşisinde aşağı sıralarda yer alır.

    Bu sonuçları genelliyerek 440,000 öğretmen, 25,000 öğretim görevlisi ve üyesi gibi bir kitleye teşmil etmek istemem, ama örneklediğim kitlenin de gerek sayısı ve özellikle de nitelikleri itibariyle sıradan olmadığını, eğitim anlayışımızı temsil etmede epey önemli olduğunu da düşünürüm.

    ……. bey,

    Bu sonuçları -abartmaksızın- dehşet verici buluyorum. Bu yargıya varmamın nedeni, bu kitle içinde hasbelkader ünvan sahibi olmuş, bir yerlere gelmiş kişilerin yanısıra, gayet parlak kariyerler yapmış, genç yaşında önemli ünvanları -muhtemelen hakkı ile- almış, konuştuğu zaman, yukarıda değindiğim “aykırı” elementlere dahil olduğunu zannedebileceğiniz, sürekli olarak eleştiren, yol gösteren insanların da bulunmasıdır. Bu durum, tümör küçültme işinin -göründüğü kadarı ile- oldukça güç olduğunu gösteriyor.

    Bütün bunlar, benim şu andaki kanaatim. Ama bir şans, bu gözlemlerimin içinde, sonuçtaki yargılarımı değiştirebilecek hatalıların bulunması olasılığıdır.

    İşte bu yüzden, işi Tanrısal düzene bırakma alternatifini benimseme hakkını kendimde -ve varlık nedeni olarak büyük düzene uyum sağlamak olarak tanımlayan hiç kimsede- göremiyorum.

    Bu yüzden, bir arkadaşınız olarak, benimsediğiniz ve uzun süredir değiştirmediğiniz yolunuzu korumanızı, bir yandan ne olup bittiğini anlama çabalarımızı sürdürürken, bir yandan da bu tümör yapının nasıl küçültülebileceğini -gürültülerden rahatsız olmaksızın- düşünüp uygulamaya devam etmenizi öneriyorum.

    Selam ve sevgilerle,

    Cuma, 12 Nisan 2002

    M. Tinaz Titiz

  • KREDİ FAİZİ PARANIN

    FİYATIYSA !

    Yüksek enflasyonla yaşamaya başladığımız yıllardır bu yana, yüksek kredi faizlerinden yakınmak adet olmuştur. Kredi kullanan sanayiciler rekabet güçlerinin düşüklüğünü daima yüksek kredi faizleriyle açıklarlar. Bu, bir ölçüde doğrudur da.. Çünkü, para ve onun fiyatı demek olan faiz de ürünlerinin bir girdisidir.

    Faiz denilen kavrama “paranın fiyatı” olarak bakıldığında, tüm şikayetlerin para fiyatına yüklenemeyeceği bir resim ortaya çıkmaktadır. Fiyatı pahalı bir mal veya hizmet halinde ya daha ucuz alternatifler aranıp bulunur ya da o mal veya hizmet, elde mevcut parasal kaynaklar aşılmayacak şekilde daha az kullanılır.

    Ama böyle yapılmayıp, mevcut kaynakların yetmeyeceği ölçüde o mal veya hizmetten kullanılmaya devam edilirse o takdirde sorun doğar. Doğan sorun, çığ şeklinde büyüyen bir borç yüküdür.

    Faizi, paranın fiyatı olarak değil de hükümet tarafından belirlenen (ve dolayısıyla istenilirse düşürülebilecek olan) bir parametre olarak anladığımız sürece, bu borç çığından kurtulmanın imkanı da yoktur.

    Pekiyi, pahalı paraya göre davranmak mümkün müdür? Evet, hem mümkündür hem de zorunludur. Üretilecek mal veya hizmetin parasal girdisini azaltmak, onu azaltmak için de paranın harcandığı kalemleri daha az ve daha verimli kullanmak sorunun çözümüdür.

    Bu, küçülmek, sistemleri yeniden kurmak, daha az stokla çalışmak, ürün standardizasyonuna gitmek, gayrımenkulleri paraya çevirerek öz kaynakları artırmak ve böylece borç-faiz-borç artışı sarmalı’ndan kurtulmak, bunlar yeterli olamıyorsa o ürünler yerine daha da az para kullanan ürünlere yönelmek demektir.

    Para girdisi azaltılmadan daha çok üreterek, daha çok satmaya çalışarak bu sarmal’dan çıkmak güçtür. Daha doğrusu, para maliyetinin ihmal edilebilecek bir orana düşmesini sağlayabilecek bir satış hacmine ulaşmak güçtür.

    Para girdisi az olan ürünler teknoloji yoğun ürünlerdir. Bu ise, faiz yüksekliğinden bunalıp yeni ürünlere yönelmek isteyenlerin teknoloji üretimine ya da OEM tipi üretime yönelmeleri zorunluğu demektir.

    Bu bağlamda üreticilere düşen görevler bunlardır. Hükümete düşen görev ise küçülmeyi kolaylaştırmaktır.

    Batmış bir kuruluşun kimseye faydası olamaz. Ne istihdam yaratabilir ve ne de vergi verebilir. O halde, işletmelerin küçülmelerine engel olan ögeleri asgariye indirmek şarttır. Bu, özel sektör için böyle olduğu gibi özelleştirilecek KİT’ler için de böyledir.

    İrileşip esnekliğini kaybetmiş KİT’leri kimse satın almaz. Hibe edilseler dahi, üretmekte oldukları zararı kimse finanse etmez. O halde KİT’lerin özelleştirilebilmeleri de küçülmelerine ve böylece iyileşmelerine bağlıdır.

