• KALABALIK KAMU KADROLARI NASIL AVANTAJA ÇEVRİLEBİLİR?

    KİT’lerin özelleştirilmeleri karşısındaki önemli bir engel, yalnız Türkiye’de değil başka ülkelerde de bu kuruluşlardaki kalabalık kadrolardır.

    İşsizlik sorununu gerekli enstrümanları geliştirerek değil de kamu kuruluşlarına adam alarak çözmeyi yeğleyen gelmiş-geçmiş idarelerin yarattığı bu sorun aşılmaksızın bugün KİT’ler ancak bir yolla özelleştirilebilir: O da, mevcut kalabalık kadroların bir biçimde işten çıkarılmaları ve az sayıda fakat yüksek nitelikli elemanların istihdam edilmesidir.

    Diğer yandan, teknolojisi dolayısıyla açık tutulması yararlı olmayan KİT’lerin ise kapatılmasıdır.

    Gerektiğinde işe alıp gerektiğinde çıkararak (easy hire-easy fire), ekonomik konjonktüre uyum göstermek A.B.D.’deki sistemin esasıdır. Bu sistem, bugünkü halimizle Türkiye’de uygulanamaz. Aynen, Nasrettin Hoca’nın “adamı belindeki iple çekerek kurtarmıştım, ama damda mıydı yoksa kuyuda mıydı?” öğretisindeki nedenle uygulanamaz.

    A.B.D.’de, işten çıkarılan kişinin, geçimini-hem de aynı, hatta daha yüksek standartta- sürdürmesi için alternatif yollar mevcutken, Türkiye’de bu yollar mevcut değildir. A.B.D.’de, işten çıkarılan bir kişinin, eğer bir başka iş bulma şansı yoksa, en önemli güvencesi kendi işini kurmak için uygun bir ortam içinde bulunmasıdır.

    Buradan kolayca görülebileceği gibi, KİT’lerin özelleştirilebilmesi (ve daha birçok sorun), kalabalık kadroların, açlığa mahkum edilmeden işten çıkarılabilmelerine bağlıdır. Bu ise ancak 2 yolla yapılabilir:

    1. İşten çıkarılacak insanlara, yeni beceriler kazandırılarak yeni işler bulmalarına yardımcı olarak.

    (LİMME veya İstihdam Garantili (!) vs gibi zorlama yollarla değil, işgücü açığı bulunan alanlarda, özel girişimcilerin beceri kursları düzenlemelerine TEKRAR izin vererek)

    1. Kendi işini kurmak isteyenlere gerekli destekleri sağlayarak.

    (TBMM’de bekleyen Girişim Destekleme Şirketleri kanun teklifi bu amaçla yapılmıştır)

    Birçok sorunun kaynağı durumunda olan Kalabalık Kamu Kadroları ve işsizlik sorunları, ancak bu araçlar devreye sokularak çözülebilir.

  • BULUŞÇULUK, DEMOKRASİ VE YENİ KÖLELİK !

    Üçüncü binyıl’ın Dünyasında belirleyici tek gücün buluşçuluk olacağı artık iyiden iyiye ortaya çıktı. Aslında ortaya çıktı demek pek doğru değil, bu gerçeği Dünyada daha çok insan anladı demek daha doğru!

    İsveç’i bir buzlu çöl ülkesi olmaktan, 100 yıl içinde endüstri ötesi bir topluma dönüştüren nedenin, 49 adet önemli buluş olduğu 1986’da yapılan bir doktora çalışmasıyla doğrulandı.

    Bu yüzyılın başlarında birer avuç pirince talim eden Japonya, G.Kore, Taiwan, Singapur ve Hong Kong’u bugün birer ekonomik güç haline getiren nedenin de yine aynı ve buluşçuluk özelliği olduğunu anlayanlar da arttı.

    Çin’in, buluşçuluğun önemini kavrayıp ilk Patent Kütüphanesi’ni satın almasından(1) hemen sonra başlayıp, bugün devam eden Patent Korsanlığı kavgası, Çin’in de uyandığını gösteriyor.

    Tarihin bu eski ve güçlü kültürüne sahip bir milyar insanın buluşçuluğa yönlendirildiği bir an için hayal edilirse, bu akımın dışında kalan toplumların gelecekteki perişanlığı şimdiden açıkça görülebilir.

    Günümüz Dünyası artık net olarak ikiye ayrılmaktadır: buluşçuluk yoluyla kendi kaderlerine ve buluşçuluğun bilincine varamamış toplumların kaderlerine hükmedenler ile buluşların estirdiği rüzgarlara kapılıp oradan oraya sürüklenenler!

    Demokrasi, toplumların kendi kararlarını kendilerinin verdiği, o kararların olumlu ve olumsuz sonuçlarına rıza gösterdiği bir yönetim biçimi olduğuna göre, bu sürüklenen toplumların herhangi bir şikayete hakları yoktur. Ayrıca, bu global oyunun oynanabilmesi için de, daima sürüklenenler’e ihtiyaç vardır. Onlar olmaksızın yeni buluş ürünlerini satınalıp onlarla övünecek toplumlar olamazdı. Bunlar günümüz Dünyasının “yeni köleleri” dir. Demokrasi de kendine köleliği seçen toplumlar için bir bumerang görevi görmektedir.

    Buluşun önemini anlamayan, anlamadığı gibi onu her gördüğü yerde ezmeye çalışan insanların çoğunlukta ve çoğunlukla da güç sahibi olduğu toplumumuzun gündemini işgal eden ve incir çekirdeğini doldurmaz tartışmaları gördükçe, insan niçin buna müstahak kılındığımızı düşünmeden edemiyor..

    20 Aralık 1993

    1. 18 Ekim 2001 itibariyle bir not: Türkiyeye ilk patent kütüphanesi $400,000 karşılığında 1986 yılında satın alınmıştır. Önceleri TSE’nin Ankara’daki ofisinde girişimcilerin hizmetine açılan kütüphane daha sonra İstanbula, girişimcilerin daha yoğun olarak bulunduğu bir kente getirilme kararı verilmiştir.

    Bu esnada bahçesindeki bir binaya yerleştirilmek istenen patent kütüphanesi, söz konusu binanın depo olarak ihtiyaçları daha çok karşılayacağı öne sürülmesi üzerine kütüphanenin o üniversiteye hibe edilmesinden vazgeçilerek daha ünlü bir başka üniversiteye hibe edilmeye çalışılmıştır. Bu defa da, Patent Kütüphanesi için bir memur gerekli olacağı ve üniversitenin bunun için imkânlarının bulunmadığı gerekçesiyle istenilmemiştir.

    Bunun üzerine tekrar TSE’ye bırakılan kütüphane uzun süre Galatasaray Hamamı olarak bilinen yerdeki TSE binasında hizmet verdikten sonra Gebzedeki TSE binasına götürülmüştür.

  • KAMUOYU BİLİNÇLENDİRİLMEDEN, DEVLETÇİLİKTEN ÖZEL GİRİŞİMCİLİĞE GEÇİLEMEZ!

    Öyle süreçler vardır ki zaman, bu süreçlerin oluşmasında olumlu rol oynar. Bazı süreçlerde ise zaman aksi etki yapar ve süreç giderek bozulur.

    Bunlardan ilkine en somut örnek, canlıların yavrulama sürecidir. Her canlı -yumurtlama ya da doğurma yoluyla olsun-, Dünya’ya gelmeden önce belirli süreleri tamamlamak zorundadır ve geçen süreler, süreçlere olumlu etkide bulunur.

    Zamanın, süreci olumsuz etkilemesi haline somut bir örnek ise, yiyeceklerin bakteriler tarafından bozulmasıdır. Bu şekilde bozulmaya başlayan bir besin baddesi zaman geçtikçe daha çok bozulur. Bu durumda zaman, süreci olumsuz etkilemektedir.

