-
May 25 2012 -
May 25 2012 KENDİNİ DEĞİŞTİRME İRADESİ YETERSİZLİĞİ ve BİR YAKLAŞIM
Sorun nedir?
Bir alışkanlığını değiştirmek ya da yeni bir alışkanlık edinmekte sorunlarla karşılaşmamış kişi sayısı herhalde çok azdır. Halbuki kolayca görülebilir ki mevcut yaşam alanının sınırlarını zorlayıp genişletmek ve bu yolla yeni refah ve/ya mutluluk ürünlerine erişmek isteyen herkes kimi alışkanlıklarından vazgeçmek, kimilerini de edinmek gibi bir durumla karşılaşır.
Üniversiteyi bitirip iş bulamayan kişi, eğitimi sırasında öğrendiklerinin yetmediğini, ekonomik yaşamın kendisinden o güne kadar pek önem vermediği bir dizi bilgi, beceri, tutum ve davranışı beklediğini bir şokla görür. Ama onları kazanması için bir dizi alışkanlığını değiştirmesi ve bir o kadarını da edinmesi gerektiğini görür ve mesele gelir Kendini Değiştirme İradesi -KeDİ diyelim- yetmezliğine dayanır.
Aşırı kilolarından kurtulmak, sigara veya alkolden uzaklaşmak ya da o güne kadar pek önemsemedikleri ölçüde kişilerarası ilişkilerini geliştirmek isteyen kişilerin karşılaştıkları sorunlar da benzerdir.
İşin ilginç yanı, iş yaşamına uyum göstermek, zayıflamak ya da sigara bırakmak isteyenlerin hemen hepsi de bunların teknik olarak “nasıl” yapılması gerektiğini gayet iyi bilmektedirler. Kitle iletişim araçları, ticari eğitim kuruluşları ya da insanların kendi aralarında oluşturdukları kulak okulları bu teknik araçlar hakkında sürekli bilgi iletirler. Bunların bir bölümü hurafe türünde de olsa büyük bölümü doğrudur.
Kilo vermek isteyenlerin egzersiz yapmaları, yüksek kalorili yiyeceklerden uzak durmaları, öğün atlatmamaları ve de bunları yapmadıkları takdirde kendilerini bekleyen riskler bu kişilerce tam tamına bilinmektedir. Sigara içenler, bırakmak için önce pasif içme ortamlarından uzaklaşmaları gerektiğini, bunu yapmazlarsa gelecekte karşılaşabilecekleri hastalıkların neler olabileceğinin neredeyse bir uzman hekim kadar farkındadırlar. En azından bir bölümü böyledir.
Kişisel ilişkilerini geliştirmek isteyenlerin sorunları da benzerdir. Tanıdıkları hakkında daha ayrıntılı bilgiler edinmek, bunları bir şekilde bir veri tabanında tutmak, sık aralıklarla güncellemek, yeni tanıdıklar edinmek için uygun ortamlarda bulunmak, o ortamların normlarını öğrenip asgari ölçülerde uymak gerektiğini bilen -ya da bir şekilde öğrenen- gençler, bunları uygulamaya sıra geldiğinde yine aynı engele çarparlar: Kendini Değiştirme İradesi yetmezliği!..KeDİ.
İşte bütün bu kişiler bu yüksek bilinç düzeylerine rağmen alışkanlıklarından vazgeçememekte ya da yenilerini edinememektedirler.
KeDİ yetmezliğinin yapısı..
Alışık olduğumuz siyah-beyaz mantık düzenimiz herşeyi iki uçlu olarak gösterir. Bir şey ya iyi ya da kötüdür, soğuk ya da sıcaktır, uzun ya da kısadır. Bir kişideki KeDi ya vardır ya yoktur vs.
Gerçek ise böyle değildir. Siyahla beyaz arasında sonsuz gri tonlar, soğukla sıcak arasında sonsuz ılık dereceler, uzunla kısa arasında sonsuz orta’lar vardır. Benzer şekilde kişilerin KeDi de tam ile hiç arasında sonsuz tonlara ayrılmıştır, bu bir.
İkincisi, KeDİ yetmezliği bir bütün değildir. Ortada, kişinin fizik ve psişik benliği ile irtibatlı bir çekirdek ile onun çevresinde sıralanmış, çekirdekle bir bütünmüş gibi görünen, ama dikkatli incelendiğinde çekirdek ile bağlantıları çok daha zayıf parçalardan ibaret bileşik bir yetmezlik söz konusudur.
Çekirdek nedir, çevresinde neler vardır?
KeDİ yetmezliğinin çekirdeği, ne şekilde oluştuğu bu yazının konusu açısından önem taşımayan fiziki ve/ya psişik “alışkanlık(lar)”dır ve doğrudan -yani çevresindekilerden ayırıp yalıtmadan- değiştirilmesi gerçekten de pek kolay olmayabilmektedir.
Sigara içen kişi için kandaki nikotin düzeyi “alışkanlık”ın fiziki parçasını, sıkıntı ve sevinçlerini paylaşma arzusu ise psişik parçasını oluşturur. Bunların çevresinde yer alan kimi parçalar ise şunlar olabilir:
-
pasif içme ortamlarında bulunma,
-
sigara ikramlaşması,
-
otlanma tabir edilen kültürel kod,
-
spor yapmama,
-
kaderini tamamen kendi dışındaki dünyaya bıraktıran, bir çeşit uyanık-uyku hali,
-
sigara konusundaki hurafeler (“doktor günde 3 tane içmeme izin verdi”, “sigara içiyorum ama bol bol da temiz hava alıyorum”, “bırakırsam stres daha kötü”, “filanca içmedi ama kanser oldu”, “hiç zararını görmüyorum” vbg),
-
sigara harcamalarının daha öncelikli giderlerin önüne geçmesine yol açan, bireysel/ailesel bütçe yapmama alışkanlığı,
-
sigara kokusundan hoşnut olmayanların gösterdikleri yersiz tolerans,
-
yanında sigara içilerek sağlıkları tehdit edilenlerin gösterdikleri yersiz tolerans,
-
“dostluk” kavramına yersiz olarak yüklenmiş bulunan “zararına dahi olsa uyarmama” kültürel kodu,
-
ve diğer birçoğu
Daha da uzatılabilecek bu listeden hemen görülebilecek bir gerçek, bunların fizik veya psişik benliklerle olan bağlantılarının zayıflığıdır. Örneğin kandaki nikotin düzeyinin düşürülmesi ve pasif sigara içme ortamlarında bulunmaktan kaçınmanın ne kadar farklı olduklarına dikkat edilmelidir. Kişi pek bir güçlüğe uğramadan bu tür pasif ortamlarda bulunmamayı seçebilir ve bunun kendisine yükleyebileceği bir fiziki ve/ya psişik yük yoktur. Kandaki nikotin düzeyi ise çok daha sert bir çekirdektir.