    Mevcut pratikte küçülmenin karşısındaki en büyük engel kıdem tazminatları ve enflasyona endekslenmiş ücretlerdir.

    Buna göre, yapılması gereken iki şeyden ilki, küçülerek rasyonalize olmak isteyen kuruluşların kıdem tazminatları için sıfır faizli ve uzun vadeli kredi verilmesi (ki bu vergi taksitlendirmesi biçiminde de olabilir), ikincisi ise ücret ve fiyat artışlarının belirli süre için sınırlanmasıdır.

    Bunlar yapılmadığı takdirde hileli iflaslar yoluyla kuruluşlar uygun olmayan biçimde kendilerini küçültecekler ve bundan hem ekonomi ve hem de çalışanlar zarar göreceklerdir.

  • İRTİCA İLE MÜCADELEDE STRATEJİ ARAYIŞLARI!

    İrtica ile mücadelede bir Milli Strateji hazırlandığı yolundaki bir gazete haberleri, Cumhuriyetimizin 75. yılında hala ortaçağ karanlıklarıyla uğraşıyor olduğumuz sorununun, görünenlerden farklı nedenleri olduğu, hem de hiç umulmayan nedenleri olduğu kuşkusunu destekler niteliktedir.

    Sıra politikacısının çeşitli çıkarlar uğruna verdiği tavizler” ya da “sürekli olarak kaşınacak noktalar yaratarak Türkiye’yi kontrol amacı güden yabancı devletlerin varlığı” gibi nedenlerin, o umulmayan “neden”in basit türevleri olduğuna dikkat edilmelidir.

    Canlı organizmaların biyolojik bağışıklık sistemine benzetilebilecek olan sosyal bağışıklık sistemimiz, çeşitli iç ve dış kaynaklı sorunları çözebilme konusunda antikorlar üretebilmeliydi. Bunun üremesine engel bir şeyler yapıyor olmalıyız. Nitekim, Güneydoğu terörü de bu zayıf bağışıklık sisteminin bir ürünüdür. Sorun bugün için kuvvetli bir kortizon hücumu ile yavaşlatılmıştır; ama bağışıklık sistemimiz güçsüzlüğünü korumaktadır.

    Bu güçsüzlük yalnız irtica ve terörde değil, başka alanlarda da kendini göstermektedir. Her yıl, bir savaştaki kadar kayıp verdiğimiz trafik terörü de bir zayıf bağışıklık sistemi türevidir. Enflasyonla 20 yıldır başa çıkamayışımız da yine aynı yetersizliğin bu defa ekonomik alandaki bir sonucudur.

    Bu güçsüzlük, bizzat irtica, etnik terör, enflasyon ya da trafik teröründen daha önemlidir. Çünkü, üretebileceği “melanet ürünleri”nin sayısı neredeyse sonsuzdur. Bu, diğer devletler de dahil tüm niyet sahiplerince bilinmektedir ve de Türkiye’nin yumuşak karnıdır.

    Sorun çözme kabiliyeti de denilebilecek bu bağışıklık sisteminin bu denli güçsüz olması, bütün sistemlerin temel girdisi olan insan malzememizde bir yanlış yaptığımızı gösteriyor. Öyle bir yanlış ki, gayet yaygın olarak ve daha da kötüsü, iyi bir şeyler yaptığımızı sanarak, tüm kaynaklarımızı seferber ederek, giderek süresini artırarak ve de irticayla mücadelede tek araç olarak benimseyerek yaptığımız bir eylem sonunda sürekli olarak üremektedir.

    Bu yanlış, tüm okullarımıza egemen olan, kimsenin aksini düşünemediği, eğitim denilince ilk ve tek akla gelen kavram olan “koşullandırma” konseptidir. Laik eğitim verdiğini düşündüğümüz okullarımız da dahil olmak üzere, din eğitimini açık ya da gizli, örgün ya da yaygın, kısa ya da uzun süreli olarak veren tüm okullarımızda ve de ana okullarından üniversitelerimize kadar, her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretilmekte, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda koşullandırılmaktadır.

    İşte, sorun da bu noktada başlıyor: Bilinçli ve bilnçsiz ne kadar karanlık odak varsa hepsi, kendi kısır doğrularını koşullarma yoluyla dayatabilmenin peşine düşmek için çok uygun bir aracın, bizzat devlet tarafından kullanılabildiğini görüyorlar. Tahmin edilebileceği gibi, bu odakların itaat etmek zorunda oldukları hiçbir yasal ya da ahlaki sınır olmadığı için, eylemleri devletin koşullandırıcılığından çok daha etkin olmaktadır.

    Bu tek doğrular yolunda koşullanan insanların, yaşamın çeşitli ortak kesitlerinde karşılaşıp çatışması kaçınılmazdır; bugün etnik, dini, ideolojik ya da herhangi kökenli çatışmaların altında hep bu tek doğrular bulunmaktadır. Toplumumuz, çeşitli anahtarlar çevresinde, “…..den yana ve ….ye karşı” olmak üzere ikişerli kesimlere ayrılmışlar, kamu düzenini sağlayan güçlerin izin verdiği ölçülerde çatışmaktadırlar. Ama unutulmamalıdır ki, o düzeni sağlamakta olan güçlerimiz de aynı toplumun bireyleridir. Eğitim sisteminin koşullandırma ve kuşkusuzlaştırma geleneğine onlar da aynı derecede açıktırlar.

    Her hangi bir yolla bu güçlerin kontrolunu eline geçiren, toplumu kendi doğruları yönünde koşullandırmayı başarabilir. Zaman zaman ortaya çıkan olaylarda asıl hedefin, bu kontrolu ele geçirmek olduğu ve bunun da aslında koşullandırma hakkını ele geçirmek anlamına geldiğine dikkat edilmelidir.