    Bir kural olarak denilebilir ki, çeşitli süreçleri yerleştirmek, hele ve hele mevcut bir süreci değiştirip onun yerine bir yenisini yerleştirmek isteyen “süreç yöneticileri”, yerleşmesini arzuladıkları süreçler üzerine zamanın hangi yönde etki yapacağını peşinen saptayarak işe başlamalıdırlar. Aksi halde, zamanın daima “olgunlaştırıcı”, “yapıcı”, “olumlu” etkide bulunacağı sanısıyla yola çıkılırsa, zamandan olumsuz etkilenen süreçlerin çürümeyle sonuçlanması gibi acı sürprizlerle karşılaşmak kaçınılmazdır.

    Özelde ekonomide genelde ise devlet yönetiminin bütününde, devletçilik bir süreçtir ve Türkiye, cumhuriyetin ilanından bu yana -hatta Osmanlı’da- bu sürecin içinde yer almış, toplum değerleri buna göre şekillenegelmiştir. İnsanlar, kendileri ve toplumun bütünü için doğru, iyi ve güzel’lere, bu değer ölçüleri uyarınca karar vermişler, hala da öyle vermektedirler.

    Bu değerlere göre devlet, vatandaşlarının nelere inanıp nelere inanmayacaklarına, neleri ve de nasıl öğreneceklerine karar vermeli, onların sorunlarını çözmeli, okutmalı, iş bulmalı, emekli etmeli, hangi alanlarda girişimde bulunulacağını saptayıp planlamalı, ekmeğin ve lokantadaki yemeklerin kaça satılacağına ya da taksi ücretlerine vatandaş adına karar vermelidir. Velhasıl vatandaşlar için bütün doğru, iyi ve güzellere devlet karar vermelidir. Devlet, bunları ne ölçüde yerine getirirse o ölçüde “iyi devlet”tir.

    Özel girişimcilik ise tamamen farklı bir süreçtir. Devletçi sistemde devlete yüklenen her işlev bu defa özel girişimciler arasındaki rekabete ve bu rekabetin haksızlıklar yaratmaması için devletin gözetim ve gerektiğinde müdahalesine bırakılmıştır. Ayrıca da sistemin vahşi bir kapitalizme dönüşmemesi için gerekli sosyal politikaları gözetmek de devletin bu süreçteki rollerinden birisidir.

    Devletçi sistemin değer ölçülerini benimsemek durumunda kalarak onları öğrenmiş -ve ondan başka sistem olamayacağına inandırılmış- bir toplumun, bu denli kökten farklılıklar içeren bir yeni süreci (özel girişimcilik süreci) benimsemesinde zaman, -eğer özel önlemler alınmamışsa- süreci olumlu etkileyecek biçimde işlemeyecektir.

    Çünkü, yeni süreç açısından doğru, iyi ve güzel olan her şey, insanların alışmış oldukları değerlere taban tabana zıttır ve insanlar bu zıtlıkları kabul etmeyecekler, aksine, zaman geçtikçe haksızlığa uğradıkları konusundaki kanaatleri kökleşmeye başlayacaktır.

    Bugün ülkemizde, özel girişimciliği benimseyen kesimin dışında kalan kesimlerin çeşitli vesilelerle dile getirdikleri ve direnmeye varan yakınmalar, zamanın, özel girişimcilik sürecini yerleştirme yönünde işlemediğinin somut kanıtıdır.

    Özel girişimcilik sürecinin yerleşmediğinin, yerleşmesinin -bu koşullar sürdükçe- mümkün olmadığının en belirgin kanıtı, çeşitli kesimlerin bu yeni süreçten şikayetleri değildir.

    Ondan çok daha önemlisi, özel girişimcilik sürecini bizzat yönetmek durumunda olan bürokratik ve politik sınıfın, özel girişimciliğin gereklerini yerine getirmeyişleri, getirmek bir yana devletçi sürecin aletleriyle özel girişimcilik sürecini yönetmeye çalışmalarıdır.

    Sözün özü, başta bürokratik ve politik sınıflar olmak, ama

    toplumun bütününü de kapsamak kaydıyla, “özel girişimcilik süreci”nin değer ölçüleri -hiç olmazsa başlıcaları- konusunda toplumumuz bilgilendirilmediği takdirde, devletçilikten özel girişimciliğe geçmek mümkün değildir. Lafını etmek, geçmiş gibi görünmek, hatta bir kısım kurumlar oluşturmak mümkündür ama bunların hiç biri yerleşik olamayacağı gibi insanlar -hatta onların yeni nesilleri- kendilerini mağdur saymaktan kurtulamayacaklardır.

    Cuma, 05 Mayıs 1995

  • Kurumsal Meditasyon

    Kurumlar da insanlar gibi, yapmakta oldukları işlere kendilerini kaptırırlar ve bir süre sonra, işlerini kontrol ediyormuş duygusu içinde, aslında bütünüyle dışındaki dünyanın ona empoze ettiği işleri, yine dışındaki dünyanın empoze ettiği öncelik ve aciliyet derecesine göre yapmaya devam ederler. Bu bir çeşit tutsaklık olup, kişi ya da kurum bunun sürdürülmesi için çeşitli -ve büyük ölçüde de mantıklı- gerekçeler üretir.

    Bu ilginç olgunun dayandığı gerçek, her sürecin kendi çevresinde yarattığı ve kendi varlığını sürdürmeye yönelik bir “çekim alanı” –Process Maintaining Attitude (PMA) denilebilir- gibi düşünülebilir. PMA, kişi veya kuruma, “işler yürüyor!” güvenini sağlar. Bu güven duygusu, süreçlere müdahale etmeyi, onu yeniden yapılandırmayı engelleyen başlıca etkendir.

    Buradan, yeniden yapılanma projeleri için çıkarılabilecek bir sonuç, kişi veya kurumun, kendini bu PMA çekim alanından kurtarması mecburiyetidir. Bu daha somut olarak, kendini yeniden yapılandırmak isteyen kişi ya da kurumun, kendi iradesi ve PMA çekim alanı arasındaki farklılığın farkına varması ve bu farkındalığın bir işareti olarak da belirli bir süre “bir şey yapmadan durabilmesi” demektir.

    Bu “belirli süre”, gündelik yaşam ölçüleriyle, yalnızca “farkında olmak için” gerekli süre kadardır. Daha da açık olarak, yürümekte olan süreçlerle tüm bağlarını koparmak suretiyle düşünebilmek demektir. Bu -aynen kişisel meditasyonlarda olduğu gibi- egzersizle geliştirilebilen ve istenildiği anda dış dünya ile bağlantıların kesilmesi gibidir.

    Böylece kişi ya da kurum, işlerin aslında “süreçlerin kendi iradeleri” ile yönetildiğini, kurumun işler tarafından “sürüklendiğini” idrak ettiği anda, yeniden yapılanmanın ilk adımı olan “neler-niçin oluyor?” sorusunu, işlerle tüm bağlarını korkusuzca kesmiş olarak sormaya hazır demektir.

    Kendi kişisel ya da iş yaşamını yeniden şekillendirmek -ki buna bir çeşit bireysel re-engineering denilebilir- isteyen bir kişi , zamanını genelde “başkalarının” (müşteriler, satıcılar, kendi dışındaki herkes) yönlendirdiğini, bu ortamlardan bir şekilde uzaklaşıp (seyahat ya da bilinçli olarak uzaklaşmak amaçlı olarak) bir “iç sessizliğe” kavuşunca “idrak” eder.

    Bir kısım kişi ya da kurum ise, PMA çekim alanının sağladığı güven duygusu bağımlılığını sürdürebilmek için bu gibi fırsatlarda dahi “başkaları” ile olan bağlantılarını koruyarak içine düşmüş olduğu bağımlılığı tatmin etmeyi sürdürür.

