• Eldeki telsiz neyin göstergesidir?

    Eldeki telsiz neyin göstergesidir?

    ::Users:ibook:Desktop:telsizsiz_olmaz.jpgYandaki fotoğraf VATAN Gazetesinin 4 Eylül tarihli nüshasında çıktı. Nişanlısından ayrıldığı için intihar etmek isteyen bir kız ve onu kurtarmak üzere en az onun kadar risk altına giren iki polisi gösteriyor. Neyseki kız kendini boşluğa bırakınca aşağıdaki hava yastığının üzerine düşüp kurtulmuş.

    Polislerden birinin elindeki telsiz açıkça görünüyor; diğeri de polis olduğuna ve telsiz de üniformanın mütemmim cüzü olduğuna göre muhtemelen onun da elinde bedeninin ayrılmaz parçası “telsiz” var.

    Bu fotoğraf karesini inceleyenler (büyütmek için tıklayınız!), müdahalede bulunmayan polis için kuşkusuz farklı yorumlar yapacaktır. Örneğin:

    ·         Ya aldırmıyor ya da aşağıdaki hava yastığına güveniyor,

    ·         “İntihar eden bir kişi için canımı niye tehlikeye atayım” diye düşünüyor,

    ·         Polisin böyle bir görevi olmaması gerektiğini düşünüyor,

    ·         “Bu maaşa bu tehlike çekilir mi” diyor,

    ·         “Bu tür kişiler kararlıdır, ne yaparsan yap atlar” diyor,

    ·         Bu kadar yüksekten atlamakla ancak sakat kalınır, daha yüksek bir bina seçmeliydi,

    ·         Diğer.

    Bence bu yorumların herhangi bir(kaç)ının da payları olabilmesine karşın, eylemsiz polisin, birisi çok gerçekçi, birisi bilinçaltı ile ilgili, sonuncusu da toplumumuzla ilgili 3 somut nedeni var:

    Neden 1.   Telsiz polisin üzerine zimmetlidir, kırılıp döküldüğü ya da kaybolduğu takdirde başı derde girer. Bu anda telsiz mi kızın hayatı mı tercihinde tereddüt etmeden “tabii ki telsiz” demiş ve kendini korumuştur. (Kendini korumak bir polisin 1 numaralı önceliği ise de özellikle adliye önlerinde sürekli olarak davalı ya da davacı yakınlarından dayak yiyen polisler bu önceliğe uyamazlar),

    Neden 2.   Nasıl işlediği belli olmayan her türlü elle tutulur ya da tutulmaz obje ve olaylar bizim insanımızda derin bir korku (ve korkuya dayalı saygı) yaratır. Özellikle hareketli parçası olan aletler (motor gibi), korkuyla karışık bir tapınma duygusu olarak bilinçaltımıza işlemiştir. (Karnı aç insanlarımızın en az ikişer cep telefonu edinmesi biraz bu duyguyla belki biraz da kendini ifade edebilecek bir iletişim yolu bulmuş olmakla açıklanabilir.)

    Neden 3.   Polis teşkilatı, filmler, yurtdışı geziler vb yollarla dünyada bu işlerin nasıl yapıldığını görmek fırsatını binlerce defa elde etmesine karşın, polislerin iki ellerinin boş kalması gerekliliği gibi ilkokul öğrencilerinin dahi akıl edebileceği bir zorunluğu idrak edememekte, bununla ilgili basit düzenlemeyi becerememektedir.

    Ama ne yazık ki bu beceriksizlik sadece polise özgü olmayıp daha derin bir toplumsal yetmezliğin (Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği) türevlerinden birisidir. (Örneğin, tekstil ülkesi olmakla sürekli övünen insanlarımızın 60 yıldır bir güreşçi mayosu tasarlayamaması)

    4 Eylül 2010

  • Sorulması zor -imkansız- soru: Nerede yanlış yapıyoruz?

    Sorulması zor -imkansız- soru: Nerede yanlış yapıyoruz?

    Değerli dostumuz Dr.Necati Saygılı‘nın Hollanda(lıar) hakkında bir yazısı üzerine kimi düşüncelerimi yazmak istiyorum. Ama önce, Dr.Saygılı’nın -içinde Simon McKenzie’den alıntılar içeren- yazısından kimi paragraflar:

    Makalenin yazarı Simon McKenzie yazısına, “Tanrı Dünyayı yarattı, fakat Dutch Milleti Hollanda’yı yarattı” diye başlamış. “Hollanda, kimi avrupa dillerinde basık/alçak toprak anlamında, Netherlands, Pays-Bas gibi isimlerle adlandırılmakta; bu adlandırmaya hak kazandıran gerçek, ülke topraklarının 2/3’ünün deniz basacak kadar düşük rakımlı olması ve ülke nüfusunun %60’ının deniz seviyesinin altındaki topraklarda yaşıyor olmasıdır” diye devam etmiş.