    Üçüncü bin yılda evrensel değerlerin nerelere gideceğini tahminlemek güçtür. Ama bir şey kesindir: Devletlerin eğer tek görevi kalacaksa o da, HER KİM TARAFINDAN, HER NE AMAÇLA, HER NE YOLLA YAPILIRSA YAPILSIN KOŞULLANDIRMAYA İZİN VERMEMEK şeklinde özetlenebilir. Böylece, karanlık amaçlı odakların en etkin silahları ellerinden alınmış olacaktır.

    Bu önerinin altında ideolojik bir tercih değil, birisi yeni yeni farkedilmeye başlanan, diğeri de teknolojik gelişimin getirdiği imkan olan iki olgu yatmaktadır: Yeni farkına varılmaya başlanan, insanın, herhangi bir koşullandırmaya tabi tutulmazsa doğuştan doğru, iyi ve güzel‘e eğilimli olduğu gerçeğidir. Geleneksel inanç olan, “insan kötüye eğilimlidir; onu ancak yoğurarak koruyabilirsiniz” görüşü artık çağdışı sınıfına girmeye başlamıştır. Teknolojinin getirdiği imkan ise, her türlü bilgiye erişimin kolaylaşması, bunun için aracılara değil yardımcılara ihtiyaç olduğudur. Bu nedenle de öğretmenlere artık öğrenme ortağı denilmeye başlanmıştır.

    İnsanlık tarihi boyunca din kurumunu, kitleleri doğru, iyi ve güzel yönünde etkilemek için kullanan toplumlar gelişebilmişler, bu kurumun siyasal amaçlara aracılık etmesini önleyemeyen toplumlar ise -bizim gibi- yok olagelmişlerdir. Bugün, laiklik ve inançlılık birbirinin karşıtı hale gelmiş, “…den yana ve …ye karşı” tuzağının kurbanı olmuşlardır.

    Din kurumunu, siyasal -ve o yolla da toplumu, kendi kısır doğruları yönünde koşullandırma- amaçlarını gerçekleştirmek isteyenlerin tasallutundan kurtarabilmek için uygulanması gereken strateji, her tür koşullandırmanın koşulsuz olarak önlenmesi; devletin bu konuda gözetim ve yaptırım sağlaması biçiminde özetlenebilir.

    Bu ilke, uzun bir süredir devam eden, din eğitiminin nasıl ve ne zaman yapılması, hatta yapılıp yapılmaması gerektiği sorununu da çözebilecektir. Bugün dini eğitim konusundaki sorun, ne eğitimi verildiği değil, verilen eğitimin koşullandırıcılığı ve bunun da dönerek başkaları üzerinde baskıya dönüşmesidir. Koşullandırıcılık ve kuşkusuzluk bakımından ise din eğitimi veren okullarla diğer bütün okullarımızın, hatta teknik eğitim veren üniversitelerimizin bir farkı yoktur. Her iki kurumda da “dogmalara dayalı yani kuşkusuz ve koşullandırıcı” öğretim yapılmaktadır.

    Nitekim, şeriat sistemi peşinde koşanların önemli bir bölümünün teknik öğrenim görmüş olması ilginçtir. Bağnazlığı besleyen kaynak din eğitimi değil, koşullandırıcı ve kuşkusuzluğa dayalı eğitim anlayışımızdır. Eğitim yaşamı boyunca bu anlayıştan kendini tesadüfen ya da bilinçli olarak koruyabilenlerin dışındakiler, dini, etnik, ideolojik ya da herhangi diğer bir tür bağnazlığın doğal adaylarıdır. Avrupa ülkelerine dahi ihraç edebilecek kadar çok sayıda bağnaz insanımız, laik diye nitelediğimiz okullarımızda, kendilerini laik sanarak yetişmektedirler.

    Acı gerçek budur ve bunun, eğitim süresini sekiz ya da daha fazlaya çıkararak çözümlenebilmesi mümkün değildir. Aksine, koşullayıcı anlayış sürdüğü sürece eğitim süresinin uzaması, daha fazla fanatik insan yetişmesine yol açacaktır. İnanması güç olabilir, ama maalesef durum budur.

    Geliştirilmesi öngörülen stratejinin odak noktası, koşullandırıcılığın bir çeşit suç ilan edilmesi ve kuşkusuzluk tuzağından uzak durulması olmalıdır. Her kim, hangi konuda istiyor ise yalnızca bilgilendirme yapmak, ama hiçbir şekilde koşullandırıcı bir faaliyette bulunmamak ve kuşkusuzluk yaratmamak kaydıyla eğitim verebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Kendi doğrusunun tek doğru olduğu yolunda koşullandırılmamış insanların bilgilenmesinin bir zararı olamaz. Devlet, bunun güvencesi olmalı, bizzat ve vatandaşları kanalıyla sağlayacağı yaygın denetim ortamı ve elindeki yaptırım gücünü kullanarak koşullandırıcı faaliyetlere kesinlikle izin vermemelidir.

    Bunun, kamuoyunda olumlu karşılanabilmesi için ise, koşullandırıcılığın ve kuşkusuzluğun bir zihinsel jenosit olduğu anlatılabilmeli, yaygın TV ağından bu şekilde yararlanılmalıdır. Bunun dışındaki yollarla yapılacak mücadeleler, kendi doğruları yönünde koşullanarak kuşku duyma imkanını kaybetmiş insanlarımızı çeşitli kamplar olarak karşı karşıya getirecektir. Derinleşmiş kutuplaşmaları çözmek ise her geçen gün daha güçleşecektir.