    Burada tanımlanan “iç sessizlik” sağlama yöntemine “Kurumsal Meditasyon” denilebilir. Bunu, tüm kurum personelinin yapabilmesi iyi, ama pratik olarak güçtür. Bu nedenle, üst yönetimde yer alan kişiler ile başlamak ve olabildiğince yaygınlaştırmak tavsiye edilir.

    Her tür meditasyonun kendine göre bir `mantra’sı olduğu gibi, Kurumsal Meditasyonun da bir mantrası olmalıdır. “Bunu yapmasam olur mu?” iyi bir mantra olabilir.

    Kişilerin, kendi dışlarındaki süreçleri gözleyip sonra da onları yeniden şekillendirebilmeleri için, kendileriye süreçlerin farkını farkedebilmeleri, yani süreçlerle bütünleşmişliklerini koparabilmeleri gerekir. Süreçleri objektif olarak gözleyebilmek, “neler-niçin oluyor?” sorularına doğru cevaplar verebilmeleri için, PMA alanlarının sağladığı güven duygusuna ihtiyaç duymayacak kadar sağlam bir öz-güven geliştirmeleri gerekir. Aksi halde, kendilerini süreçler dışında korumasız hisseden kişilerin objektif gözlemler yapmalarına imkan olmayacaktır.

    Bu iç sessizlik durumu, gözlem yapıldığı sürece korunmak zorundadır. Bu ise ancak, bu özelliğin “zihinsel-kurgu” (mind-setting) içinde yer almasıyla mümkündür. Bunu ise ancak kişilerin kendileri yapabilirler. dış destek ancak katalizör rolü oynamalıdır.

    Bu aşamadan itibaren bir organizasyon için yeni hedefler konulabilir, sorunları teşhis edilebilir, çözümler üretilip uygulanabilir.

    Ekim 2001

  • Değişen dünyada değişen Türkiye için:

    yeni dönem-yeni söylem..

    Sokaktaki insanımızın tamamı değilse de bir kısmı, aydınlarımızın ise büyük bölümü, “içinde bulunulan durumdan nasıl kurtulunacağı”na kafa yoruyor. “Kurtulmak” ile ne kastedildiği, kurtulup da nereye varmak isteneceği -ki birbirinden çok farklı, hattâ uzlaşmaz yerler olabilir- tam bilinemez ama bazı asgari fiziki ve sosyal koşulların kastedildiği tahmin edilebilir.

    Kurtulmak istenilen durum, bir dizi -bağımlılık düzeyinde- bireysel ve toplumsal alışkanlık yaratmış ise, ama aynı zamanda o alışkanlıklardan da besleniyor ise -ki çoğu toplumsal olgu böyledir- bu durumda ne olacaktır? Yani kurtulma, bizzat kurtulmak istenen alışkanlıklar yoluyla mı sağlanacaktır? Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu “domuzbağı sarmalı” aynen böyledir.

    A. Einstein bu dilemma’yı şöyle özetliyor: sorunlar, onları yaratmış bulunan anlayışlarla çözülemez! Machiavelli de benzer tesbitleri yapmış, kurumların kendi kendilerini değiştirmelerinin güçlüğüne değinmiştir.

    İçinde bulunulan global-yerel etkileşimli sosyo-ekonomik iklim, bireysel ve kurumsal ölçekli “kurtulma” araçlarının giderek daha çok ortaya atılmasına yol açıyor. Bunlar siyasi partiler ya da yeni siyasi girişimler, platformlar, sivil örgütlenmeler, bireysel kurtarıcı adayları, hattâ belki daha gizli-kapaklı oluşumlar şeklindedir, yani farklı niteliklere sahiptirler.

    Buna karşılık -medyaya ve çeşitli bilgilenme kanallarına yansıdığı kadarıyla- hepsinin ortak yanı, yukarıda sözü edilen bağımlılık düzeyindeki alışkanlıkları aynen koruduklarıdır.

    Çoğunun halis niyetlerinden kuşku bulunmayan bu “kurtarma girişimleri”, mevcut değer yargılarından ve doğrularından hiç kuşkulanmadan, sadece tek noktaya dayalı reçeteler öneriyorlar: onlar bilemedi-bilemez, yapamadı-yapamaz, ama ben bilirim ve yaparım!

    İşte sorun budur ve esas kurtulunması gereken alışkanlık-bağımlılık bu noktadadır.

    Milyonlarca kişi ve kurum arasından kimin doğru kimin eğri reçete içeriklerine sahip olduğunu anlamak pek kolay değildir. Ama bir asit testi oldukça aydınlatıcı olabilir. O da, kurtarma girişimcisine şu sorunun yöneltilmesidir: girişiminizin üzerinde yapılandığı söyleminizin birkaç önemli ayağı olmalıdır. Bunlardan başlıcası, hangi “değer yargıları” ve “doğrular”ı koruyup hangilerini değiştirmeyi öngördüğünüzdür. Siz, korumayı, geliştirerek korumayı, değiştirmeyi ve değiştirip beton çukurlara gömmeyi öngördüğünüz değer yargılarınızı ve doğrularınızı açıkça ortaya koyar mısınız?

    Gerek politik gerek diğer alanlardaki yeniden yapılandırma -ki kurtarma girişimi aslında bu demektir- söylemleri, bu değişikliklerin açıkça ifadesi şeklinde olmalıdır. Bunu yerine getirmeyen girişimler heyecan verebilir, yandaş toplayabilir, girişimcisine şöhret de kazandırabilir, ama bir işe yaramaz. Girişimcilerin çoğunun gözlerini kapattıkları gerçek, söylemlerini oturttukları sorunların aslında birer “görüntü”den ibaret olduğu, kökteki sorunların ise “değer yargıları” ve “varsayılan doğrular”ın yanlışlık ve/ya zamanının geçmiş olduğudur.

    Girişimciler rakiplerini akılsız sanmaktan vazgeçseler, kendi gördükleri ve doğrudan çözebileceklerini sandıkları sorunları onların da pekalâ görebildiklerini, hattâ belki kendilerinden daha güçlü “doğrudan çözme araçları”na sahip olduklarını idrak edebileceklerdir.

    Mesele sorunları görüp görmemek değildir. Eğer kör veya aptal değillerse -ki hiç olmazsa kurtarma girişimcilerinin çoğu herhalde değildir- herkes sorunları görmektedir.

    Mesele, “doğrudan çözme” denilen yanılgıya kapılıp kapılmamadadır. “Onlar bilemedi yapamadı, ama ben bilirim yaparım”, en yanıltıcı “doğrudan sorun çözme aracı”dır ve maalesef halen tedavülde bulunan girişimcilerin çoğunun dayanağı olduğu gözlenmektedir. İşte asit testi budur: yeni söylemin içerdiği yeni değer yargısı ve yeni doğruların neler olduğunun açıkça ifade edilip edilmediği.

    Bu akıl yürütmeden herhalde çıkarılmaması gereken bir sonuç, Türkiye’nin ihtiyacı olan yeni söylemin, belirli kalıplar biçiminde olduğudur.

    “Kurtulmak”la ne(ler) kastedildiğine bağlı olarak hepsi de geçerli söylemler olabilir. Hattâ aynı bir kurtulma amacı için birden çok söylem de geliştirilebilir. Aynen bir noktaya değişik yollardan -ve tabii değişik süre ve maliyetlerle- ulaşılması gibi.

    Çıkarılmaması gereken ikinci sonuç ise bu yazının amacının böyle bir söylem için “giriş” bölümü olduğudur. Ama, yukarıda çizilen söylem özellikleri için rastgele birkaç örnek vermek de yararlı, belki de gereklidir.

    Yeni söylemin bir yeni değer yargısı: demokrasi yalnız hak ve özgürlükler değil, sorumluluklar rejimidir de..

    Eski söylemlerin hemen tümü, “bizi yönetenler” şeklinde bir değer yargısını kullanır. Yani halk yönetilmelidir. Hem de çöpünden suyuna, rüşvetten yoldaki güvenliğe, değer ölçülerindeki yozlaşmadan TVlerdeki cinsellik pazarlamasına kadar halk yönetilmelidir.