Kilo sorunu olan kişide ise kandaki şeker düzeyinin düşmesiyle doğan açlık hissi ve damak tadı alışkanlıkları fiziki parçalar, sıkıntı ve sevinç kutlamaları ise psişik parçalardır.
Kişisel ilişkilerinin geliştirilmesi konusundaki çekirdek ise, kişiler arası ilişkilerin yanlış olarak bir karşılık -maddi ve/ya manevi- ödemeden bir şey istemek gibi değerlendirilme alışkanlığıdır. Bunun çevresini ise, fizik veya psişik benliğimizle bağlantıları çok daha zayıf bir dizi alışkanlık sarmaktadır.
KeDİ tümörü??
Bir çekirdek ve çevresindeki parçalardan oluşan KeDİ yetmezliği bir tümör gibi irileşmek ve başka alanlara atlayarak oralarda da kendini tekrarlamak eğilimindedir. Herhangi bir alanda ve herhangi bir biçimde oluşmuş bir yetmezliğin hem çekirdeği hem de çevresindeki parçalar zamanla çevrelerine yeni parçaları çekerek büyümek eğilimindedirler. Örneğin, sigara alışkanlığının çekirdeğini oluşturan “kandaki nikotin düzeyi” giderek ancak daha yüksek düzeylerde sağlanmak kaydıyla eski zevk düzeyini sağlayabilmektedir. Başlangıçta birkaç tane ve arasıra içilen sigaranın zamanla birkaç pakete çıkmasının nedeni budur.
Çekirdek böylece büyüme eğilimine girince bu ihtiyacını çevresindeki destekleyici parçalardan almaya çalışacaktır. Bu parçaların herbirinin destekleme potansiyelleri ise sınırlıdır. Bir kişi artan nikotin ihtiyacını örneğin giderek daha çok pasif ortamlarda bulunarak karşılayamayacağına göre, yeni parçalar edinmek zorundadır. Bu yeni parça örneğin daha sert sigara türlerine geçiş, sigara ile birlikte pipo veya sigar içmeye başlama, alkolle birleştirerek daha iyi bir kendini onaylama ortamı yaratma ya da daha etkili parçalar -hap gibi- eklemek olabilir.
Bu yeni eklenen parçalar bazen bizzat bir çekirdek halini alabilir ve ana çekirdekten hariç bir tümör oluşumu sürecini başlatır. Bunun üzerine alışkanlıklarla başa çıkmadaki başarısız girişimler bindiğinde kişi kendi kendine şu mesajı güçlü olarak vermeye -ve her gün tekrar tekrar vermeye- başlamaktadır: “benim iradem zayıf, sigarayı da bırakamam, kilo da veremem, yeni ilişkiler de kuramam, kader beni nereye sürüklerse oraya giderim”. Bu terminal duruma alışkanlıkların trajedisi de denilebilir.
KeDİ yetmezliğinin yapısı ve yayılarak tüm benliğimizi sarma süreci, gözümüze niçin başedilemez göründüğünü de açıklamaktadır.
Buradan bir çıkış yolu üretilebiliyor..
Bu mekanizma anlaşılınca başa çıkma yolu da belirginleşmektedir:
Adım 1 – Değiştirilmek veya edinilmek istenilen alışkanlığın çekirdeğinin ve onu çevreleyen parçaların farkına varılması,
Adım 2 – Çekirdek ile ilgili hiçbir girişimde bulunulmaması; böylece, bir süre destek öğelerinden arındırılıp gerçek büyüklüğüne indirilene kadar beklenmesi. Bu süre içinde, çekirdeği çevreleyen parçaların -en önemlilerinden başlayarak- her biri için birer “sakınma plânı” yapılması ve plânların uygulamaya konulması,
Adım 3 – Çevresi ile etkileşimi zayıflatılarak yalnız bırakılmış çekirdekteki KeDİ yetmezliği üzerine bir dizi araçla –söz vermek, yaptırımlı güvence vermek, dayanışma ağı oluşturmak vbg– gitmek.
Sonuç
Kendini değiştirmek, yaşam alanı sınırlarımızı genişletebilmenin anahtarıdır. Bunun know-how’ı ise, genişletmek istediğimiz sınırlarımızın teknik yanlarını bilmek kadar -hattâ ondan daha önemli olarak- değişime engel olan yetersizliğimizin yapısını bilmeye bağlıdır. O yapı hakkındaki farkındalığımızı artırabildiğimiz ölçüde başarı şansımız artacak, körlemesine üzerine gittiğimiz takdirde ise oluşabilecek başarısızlıklar kendimizi haksız yere “iradesi zayıf” olarak nitelememize yol açacaktır.
Kendimizi değiştirebilmemiz mümkündür ve bu sandığımız kadar güç değildir. Ama önce şu soruyu içtenlikle yanıtlayabilmeliyiz: kendimizi değiştirmeyi ne kadar istiyoruz ve gerçekten ne kadar istiyoruz?
The Politics of Ecstacy, Dr. Timothy Leary, Tom Robbins, Ronin Publishing
Sayfa 1 / 3
-
-
May 25 2012 “BİR DİRHEM ETİK BİN AYIP ÖRTER!”
Etik kural Kuralın kötüye kullanımı örnekleri
Kötüye kullanımı önlemek için
Mevzuat yoluyla yapılabilecekler
Mevzuat hükümlerinin uygulamasının olası sonuçları
Zamanındalık
Randevulara gecikmeyi adet haline getirmek. Bu bağlamda örneğin:
-
Toplantılara geç kalmayı adet edinmek:
-
Kamu kesiminde
Devlet Personel Yasasının ilgili yönetmeliklerinde, bu ve benzer gecikmeleri tanımlayan ve her birini önleyici hükümler konulabilir. Örneğin, gecikenlere ceza verilmesi vb..
-
Kural kirlenmesi (regulation pollution) artar,
-
Gecikmenin “adet edinilmesi” ile “zorunlu gecikme” ayrımı üzerinde tartışmalar doğar,
-
Uygulamalardan doğan haksızlıklar için idari mahkemelere başvurulur,
-
Çalışan-çalıştıran ilişkileri gerginleşir,
-
Yalan söyleme yaygınlaşır,
-
Gecikmelerin daha objektif yollarla saptanması için elektronik vd çareler uygulanır ve bunlar:
-
gereksiz masrafa yol açar,
-
yeni haksızlıklara neden olur ve bunların giderilmesi için ek mevzuat düzenlemeleri gerekir ve bu süreç bitmez.