    Eylül 2000

  • KALABALIK KAMU KADROLARI NASIL AVANTAJA ÇEVRİLEBİLİR?

    KİT’lerin özelleştirilmeleri karşısındaki önemli bir engel, yalnız Türkiye’de değil başka ülkelerde de bu kuruluşlardaki kalabalık kadrolardır.

    İşsizlik sorununu gerekli enstrümanları geliştirerek değil de kamu kuruluşlarına adam alarak çözmeyi yeğleyen gelmiş-geçmiş idarelerin yarattığı bu sorun aşılmaksızın bugün KİT’ler ancak bir yolla özelleştirilebilir: O da, mevcut kalabalık kadroların bir biçimde işten çıkarılmaları ve az sayıda fakat yüksek nitelikli elemanların istihdam edilmesidir.

    Diğer yandan, teknolojisi dolayısıyla açık tutulması yararlı olmayan KİT’lerin ise kapatılmasıdır.

    Gerektiğinde işe alıp gerektiğinde çıkararak (easy hire-easy fire), ekonomik konjonktüre uyum göstermek A.B.D.’deki sistemin esasıdır. Bu sistem, bugünkü halimizle Türkiye’de uygulanamaz. Aynen, Nasrettin Hoca’nın “adamı belindeki iple çekerek kurtarmıştım, ama damda mıydı yoksa kuyuda mıydı?” öğretisindeki nedenle uygulanamaz.

    A.B.D.’de, işten çıkarılan kişinin, geçimini-hem de aynı, hatta daha yüksek standartta- sürdürmesi için alternatif yollar mevcutken, Türkiye’de bu yollar mevcut değildir. A.B.D.’de, işten çıkarılan bir kişinin, eğer bir başka iş bulma şansı yoksa, en önemli güvencesi kendi işini kurmak için uygun bir ortam içinde bulunmasıdır.

    Buradan kolayca görülebileceği gibi, KİT’lerin özelleştirilebilmesi (ve daha birçok sorun), kalabalık kadroların, açlığa mahkum edilmeden işten çıkarılabilmelerine bağlıdır. Bu ise ancak 2 yolla yapılabilir:

    1. İşten çıkarılacak insanlara, yeni beceriler kazandırılarak yeni işler bulmalarına yardımcı olarak.

    (LİMME veya İstihdam Garantili (!) vs gibi zorlama yollarla değil, işgücü açığı bulunan alanlarda, özel girişimcilerin beceri kursları düzenlemelerine TEKRAR izin vererek)

    1. Kendi işini kurmak isteyenlere gerekli destekleri sağlayarak.

    (TBMM’de bekleyen Girişim Destekleme Şirketleri kanun teklifi bu amaçla yapılmıştır)

    Birçok sorunun kaynağı durumunda olan Kalabalık Kamu Kadroları ve işsizlik sorunları, ancak bu araçlar devreye sokularak çözülebilir.

  • BULUŞÇULUK, DEMOKRASİ VE YENİ KÖLELİK !

    Üçüncü binyıl’ın Dünyasında belirleyici tek gücün buluşçuluk olacağı artık iyiden iyiye ortaya çıktı. Aslında ortaya çıktı demek pek doğru değil, bu gerçeği Dünyada daha çok insan anladı demek daha doğru!

    İsveç’i bir buzlu çöl ülkesi olmaktan, 100 yıl içinde endüstri ötesi bir topluma dönüştüren nedenin, 49 adet önemli buluş olduğu 1986’da yapılan bir doktora çalışmasıyla doğrulandı.

    Bu yüzyılın başlarında birer avuç pirince talim eden Japonya, G.Kore, Taiwan, Singapur ve Hong Kong’u bugün birer ekonomik güç haline getiren nedenin de yine aynı ve buluşçuluk özelliği olduğunu anlayanlar da arttı.

    Çin’in, buluşçuluğun önemini kavrayıp ilk Patent Kütüphanesi’ni satın almasından(1) hemen sonra başlayıp, bugün devam eden Patent Korsanlığı kavgası, Çin’in de uyandığını gösteriyor.

    Tarihin bu eski ve güçlü kültürüne sahip bir milyar insanın buluşçuluğa yönlendirildiği bir an için hayal edilirse, bu akımın dışında kalan toplumların gelecekteki perişanlığı şimdiden açıkça görülebilir.

    Günümüz Dünyası artık net olarak ikiye ayrılmaktadır: buluşçuluk yoluyla kendi kaderlerine ve buluşçuluğun bilincine varamamış toplumların kaderlerine hükmedenler ile buluşların estirdiği rüzgarlara kapılıp oradan oraya sürüklenenler!

    Demokrasi, toplumların kendi kararlarını kendilerinin verdiği, o kararların olumlu ve olumsuz sonuçlarına rıza gösterdiği bir yönetim biçimi olduğuna göre, bu sürüklenen toplumların herhangi bir şikayete hakları yoktur. Ayrıca, bu global oyunun oynanabilmesi için de, daima sürüklenenler’e ihtiyaç vardır. Onlar olmaksızın yeni buluş ürünlerini satınalıp onlarla övünecek toplumlar olamazdı. Bunlar günümüz Dünyasının “yeni köleleri” dir. Demokrasi de kendine köleliği seçen toplumlar için bir bumerang görevi görmektedir.

    Buluşun önemini anlamayan, anlamadığı gibi onu her gördüğü yerde ezmeye çalışan insanların çoğunlukta ve çoğunlukla da güç sahibi olduğu toplumumuzun gündemini işgal eden ve incir çekirdeğini doldurmaz tartışmaları gördükçe, insan niçin buna müstahak kılındığımızı düşünmeden edemiyor..