    Söz konusu makalede yine bir Hollandalı olan Han van der Horst’un, Low Sky-Understanding the Dutch adlı kitabından şu cümleler nakledilmektedir:

    “Ülkeyi ve toplumu deniz şekillendirmiştir. Su, hem bir arkadaş, hem de varlıklarını tehdit eden bir tehlikedir. Yabancılar, Hollandalılar için, su ile mücadele ediyorlar ve kazanıyorlar diye düşünse de; deniz olsun, nehir olsun suyu yenmek mümkün değildir; çünkü o çok daha güçlüdür. O nedenle insan için, onunla birlikte yaşamanın bir yolunu bulmaktan başka çaresi yoktur.”

    “Hollandalılar için son 1000 yılın başlıca uğraşısı, Deniz ve Nehir suyu ile birlikte yaşamanın yolunu arayıp bulmak olmuş; su ile mücadelede kazandıkları uzmanlık, bu milletin karakterini silinmez şekilde biçimlendirmiştir.”

    “Suyla baş etmede başarının esası su, insan ve ekosistemin diğer canlı varlıkları arasındaki uyuşumu ve dengeyi gözetmek / korumaktır: Gücünüzü sergileyeceksiniz önce; sonra, sıra ötekine geldiğinde ona müsaade etmeniz gerektiğini bilmeli ve anlamalısınız ki, sonuç sizin için utandırıcı olmasın. Gerçekçi olmalı ve sağduyunuzu kullanmalısınız; duygularınıza esir olmamalı, bilhassa kızmamalısınız. Her zaman aşırılığa kaçmadan itidalli olmalısınız. Dikkatli ve hep tedbirli olmak zorundasınız; uykuya dalarsanız, ayaklarınız ıslanmış halde uyanmak zorunda kalırsınız. Bütün bu özellikler, ulusun karakterinde yer etmiş; varlığımızı sürdürme ve düşünme yollarımızın taşları olmuştur.” İlginç tesbitler!

    …….

    Bu alışkanlık o milletin politik hayatına da yansımış. Çok partili demokratik bir sistemin uygulandığı Hollanda’da hiçbir zaman tek parti hükümeti olmamış! Hep koalisyon hükümetleriyle yönetile gelmiş bu ülkede uzlaşı kültürü, günlük hayatın her alanında kendisini hissetirmekte imiş. Yazar şöyle diyor; “çelişen çıkarların masaya taşınacağı ve aralarında bir şekilde uzlaşının aranacağı bir komite teşkil etmeksizin karara bağlanmış önemli bir konu hemen hemen yok gibidir”!..

    Dr. Saygılı buradan sonra şu soruyla yazısını bitiriyor: “Bu kadar bol nimetin bulunduğu bir ülkede yaşayan insanlarımızın, yaşam koşullarındaki doğal zorluklara rağmen Hollandalıların dünyanın sayılı denizci milletlerinden olmalarına; sanayileşmiş-gelişmiş ülkelerinden biri olabilmelerine; kişi başına milli gelirlerinin bizimkinden 3.5-4 misli daha yüksek olmasına bakarak; kendilerini sorgulamalarını ve nerede yanlış yapıyoruz sorusunu sormalarını-cevabını aramalarını beklemek çok şey beklemek midir?..”

    Evet çok şey beklemektir!

    Çok şeydir, hem de her şeydir. Bireysel ya da kesimsel olarak kendisine ezbere belletilen[1] doğrularından başka doğru tanımayan insanımızın çoğunluğu için -hangi ideolojik kampa dahil olursa olsun- “neyi yanlış yapıyorum” sorusu anlamsız, dolayısıyla da imkansız bir sorudur. Doğruyu yapan kendisi / kendileri, yanlış olanlar ise dışındaki(ler)dir.

    Yukardaki alıntı içindeki bir cümle (kırmızı), toplumumuzun bugünkü Sorun Çözme Kabiliyeti açısından yol göstericidir.

    Toplumların karakterlerinde  de -aynen onu oluşturan bireylerde olduğu gibi-, içinde bulunduğu koşulların etkisi büyük oluyor.

    Bizim son 1000 yılımıza damgasını vuran başat kültürel öğe nedir diye bakıldığında, ezber-itaat-biat üçlemesi dikkat çekiyor.

    Sorunlarının çözümünü onu yönetenlere ihale etmiş, yöneticileri ise bu ihaleyi Tanrıya devrederek başarısızlık karşısındaki olası sorgulama ve/ya hoşnutsuzluğu kesin olarak bitirmiştir.  Suyla uğraşan su sorunları hakkındaki becerilerini ve oradan yola çıkarak diğer sorun alanlarındaki becerilerini -yani Sorun Çözme Kabiliyetini– geliştirirken, sorunlarını ihale etme konusunda uzmanlaşan toplumumuz da kurtarıcı arama -ve bulma- becerisini geliştirmiştir.

    Ayak sesleri -eğitim sınıfımızın dışındaki- herkesçe duyulan Öğrenme Devrimi iki anahtar ilke çevresinde örgüleniyor[2]:

    İki anahtar ilke: akıl-beden bağlantısı ve akıl-beyin bağlantısı..

    1.       Birinci ilke, öğrenmenin akademik bir süreç olmadığını, bebeklikten itibaren yapılan her türlü bedensel eylemin aklı geliştirdiğidir.

    2.       İkinci ilke ise, gelişen aklın beyinde yeni bağlantılar oluşturduğunu, bunun da yeni bedeni ve akli eylemleri tetiklediğini, bu sürecin kendi kendini beslediğini söylüyor.