    Peki, “demos-kratus=halkın kendini yönetmesi” ne olacak ve halkın buradaki sorumluluğunu kim(ler) üstlenecektir?

    Hayır, halk bir şey üstlenmeyecek demokrasinin haklar-özgürlükler-sorumluluklar üçgeninin sadece “gelir” tarafıyla ilgilenecek, “bizi yönetenler” ise “gider” yani sorumluluk kısmını üstlenecektir.

    Yeni söylemin bir ayağı, bu geleneksel değer yargısının değiştirilmesidir. Yeni değer yargısı, “halkın kendini yöneteceği -ve bu yolda çaba harcayacağı- ve bunun devredilemez bir sorumluluk olarak halk tarafından üstlenileceği”dir.

    Bugün “bizi yönetenler” denilenlerin de yeni rollerine (sivil hizmetkâr) çekilmeleri, halkın kendini yönetebilmesi için, yine onun istekleri doğrultusunda “kolaylaştırıcılık” işlevi yapmasıdır. Bu noktadaki radikal değişim, halkın sorumsuz seyirci olmaktan sorumlu oyuncu olmaya dönüşmesidir. Halkın bunu güvenle ve bilinçle nasıl yapacağı konusunda, halkın elit (seçkin) tavır sahibi olanları sorumluluk almalıdır. Kolaylaştırıcı (sivil hizmetkâr) devlet, bu konuda aydınlatma görevine sahiptir.

    Yeni söylemin bir başka değer yargısı: “bütün”lerin parçalanıp, böylece oluşan karşıtlıklarla mücadele yerine, parçaların bütünleştirilmesi..

    Geleneksel söylemler, parçalanmadan korunması gereken olguların parçalanmasına dayalıdır. Örneğin laik-dindar ayrımı böyledir. Bilim -ve onun aracı olan akıl- ile inanç -ve onun aracı olan sezgi- birbirinden ayrılmadan ve sürekli olarak birbirini denetleyip birbirinin önünü açan iki parçalı bir “bütün”dür.

    Keşif ve icatlar önce “niye olmasın, olabilir mi; herhalde olmalı, olabilir gibi geliyor vs.” şeklinde bir sezgi ile başlayıp, daha sonra akıl yoluyla bilim süzgecinden geçirilir. Bu süzgece takılanlar yanlış sezgi olarak kalırken, süzgeçten geçenler “buluş” olarak yerini bulur. Süreç burada bitmez. Ortaya çıkan buluş -ki bir üründür-, sezgi/akıl araçlarıyla mükemmelleştirmeye yani katma değeri artırılmaya çalışılır ve böylece sürer gider.

    Şimdi bu döngü koparılırsa ne olur? İki şey olur: (1) Sezgi kendi başına ürünler üretir ve bunlar akılla doğrulanmadığı için hangisinin doğru hangisinin yanlış sezgi (hurafe) olduğu anlaşılamaz, doğru ve eğrilerin birbirine karıştığı bir zihinsel bulanıklık ortamı doğar. Sezgi, diğer parçası olan akıl ile kıyasıya çatışır. (2) Akıl, sezgiden yoksun bir iktidarsızlığa bürünür; hammaddesi (sezgi) yok olduğu için refah ve mutluluk ürünleri üretemez, sadece eleştirir, yakınır ve en çok gereksindiği ikiziyle mücadele eder.

    Sonuç şudur: değişimden yana olmayan hemen hiç kimse yok görünüyor. Ama değişim yandaşlarının tek değiştirmeyi düşünmediği ise kendi değer yargıları ve doğrularıdır. Böylece tüm değişim yanlıları, kendi dışında kalanları değiştirip kendi gibi düşünmeye, davranmaya zorluyor.

    Bu fesat çemberinden çıkışın sihirli bir yolu yoktur. Medeniyet de zaten böyle bir kolay reçete bulunmadığı için adım adım gelişmiş ve her adımda da birilerini eleyerek gelişmiştir: kendi doğrularından kuşkulanmayanları! Yeni dönemin söylemini dile getireceklerde aramamız gereken özellik budur.

    Macintosh HD:TINAZ:Makaleler (e-Mak):yeni_soylem.doc, Created on Monday, 05 November 2001 13:49, Page 2 of 2

  • MİLLETVEKİLLERİ İÇİN ETİK GÜVENCE

    1995 yılında, İstanbul Heybeliada Halki Palasta 2 tam gün süren bir arama konferansı yapıldı. Arama konferansının konusu, bir süre sonra yapılacak olan genel seçimlerde, milletvekillerinin seçmenlerine taahhüt edecekleri az sayıda ve denetlenebilir somutlukta etik güvence ilkesi belirleyebilmekti.

    Milletvekili yemini her ne kadar benzer amaca yönelik ise de denetlenmesi mümkün olamayacak ifadeler içermesi nedeniyle, böyle bir girişime gerek duyulmuştu.

    Arama toplantısının katılımcıları arasında, halen parlamento üyesi olan Sn. Ahmet Tan ve Sn. Sema Pişkinsüt’ü hatırlıyorum. Meclisteki tüm partilerden en az birer kişi katılımcılar arasındaydı. Ayrıca medyadan, bürokrasiden ve sokaktaki insandan oluşan yaklaşık 30 katılımcı ile yapılan bu çalışma sonunda, aşağıdaki etik güvenceler belirlendi. Bunlar üzerinde çok küçük redaksiyon çalışması yapılmış olup orijinaline uygun sayılabilir. Her maddenin altına, birer ikişer cümle ile konulan açıklamalar ise orijinal metinde olmayıp tarafımdan eklenmiştir.

    Bu metin, hemen konferanstan sonra tüm partilere dağıtıldı ve bir kısmı tarafından da seçimlerde kullanıldı. Belki zamanın kısalığı, belki medyanın yeterince üzerinde durmayışı nedenleriyle o tarihte kamuoyunda pek de yankı uyandırmadı.

    Seçilmişlerin başka dünyalardan geldiklerine, toplumun genel kabul görmüş değer yargılarını temsil etmediklerine, onları seçenlerin sütten çıkma ak kaşık olduklarına ve her nasıl oluyorsa yıllardır hep eğri insanların bulunup bulunup da meclise yollandığına ilişkin bir genel inanç vardır. Bu inanç, kendi düşüncelerinden hiç kuşkulanmamaya, her aklına geleni doğru sanmaya koşullandırılmış -eğitim bu demektir- insanımıza pek uygun gelmiştir.

    Bugün geldiğimiz noktada, böylesine bir etik güvencenin daha önem taşıdığını ve de daha ilgi ile karşılanacağını umuyorum. Yapılabilecek ilk genel ve yerel seçimlerde, halkın karşısına binlerce aday çıkacak. Bunlardan, kendi belirleyebilecekleri ve denetlenebilir olduğu konusunda tereddüt olmayan üç-beş etik güvence vermelerini isteyelim. Eminim ki bu adayların bir bölümü açılıştan vazgeçeceklerdir.

    Bir bölümü ise bu güvenceyi “nasıl olsa bozarım” düşüncesiyle verecektir. İşte o noktada yurttaş olarak demokrasinin hakkını verip veremediğimiz, daha da doğrusu demokrasiye ne ölçüde layık olduğumuz ortaya çıkacaktır.

    Ama esas kazanç, güvence veren ve ona uyabilen az sayıda da olsa seçilmişin yaratacağı ahlaki değer tabanı olacaktır.

    Bu tabanı inşa etmeden siyaseti, kurumlarını, o kurumlarda görev alanları eleştirebiliriz. Bunun bir yararı olmadığını, yarar sağlamak bir yana, toplumun düzgün insanlarının siyasetten bucak bucak kaçarak siyasetin gerçekten kirli bir iş olarak tescil edilmesine yol açtığını görebilmeliyiz.