    20 Aralık 1993

    1. 18 Ekim 2001 itibariyle bir not: Türkiyeye ilk patent kütüphanesi $400,000 karşılığında 1986 yılında satın alınmıştır. Önceleri TSE’nin Ankara’daki ofisinde girişimcilerin hizmetine açılan kütüphane daha sonra İstanbula, girişimcilerin daha yoğun olarak bulunduğu bir kente getirilme kararı verilmiştir.

    Bu esnada bahçesindeki bir binaya yerleştirilmek istenen patent kütüphanesi, söz konusu binanın depo olarak ihtiyaçları daha çok karşılayacağı öne sürülmesi üzerine kütüphanenin o üniversiteye hibe edilmesinden vazgeçilerek daha ünlü bir başka üniversiteye hibe edilmeye çalışılmıştır. Bu defa da, Patent Kütüphanesi için bir memur gerekli olacağı ve üniversitenin bunun için imkânlarının bulunmadığı gerekçesiyle istenilmemiştir.

    Bunun üzerine tekrar TSE’ye bırakılan kütüphane uzun süre Galatasaray Hamamı olarak bilinen yerdeki TSE binasında hizmet verdikten sonra Gebzedeki TSE binasına götürülmüştür.

  • KAMUOYU BİLİNÇLENDİRİLMEDEN, DEVLETÇİLİKTEN ÖZEL GİRİŞİMCİLİĞE GEÇİLEMEZ!

    Öyle süreçler vardır ki zaman, bu süreçlerin oluşmasında olumlu rol oynar. Bazı süreçlerde ise zaman aksi etki yapar ve süreç giderek bozulur.

    Bunlardan ilkine en somut örnek, canlıların yavrulama sürecidir. Her canlı -yumurtlama ya da doğurma yoluyla olsun-, Dünya’ya gelmeden önce belirli süreleri tamamlamak zorundadır ve geçen süreler, süreçlere olumlu etkide bulunur.

    Zamanın, süreci olumsuz etkilemesi haline somut bir örnek ise, yiyeceklerin bakteriler tarafından bozulmasıdır. Bu şekilde bozulmaya başlayan bir besin baddesi zaman geçtikçe daha çok bozulur. Bu durumda zaman, süreci olumsuz etkilemektedir.

    Bir kural olarak denilebilir ki, çeşitli süreçleri yerleştirmek, hele ve hele mevcut bir süreci değiştirip onun yerine bir yenisini yerleştirmek isteyen “süreç yöneticileri”, yerleşmesini arzuladıkları süreçler üzerine zamanın hangi yönde etki yapacağını peşinen saptayarak işe başlamalıdırlar. Aksi halde, zamanın daima “olgunlaştırıcı”, “yapıcı”, “olumlu” etkide bulunacağı sanısıyla yola çıkılırsa, zamandan olumsuz etkilenen süreçlerin çürümeyle sonuçlanması gibi acı sürprizlerle karşılaşmak kaçınılmazdır.

    Özelde ekonomide genelde ise devlet yönetiminin bütününde, devletçilik bir süreçtir ve Türkiye, cumhuriyetin ilanından bu yana -hatta Osmanlı’da- bu sürecin içinde yer almış, toplum değerleri buna göre şekillenegelmiştir. İnsanlar, kendileri ve toplumun bütünü için doğru, iyi ve güzel’lere, bu değer ölçüleri uyarınca karar vermişler, hala da öyle vermektedirler.

    Bu değerlere göre devlet, vatandaşlarının nelere inanıp nelere inanmayacaklarına, neleri ve de nasıl öğreneceklerine karar vermeli, onların sorunlarını çözmeli, okutmalı, iş bulmalı, emekli etmeli, hangi alanlarda girişimde bulunulacağını saptayıp planlamalı, ekmeğin ve lokantadaki yemeklerin kaça satılacağına ya da taksi ücretlerine vatandaş adına karar vermelidir. Velhasıl vatandaşlar için bütün doğru, iyi ve güzellere devlet karar vermelidir. Devlet, bunları ne ölçüde yerine getirirse o ölçüde “iyi devlet”tir.

    Özel girişimcilik ise tamamen farklı bir süreçtir. Devletçi sistemde devlete yüklenen her işlev bu defa özel girişimciler arasındaki rekabete ve bu rekabetin haksızlıklar yaratmaması için devletin gözetim ve gerektiğinde müdahalesine bırakılmıştır. Ayrıca da sistemin vahşi bir kapitalizme dönüşmemesi için gerekli sosyal politikaları gözetmek de devletin bu süreçteki rollerinden birisidir.

    Devletçi sistemin değer ölçülerini benimsemek durumunda kalarak onları öğrenmiş -ve ondan başka sistem olamayacağına inandırılmış- bir toplumun, bu denli kökten farklılıklar içeren bir yeni süreci (özel girişimcilik süreci) benimsemesinde zaman, -eğer özel önlemler alınmamışsa- süreci olumlu etkileyecek biçimde işlemeyecektir.

    Çünkü, yeni süreç açısından doğru, iyi ve güzel olan her şey, insanların alışmış oldukları değerlere taban tabana zıttır ve insanlar bu zıtlıkları kabul etmeyecekler, aksine, zaman geçtikçe haksızlığa uğradıkları konusundaki kanaatleri kökleşmeye başlayacaktır.

    Bugün ülkemizde, özel girişimciliği benimseyen kesimin dışında kalan kesimlerin çeşitli vesilelerle dile getirdikleri ve direnmeye varan yakınmalar, zamanın, özel girişimcilik sürecini yerleştirme yönünde işlemediğinin somut kanıtıdır.