    Eğer bu ilkeler doğru ise -ki hergün doğruluğunu deneyip doğruluyoruz-, sorun çözme konusundaki uğraşlarımız aklımızı geliştirecek, gelişen aklımız yeni sorun çözme girişimlerini tetikleyecektir.

    Buna göre yapılması gereken nedir?

    Ortak akıl bu soru’nun ayrıntıları konusunda en iyi cevapları bulacaktır. Hollandalı yazarın ifadesini tekrarda yarar var: “çelişen çıkarların masaya taşınacağı ve aralarında bir şekilde uzlaşının aranacağı bir komite teşkil etmeksizin karara bağlanmış önemli bir konu hemen hemen yok gibidir”

    Ayrıntıları ortak akla bırakmadan önce bizim yapmamız gereken tek şey, Sorun Çözme Kabiliyeti’mizin yüzyıllar içinde dümura uğradığını ve bu yetmezliğin tüm karar ve eylemlerimize -bir parmak izi gibi- yansıdığını kabul etmek, bu sorunu gündemimize alarak tartışmaya başlamak.

    19 Eylül 2010 Pazar

  • KISALTMALAR VE MEDENİYET !

    KISALTMALAR VE MEDENİYET !

    “Sosyal Demokrat Halkçı Parti Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın ile Doğru Yol Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Profesör doktor Tansu Çiller, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş ile birlikte …….”

    Evvelden yalnız devlet televizyonunda rastladığımız bu tür ünvan saymalar artık tüm medyada yer alıyor.

    Bütün Türkiye’nin tanıdığı, ünvanlarını en ince ayrıntısına kadar bildiği insanlarımızı her defasında niçin tekrar tekrar tanıtmaya ihtiyaç duyduklarını bir türlü anlayamamışımdır. Bunun, o ünvan sahiplerince istendiğini hiç sanmam. Olsa olsa haberleri hazırlayan ve kısaltmaların birer medeniyet göstergesi olduğunun bilincinde olmayan, kendi vakti bol olduğu için başkalarının vaktini de bol sanan birilerinin marifetidir..

    Dünyada herkesin adını ve ünvanını bildiği Amerikan başkanı yalnızca “Başkan Clinton” diye anılırken, bir zamanlar Habeşistan devlet başkanı olan Haile Selasiye bütün ünvanları uzun uzun sayıldıktan sonra bir de “aslanlar aslanı” şeklinde acaba niçin övülürdü?

    Kısaltmaların medeniyet göstergesi olması iki ana sebebe dayanır: Birincisi, insanların ünvanlarıyla değil yaptıklarıyla övülebileceğinin bilincinde olan bir toplum yapısıdır. İkincisi ise zamanın değeridir.

    CNN, BBC ve bu gibi TV spikerlerinin dakikada ortalama 300 kelime konuşabildiğine, bizim televizyonlarımızdaki -çoğu- spikerlerin ise ancak 100 kelimeyi yanlışsız söyleyebildiğine, bir de pasif sözcüklere bir türlü dillerinin dönmediğine dikkat ediniz. Eli yüzü düzgün diye halkın karşısına çıkarılan ve göz süzmekten başka bir marifeti bulunmayan (başka marifetleri varsa da bilmediğimiz) hatunlar ise tamamen bir felakettir.

    TV yöneticileri lütfen biraz daha halka saygılı olsunlar. Kimsenin uzun uzun ünvan dinlemeye mecburiyeti olmadığını, eğer söyleyecek birşeyleri yoksa haber sürelerini kısaltmanın en akıllıca yol olduğunu artık idrak etsinler.

  • Protokol krizi ne diyor?

    Protokol krizi ne diyor?

    Bir gazete haberi..

    Bir ilimizin emniyet müdürü, ilde düzenlenen bir törende, protokolun en arka sırasına oturtulduğu için küsmüş ve milletvekillerinin tüm ısrarına rağmen küslüğünden vazgeçmeyip tören boyunca orada oturmuş, sonra da kokteyl’e katılmadan çekip gitmiş.”

    Nitekim bu tür itişip-kakışmalar sıkça olur, kimi zaman milletvekili valinin arkasında kaldığından kimi zaman il başkanı yeterince önde duramadığından hep krizler çıkar.

    :Organizasyontablosu.jpgProtokol imkansızı mümkün kılma girişimidir!

    Protokol -hele ciddiye alınırsa- neredeyse imkansız bir iştir. “Farklılıklar” çok boyutlu, protokollar ise tek boyutludur. Eğer protokola konu olacak kişiler örneğin aynı bir kurumun görevlileri olsaydı kurumun hiyerarşisi aynı zamanda protokol sırasını da gösterirdi. büyütmek için tıklayınız! Ama böyle değil de, örneğin bir ildeki adalet teşkilatı ile siyasi partiler farklı boyutlarda olduklarından bunları sıraya dizmek teknik olarak imkansızdır. Aynen üç boyutlu bir huniyi iki boyutlu kağıt üzerine resmetmek gibi. Bu nedenle de “gibi” yapılır ve izdüşüm yöntemi kullanılır. Kağıda çizilen huni gerçek huninin ancak izdüşümü olur.