    Siyasetin ahlaki tabanını inşa etmeye istekli olanlar için bu konferansın bulgularını bilgilerinize sunuyorum.

    Saygılarımla,

    M.Tınaz Titiz

    Kasım 19, 2001

    1. MECLİSLERİ DEVRE DIŞI BIRAKACAK HER TÜRLÜ GİRİŞİME BİZZAT DİRENECEĞİMİ,

    (Rusya’da Yeltsin’in bizzat tankların üzerine çıkarak parlamentonun işgaline karşı çıktığı hatırlanmalıdır)

    1. HER YIL AKÇALI İŞLERİMİ BAĞIMSIZ BİR DENETLEME KURUMUNA DENETLETTİRECEĞİME VE KAMU OYUNA AÇIKLAYACAĞIMI,

    (Böylelikle, siyaset, başka işi olmayan, işsiz olduğu için siyasete giren insanların işi olmaktan çıkacak, çıkar çelişkisi -conflict of interest- yaratmayacak şekilde namusuyla işini yapanların ve de yaşamını siyasetten değil işinden kazananların uğraş alanı olacaktır)

    1. ÇIKAR ÇELİŞKİSİNE NEDEN OLABİLECEK İKİNCİ BİR İŞ YAPMAYACAĞIMI,

    (Yukarıdaki ilke ile bağlantılı olarak yorumlanmalıdır. Sık sık milletvekillerinin başka iş yapmaması gerektiği savunulur. Bunun iki anlamı olabilir: (1) Milletvekilleri iş yapmaya gerek olmayacak derecede zenginler arasından seçilsin, (2) Milletvekili, sokakta yaşayan, ailesi olmayan berduşlar arasından seçilsin. İkinci bir iş yapmadan yaşayan birileri varsa onların durumları sorgulanmalı, bunu nasıl yapabildiklerini herkese öğretmeleri istenmelidir. Aslolan ikinci ya da üçüncü iş yapmaları değil, yaptıkları işlerle milletvekilliği arasında çıkar çelişkisi bulunmamasıdır. Bunun için ise, toplumumuzun kavram dağarcığına bu kavramın -çıkar çelişkisi- yerleşmesi gerekir. )

    1. TALEPLERİMİ YAZILI VE İMZALI OLARAK YAPACAĞIMI,

    (Milletvekillerinin, icra makamlarına -bürokrasi, bakanlar vbg- yapılan taleplerin çoğu sözlüdür. Bunların yazılı yapılmasının istendiği hallerde çoğu talebin geri alındığı deneyimlenmiştir. Son Kemal derviş olayındaki taleplerin yazılı yapılması istenseydi ortaya çıkan olumsuzluklar büyük olasılıkla olmayacaktı)

    1. KİMSEYE SÖZLÜ VEYA FİZİKİ TACİZDE BULUNMAYACAĞIMI,

    (Parlamento içinde düşünceyi ifade etme özgürlüğü açısından son derece önemlidir. Bunu taahhüt etmiş kimselerin sayısının artması bir yana, tacizin kamuoyunda ayıplanır hale gelmesi, bir diğer deyişle bir yeni değer yargısının yerleşmesi gerekmektedir. Çünkü halen bu tür şeyler toplum arasında da pek yadırganmıyor)

    1. BAŞKASI YERİNE OY KULLANMAYACAĞIMI,

    (Bugün yüksek teknoloji yardımıyla yapılmaya çalışılan birbirinin yerine oy kullanmama konusu, Millet Meclisinin ilk inşa edildiği yıllarda mekanik olarak yapılmıştı. Birbirine hiçbir şekilde uymayan 600 adet anatar yardımı ile herkes kendi oyunu kullanmaya mecburdu. Ama o zamanlar, birbirine anahtarını verip oy kullandıran kişiler nedeniyle sistem yıllardır kullanılmadı)

    1. ŞAHSIMLA İLGİLİ ÖZLÜK HAKLARI DEĞİŞİKLİĞİ VE SEÇİM KANUNUNDAKİ DEĞİŞİKLİKLERİN BİR DÖNEM SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİ YÖNÜNDE TEKLİF GETİRİP OY VERECEĞİMİ,

    (Kamuoyunda tartışma yaratan maaş ve emeklilik konusunda düzenleme tabii ki yapılabilir. Sadece ufak bir ön koşulla: o da, yapılacak düzenlemeden, düzenlemeyi yapanların yararlanmaması.. Yine çıkar çelişkisi ilkesine geliniyor. Yani kavram dağarcığımzdaki eksik bir elemana!)

    1. HAKKIMDA YAPILABİLECEK ARAŞTIRMALARI ETKİLEYECEK KONUM VE DURUMDA BULUNDUĞUM TAKDİRDE YÜRÜTME GÖREVİMDEN İSTİFA EDECEĞİMİ,

    (Batı demokrasilerinin bu vazgeçilmez ilkesini açıklamaya gerek yoktur. Bu noktada da, toplumumuzun kavram dağarcığına girmesi gereken bu değer yargısına dikkat edilmelidir)

    1. İMAR İHLALLERİ VE ARAZİ İŞGALLERİNE YOL AÇABİLECEK AF KANUNLARINA KARŞI OY KULLANACAĞIMI,

    (Kendini açıklar niteliktedir.)

    1. TÜM YOLSUZLUK ARAŞTIRMALARINA KABUL OYU VERECEĞİMİ,

    (Bunun bir değer yargısı olarak toplumumuzun kavram dağarcığına yerleşmesi, bugün mevcut olan gurup kararı ile -gayrı resmi gurup kararlını kastediyorum- red oyu kullanılması geleneği ortadan kalkacak, gurup disiplininin anlamının, yolsuzluk soruşturmalarını engellemek olmadığı bir genel anlayış olarak yerleşecektir)

    1. SİYASİ FAALİYETLER DIŞINDAKİ DOKUNULMAZLIK OLANAKLARINDAN YARARLANMAYACAĞIMI, BU OLANAKLARIN YASAL OLARAK SINIRLANMASI İÇİN ÖNERİ GETİRİP OY VERECEĞİMİ, KENDİMLE İLGİLİ OLARAK BÖYLE BİR TALEP OLMASI HALİNDE BU YÖNDE OY KULLANACAĞIMI,

    (Kendini açıklar niteliktedir)

    1. ŞEFFAF OLMAYAN SATIN ALMA, SATMA, DEVRETME, İMTİYAZ VEYA İŞLETME HAKKI VERME İŞLERİNE DOĞRUDAN VEYA DOLAYLI OLARAK KATILMAYACAĞIMI,

    (Kendini açıklar niteliktedir)

    1. ŞANTAJ VEYA ÇIKAR AMACIYLA DOSYA VE BİLGİ SAKLAMAYACAĞIMI,

    (Kendini açıklar niteliktedir. Durup durup da ortaya bir bilgi çıkarana sorulması gereken ilk soru budur: şimdiye kadar çıkarmadın ise, başkasının elinde de seninle ilgili bir bilgi mi var, yoksa pazarlıkta mı anlaşamadın?)

    1. GÖREVİM DOLAYISIYLA SAHİP OLDUĞUM OLANAKLARI, TOPLUM ÇIKARLARI ALEYHİNE KULLANMAYACAĞIMI VE KULLANDIRTMAYACAĞIMI,

    (İlgili yazımda açıklıyorum.)

    TAAHHÜT EDİYORUM.

  • İZMİR TEŞEBBÜS AJANSI

    Saygıdeğer İzmir’li okurlarım,

    Sakın başlığa bakıp hemen sevinmeyin, henüz böyle bir kuruluş yok. Ama bu, olmayacak demek de değildir. Bakarsınız bu yazım, zaten harekete geçmeye hazır İzmir’lileri biraz daha tahrik eder ve gazetelerde şöyle bir haber görebiliriz:

    “BRAVO İZMİR’E YİNE İLK OLDU!