    Özel girişimcilik sürecinin yerleşmediğinin, yerleşmesinin -bu koşullar sürdükçe- mümkün olmadığının en belirgin kanıtı, çeşitli kesimlerin bu yeni süreçten şikayetleri değildir.

    Ondan çok daha önemlisi, özel girişimcilik sürecini bizzat yönetmek durumunda olan bürokratik ve politik sınıfın, özel girişimciliğin gereklerini yerine getirmeyişleri, getirmek bir yana devletçi sürecin aletleriyle özel girişimcilik sürecini yönetmeye çalışmalarıdır.

    Sözün özü, başta bürokratik ve politik sınıflar olmak, ama

    toplumun bütününü de kapsamak kaydıyla, “özel girişimcilik süreci”nin değer ölçüleri -hiç olmazsa başlıcaları- konusunda toplumumuz bilgilendirilmediği takdirde, devletçilikten özel girişimciliğe geçmek mümkün değildir. Lafını etmek, geçmiş gibi görünmek, hatta bir kısım kurumlar oluşturmak mümkündür ama bunların hiç biri yerleşik olamayacağı gibi insanlar -hatta onların yeni nesilleri- kendilerini mağdur saymaktan kurtulamayacaklardır.

    Cuma, 05 Mayıs 1995

  • Kurumsal Meditasyon

    Kurumlar da insanlar gibi, yapmakta oldukları işlere kendilerini kaptırırlar ve bir süre sonra, işlerini kontrol ediyormuş duygusu içinde, aslında bütünüyle dışındaki dünyanın ona empoze ettiği işleri, yine dışındaki dünyanın empoze ettiği öncelik ve aciliyet derecesine göre yapmaya devam ederler. Bu bir çeşit tutsaklık olup, kişi ya da kurum bunun sürdürülmesi için çeşitli -ve büyük ölçüde de mantıklı- gerekçeler üretir.

    Bu ilginç olgunun dayandığı gerçek, her sürecin kendi çevresinde yarattığı ve kendi varlığını sürdürmeye yönelik bir “çekim alanı” –Process Maintaining Attitude (PMA) denilebilir- gibi düşünülebilir. PMA, kişi veya kuruma, “işler yürüyor!” güvenini sağlar. Bu güven duygusu, süreçlere müdahale etmeyi, onu yeniden yapılandırmayı engelleyen başlıca etkendir.

    Buradan, yeniden yapılanma projeleri için çıkarılabilecek bir sonuç, kişi veya kurumun, kendini bu PMA çekim alanından kurtarması mecburiyetidir. Bu daha somut olarak, kendini yeniden yapılandırmak isteyen kişi ya da kurumun, kendi iradesi ve PMA çekim alanı arasındaki farklılığın farkına varması ve bu farkındalığın bir işareti olarak da belirli bir süre “bir şey yapmadan durabilmesi” demektir.

    Bu “belirli süre”, gündelik yaşam ölçüleriyle, yalnızca “farkında olmak için” gerekli süre kadardır. Daha da açık olarak, yürümekte olan süreçlerle tüm bağlarını koparmak suretiyle düşünebilmek demektir. Bu -aynen kişisel meditasyonlarda olduğu gibi- egzersizle geliştirilebilen ve istenildiği anda dış dünya ile bağlantıların kesilmesi gibidir.

    Böylece kişi ya da kurum, işlerin aslında “süreçlerin kendi iradeleri” ile yönetildiğini, kurumun işler tarafından “sürüklendiğini” idrak ettiği anda, yeniden yapılanmanın ilk adımı olan “neler-niçin oluyor?” sorusunu, işlerle tüm bağlarını korkusuzca kesmiş olarak sormaya hazır demektir.

    Kendi kişisel ya da iş yaşamını yeniden şekillendirmek -ki buna bir çeşit bireysel re-engineering denilebilir- isteyen bir kişi , zamanını genelde “başkalarının” (müşteriler, satıcılar, kendi dışındaki herkes) yönlendirdiğini, bu ortamlardan bir şekilde uzaklaşıp (seyahat ya da bilinçli olarak uzaklaşmak amaçlı olarak) bir “iç sessizliğe” kavuşunca “idrak” eder.

    Bir kısım kişi ya da kurum ise, PMA çekim alanının sağladığı güven duygusu bağımlılığını sürdürebilmek için bu gibi fırsatlarda dahi “başkaları” ile olan bağlantılarını koruyarak içine düşmüş olduğu bağımlılığı tatmin etmeyi sürdürür.

    Burada tanımlanan “iç sessizlik” sağlama yöntemine “Kurumsal Meditasyon” denilebilir. Bunu, tüm kurum personelinin yapabilmesi iyi, ama pratik olarak güçtür. Bu nedenle, üst yönetimde yer alan kişiler ile başlamak ve olabildiğince yaygınlaştırmak tavsiye edilir.

    Her tür meditasyonun kendine göre bir `mantra’sı olduğu gibi, Kurumsal Meditasyonun da bir mantrası olmalıdır. “Bunu yapmasam olur mu?” iyi bir mantra olabilir.

    Kişilerin, kendi dışlarındaki süreçleri gözleyip sonra da onları yeniden şekillendirebilmeleri için, kendileriye süreçlerin farkını farkedebilmeleri, yani süreçlerle bütünleşmişliklerini koparabilmeleri gerekir. Süreçleri objektif olarak gözleyebilmek, “neler-niçin oluyor?” sorularına doğru cevaplar verebilmeleri için, PMA alanlarının sağladığı güven duygusuna ihtiyaç duymayacak kadar sağlam bir öz-güven geliştirmeleri gerekir. Aksi halde, kendilerini süreçler dışında korumasız hisseden kişilerin objektif gözlemler yapmalarına imkan olmayacaktır.