    Kısmi bir çözüm var..

    Protokolun sıralanacağı yerler bir düzlem üzerinde değil de, üst üste katmanlar biçiminde -yani apartman gibi üstüste tablalar gibi- yerleştirilirse problem bir ölçüde çözülür. En üst kata, büyüklüğü tartışılmaz kimler varsa onlar, alt katlara da düzeyine razı olacaklar yerleştirilebilir. Tabii bu durumda aynı bir katta olanlar arasında niza çıkar ki çözüme “kısmi” dememin nedeni budur.

    Bir anı

    Yıl 1988. Yer Berlin. Berlin, Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş. Bu bağlamdaki etkinliklerden birisi de bir klasik müzik konseri. Dünyanın en ünlü senfoni orkestralarından birisi konser verecek. Salon ağzına kadar dolu, iğne atılsa düşecek yer yok.

    Konserin 20.30’da başlayacağı ilan edilmiş, tüm yerler dolu. Sadece federal cmhurbaşkanı Richard von Weizsäcker ve eşinin oturacağı ön sırada iki kişilik yer ayrılmış. Konserin başlamasına birkaç dakika kalmış fakat cumhurbaşkanı ve eşi ortada yok.

    Saat 20.30 olunca koridorda boş yer bekleyen iki kişi gelip cumhurbaşkanı ve eşi için ayrılan yere oturuverdiler; kimse de gelip yerlerinden kaldırmadı.

    Orkestra sahneye çıktı, yerleştiler, bunlar birkaç dakika içinde olurken, salonun kapısından cmhurbaşkanı Weizsäcker ve eşi girdiler. Fakat hayret, bir koşuşturma, koruma ordusunun onu bunu itelemesi gibi “normal” bir hareket yok.

    Yerlerini biliyor olacaklar ki doğrudan kendilerine ayrılmış -ama artık dolu- koltuklara yönelen karı koca, yere oturulmuş olduğunu görünce -hiçbir tepki göstermeden- birbirlerinden ayrılıp birbirinden epey uzakta iki koltuk bulup oturdular. Onlara ayrılan koltuktakiler de kıllarını kıpırdatmadan -ayrıca kimse de bu olayı önemsemeden- konser başladı.

    Bu -bizde- imkansızdır değil mi?

    Bu tablo o tarihten beri gözümden -en ince ayrıntıya kadar- hiç silinmemiştir. Cumhurbaşkanı ne demek, en küçük bir coğrafi birimdeki bir kamu (hatta özel sektör) görevlisinin bu gibi bir durumda ne arızalar çıkarabileceğini tahmin edebilirsiniz.

    Yine aynı tarihlerde bir ilçemizde, iktidar partisinin ilçe teşkilatının yedek disiplin kurulu üyesi görüşmek için doğrdan bakanlığa gelince randevusu olup olmadığını sormuşlar. Uzun bir tartışmadan sonra def-i bela kabilinden içeri alınınca, hayretler içinde kendisine randevu teklif edildiğini, bunun makamıyla mütenasip olmadığından yakınmış ve özel kalem müdürünün cezalandırılmasını istemişti.

    Bu birkaç olaya bakıp ne anlaşılmalı?

    Her toplumda kendini önemli gören, kendini beğenmiş insanlar olabilir; normal dağılım uyarınca bunların uç örnekleri de bulunabilir. Ama eğer bir olgu istisna olmaktan çıkıp da bir norm haline gelirse bunu anlamaya çalışmak gerekir.

    Öne çıkmak, kendini önemli göstermek için her fırsatı bu denli önemseyen insanların çokça -çoğunluk demeye dilim varmıyor- olduğu bir durum acaba sadece basit sıralanma konusundan mı ibarettir, yoksa hiç umulmayacak yerlerde de izleri olabilir mi? Ne dersiniz?

    05 Ekim 2010 Salı

  • MuHAP

    MuHAP

    Yazı başlığı bir dernek ismi gibi oldu ama öyle değil, daha iddialı bir şeyin kısa adı: Muhibet Hala’ları Araştırma Projesi. Proje fikrinin dayandığı nokta, insan dokumuzu daha iyi tanıdığımızda, kurumlarımızı, sistemlerimizi ve ümitlerimizi tasarımlarken daha gerçekçi olacağımız, bundan kaçınıp herşeyi idealize ettikçe de giderek gerçeklerden kopacağımız şeklinde özetlenebilir.

    Gazetelerin yazdığına göre, Muhibet Yıldırım adında bir kadın, ağabeyi evlenmesine karşı çıktığı için, ona “unutamayacağı bir karşı ceza” vermek amacıyla, ağabeyinin oğlu 4 yaşındaki Yunus Yıldırım’ın önce cinsel organını kesmeye çalışmış, sonra da öldürüp çuvala koyarak apartmanın boşluğuna atmış.

    Testereyle sevgilisinin başını kesen, istemeden sahip oldukları bebeği barbekü ocağında yakıp küllerini savuran ve benzer yollarla “sorun çözmeye çalışan” kişilere ilişkin haberleri hemen hergün okuyup dinlediğimiz için Muhibet halanın bu sevecenliğinin haber değeri pek yok.