    İzmir Ticaret Odası, İzmir’li sanayiciler ve İzmir’in iki üniversitesi kendi işini kurmak isteyen İzmir’li genç girişimcileri desteklemek üzere İzmir Girişim Ajansını (İGA) kuruyorlar. Darısı diğer illerimizin başına!”

    Bu haber bir rüya olabilir. Ama gerçekleşmemesi için ne sebep var? İzmir, kendi işini kurmak isteyen gençlerin başarıya ulaşabilecekleri en uygun “klima”lardan birisine sahiptir.

    Birkaç yıl önce Türk El Halıcılığı Projesi ile uğraşırken, Romanya’da Türk el halılarının “tam” kopya edilişini, ayrıca da bunun tek tek değil, bir spor salonu büyüklüğündeki atölyelere yerleştirilmiş yüzlerce tezgah başındaki genç kızın, elinde megafonu bulunan bir usta tarafından “sarı ilmek atılacak, at”, “çekiçlenecek, çekiçle”, “kırmızı ipliği at” gibi, tek elden yönetildiğini duymuş ve telaşlanmıştım.

    O sırada bir gezide, bir Anadolu kasabasında halı dokunan bir küçük atölyeyi ziyaret ederken, dokuyuculadan birinin henüz 8 aylık bebesini önüne bağladığını, her ilmek atışta bebenin gözleriyle renkleri takip ettiğini görünce şunu anlamıştım ki bu insanlarımızla kimse halıcılık konusunda rekabet edemez.

    İzmirli gençler, çocukluklarından itibaren girişimcilik kokan bir “klima” içinde büyürler. Bu, onların en büyük sermayesidir. Yeter ki yol gösterecek, onları başarısızlıklardan koruyabilecek kurumları kurabilelim…

    İşte bu kurum, Girişim Destekleme Ajansıdır. Kendi işini kurmak isteyen ama ne yapacağı, nasıl yapacağı konusunda çok net olmayan bir genç girişimciye nasıl gözlem yapılıp iş fikri üretebileceği, iş planını nasıl yapacağı, ilk kaynağı nasıl temin edebileceği ve üreteceği mal veya hizmeti nasıl pazarlayacağı hakkında gereken bilgileri sağlayan ve bazı küçük maddi katkılarda bulunabilen bir ajans İzmir’li gençlere yepyeni bir ufuk açaçaktır.

    Böyle bir ajansın nasıl kurulup işletileceği konusunda yeterli bilgi ve deneyim Türkiye’de mevcuttur. İhtiyaç olan, birilerinin ilk adımı atmalarıdır.

    Bu ilk adımı atacak olan kuruluşların adı, girişimcilik tarihimize yazılacaktır.

  • YANLIŞ KONULARDA “KONUŞAN TÜRKİYE”

    Çok partili demokratik rejimi benimseyeli yaklaşık 50 yıl olmasına rağmen Türkiye, adı konulmamış da olsa yarı totaliter yönetim biçimleriyle epey zaman geçirmiştir. Bu tür dönemlerin değişmez karakteristiği ise, “idarenin buyrukları doğrultusunda düşünmek ve özellikle de yazıp konuşmak” olmuştur.

    İşte bu yüzden olsa gerek, insanımız “konuşmak” konusunda -haklı olarak- duyarlıdır ve onu bir çeşit demokratiklik göstergesi olarak almıştır. Nitekim “Konuşan Türkiye” sloganı da bu şekilde ortaya çıkmış, 12 Eylül’ün kapattığı partilerin tekrar açılıp siyaset yasaklarının kaldırılmasını sembolize etmek için kullanılmıştır.

    Bu gün artık o günler geride kalmış, herkes her konuda düşündüklerini konuşmakta ve yazmaktadır. (Hatta belki “düşündüklerini” demek yerine “aklına gelenleri” demek daha doğru olur!)

    Bir torbaya rastgele şekilli taş veya demir parçalarınıkoyup çok uzun süre (mesela 100 yıl) çalkalarsanız ne olur? Doğru cevap, tüm parçaların düzgün birer “küre” olacağıdır. Nitekim sabırla koruğun helva olması, ya da bir daktilo tuşları üzerine gelişi güzel vuruşlar yapan bir kişinin yine uzun bir süre içinde (mesela 10000 yıl) tamamen tesadüfi olarak bir makale yazabilme olasılığının bulunması da benzer bir proses sonucunda mümkün olabilmektedir.

    Dolayısıyla, rastgele konularda konuşa konuşa, uzun bir süre içinde (mesela 1milyon yıl), Türkiye’nin gerçekte üzerinde durması gereken konulara gelinmesi olasılığı yok değildir. Sorun, bu sürecin alacağı süre değildir. Büyüklerimizin hergün TV ekranlarında üç öğün söyledikleri “Türk milleti ebediyete kadar var olacaktır” güvencesi dolayısıyla, süre bir sorun olmayacaktır.

    Sorun bambaşka bir nedenden kaynaklanacak , doğru konulara tesadüfi bir prosesle gelen toplum o konularda duramayacak, geçip yine başka konulara atlayacaktır. İkinci defa aynı doğru konulara gelme olasılığı ise birinci olasılığın karesi kadar küçüktür.

    Evet, “Konuşan Türkiye” konuşuyor, ama yanlış konular üzerinde konuşuyor ve bu gidişle doğru konulara gelip orada durması ihtimali neredeyse yok!

    Binlerce insan yüzlerce sorunu konuşuyor, reçeteler öneriyor. Sorunlar ertesi gün yeni “sorun bileşimleri” yaratıyor, bu defa onlar konuşuluyor.

    Konuşulan bu konular çevresinde insanlar örgütleniyor, toplu çalışmalar yapıyorlar, raporlar yazıyorlar, gazeteler, TV’ler bunlar üzerinde duruyor, konuşuluyor ve de konuşuluyor.

    Ama yanlış konular konuşuluyor. Sorunlar değil onların birinci, ikinci, üçüncü, n’inci dereceden türevleri üzerinde konuşuluyor.

    Şu denilebilir ki, içinde bulunulan ekonomik kriz üzerinde her söylenecek söz beyhudedir, zaman kaybıdır. Sadece tatmin olmaya, kızgınlık gidermeye yarar, ama kaynak nedenler üzerinde durmayı engellediği için de sadece yarasız değil, aynı zamanda zararlıdır da..

    Türkiye’nin konuşması gereken konu “bir üretim toplumu haline nasıl geleceği”dir.

    Toplumumuzun bu konuyu konuşmayışının iki ayrı nedeni vardır: Birincisi, bir çok konuda üretim yaptığını zannetmesi, diğeri de üretimsizliğin tüm diğer sorunları yaratan bir ana illet durumunda olduğu gerçeğini kavramayışı!

    Türkiye’ye dışardan bakan bir göz, bu ülkede buğday, otomobil, kömür, buzdolabı, telefon santralı, bankacılık hizmetleri, eğitim, sağlık ya da sosyal güvenlik hizmeti ve daha yüzlerce mal ve hizmet ürünü üretildiğini, hatta bunların bir bölümünün ihraç edildiğini zannedebilir.

    “Üretim” denilen olguya tek başına bakıldığında bu doğrudur da. Ama “üretim”e “tüketim”le beraber bakıldığında -ki birlikte bakılmazsa yanıltıcıdır- tükettiklerinin, tüketmek istediklerinin ve de çağın gereği olarak tüketilmesi gerekenlerin değer olarak ne kadar azını üretebildiği, bunların ne denli kalitesiz ve yüksek maliyetlerle üretilmeye çalışıldığı hayretle görülecektir. Buradaki yanılgı, “üretmeye çalışmak” ile “üretmek” arasındaki büyük farka dikkat edilmeyişinden doğmaktadır.