-
Böylece oluşan labirentler içinden yol bulmayı kendine iş edinmiş tipler doğar,
-
Yöneticiler, zamanlarının önemli bir bölümünü bu konulardaki çatışmaları çözmeye harcarlar.
SONUÇ
-
Kişilerin değer sistemleri içine yerleşmiş bir etik norm yerine, beklenen souçların mevzuat yoluyla elde edilebilmesi güç, çoğu zaman da imkânsızdır. Üstüne üstlük, bu yararsız mevzuatın yarattığı sorunlar da ek mevzuat ihtiyaçları yaratacaktır.
-
Türkiye, ülke ve çeşitli kurumları olarak sorunlarını sürekli olarak mevzuat -anayasa, yasalar, tüzükler vbg- yoluyla çözmeye çalışmaktadır. Bu ise zaman içinde bir kural kirliliği ortamı yaratmıştır. Bu kirlilik ortamının kendisi -bir başka neden olmasa dahi- durduk yerde sorunlar üretmektedir.
Tınaz Titiz, Etik Güvence (EG) sözleşmesini (https://www.tinaztitiz.com/hizmet.php?i=1) imzalamış bir yönetim danışmanıdır.
-
-
May 25 2012 KREDİ FAİZİ PARANIN
FİYATIYSA !
Yüksek enflasyonla yaşamaya başladığımız yıllardır bu yana, yüksek kredi faizlerinden yakınmak adet olmuştur. Kredi kullanan sanayiciler rekabet güçlerinin düşüklüğünü daima yüksek kredi faizleriyle açıklarlar. Bu, bir ölçüde doğrudur da.. Çünkü, para ve onun fiyatı demek olan faiz de ürünlerinin bir girdisidir.
Faiz denilen kavrama “paranın fiyatı” olarak bakıldığında, tüm şikayetlerin para fiyatına yüklenemeyeceği bir resim ortaya çıkmaktadır. Fiyatı pahalı bir mal veya hizmet halinde ya daha ucuz alternatifler aranıp bulunur ya da o mal veya hizmet, elde mevcut parasal kaynaklar aşılmayacak şekilde daha az kullanılır.
Ama böyle yapılmayıp, mevcut kaynakların yetmeyeceği ölçüde o mal veya hizmetten kullanılmaya devam edilirse o takdirde sorun doğar. Doğan sorun, çığ şeklinde büyüyen bir borç yüküdür.
Faizi, paranın fiyatı olarak değil de hükümet tarafından belirlenen (ve dolayısıyla istenilirse düşürülebilecek olan) bir parametre olarak anladığımız sürece, bu borç çığından kurtulmanın imkanı da yoktur.
Pekiyi, pahalı paraya göre davranmak mümkün müdür? Evet, hem mümkündür hem de zorunludur. Üretilecek mal veya hizmetin parasal girdisini azaltmak, onu azaltmak için de paranın harcandığı kalemleri daha az ve daha verimli kullanmak sorunun çözümüdür.
Bu, küçülmek, sistemleri yeniden kurmak, daha az stokla çalışmak, ürün standardizasyonuna gitmek, gayrımenkulleri paraya çevirerek öz kaynakları artırmak ve böylece borç-faiz-borç artışı sarmalı’ndan kurtulmak, bunlar yeterli olamıyorsa o ürünler yerine daha da az para kullanan ürünlere yönelmek demektir.
Para girdisi azaltılmadan daha çok üreterek, daha çok satmaya çalışarak bu sarmal’dan çıkmak güçtür. Daha doğrusu, para maliyetinin ihmal edilebilecek bir orana düşmesini sağlayabilecek bir satış hacmine ulaşmak güçtür.
Para girdisi az olan ürünler teknoloji yoğun ürünlerdir. Bu ise, faiz yüksekliğinden bunalıp yeni ürünlere yönelmek isteyenlerin teknoloji üretimine ya da OEM tipi üretime yönelmeleri zorunluğu demektir.
Bu bağlamda üreticilere düşen görevler bunlardır. Hükümete düşen görev ise küçülmeyi kolaylaştırmaktır.
Batmış bir kuruluşun kimseye faydası olamaz. Ne istihdam yaratabilir ve ne de vergi verebilir. O halde, işletmelerin küçülmelerine engel olan ögeleri asgariye indirmek şarttır. Bu, özel sektör için böyle olduğu gibi özelleştirilecek KİT’ler için de böyledir.
İrileşip esnekliğini kaybetmiş KİT’leri kimse satın almaz. Hibe edilseler dahi, üretmekte oldukları zararı kimse finanse etmez. O halde KİT’lerin özelleştirilebilmeleri de küçülmelerine ve böylece iyileşmelerine bağlıdır.
Mevcut pratikte küçülmenin karşısındaki en büyük engel kıdem tazminatları ve enflasyona endekslenmiş ücretlerdir.
Buna göre, yapılması gereken iki şeyden ilki, küçülerek rasyonalize olmak isteyen kuruluşların kıdem tazminatları için sıfır faizli ve uzun vadeli kredi verilmesi (ki bu vergi taksitlendirmesi biçiminde de olabilir), ikincisi ise ücret ve fiyat artışlarının belirli süre için sınırlanmasıdır.
Bunlar yapılmadığı takdirde hileli iflaslar yoluyla kuruluşlar uygun olmayan biçimde kendilerini küçültecekler ve bundan hem ekonomi ve hem de çalışanlar zarar göreceklerdir.
-
May 25 2012 -
May 25 2012 MİLLETVEKİLLERİ İÇİN ETİK GÜVENCE
1995 yılında, İstanbul Heybeliada Halki Palasta 2 tam gün süren bir arama konferansı yapıldı. Arama konferansının konusu, bir süre sonra yapılacak olan genel seçimlerde, milletvekillerinin seçmenlerine taahhüt edecekleri az sayıda ve denetlenebilir somutlukta etik güvence ilkesi belirleyebilmekti.
Milletvekili yemini her ne kadar benzer amaca yönelik ise de denetlenmesi mümkün olamayacak ifadeler içermesi nedeniyle, böyle bir girişime gerek duyulmuştu.
Arama toplantısının katılımcıları arasında, halen parlamento üyesi olan Sn. Ahmet Tan ve Sn. Sema Pişkinsüt’ü hatırlıyorum. Meclisteki tüm partilerden en az birer kişi katılımcılar arasındaydı. Ayrıca medyadan, bürokrasiden ve sokaktaki insandan oluşan yaklaşık 30 katılımcı ile yapılan bu çalışma sonunda, aşağıdaki etik güvenceler belirlendi. Bunlar üzerinde çok küçük redaksiyon çalışması yapılmış olup orijinaline uygun sayılabilir. Her maddenin altına, birer ikişer cümle ile konulan açıklamalar ise orijinal metinde olmayıp tarafımdan eklenmiştir.