    Muhibet hala biraz daha kurnaz davranıp cesedi apartman boşluğu yerine bir başka yere atsaydı muhtemelen cinayeti ömür boyu gizli kalabilirdi.

    Burada soru şudur: Muhibet hala, 70 milyon nüfusun içinde tek olamayacağına, örnekler de bunu fazlasıyla doğruladığına göre, yaşamlarımızın hangi kesitlerinde hangi arızalara neden olmaktadırlar?

    Bu soruya bir nefeste cevap vermek yerine daha basit sorulardan yola çıkılırsa:

    Soru 1.   Muhibet hala’lardan (Muhip dayı’lar) yaklaşık kaç adet vardır?

    Soru 2.   Bu kişiler ülkemizin tek noktasında toplu olarak beklemediklerine göre ülke yüzeyine homojen olarak mı dağılmışlardır?

    Soru 3.   Bu kişiler içinde okumuş, meslek ve mevki sahibi olmuş olanların yükselebilecekleri yerleri otomotik olarak sınırlayan bir hukuk ya da doğa kuralı var mıdır?

    Soru 4.   Bambaşka alanlardaki eğriliklerden ne kadarı bu kişilere aittir?

    Soru 5.   En azından kamu görevi (otobüs şoförlüğü, öğretmenlik, siyaset gibi) yapacaklar için, esaslı bir ruhsal sağlık taraması yapılması mümkün müdür?

    Aslında bu tür soruları çeşitlendirerek birçok faili meçhul -gibi görünen- sorun alanı daha kolay anlaşılabilir?

    Buna göre önerim, bu konunun bir disiplinlerarası proje olarak tanımlanarak üzerinde çalışılmasıdır. Tabii ki projede görev alacak olanların da öncelikle taramadan geçirilmesi şartıyla.

    26 Ekim 2010 Salı

  • Kör eden ameliyat, hastane mikrobu ve karmaşıklık yönetimi!

    Kör eden ameliyat, hastane mikrobu ve karmaşıklık yönetimi!

    Gazete ve TV’lerden öğrendiğimize göre bir hastanede katarakt ameliyatı olan 7 kişi, hastane mikrobu adı verilen antibiyotiklere direnç kazanmış mikroplar nedeniyle kör olmuş. Bu tür vakalara, ülkemizin hemen her yerinde -hatta en ünlü hastanelerinde- sıkça rastlanıyor.

    Bir yolla temizlendikten sonra ise kök-nedenler devam ettiği için yine tekrarlıyor ve her defasında direnci biraz daha arttığı için temizleme yoluyla başa çıkılması daha güçleşiyor.

    Bunun tıbbi ayrıntılarını hekimlere bırakarak, hekimlerin her defasında söyledikleri ama pek kimsenin aldırmadığı bir gerçeği tekrarlayalım: Hastane mikrobu sorunu bir hayalet sorun‘dur; yani aslında yoktur; o görüntünün (hayalet) altındaki kök-sorun(lar)ın oluşturduğu bir yanılgıdır.

    Haydi arkasına bakalım!

    Hastane mikrobu hayalet sorununa ilk düzeyde yol açan kök sorun alanlarına[1] bakıldığında görünenlen en azından şunlardır:

    ü      Hastane personelinin kişisel hijyen konusundaki bilinç düzeyleri ve alışkanlıkları,

    ü      Hastaların kişisel hijyen konusundaki bilinç düzeyleri ve alışkanlıkları,

    ü      Hastane içi ve dışı arasındaki mikrop taşınmasına karşı önlemler,

    ü      Hastanede kullanılan araç-gerecin temizliği,

    ü      Hastane binasının temizliği.

    Bu 5 ana grubun herbiri birer “kültürel öğeler kümesi” olarak tanımlanabilir. Ayrıca da her küme kendi içinde alt kültürel öğelerden oluşacaktır.

    Örneğin, hastane içi ve dışı arasındaki mikrop taşınmasına karşı önlemler kümesi, şu alt kültürel öğeleri içerecektir:

    1.       Sokakların temizliği:

    a.       Çöpler

    b.       Tükürenler

    c.       Dışkılar

    d.       Belediye hizmetleri

    e.       diğer

    2.       Galoş, dezenfektan vs uygulamaları:

    a.       Galoş sisteminin kolaylık / güçlüğü

    b.       Dezenfeksiyon sistemi

    c.       Hastaneye girenlerin bu konulardaki özen düzeyi

    d.       diğer

    3.       Hastane içi ve dışı arasındaki taşınmanın denetim sistemi:

    a.       Denetim sistemi

    b.       Denetim personelinin sayı ve nitelik düzeyi

    c.       Denetleyen ve denetlenenler arasındaki sorunların çözüm sistemi

    d.       diğer

    4.       Yukarıdaki kümelerin maliyetleri:

    Kültürel öğe kümeleri arasında etkileşim vardır!

    Basite indirgenerek sayıları azaltılmış yukarıdaki küme ve alt küme öğelerinin çoğu, aralarında etkileşimlere sahiptir. Örneğin, 1b ile 2c arasında ya da tümü ile 4 arasında güçlü etkileşimler vardır. Bu 4 kümenin tümüne bir isim vermek gerekirse Kültürel Karmaşıklık Düzeyi (KKD) denilebilir.