    Bu iç sessizlik durumu, gözlem yapıldığı sürece korunmak zorundadır. Bu ise ancak, bu özelliğin “zihinsel-kurgu” (mind-setting) içinde yer almasıyla mümkündür. Bunu ise ancak kişilerin kendileri yapabilirler. dış destek ancak katalizör rolü oynamalıdır.

    Bu aşamadan itibaren bir organizasyon için yeni hedefler konulabilir, sorunları teşhis edilebilir, çözümler üretilip uygulanabilir.

    Ekim 2001

  • Değişen dünyada değişen Türkiye için:

    yeni dönem-yeni söylem..

    Sokaktaki insanımızın tamamı değilse de bir kısmı, aydınlarımızın ise büyük bölümü, “içinde bulunulan durumdan nasıl kurtulunacağı”na kafa yoruyor. “Kurtulmak” ile ne kastedildiği, kurtulup da nereye varmak isteneceği -ki birbirinden çok farklı, hattâ uzlaşmaz yerler olabilir- tam bilinemez ama bazı asgari fiziki ve sosyal koşulların kastedildiği tahmin edilebilir.

    Kurtulmak istenilen durum, bir dizi -bağımlılık düzeyinde- bireysel ve toplumsal alışkanlık yaratmış ise, ama aynı zamanda o alışkanlıklardan da besleniyor ise -ki çoğu toplumsal olgu böyledir- bu durumda ne olacaktır? Yani kurtulma, bizzat kurtulmak istenen alışkanlıklar yoluyla mı sağlanacaktır? Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu “domuzbağı sarmalı” aynen böyledir.

    A. Einstein bu dilemma’yı şöyle özetliyor: sorunlar, onları yaratmış bulunan anlayışlarla çözülemez! Machiavelli de benzer tesbitleri yapmış, kurumların kendi kendilerini değiştirmelerinin güçlüğüne değinmiştir.

    İçinde bulunulan global-yerel etkileşimli sosyo-ekonomik iklim, bireysel ve kurumsal ölçekli “kurtulma” araçlarının giderek daha çok ortaya atılmasına yol açıyor. Bunlar siyasi partiler ya da yeni siyasi girişimler, platformlar, sivil örgütlenmeler, bireysel kurtarıcı adayları, hattâ belki daha gizli-kapaklı oluşumlar şeklindedir, yani farklı niteliklere sahiptirler.

    Buna karşılık -medyaya ve çeşitli bilgilenme kanallarına yansıdığı kadarıyla- hepsinin ortak yanı, yukarıda sözü edilen bağımlılık düzeyindeki alışkanlıkları aynen koruduklarıdır.

    Çoğunun halis niyetlerinden kuşku bulunmayan bu “kurtarma girişimleri”, mevcut değer yargılarından ve doğrularından hiç kuşkulanmadan, sadece tek noktaya dayalı reçeteler öneriyorlar: onlar bilemedi-bilemez, yapamadı-yapamaz, ama ben bilirim ve yaparım!

    İşte sorun budur ve esas kurtulunması gereken alışkanlık-bağımlılık bu noktadadır.

    Milyonlarca kişi ve kurum arasından kimin doğru kimin eğri reçete içeriklerine sahip olduğunu anlamak pek kolay değildir. Ama bir asit testi oldukça aydınlatıcı olabilir. O da, kurtarma girişimcisine şu sorunun yöneltilmesidir: girişiminizin üzerinde yapılandığı söyleminizin birkaç önemli ayağı olmalıdır. Bunlardan başlıcası, hangi “değer yargıları” ve “doğrular”ı koruyup hangilerini değiştirmeyi öngördüğünüzdür. Siz, korumayı, geliştirerek korumayı, değiştirmeyi ve değiştirip beton çukurlara gömmeyi öngördüğünüz değer yargılarınızı ve doğrularınızı açıkça ortaya koyar mısınız?

    Gerek politik gerek diğer alanlardaki yeniden yapılandırma -ki kurtarma girişimi aslında bu demektir- söylemleri, bu değişikliklerin açıkça ifadesi şeklinde olmalıdır. Bunu yerine getirmeyen girişimler heyecan verebilir, yandaş toplayabilir, girişimcisine şöhret de kazandırabilir, ama bir işe yaramaz. Girişimcilerin çoğunun gözlerini kapattıkları gerçek, söylemlerini oturttukları sorunların aslında birer “görüntü”den ibaret olduğu, kökteki sorunların ise “değer yargıları” ve “varsayılan doğrular”ın yanlışlık ve/ya zamanının geçmiş olduğudur.

    Girişimciler rakiplerini akılsız sanmaktan vazgeçseler, kendi gördükleri ve doğrudan çözebileceklerini sandıkları sorunları onların da pekalâ görebildiklerini, hattâ belki kendilerinden daha güçlü “doğrudan çözme araçları”na sahip olduklarını idrak edebileceklerdir.

    Mesele sorunları görüp görmemek değildir. Eğer kör veya aptal değillerse -ki hiç olmazsa kurtarma girişimcilerinin çoğu herhalde değildir- herkes sorunları görmektedir.

    Mesele, “doğrudan çözme” denilen yanılgıya kapılıp kapılmamadadır. “Onlar bilemedi yapamadı, ama ben bilirim yaparım”, en yanıltıcı “doğrudan sorun çözme aracı”dır ve maalesef halen tedavülde bulunan girişimcilerin çoğunun dayanağı olduğu gözlenmektedir. İşte asit testi budur: yeni söylemin içerdiği yeni değer yargısı ve yeni doğruların neler olduğunun açıkça ifade edilip edilmediği.