Bu metin, hemen konferanstan sonra tüm partilere dağıtıldı ve bir kısmı tarafından da seçimlerde kullanıldı. Belki zamanın kısalığı, belki medyanın yeterince üzerinde durmayışı nedenleriyle o tarihte kamuoyunda pek de yankı uyandırmadı.
Seçilmişlerin başka dünyalardan geldiklerine, toplumun genel kabul görmüş değer yargılarını temsil etmediklerine, onları seçenlerin sütten çıkma ak kaşık olduklarına ve her nasıl oluyorsa yıllardır hep eğri insanların bulunup bulunup da meclise yollandığına ilişkin bir genel inanç vardır. Bu inanç, kendi düşüncelerinden hiç kuşkulanmamaya, her aklına geleni doğru sanmaya koşullandırılmış -eğitim bu demektir- insanımıza pek uygun gelmiştir.
Bugün geldiğimiz noktada, böylesine bir etik güvencenin daha önem taşıdığını ve de daha ilgi ile karşılanacağını umuyorum. Yapılabilecek ilk genel ve yerel seçimlerde, halkın karşısına binlerce aday çıkacak. Bunlardan, kendi belirleyebilecekleri ve denetlenebilir olduğu konusunda tereddüt olmayan üç-beş etik güvence vermelerini isteyelim. Eminim ki bu adayların bir bölümü açılıştan vazgeçeceklerdir.
Bir bölümü ise bu güvenceyi “nasıl olsa bozarım” düşüncesiyle verecektir. İşte o noktada yurttaş olarak demokrasinin hakkını verip veremediğimiz, daha da doğrusu demokrasiye ne ölçüde layık olduğumuz ortaya çıkacaktır.
Ama esas kazanç, güvence veren ve ona uyabilen az sayıda da olsa seçilmişin yaratacağı ahlaki değer tabanı olacaktır.
Bu tabanı inşa etmeden siyaseti, kurumlarını, o kurumlarda görev alanları eleştirebiliriz. Bunun bir yararı olmadığını, yarar sağlamak bir yana, toplumun düzgün insanlarının siyasetten bucak bucak kaçarak siyasetin gerçekten kirli bir iş olarak tescil edilmesine yol açtığını görebilmeliyiz.
Siyasetin ahlaki tabanını inşa etmeye istekli olanlar için bu konferansın bulgularını bilgilerinize sunuyorum.
Saygılarımla,
M.Tınaz Titiz
Kasım 19, 2001
-
MECLİSLERİ DEVRE DIŞI BIRAKACAK HER TÜRLÜ GİRİŞİME BİZZAT DİRENECEĞİMİ,
(Rusya’da Yeltsin’in bizzat tankların üzerine çıkarak parlamentonun işgaline karşı çıktığı hatırlanmalıdır)
-
HER YIL AKÇALI İŞLERİMİ BAĞIMSIZ BİR DENETLEME KURUMUNA DENETLETTİRECEĞİME VE KAMU OYUNA AÇIKLAYACAĞIMI,
(Böylelikle, siyaset, başka işi olmayan, işsiz olduğu için siyasete giren insanların işi olmaktan çıkacak, çıkar çelişkisi -conflict of interest- yaratmayacak şekilde namusuyla işini yapanların ve de yaşamını siyasetten değil işinden kazananların uğraş alanı olacaktır)
-
ÇIKAR ÇELİŞKİSİNE NEDEN OLABİLECEK İKİNCİ BİR İŞ YAPMAYACAĞIMI,
(Yukarıdaki ilke ile bağlantılı olarak yorumlanmalıdır. Sık sık milletvekillerinin başka iş yapmaması gerektiği savunulur. Bunun iki anlamı olabilir: (1) Milletvekilleri iş yapmaya gerek olmayacak derecede zenginler arasından seçilsin, (2) Milletvekili, sokakta yaşayan, ailesi olmayan berduşlar arasından seçilsin. İkinci bir iş yapmadan yaşayan birileri varsa onların durumları sorgulanmalı, bunu nasıl yapabildiklerini herkese öğretmeleri istenmelidir. Aslolan ikinci ya da üçüncü iş yapmaları değil, yaptıkları işlerle milletvekilliği arasında çıkar çelişkisi bulunmamasıdır. Bunun için ise, toplumumuzun kavram dağarcığına bu kavramın -çıkar çelişkisi- yerleşmesi gerekir. )
-
TALEPLERİMİ YAZILI VE İMZALI OLARAK YAPACAĞIMI,
(Milletvekillerinin, icra makamlarına -bürokrasi, bakanlar vbg- yapılan taleplerin çoğu sözlüdür. Bunların yazılı yapılmasının istendiği hallerde çoğu talebin geri alındığı deneyimlenmiştir. Son Kemal derviş olayındaki taleplerin yazılı yapılması istenseydi ortaya çıkan olumsuzluklar büyük olasılıkla olmayacaktı)
-
KİMSEYE SÖZLÜ VEYA FİZİKİ TACİZDE BULUNMAYACAĞIMI,
(Parlamento içinde düşünceyi ifade etme özgürlüğü açısından son derece önemlidir. Bunu taahhüt etmiş kimselerin sayısının artması bir yana, tacizin kamuoyunda ayıplanır hale gelmesi, bir diğer deyişle bir yeni değer yargısının yerleşmesi gerekmektedir. Çünkü halen bu tür şeyler toplum arasında da pek yadırganmıyor)
-
BAŞKASI YERİNE OY KULLANMAYACAĞIMI,
(Bugün yüksek teknoloji yardımıyla yapılmaya çalışılan birbirinin yerine oy kullanmama konusu, Millet Meclisinin ilk inşa edildiği yıllarda mekanik olarak yapılmıştı. Birbirine hiçbir şekilde uymayan 600 adet anatar yardımı ile herkes kendi oyunu kullanmaya mecburdu. Ama o zamanlar, birbirine anahtarını verip oy kullandıran kişiler nedeniyle sistem yıllardır kullanılmadı)
-
ŞAHSIMLA İLGİLİ ÖZLÜK HAKLARI DEĞİŞİKLİĞİ VE SEÇİM KANUNUNDAKİ DEĞİŞİKLİKLERİN BİR DÖNEM SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİ YÖNÜNDE TEKLİF GETİRİP OY VERECEĞİMİ,
(Kamuoyunda tartışma yaratan maaş ve emeklilik konusunda düzenleme tabii ki yapılabilir. Sadece ufak bir ön koşulla: o da, yapılacak düzenlemeden, düzenlemeyi yapanların yararlanmaması.. Yine çıkar çelişkisi ilkesine geliniyor. Yani kavram dağarcığımzdaki eksik bir elemana!)