    Bu 4 kümeyi de kavrayan bir 5nci küme vardır ki, sorunların büyük bölümü buradan kaynaklanır.  Bu beşinci küme “diğer kümelerin oluşturduğu kültürel karmaşıklığı (complexity) yönetebilme düzeyi/ kabiliyeti“dir (KKYD). 

    büyütmek için tıklayınız!

    Bu düzey veya kabiliyet ile kültürel karmaşıklık düzeyi arasındaki fark -ister birey, ister kurum, isterse toplum ölçeğinde bakılsın- yaşamsal bir sonuç doğurmaktadır. Bu, söz konusu birey / kurum/ toplumun refah ve mutluluğunu (yani varlığını) sürdürebilme şansıdır.

    Daha kısa erimli bir sonuç ise, içinde bulunulan Kültürel Karmaşıklık Düzeyi‘ni artıran her yeni karmaşık (kompleks) kültürel öğeye (cep telefonu, otomobil, göz ameliyatı, fay hattı üzerinde yaşamak ya da etnik farklılıkları bir arada yaşatmak gibi) talip olan birey, kurum ve toplumların dönüp, kendi Kültürel Karmaşıklığı Yönetebilme Kabiliyetleri‘ne bakması, eğer bu kabiliyet düzeyi düşükse, aradaki farkın doğuracağı kaza-belaya hazır olması “zorunluğu”dur.

    Söz konusu kabiliyet düzeyinin, kuşkusuz, karmaşık kültürel öğelerle karşılaşmadan edinilmesi güçtür. Ama görülmektedir ki, Karmaşıklığı Yönetme Kabiliyeti -ki buna Sorun Çözme Kabiliyeti de denilebilir- kavramını gözardı ederek de katiyen kaza-beladan kurutulunamaz.

    04 Aralık 2010 Cumartesi

     

  • ISI, SICAKLIK VE MEDYA

    ISI, SICAKLIK VE MEDYA

    Hemen herkesin dikkatini çekmiştir, yıllardır TRT bültenlerinde ve özellikle de hava raporlarında ısrarla “sıcaklık” yerine “ısı” denilir. “Filan ilimizde en düşük ve en yüksek ısılar şöyle ve böyle olacaktır” gibi!

    Şimdi özel TV ve radyolar devreye girince bu bireysel yanlış `kollektif’ olmaya başladı. İşin içine basılı yayın organlarını da katarsanız, bir `yanlış’ın nasıl `doğru’ haline geldiğini(!) kolayca anlayabilirsiniz.

    Merakımı çeken nokta, kuruluş içi tek satırlık bir uyarıcı not ile düzeltilebilecek bu yanlışı düzeltmeye gerek görmeyen ya da yanlışmı doğru mu olduğu konusunda şüphede bulunan medya yöneticilerinin durumudur.

    Aslında yanlış kullanılan yalnızca ısı-sıcaklık sözcükleri değildir. Afra-tafrasından geçilmeyen spikerlerimizin, “resm-i geçit” yerine “resmı geçit”; “lider” yerine ”lıder”; “tenkisat” yerine “tensikat” dediklerini hemen hergün duyarız.

    Elektrik santrali filan gibi yerlerin açılışında enerji miktarını ifade etmek için `megawatt’; kuvvet ifade etmek için de `güç’ demenin adet olduğunu da hep biliriz.

    Bunları bir ayrıntı olarak görenler, bu kadar sorun içinde bula bula bunların üzerinde kafa yorulmasını yadırgayanlar bulunabilir. Ama bakınız Konfiçyüs ne diyor: “Kelimeler yanlış olursa cümleler, cümleler yanlış olursa kavramlar yanlış olur. Kavramlar yanlış olursa halk anlaşamaz, halk anlaşamazsa dirlik bozulur!”.

    Laiklik, demokrasi, hak, özgürlük gibi kavramlar üzerinde halkımızın niçin anlaşamayıp, dirliğimizin niçin bozulduğunu araştıranlar mutlaka ısı ile sıcaklığın niçin yerinde kullanılmadığını ve de kullanmamakta bu denli ısrar edildiğini anlamak zorundadırlar.

    Kanımca konu yalnızca sözcüklerin yanlış kullanımından ibaret değildir. Yanlış kullanılan sözcükler, daha derinlerdeki başka sorunların yüzeydeki küçük uçları gibidir. Derindeki sorunlardan birisi “teknoloji cehaleti”dir. Yabancıların `teknoloji okur-yazarlığı’ dedikleri nitelikten yoksun olmak!

    Durmadan teknoloji lafı edilen bir toplumda nasıl olup da teknoloji cehaleti varolabildiğine inanmayanların, I ve II Hezarfen Ahmet Çelebi olaylarını (II H.A. Çelebi olayı 1993 tarihlidir) incelemelerini öneririm.

  • “Saygılaşım”

    “Saygılaşım”

    Ben hayvansever değilim!

    Evet, ben bir hayvansever değilim. Kendime yakıştırabileceğim sıfat “hayvansayar” olabilir.