    Bu akıl yürütmeden herhalde çıkarılmaması gereken bir sonuç, Türkiye’nin ihtiyacı olan yeni söylemin, belirli kalıplar biçiminde olduğudur.

    “Kurtulmak”la ne(ler) kastedildiğine bağlı olarak hepsi de geçerli söylemler olabilir. Hattâ aynı bir kurtulma amacı için birden çok söylem de geliştirilebilir. Aynen bir noktaya değişik yollardan -ve tabii değişik süre ve maliyetlerle- ulaşılması gibi.

    Çıkarılmaması gereken ikinci sonuç ise bu yazının amacının böyle bir söylem için “giriş” bölümü olduğudur. Ama, yukarıda çizilen söylem özellikleri için rastgele birkaç örnek vermek de yararlı, belki de gereklidir.

    Yeni söylemin bir yeni değer yargısı: demokrasi yalnız hak ve özgürlükler değil, sorumluluklar rejimidir de..

    Eski söylemlerin hemen tümü, “bizi yönetenler” şeklinde bir değer yargısını kullanır. Yani halk yönetilmelidir. Hem de çöpünden suyuna, rüşvetten yoldaki güvenliğe, değer ölçülerindeki yozlaşmadan TVlerdeki cinsellik pazarlamasına kadar halk yönetilmelidir.

    Peki, “demos-kratus=halkın kendini yönetmesi” ne olacak ve halkın buradaki sorumluluğunu kim(ler) üstlenecektir?

    Hayır, halk bir şey üstlenmeyecek demokrasinin haklar-özgürlükler-sorumluluklar üçgeninin sadece “gelir” tarafıyla ilgilenecek, “bizi yönetenler” ise “gider” yani sorumluluk kısmını üstlenecektir.

    Yeni söylemin bir ayağı, bu geleneksel değer yargısının değiştirilmesidir. Yeni değer yargısı, “halkın kendini yöneteceği -ve bu yolda çaba harcayacağı- ve bunun devredilemez bir sorumluluk olarak halk tarafından üstlenileceği”dir.

    Bugün “bizi yönetenler” denilenlerin de yeni rollerine (sivil hizmetkâr) çekilmeleri, halkın kendini yönetebilmesi için, yine onun istekleri doğrultusunda “kolaylaştırıcılık” işlevi yapmasıdır. Bu noktadaki radikal değişim, halkın sorumsuz seyirci olmaktan sorumlu oyuncu olmaya dönüşmesidir. Halkın bunu güvenle ve bilinçle nasıl yapacağı konusunda, halkın elit (seçkin) tavır sahibi olanları sorumluluk almalıdır. Kolaylaştırıcı (sivil hizmetkâr) devlet, bu konuda aydınlatma görevine sahiptir.

    Yeni söylemin bir başka değer yargısı: “bütün”lerin parçalanıp, böylece oluşan karşıtlıklarla mücadele yerine, parçaların bütünleştirilmesi..

    Geleneksel söylemler, parçalanmadan korunması gereken olguların parçalanmasına dayalıdır. Örneğin laik-dindar ayrımı böyledir. Bilim -ve onun aracı olan akıl- ile inanç -ve onun aracı olan sezgi- birbirinden ayrılmadan ve sürekli olarak birbirini denetleyip birbirinin önünü açan iki parçalı bir “bütün”dür.

    Keşif ve icatlar önce “niye olmasın, olabilir mi; herhalde olmalı, olabilir gibi geliyor vs.” şeklinde bir sezgi ile başlayıp, daha sonra akıl yoluyla bilim süzgecinden geçirilir. Bu süzgece takılanlar yanlış sezgi olarak kalırken, süzgeçten geçenler “buluş” olarak yerini bulur. Süreç burada bitmez. Ortaya çıkan buluş -ki bir üründür-, sezgi/akıl araçlarıyla mükemmelleştirmeye yani katma değeri artırılmaya çalışılır ve böylece sürer gider.

    Şimdi bu döngü koparılırsa ne olur? İki şey olur: (1) Sezgi kendi başına ürünler üretir ve bunlar akılla doğrulanmadığı için hangisinin doğru hangisinin yanlış sezgi (hurafe) olduğu anlaşılamaz, doğru ve eğrilerin birbirine karıştığı bir zihinsel bulanıklık ortamı doğar. Sezgi, diğer parçası olan akıl ile kıyasıya çatışır. (2) Akıl, sezgiden yoksun bir iktidarsızlığa bürünür; hammaddesi (sezgi) yok olduğu için refah ve mutluluk ürünleri üretemez, sadece eleştirir, yakınır ve en çok gereksindiği ikiziyle mücadele eder.

    Sonuç şudur: değişimden yana olmayan hemen hiç kimse yok görünüyor. Ama değişim yandaşlarının tek değiştirmeyi düşünmediği ise kendi değer yargıları ve doğrularıdır. Böylece tüm değişim yanlıları, kendi dışında kalanları değiştirip kendi gibi düşünmeye, davranmaya zorluyor.

    Bu fesat çemberinden çıkışın sihirli bir yolu yoktur. Medeniyet de zaten böyle bir kolay reçete bulunmadığı için adım adım gelişmiş ve her adımda da birilerini eleyerek gelişmiştir: kendi doğrularından kuşkulanmayanları! Yeni dönemin söylemini dile getireceklerde aramamız gereken özellik budur.

    Macintosh HD:TINAZ:Makaleler (e-Mak):yeni_soylem.doc, Created on Monday, 05 November 2001 13:49, Page 2 of 2