-
HAKKIMDA YAPILABİLECEK ARAŞTIRMALARI ETKİLEYECEK KONUM VE DURUMDA BULUNDUĞUM TAKDİRDE YÜRÜTME GÖREVİMDEN İSTİFA EDECEĞİMİ,
(Batı demokrasilerinin bu vazgeçilmez ilkesini açıklamaya gerek yoktur. Bu noktada da, toplumumuzun kavram dağarcığına girmesi gereken bu değer yargısına dikkat edilmelidir)
-
İMAR İHLALLERİ VE ARAZİ İŞGALLERİNE YOL AÇABİLECEK AF KANUNLARINA KARŞI OY KULLANACAĞIMI,
(Kendini açıklar niteliktedir.)
-
TÜM YOLSUZLUK ARAŞTIRMALARINA KABUL OYU VERECEĞİMİ,
(Bunun bir değer yargısı olarak toplumumuzun kavram dağarcığına yerleşmesi, bugün mevcut olan gurup kararı ile -gayrı resmi gurup kararlını kastediyorum- red oyu kullanılması geleneği ortadan kalkacak, gurup disiplininin anlamının, yolsuzluk soruşturmalarını engellemek olmadığı bir genel anlayış olarak yerleşecektir)
-
SİYASİ FAALİYETLER DIŞINDAKİ DOKUNULMAZLIK OLANAKLARINDAN YARARLANMAYACAĞIMI, BU OLANAKLARIN YASAL OLARAK SINIRLANMASI İÇİN ÖNERİ GETİRİP OY VERECEĞİMİ, KENDİMLE İLGİLİ OLARAK BÖYLE BİR TALEP OLMASI HALİNDE BU YÖNDE OY KULLANACAĞIMI,
(Kendini açıklar niteliktedir)
-
ŞEFFAF OLMAYAN SATIN ALMA, SATMA, DEVRETME, İMTİYAZ VEYA İŞLETME HAKKI VERME İŞLERİNE DOĞRUDAN VEYA DOLAYLI OLARAK KATILMAYACAĞIMI,
(Kendini açıklar niteliktedir)
-
ŞANTAJ VEYA ÇIKAR AMACIYLA DOSYA VE BİLGİ SAKLAMAYACAĞIMI,
(Kendini açıklar niteliktedir. Durup durup da ortaya bir bilgi çıkarana sorulması gereken ilk soru budur: şimdiye kadar çıkarmadın ise, başkasının elinde de seninle ilgili bir bilgi mi var, yoksa pazarlıkta mı anlaşamadın?)
-
GÖREVİM DOLAYISIYLA SAHİP OLDUĞUM OLANAKLARI, TOPLUM ÇIKARLARI ALEYHİNE KULLANMAYACAĞIMI VE KULLANDIRTMAYACAĞIMI,
(İlgili yazımda açıklıyorum.)
TAAHHÜT EDİYORUM.
-
-
May 25 2012 YUHALAMA İLLETİ !
Gazetelerde sık sık fişmanca toplantıya katılan bir politikacının yuhalandığı ya da yuhalanma korkusuyla bir toplantıya katılmadığı gibi haberler yeralır.
Gelişmiş ülkelerde, sevilsin ya da sevilmesin politikacıların yuhalanması değil, onun seçilmişliğine gösterilen bir saygının -ki toplumun kendi oyuna saygı göstermesidir- ifadesi olarak politikacıların alkışlanması adettir. Alkışlama, o kişilerin takdir edildiğini ya da sevildiğini değil sadece onları seçen “sistemin” takdir edildiğini göstermektedir. Ülkemizde ise böyle bir adet olmayıp bunun tam tersi vardır.
Başlıca belirtisi “yuhalama” olan bu illetin acaba sebepleri nelerdir?
Nedenlerden birisi, insanlarımızın tepkilerini dile getirme konusundaki çekingenlikleri ve bu nedenle de bu konudaki beceriksizlikleridir. Uzun süre herşeyi içine atarak tepkisini bastıran bir kişi, birgün birdenbire bıçağı çekip anlaşılmaz bir biçimde karşısındakini doğramaktadır.
Yuhalama biçiminde bir çeşit saldırganlıkla ortaya çıkan illetin ikinci nedeni ise, insanlarımızın tek tek birşeyler yapmaktan korkmaları, bunun yerine ancak toplumun arkasına sığınarak tepki koyayabilmeleridir.
Ama bu iki nedenin de altındaki Kaynak Sebep, insanlarımızın daima suskunluğa yönlendirilmiş, konuşmanın başkaldırı olarak sayılmış olmasıdır. Eski neslin edep ve terbiye ölçütlerinden birisinin de küçüklerin büyükler yanında konuşmasına izin verilmeden konuşmaması olduğuna göre, yaşı büyümüş insanların da hala “büyüklerimiz izin verirse konuşabiliriz” geleneğinden kurtulamaması doğaldır.
Yuhalama, iletişimi tamamen kesen, durumu daha da içinden çıkılmaz yapan bir illettir. Muhtemelen, insanımızın konuşmasını istemeyenler, onları yuhalamaya teşvik etmekte böylece iletişim ortamını tamamen tahrip etmektedirler.
Yuhalamak yerine bir kişinin kalkıp yumuşak ve terbiyeli bir ses tonuyla, “ sayın politikacı, siz anlamlı konuşmuyor bizleri aptal yerine koyuyorsunuz. size güvenmemizi istiyor ama bir yandan da size güvenmemizi gerektirecek hiçbirşey yapmamış olduğunuzu biliyorsunuz. Lütfen bizim zamanımızı bu şekilde almayınız. Ya bizi ciddiye alınız ya da biz sizi daha fazla dinleyemeyeceğiz ve de bundan sonra size oy vermeyeceğiz. Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum” dese, bu çok daha unutulmaz bir ders olmaz mıydı?
-
May 25 2012 ZAYIF BÜNYE HER HASTALIĞA AÇIKTIR!
Trafik katliamları, içlerinde canavar bulunan bazı sürücüler tarafından yaratılmaktadır.
Orman yangınları, tarla açmak, anız yakmak için ve terör örgütlerince çıkarılmaktadır.
Laiklik, köktendinciler tarafından, demokrasimiz ise politikacılar ve askerlerce tahrip edilmektedir.
Turizmimiz Yunanistan, Boğazlar Rusya, İşçilerimiz Dazlak’lar tarafından tehdit edilmekte; kamu arazileri mafya’ca yağmalanmakta; topraklarımız aşırı yağmur nedeniyle erozyona uğrarken, İstanbul ise aşırı yağmursuzluk nedeniyle susuz bulunmaktadır.