    “Sevgi” duygusunun farklı kaynakları olabilir ve kolayca da marazi yönlere kayabilir. Çok sevdiği için sevgilisini doğrayan, çok sevdiği ev hayvanı nedeniyle tüm diğer hayvanlara ilgisiz kalan, vatanını çok sevdiği için sevmediğini düşündüklerini gözünü kırpmadan öldürmeye hazır kişilikler, sevginin her zaman saf kalamadığını gösteriyor.

    Hayvansayarlığımın nedeni ise çok bencilce

    Aslında tek amaç gözetiyorum: türümün varlığını sürdürmek!

    Yalnız kendi varlığımı sürdüremiyeceğim, bunun için dışımdaki tüm -canlı, yarı canlı, cansız- varlıklara ihtiyacımın olması benim genetik yazgım. Bu bilgiyle yüklenmiş olarak dünyaya geldim.

    Bu belirleyici ilkeye sadık kaldığımda, -nasıl olduğunu anlamadığım biçimde- evren bana yardımcı oluyor, karşı geldiğim zamanlarda ise -yine anlamadığım biçimde- zarar görüyorum. Benim zarar görmemem için, dışımdakilerin zarar görmesini önlemek gerekiyor.

    Saygılaşım

    Bugüne kadar rastladığım tüm hayvanlar bana karşı tam olarak bu ilkeye uygun davrandılar, ben de onlara öyle davranmaya çalışıyorum. Buna da bir ad taktım: “saygılaşım“.

    Saygı nedir?

    Saygı’nın “ zarar vermemek“, ancak ve yalnız “zarar vermemek” olduğunu düşünüyorum. Bu ilkeyi -iyi niyetlerle- daha ileri götürüp “fayda sağlamak” gibi bir ekleme ise bu ilkeyi zedeliyor; fayda sağlamak ancak entropiyi daha artırarak mümkün olabiliyor. Zarar vermemek ise tam olarak, yani  gerek ve yeter şekilde fayda sağlayabiliyor.

    Tüm türlere zarar veren (saygısız) bir alt-tür var

    Aslında böyle bir şeyin olması imkansız gibi görünüyor. Bu olsa olsa, türlerden birinin bir özelliğinin yozlaşarak, kendine “fayda sağlamak” adına entropiyi -olağan akışının dışında- artırması şeklinde olabilir. Tabii ki bu uzun süre mümkün olamaz; bir süre sonra birbirine bağlı “büyük bütün” kendi dengesini kuracaktır. Bu arada geçen kısa süre içinde söz konusu alt-tür kendine “fayda sağladığına” inanabilir.

    Bu alt-tür insandan türemiştir

    İnsanın akıl denen özelliği kimilerinde yozlaşarak, kendi dışındakileri kendine fayda üretmeye zorlayan bir tümöre dönüşmüş görünüyor. Bu “saygısız” alt-tür, ancak onu üretebilecek yapıya sahip insan türünden dönüşerek ortaya çıkmış olabilir.

    Büyük kapasiteli belleği (şimdilerde birkaçyüz megabyte civarında fiili kullandığı belleği olduğu tahmin ediliyor) ve -tüm canlılardaki- olağanüstü öğrenme yeteneği bir araya geldiğinde bu geniş bellek alanı içinde, kendi yapısını dahi tehdit edebilecek değer yargıları oluşturabilmektedir.

    Öğrenme içgüdüsü aracılığıyla öğrenilenler arasında bir de ezber (sorgulanamazlık) varsa, söz konusu bu riskli değer yargıları sıkı sıkıya sahiplenilmiş bir dünya görüşüne ve onun ürünü olan yaşam biçimine dönüşebilmektedir. Böylece oluşan “saygısız” alt-tür kendince “iyi”dir ve çevresine “fayda” sağlamak için yaşamı boyunca çalışır; gerçekte ise sürekli olarak “zarar” üretir.

    Bu alt-tür dışında kalan “saygılı” alt-tür de yine insan türüne aittir ve “saygısız”lar ile anatomik açıdan tamamen -herhalde- benzerdir. Tek olası fark değer yargıları açısındandır. Böylesine bir farklılık -bugünün biyolojik normlarına göre- tür farklılığını tanımlamasa da, birlikte yaşamalarının güç olduğu, dahası, varlıklarını sürdüremeyecekleri de bellidir.

    “Saygılı” alt-tür çaba harcamalıdır

    Saygılı alt-tür bu trajik gidişi durdurmak için çaba harcamak zorundadır. Bunu iyilik, sevap ve bu gibi deruni nedenlerle değil son derece bencilce nedenlerle yapmalıdır; aksi halde kendi varlığını sürdüremeyecek, kurunun yanında yaşlar da yanacaktır.

    İşte mesele de bu noktada başlıyor: Çaba harcamak evet, ama nasıl?

    Mevcut paradigmalarımız içindeki mücadele araçlarını kullanan epey insan var. Evlerine hayvan alıp korumaya çalışıyorlar, barınaklarda gönüllü olarak çalışıyorlar, yasal ortam oluşturmak için çaba harcıyorlar, protesto ediyorlar; yani ellerinden geleni doğrusu bu ya yapıyorlar. Hepsine şapka çıkarmak bir insanlık görevi.

    Ama o ne? Vahşet giderek artıyor!