    Örneğin Türkiye, sağlık hizmeti üretmeye “çalışmakta”dır. Bunun için harcanan maddi kaynak, yalnızca Sağlık Bakanlığı bütçesi ve SSK sağlık birimlerinin bütçelerinden ibaret değildir. Vatandaşlar da ayrıca masraf etmektedirler. Bu toplam gider karşılığında alınan sağlık hizmeti son derece düşük kalitelidir. Fayda / maliyet oranı açısından son derece düşük -sıfıra yakın- bir oran gerçekleşmektedir. Buna bakılarak, “sağlık hizmetleri sektöründe sağlık hizmeti üretilmektedir” denilebilir mi?

    İşsizlere yeni beceriler kazandırıp onları girişimciliğe özendirmek yerine, açılmış beceri kurslarını kapatan, çeşitli karar ve tutumlarıyla girişimcileri dolaylı da olsa cezalandıran ve sonunda da işsizlerini KİT’lere doldurarak sorun çözen (!) bir toplum, ürettiği taşkömürünün, demir-çeliğin ya da diğer ürünlerin kalitesini düşürüp maliyetini rekabet edemez düzeylere çıkarınca, bu alanlarda “üretim yapıyorum” diyebilir mi?

    Yabancı otolara gümrük vergisi koymak yoluyla kendi otomobillerini iç pazara vermek isteyen -ve buna rağmen satamayan- bir otomotiv endüstrisi, gerçek anlamda bir üretim yapmakta mıdır?

    Bu birkaç örnek dahi, Türkiye’nin üretmek değil üretmeye çalışmak ile meşgul olduğunu göstermeye yeter.

    Dil engeli bulunmasa -ki gelecek 10 yıl içinde kalkacaktır- ve yabancı sağlık personelinin Türkiye’de çalışmasına izin verilse, yerli personelin -çoğunun- ne olacağını tahmin etmek güç değildir. Aynı durum, hosteslerimiz, pilotlarımız, öğretmenlerimiz, mühendislerimiz, milletvekili, bakan ve başbakanlarımız, belediye başkanlarımız ve diğer meslek sahipleri, daha doğrusu bunların çoğu için yok mudur?

    Bir an için bütün engellerin ve de desteklerin (sübvansiyon, teşvik, koruma, hoşgörme, aldırmama vbg) kaldırıldığı varsayılsa, yaptığı mal ya da hizmet üretimine devam edebilecek sektörlerimiz hangileridir? Şunu görebilmeliyiz ki, gümrük idaresi toplumumuzun velinimetidir. Onlar olmasa çoğumuz aç kalırız!

    Pekiyi, dünlere kadar bu iş yürüdü de şimdi niçin yürümüyor? Bunun nedeni, ne olduğu herkeste ayrı çağrışım yapan “küreselleşme” deyimidir. Ulus milletler bağıra çağıra egemen olduklarını söyleyedursunlar, bir Dünya devleti doğmakta ve kanunlarını yavaş yavaş ona direnilemez biçimde tüm toplumların hayatlarına egemen kılmaktadır.

    Kendi ülkemizde kendi havamıza saldığımız otomuzun egzostundan çıkacak duman miktarını, doğan her yüz çocuktan en az kaçının yaşaması gerektiğini, suçlulara nasıl davranılacağını, bilgisayarınızın hangi iletişim protokolunu kullanacağını, ilköğretimin kaç yıl olacağını, fabrikanızın otoparkının kaç araçlık olacağını (ISO 9000 kanalıyla belirleniyor), şirketinize gelen evrakların nasıl kaydedileceğini , artık “küresel mevzuat” belirlemektedir. Bütün bunların üzerine bir de şu küresel hüküm gelmektedir: Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı!

    İşte dünlere kadar yüksek gümrük duvarları ve hizmet ithali yasakları altında ürettiğimizi varsaydığımız mal ve hizmetlere razı olurken şimdi bu duvarlar süratle yıkılmaktadır.

    Ancak, daha duvarlar tam yıkılmadan önce, onları havadan aşan bir başka ürün, toplumumuzun üretim ve tüketim dengesini altüst etmiştir. Bu ürün, “enformasyon” dur.

    Dünyanın neresinde ne olduğu, çeşitli toplumların hangi kalite ve fiyatlarda neleri tükettiğini sansürsüz görebilen toplumumuzun beklentileri ve buna bağlı olarak tüketimi aniden artmış, ama gerçek anlamda üretim yapılmadığı için ani bir fakirlikle karşılaşılmıştır. Krizin nedeni budur. Mevcut idarenin taksiratı krize neden olmak değil, krize yanlış teşhis koymak, onu anlamamak, buluşçuluk düşmanlığının, sonunda bu toplumu yok edeceğini görememektir.

    “Konuşan Türkiye”, en tepedekinden sokaktaki insanına kadar konuşmakta ama yanlış konular üzerinde konuşmaktadır.

    Dünyanın bugün geldiği noktada, ekonomistlerin -J.A. Schumpeter hariç- yıllardır önümüze koydukları doğruların yanlış olduğu anlaşılmıştır.

    “Büyüme enflasyon yaratır”, “enflasyon artarsa işsizlik artar” gibi kalıpların yanlış olduğu, “buluşçuluğun (invention ve innovation) tüm fonksiyonların anası olduğu”, “büyümenin enflasyon değil, disinflation yarattığı” anlaşılmıştır.

    İşte felaket burada başlamaktadır: Aydın dediği kadroları buluşçuluğa düşman olan toplumumuzda bu “ana” -ki bu ana başka Ana’dır-, yaşamımıza nasıl egemen kılınacaktır? Konuşulması gereken konu budur! Perşembe, 02 Haziran 1994

  • “YENİ” ARAYIŞLAR, ANCAK “YENİ” TEMELLER ÜZERİNDE YAPILANABİLİR!

    Başta siyaset olmak üzere tüm toplum kurumlarında yeni arayışlar var. Bu arayışları doğru değerlendirebilmek ve buna göre, kurumlar için yeni yapılanma alternatifleri önerebilmek için, öncelikle, “arayış” genel adı altında toplanan eğilimler içinden bazılarını ayıklamak gerekir.

    Bunlardan birincisi, negatifliğin dışavurumu demek olan “salt şikayet”lerdir. “salt şikayet”, yapıcı bir sonuca erişmek için değil, başta “haset” olmak üzere çeşitli ruhsal sorunları tatmin etmek için yaygınlıkla kullanılan bir yöntem olup, bunu daha doğruya, iyiye ve güzele varmak amacını taşıyan eleştirel yaklaşımlardan kesinlikle ayrı tutmak gerekir.

    “Arayış” görüntüsü veren yaklaşımlar içinden ayrılması gereken ikinci parça, bir siyaset geleneğimiz durumundaki “aksini söylemiş olmak için eleştirmek”tir.

    Nihayet ayrı tutulması gereken üçüncü yaklaşım türü, işinin, topluma her konuda -ama her konudaki- doğruları öğretmek olduğunu düşünenlerin dile getirdikleridir.

    Bu üç “değersiz yaklaşım”ın ortak yanı, bunların hepsinin, sorunların “kaynakları”nı, bu kaynakları kurutabilecek yeni ilkeleri ve bu çerçevede uygulanabilecek çözümleri değil, yalnızca sorunların “görüntüleri”ni -çeşitli sivriliklerde- dile getirmeleridir.

    Çok yoğunmuş gibi görünen arayışlar’ı böylece -epey- seyrelttikten sonra, geri kalan “değerli arayışlar”ın yeni yapılanmalara nasıl dönüşebileceğine bakılabilir.

    “yeni arayışlar”la doğrudan uğraşan bir bilim dalı yoktur. Olsaydı, onun temel öğretilerinden birincisi her halde, “yeni yaklaşımlar ancak yeni temeller üzerinde yapılanabilir” biçiminde olurdu.

    Mevcut kurumlarımızın üzerinde yapılandığı “mevcut temel”in özellikleri nelerdir? Yeniden yapılanacak kurumlarımızın üzerinde kurulacağı “yeni temel” nasıldır? İki temel arasında ne gibi farklılıklar vardır? Ve nihayet, eski temeller üzerinde yeni yapılanmalar niçin mümkün değildir?