Özet olarak tüm Dünya ülkeleri, doğa ve bizzat kendi insanlarımız, toplumumuza karşı düşmanca bir tutum içindedirler.
İç ve dışındaki tüm ögelerin kendine düşman sayılması halinin bir ruhsal hastalık olduğunu biliyoruz.
Türkiye’nin bu denli çeşitli düşmanı yoktur. Daha doğrusu düşman sahibi olmak bir “dışsal olay” değildir. Her toplum, gücü ile ters orantılı olarak düşman çeşidi ve etkinliğine maruzdur. Ülke ne denli güçsüzse o kadar çok düşmanı vardır. Güçlendikçe düşman sayısı azalır, zayıfladıkça artar.
Hayatın kaynağı denilebilecek olan yağmurun, sel baskınlarına, trafik kazalarına, dere yatağı içine gecekondu inşa etmiş vatandaşlarımızın evsiz kalmalarına, havada asılı duran sülfür dioksidin asit yağmuru olarak tepemize yağmasına neden olabilmesi, bu Tanrı vergisi bereketin bize “düşman” olmasından değil, bizim beceriksizliğimizden türemektedir.
Ülkemizin güçsüzlüğü, doğa’nın ve diğer toplumların doğal davranışlarının düşmanlığa dönüşmesine yol açmaktadır. Yani bizim düşmanımız tektir ve o da, bizim yetenek, bilgi-beceri, ruhsal sağlık ve erdem konularındaki yetersizliklerimizdir. Buna toplumun “nitelik dokusu yetmezliği” diyebiliriz.
Düşünme stilimizi kalıpçılıktan nedenselliğe dönüştürebildiğimiz ölçüde bu gerçek düşmanı daha iyi teşhis edecek ve onu yenebileceğiz. Aksi halde düşmanlarımız her geçen gün çeşitlenecek ve de güçleneceklerdir.
Pazar, 18 Eylül 1994
-
May 25 2012 NE OLUR VATANI BU KADAR SEVMEYELİM!
Medyayı izleyip çeşitli makamlara gelmek için yarışan kişileri gördükçe, vatanımızı bu kadar çok seven bu denli çok yurttaşımızın olduğunu biraz sevinç biraz da kuşkuyla gözlüyoruz. İnsan bu örnekleri izledikçe aşağılık duygusuna kapılıyor ve bu vatan sevgisinin nasıl ürediğini öğrenme isteği depreşiyor.
Yerel ya da genel yönetimlerde görev almak için birbirlerini çiğneyen bu insanlara hemen her yerde rastlamak mümkün. Özel sektörde, gönüllü kuruluşlarda, bürokraside, siyasette ve her yerde.
Bu kişiler dikkatle dinlenildiğinde, hepsinde ortak olan noktanın “hizmet aşkı” olduğu, vatan sevgisinin, ise bu aşkın bir dışavurum biçimi haline geldiği görülecektir.
Kuşkusuzluk (ezber) illetini biraz aşıp, bu “hizmet aşkı”nın kaynağı araştırıldığında, genel kanının aksine, maddi çıkar beklentilerinin pek büyük pay oluşturmadığı görülecektir. En azından, bir bölüm kişi için böyle bir çıkar katiyen söz konusu değildir. Hizmet aşkı hastalığının temelinde şu dürtülerin bulunması olasıdır:
- Ezilmişlik : Herhangi bir veya birkaç nedenle ezilen ve kendini kanıtlama ihtiyacı içinde olan kişiler, en tehlikesiz yol olarak hizmet aşkını seçmektedirler. Böylelikle verdikleri zararın faturasını daima başkaları ödemektedir.
- Değeri kendinden menkul olmak : Bilgilerinin kaynağı kendi olan ve inatçı bir kişiliğe sahip olduğu için bunu başkalarıyla karşılaştırmayan kişiler, bunları uygulayarak başkalarının da yararlanmasını sağlamak ve böylece takdir toplamak yolunu seçerler. Fatura yine başkalarınca ödenir.
- Bilgisizlik : Hizmet aşkını bir meslek haline getirdiği için dünyadan kopan, çevresindeki insanların ayaküstü söylediklerinden oluşan doğrularla yaşamak zounda kalan kişilerin durumu böyledir.
- Tek doğrululuk : İlkokul üçüncü sınıftan sonrasını okumuş olanlara musallat olmuş kuşkusuzluk (tek doğrululuk, ezber) illetinin gündelik yaşama yansımasıdır. (Not: Bütün çabalara rağmen ezber üçüncü sınıftan aşağı indirilememiştir.)
Bu tablo karşısında bir de şöyle bir gözlem vardır: Aklı başında insanlar, düşünebildikleri tüm yolları kullanarak, hizmet aşkı ve vatan sevgisiyle dolu bu insanlara uyarılarda bulunmakta, üretimsizliğe, buluşsuzluğa, mişgibiciliğe dayalı yolların sonunun hüsran olacağını anlatmaya çalışmaktadırlar.
Fakat esas bu yol çıkmazdır. Bu hastalığa tutulmuş, illa da kendi usulleriyle vatana hizmet etmeyi kafasına koymuş kişilere hiçbir güç doğru yolları gösteremez. Dolayısıyla bu yolda harcanacak çabalar zaman kaybıdır.
İzmirli iş adamımız Sayın Uğur Yüce’nin, sessiz yürüttüğü son derece önemli bir faaliyeti var. Önemli eserlerin 30-40 sayfalık çeviri özetlerini, bir dağıtım listesi uyarınca dağıtıyor. Son özetin adı “İFLAS 1995” (Bankruptcy 1995, Harry E.Figgie Jr., Gerald J.Swanson).
Borcu borçla ödeme sarmalının, borcun faizini borçla ödeme noktasına geleceğini ve sonunda A.B.D. ekonomisinin kısa sürede iflas edeceğini rakamlarla açıklayan kitabın yazarları, bu fasit çemberin nasıl durudurulabileceğini tartışıyorlar. İlginç olan nokta, bütün analızlerin sonunda geldikleri yer, bu uyarıların bir işe yaramayacağı, vatandaşların inisyatifi ele alıp her türlü yolu kullanarak Amerikalı hizmet aşıklarını tuttukları yoldan vazgeçirmeleridir.
Belli ki bu tür kaynaklara dayalı hizmet aşkları ve bunlara dayalı vatan sevgileri evrensel birer hastalıktır. Türkiye’de de kolay başa çıkılamayacağı anlaşılıyor. Bu durum karşısında yapılabilecek tek şey görünüyor: Bir bölümü ekonomik, geri kalanı sosyolojik olan ölümcül sarmaldan kurtulabilmek için, vatanı çok sevenlere güvenip ihale etmekten vazgeçmek ve vatanı sevdiğini daha anlamlı yollarla gösterebilen gerçek vatanseverleri teşhis ederek onlarla işbirliği içinde sorunlarımıza kendimizin sahip çıkması.
Kaynağı olmayan sosyal politikaların uygulanması, verimlilik, rekabet gücü yüksek sistem tasarımı ve benzeri dayanakları bulunmayan ücret artışlarının durdurulması, ücret ve fiyat artışlarının sınırlanması gibi radikal önlemleri vatandaşlar alamayacağına göre ne yapılmalıdır.
Bugünkü siyaset anlayışımızın ülkeyi felakete götürdüğünü; siyasetin, işsiz insanların geçim kaynağı olmaktan çıkarılmadığı sürece bu sarmalın kırılamayacağını anlamış insanlarımızın yeni bir siyasi ahlak normu oluşturmak için bir ağ oluşturmaları gerekiyor.
“Yeni Siyaset Andı” denilebilecek bu etik kod, siyasetten başka bir geçim yolu olmayan insanların, vatanı ne kadar çok severlerse sevsinler siyaseti bırakmalarını, siyasetin tam-zamanlı bir ekmek parası kazanma aracı olmaktan çıkarılmasını istemelidir.
Vatanı biraz daha az seven, akıllı ve cesaretli insanlara ihtiyaç olan günler gelmiştir.
5 Şubat 1999
-
May 25 2012 NİHAYET BİZ DE KENDİMİZE VİZE KOYUYORUZ!
Kırsal kesimlerden kentlere göçü önlemek üzere zaman zaman radikal önlemler üretilir. Bunların çoğunluğu, kırsaldan gelecek insanlara pasaport benzeri bir uygulama yapmaktır. En çok istediğim, bunu önerenlerin kısa bir süre de olsa uygulamaları ve sonunda inanılmaz rüşvetlere ve eskisinden daha hızlı bir göçe gözleriyle şahit olmalarıdır.
İstanbul’a pasaportla girilmesi -ve tabii ki pasaportun zaman zaman vize ettirilmesi-, şehrin kalabalıklaşması karşısında bir önlem olarak yine gündeme geldi. Bu önlemi düşünenler ve onaylayanlar muhakkak ki düşüncelerini beğenmekte, böyle bir şeyi ilk defa yaşama geçirecek olmanın heyecanını duymaktadırlar.
Bu heyecanı kontrol altına alarak, bu girişimin olası sonuçlarını, vize ya da pasaportun gerçek anlamının ne demek olduğunu, gerçekteki sorunun İstanbul’un artan nüfusu mu yoksa başka birşey mi olduğunu anlatmak biraz güç görünüyor. Ama bu konuda biraz olsun derinlikli düşünmeye katkıda bulunmak hepimizin ortak sorumluluğudur.
Adı her ne olursa olsun, bir ülke vatandaşlarının o ülkedeki bir kente giriş-çıkışlarının, harp, salgın hastalık ve bu gibi geçici-zorunlu hallerin dışında kamu otoritesince izne bağlanması, hatta bağlanmak istenmesi bütün vatandaşlarının yüzlerine atılmış bir şamardır.
Seyahat özgürlüğü, anayasamızın şimdiye kadar zedelenmemiş maddelerinden birisiydi. Böylece o da hizaya gelmiş olacaktır.
Ekonomik faaliyetlerindeki yoğunluk nedeniyle iş bulma ya da kurma imkanlarının daha geniş olduğu bir yere göç etmek, en doğal sayılması gereken olgulardan birisidir. Bırakınız engellemeyi, özendirilmesi gerekir. Esas kaçınılması gereken, kırsal kesimde oturup yeterince katma değer üretmeden milli gelirden daha fazla pay talebetmektir.
Bu tür iç göçmenler, göç ettikleri yerin kurallarına uymak kaydıyla bir sistemin dinamizmine katkıda bulunurlar. Kaçınılması gereken, kontrolsuz göç denilebilecek olgudur. Bu, hastalanan şişman bir kişinin kontrolsuz biçimde kilo kaybetmesi gibidir ve tehlike işaretidir. Kontrollu kentleşme ise istendik bir durumdur.
Kır ve kent nüfusları arasındaki oranın giderek azalması, yalnız ülkemizde gözlenen bir olgu olmayıp evrensel bir gerçektir. Hatta denilebilir ki kent nüfuslarının artması gelişmişlik ölçütlerinden birisidir.
Peki durum böyleyse sorun nedir? Niçin kentlere göçten bu denli rahatsızız? Sorunu doğru tanımlayamamak, çoğu durumda olduğu gibi bu konuda da yanıltıcı çözümlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır
İlk cevaplanması gereken soru, İstanbul nüfusunun hangi kaynaklardan beslenerek arttığıdır.
Bir yerden -dikkat ediniz yalnız kırsal kesimden değil herhangi bir yerden-, mecbur kalındığı için göçmek ile, yukarıda açıklanan akım nedeniyle yer değiştirmek arasında çok büyük fark vardır. Birisi sağlıklı bir gelişmenin işareti iken diğeri bir sorunun belirtisidir.
Sokaktaki insan bu iki göçü birbiriyle aynı zannedebilir. Sokaktaki insan için bunun pek de önemi yoktur. Ama toplumu yöneten ve yönlendirenlerin bu iki farklı olguyu tam anlaması gerekir.
İnsanları bulundukları yerden bir başka yere iten işşizlik, gelir yetmezliği gibi sağlıklı olmayan itici nedenlerin yanısıra ve onlardan çok daha güçlü olarak bir de kentlerin çekici nedenleri mevcuttur. Çekici nedenler ise, kalabalık bir nüfusun çok çeşitli ihtiyaçlarının birer gelir ve iş imkanı demek olması, daha yoğun altyapı hizmetlerinin varlığı, ama bunlardan çok daha etkin olarak kuralsızlığın çekiciliği’ dir. Tabii ki bu, kuralsız yaşamanın mümkün olduğu kentler için söz konusu bir çekici etki’dir.
İstanbul ve diğer büyük kentlerimizin nüfuslarının bu denli hızlı artmasının başlıca nedeni, işte bu kuralsızlığın özendirdiği çekim’dir.
İstanbul’a çeşitli gözlüklerle bakılabilir: İstanbul bir tarih kentidir. İki kıtanın birleştiği kenttir. Yedi tepelidir. vs vs. Ama bütün bunların dışında İstanbul’un en belirgin özelliği kuralsız yaşamanın mümkün oluşudur.