    “mevcut temel”i tanımlayabilecek karakteristikler şunlardır:

    1. Düşüncelerden birisini çürütmeye, böylece karşıtını kanıtlamaya dayalı, uzlaşmaya kapalı, kutuplaştırıcı, “evet-hayır mantık sistemi”,

    2. Sorunların nedenlerini tedavi etmek yerine belirtilerini ortadan kaldırmaya çabalayan sorun çözme biçimi,

    3. İyi tanımlanmamış, içi isteğe göre doldurulmaya uygun kavramlardan kaynaklanan yetersiz toplumsal iletişim ve bunun sonuçlarından birisi olarak; demokrasi, insan hakları ve bu gibi üst-kavramları oluşturması gereken “insan nitelik dokumuz”, “buluşçuluk”, “üretkenlik” gibi alt-kavramları dikkate almadan üst-kavramlar çevresinde sürekli -ve de boş yere- tartışmak,

    4. Siyasetin, onunla uğraşanlara, toplumunkiyle çelişen çıkarlar sağlaması gerektiğine inananların, toplum çıkarlarıyla çelişmeyen yararlar sağlaması gerektiğine inanlara üstün geldiği ve bunun adına particilik dendiği bir siyaset anlayışı,

    “Yeni yapılanma”nın, üzerinde yer alacağı temel’in özellikleri ise aynı sırayla şu şekilde özetlenebilir;

      1. “Evet” ile “hayır” arasında bir uçurum değil, bir sürekli geçiş bulunduğunu, doğruların mutlak değil göreli olabileceğini kabul eden uzlaşmacı mantık sistemi,

      2. Sorunların belirtilerini, onların kaynaklarına inmek için kullanan, kısa vadede belirtileri gidermeye çalışırken, orta vadede ise kaynakları ortadan kaldırmaya yönelen ve çok sayıdaki toplum sorununun, az sayıdaki “kaynak sorun”dan doğduğunu kabul eden sorun çözme biçimi,

      3. Her birinin çevresinde ortak anlayışlar oluşmuş kavramlara dayalı bir toplumsal iletişim ve bunun bir sonucu olarak, hangi üst-kavramın hangi alt-kavramlardan oluştuğuna ilişkin sağlam bir toplum bilinci,

      4. “Temiz Siyaset” adıyla sembolize edilebilecek olan ve toplumun her bireyinin birer siyasi parti gibi hareket edebildiği ve birörnek düşünme’yi zorunlu kılan, liderler diktası’na çanak tutan mevcut kitle particiliği yerine, her konu için ayrı ağ’lar (network) kurabilen özgür iradeli bireylere dayalı bir siyaset anlayışı.

    Başlıca özellikleri böylece sıralanan iki ayrı temel’in karşılaştırılmasından kolayca çıkarılabilecek bir sonuç, “yeni arayışlar” olarak sembolize edilen ve tüm kurumları “akılcılığa” ve “temizliğe” dayanan yeni yapılanmanın, mevcut temel üzerinde kurulabilmesinin “mümkün olamayacağı”dır.

    İnsanlarımız, tek tek ve/ya örgütleri -resmi ya da gayrı resmi- aracılığıyla çeşitli konulardaki düşüncelerini -kısmen ya da tamamen- dile getirebilmektedirler.

    Ama, yukarıda değinilen dört konuda en küçük bir tartışma söz konusu değildir. Bu göstermektedir ki, bu konular üzerinde toplumsal bir uzlaşı vardır ve bunlar birer sorun olarak görülmemektedir.

    İşte sorun, bu yanlış uzlaşıdadır. Başta, toplumumuzun düşünce önderleri olmak üzere tüm düşünenleri, bu dört konunun önemini ve bunlarda bir “yenileşme” (innovation) olmaksızın “yeni arayışlar”ın “beyhude ve pahalı arayışlar” olmaktan ileri gidemeyeceğini idrake çağırıyorum.

    Pazar, 18 Aralık 1994

  • Temiz toplum ve “Beyaz Nokta” (1)

    Tüm sorunlarımızda değişmeyen parçalar vardır. Bunlar aynen kimyadaki “periyodik tablo elementleri” gibi biraraya gelerek çeşitli sorunları oluşturuyorlar. Bunlara “kaynak sorunlar” deniliyor.

    Ülkemiz sorunları üzerinde yapılan çalışmalar, bunların büyük çoğunluğunun 15 grup altında toplanabilecek “kaynak sorun”dan oluştuğunu gösteriyor. Böylece oluşan sorunları da “kaynak sorun”lardan ayırmak için “görünen sorun” (ya da fantom sorun) deyimi kullanılıyor.

    İşte bu kaynak sorunlarımızdan birisi; çeşitli kavramların, tanımlanmamış olmaları yüzünden herkeste ayrı anlamlar çağrıştırmaları ve böylece yol açılan toplumsal iletişim bozukluğu problemimizdir.

    Diğer yandan, “temiz toplum”, bir süredir ülkemizde ve diğer bazı ülkelerde kullanılan bir deyim… Rüşvet, yolsuzluk, dejenerasyon gibi kirliliklerden arınma anlamında kullanılıyor. Daha doğrusu herhalde öyledir!

    Çünkü bugüne kadar “temiz toplum” deyimiyle ne kastedildiğine, buna ne gibi anlamlar yüklenip nelerin dışarıda bırakılması gerektiğine kimse değinmedi. Böylece, “temiz toplum”, herkesin kendi meşrebine göre yorumladığı ve daha da ilginci herkesin kendini temiz, başkalarını ise pis olarak nitelemesine yardımcı olan bir kavram oldu çıktı.

    Şu bir gerçektir ki, bütün subjektif tanımlamalar gibi, temizlik (ve kirlilik), toplumdan topluma, zamandan zamana ve yerden yere değişen bir kavramdır. Belirli koşullar altında temiz olarak nitelenen bir olgu, bir başka yer ve/ya zamanda kirli sayılabilir.

    Ama bütün bunlar “temiz toplum” için bir tanım yapmamanın gerekçesi olamaz. Ayrıca da kavramı tanımlamaya çalışırken doğabilecek tartışmaların da yararlı bir yanı olacak ve kimin neyi temiz, neyi kirli olarak gördüğü konusundaki ayrılıklar da ortaya çıkmış olacaktır.

    Örneğin, bir bölüm insan (ben de dahil) kumar’ı kirli iş sayarken, belki bir başka kesim bunu, tarih boyunca var olduğu ve turistleri yolmağa yaradığı (yani öyle sanıldığı) için temiz olarak tanımlamaya kalkışabilecektir.

    Bence “temiz toplum”, aklın ve erdemin egemen olduğu toplumdur. Buradaki egemen olmak deyimi bilerek kullanılıyor ve mesela akılcılığın üstün tutulduğu ama yaşama egemen kılınamadığı durumlardan ayırmaya çalışıyorum. Sigaranın sağlığa zararlı olduğunu bilmek, bunu kabul etmek ve hatta bunu savunmak ayrı, bu düşünceyi yaşamımıza egemen kılmak ise tamamen ayrı bir şeydir.

    Kirli olarak nitelenen tutum ve davranışlara dikkat edilirse, bunların hepsinde ortak olan yanın, akılcılık eksikliği olduğu görülecektir. Akılcılık ise evrensel düzene uyum anlamında kullanılmakta olup, buna göre erdem, akıl, ruh ve beden sağlığı ile bilgi beceriyi de içermektedir.

    Çünkü bunların herhangi birisindeki herhangi bir derecedeki yetersizlik, evrensel düzenden o ölçüde ayrılmaya neden olmaktadır.

    Buna göre, akıl egemenliği altındaki hiçbir tutum ve davranış kirli olamaz.

    Peki, kirli işlerin, onları yapanlara bir çıkar sağladığı da bir gerçek değil midir?