Bileği biraz kuvvetlice, başlangıçta biraz hırpalanmayı göze alabilen ve kural tanımaz insanların cenneti İstanbul’dur. Bu tür bir yaşam İstanbul’da tamamen devlet güvencesi altında olup, yerel ve merkezi idarenin tüm imkanları bu kuralsız yaşamın güvenli (!) biçimde sürmesi için kullanılmaktadır.
Şimdi hal böyle olunca, yalnızca Türkiye’nin kırsal kesiminin değil tüm Dünyanın kural tanımaz insanlarının İstanbul’a gelmesini önleyecek yalnızca tek sınırlayıcı etken kalmaktadır: Mafyaların kendi aralarındaki denge!
Örneğin, sokak başlarını kiraya verme konusunda olsa olsa iki ya da üç örgüt bulunabilir. Daha fazlasını barındırmazlar. Sokak başları konusunda birbiriyle çatışan bu organizasyonlar, pastalarının küçülmesine karşı işbirliği içinde olacaklardır.
Eğer İstanbul’un kuralsızlığı yalnızca tek konuda ve mesela araba park etme konusunda bulunsaydı, bu kuralsızlığın şehre çekebileceği ipsiz sapsız insan sayısı, kentteki araç sayısının bir fonksiyonu ile sınırlı olurdu. Ama hal böyle değildir ve akla gelebilecek hemen her konuda İstanbul kuralsız bir kenttir. Buna inanmayanlar bizzat deneyebilir ve örneğin Taksim meydanının ortasını kazıp bir yapı inşa etmeye başlayabilirler.
Bütün bunlara ek olarak sistemin bir de geri-besleme tarafı vardır. Kuralsız yaşam ortamının kente getirdiği insanlar derhal mevcut kuralsızlığı daha da artıracak, kendilerinin daha kolay yaşayabilecekleri hale getireceklerdir. Bu, bir Çığ Etkisi’dir ve doğal sınırı, bu kuralsızlığı yaratan ve ona uyum göstermek zorunda olan toplam nüfusun biyolojik yaşam limitleridir ve onlar da sanıldığından çok daha esnektir. Gerektiğinde idrarını içmek yoluyla yaşamını sürdünebilen insanoğlu, kenti besleyen barajlara kanalizasyon karışmasıyla birdenbire harekete geçmeyecek, aksine alışacaktır. Pekiyi bu mekanizma altında İstanbul’un nüfusu ne olur?
Deniz kıyısında yapılan inşaatın temel kazıları sırasında genellikle su çıkar. Müteahhit, deniz kenarında evvelce inşaat yapmamışsa, suyu boşaltmak için hemen bir motopomp kurup çalıştırır. Suyu boşaltmaya çalışır ama bir türlü su bitmez. Boşaltmaya çalıştığı suyun deniz suyu olduğunu anlayana kadar bu beyhude işe devam eder.
İstanbul’a ve diğer büyük kentlerimize yapılacak en büyük hizmet, bu kentlerdeki kuralsızlığı önlemektir. Yani, hangi elbiseyi giymiş olursa olsun (bürokrat, politikacı, işadamı, medyacı, asker vs) mafya erbabını durdurmak, onları etkisiz kılacak düzenlemeleri yapmaktır.
Bunları yapmadan İstanbul’a çakılan her çivi, Dünyanın her yerinden, kuralsızlığı meslek edinmiş kişilerin bu kente akmasına neden olacaktır. Buna göre, İstanbul’un 2000 yılındaki nüfusu istatistiklerin gösterdiği 50 milyon rakamını dahi aşabilir.
İstanbul’a herhangi bir düzeyde hizmet vermeye aday olanların önce bu gerçeği anlamaları, üçüncü köprü, mega proje vs den önce bu kenti kural hakimiyetine sokup (mafyaları temizleyerek) sonra da bu kentte yaşamanın maliyetini yaşayanlardan istemeleri gerekmektedir.
Peki bu, göçü önlemek için kentlere hizmet getirmemek, oraları zor yaşanılan yerler haline mi getirmek demektir? Hayır. Bununla söylenmek istenilen şudur: Hiçbir belediye başkanı, göçü kontrollu hale getirmeden; yani kente gelenlerin kent usullerine ve kültürüne uyum göstermelerini sağlayacak ve gerekirse yaptırım uygulayarak sağlayacak önlemleri uygulamadan, hiç kimseye yeni bir hizmet götüremez, götürmek sözü veremez. Bunun aksi, kuralsızlığın özendirilmesidir.
Bazı iyileştirmelerin kısa süreli sonuçları yanılgıya neden olmamalıdır. Örneğin, sıkışık bir trafiği ferahlatabilecek yeni bir yol açılırsa gerçekten de bir süre bunun olumlu etkileri görülür.
Ama bir süre sonra, o ferahlık, yeni trafik yüklerinin (yeni araçların özendirilmesi, evvelce olmayan otobüs seferlerinin konulması ve halkın bu yolda talepte bulunması gibi nedenlerle) doğmasına neden olur. Ve ortalama insan, eskisinden daha sıkışık bir trafikle karşı karşıya kalır.
Başkan adaylarımızın bu ilginç gerçeği bilmeleri için birer yöneylem araştırması uzmanı olmalarını beklemeye gerek yoktur. Aday olacakları yerin geçmişini iyi bilen birileriyle görüşsünler, bu savın gerçekliğini göreceklerdir. O halde mesele, kontrolsuz denilen bu göçe nelerin sebep olduğunun bilinmesi ve bunların caydırılması için önlemler düşünülmesidir.
Akla, her kuralsızlığın bir cezai müeyyidesinin bulunduğu gibi şeyler gelebilirse de göç olgusunda bu çok önemli değildir. Çünkü ceza, yaşam koşullarına göre daha kötü koşulların varlığı halinde caydırıcı, aksi halde özendirici olur. Nitekim, bazı kişilerin kış gelince sıcak bir yer bulmak için kontrollu birer suç işleyerek hapishaneye girdiği herkesçe bilinir.
Bir belediye başkanının ilk yapması gereken vaat, kentteki kuralsızlığı önlemek olmalıdır. Bu yapılmazsa ne olur? Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, kente göç etmekte bulunanlardan, kente yararlı işler yapanlar ve kent yaşamına uyum gösterenler göçten vazgeçerler. Geri kalanlar ise dha da kolay gelmeye başlar ve bir “İstanbul pasaportu borsası” doğar.
Mevcut nüfus içinden bazı uyanık (kural tanımazlık anlamında) kişiler, “filan kişiye, yanımda iş ve evimde yatak vermeyi taahhüt ediyorum” biçiminde pasaport koşulu pazarlamaya başlarlar. Bunun denetimi ise, denetimi yapacakları zengin eder.