    Büyük resme dışardan bakıldığında görünen şu: toplumumuz -ve de başka toplumlar- çok eski yıllarda olduğu gibi değil, çok daha gelişmiş. Daha örgütlü, yasalar daha yaptırımcı vs.

    Ama hayvanlara karşı vahşet bu gelişmeye paralel olarak azalmamış tam aksine daha büyük bir hızla artmış. Hızla artan nüfus, acımasız rekabet koşulları içinde bunalan insanların bozulan ruh sağlıkları gibi nedenlerle dün akla hayale gelmeyecek vahşet bugün olağan sayılıyor.

    Bu vahşet artışına yol açan çok sayıda neden içinde birkaç tanesi belirgindir: iletişim ortamlarının sınırlılığı nedeniyle yerel olarak kalabilen vahşet örnekleri artık ışık hızıyla tüm dünyaya dağılıyor; hiç aklına gelmeyecek insanlara yeni şiddet yöntemleri öğretiyor.

    İkinci belirgin neden ise insana -haklı olarak- verilen değerin, -çok haksız olarak- “önce insan” gibi ayıp bir slogan eşliğinde yaygınlaşması.

    Esas irtica budur

    Binlerce yıl önce çeşitli dinlerin peygamberlerince tüm varlıkların birbirinden ayrılmazlığı vurgulanmışken, bunca zaman sonra geldiğimiz noktada “insan türü” bütün diğerlerinden ayrılıp yüceltiliyor ve yaşam hakkında bile ona öncelik veriliyor; hayvan deneyleri, serum yapmak için atlara can çekiştirmeler, hayvan derileri, kürkler vs hep “önce insan” sloganıyla yapılıyor. İşte esas geriye gidiş budur.

    Saygısızlık tekdüze değildir, çan eğrisine göre dağılmıştır!

    Saygısız alt-türün saygısızlık düzeyinin -çoğu olayda olduğu gibi- normal dağılım (çan eğrisi) uyarınca dağıldığı varsayılabilir. Elde başkaca saygı eksiği araştırması olmadığına göre böyle kabul edilebilir. Bu dağılımın bir ucunda “iflah olmazlar”, diğer ucunda ise “kazanılabilir olanlar” bulunmakta, iki ucun arası ise biraz farkında-biraz değil insan alt-türleri ile dolmaktadır.

    İflah olmazlar için hayvansayarların -yasal sınırlar içinde- yapabilecekleri polise haber vermekten ibarettir. Bunun ne kadar etkili olacağını herkes kendi takdir edebilir. Öldürmek isteyip de deneyim yetersizliğinden öldüremedikleri adamın boyu, kazdıkları çukura sığmayınca ortak akılla önce kafasını kesmeyi düşünüp sonra onu da beceremeyince adamı canlı canlı katlayıp çukura sokan, sonra da adamın dışarı çıkabilme olasılığını azaltmak için toprağı -üzerinde zıplayarak- sıkıştıran kişiler bu gruba aittir ve sanılanın aksine etrafta bunlardan çok da vardır.

    Bu saygısız alt-türün uç mensupları bazen adam öldürmekte, bazen de bu ihtiyaçlarını kurban keserken hayvanlara işkence ederek gidermektedirler. Bunlara doğrudan yapılabilecek şey pek yoktur.

    Bunlara cesaret veren en büyük itici güç, çevrelerindeki diğer “saygısızlar”ın yarattığı “saygısızlık hoşgörüsü”dür. Çünkü hemen hepsi “önce insan” (hatta önce ben) sloganını benimsemişlerdir. Bu ortam saygısızlığı sıradanlaştırmakta, ancak çok aşırı olanların ortaya çıkabileceği bir kontrast ortamı yaratmaktadır.

    (Nitekim, canlı toprağa gömerek öldürme olayını işleyen bir radyo programına çağrılan akademisyen ünvanlı bir kişi ile ünlü bir avukat, olayın nedeninin işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu vs olduğunu savunmuş; programa telefonla katılanların tamamı da aynı görüşü desteklemişlerdir. Olayın bir, “kendi türüne saygısızlık” örneği olduğu ise konu dahi edilmemiştir. Şimdi bu kasapların “nadir” vaka olduğu söylenebilir mi?

    Bunun için akla ihtiyacımız var, ama sıradan olanına değil!

    İflah olmaz uç dışında kalanları etkileyebilecek yöntemlere ihtiyacımız var. Bu yöntemlerin bulunabileceğine inanıyorum. Ama tek engel var.

    Katil kavram: “zaten

    Tembel insanlar genellikle zeki olurlarmış (en tehlikeli olanlar ise çalışkan ve aptal olanlarmış). Her halde en tembel -ve dolayısıyla da en zeki- olan birisinin icadı olduğundan kuşku olmayan bir kavram var: “zaten“.

    –          “Okulların, çocuğu çevreleyen dış ortamın bozucu etkileriyle tek başına başetmesi imkansızdır; bu yüzden bir veli-okul-öğrenci sözleşmesine gerek vardır. Sizden, bir veli olarak bunu yapmanızı bekliyorum

    –          “A biz onu-tam sizin dediğiniz gibi değil ama- zaten yapıyoruz

    –          “Sınavlarda uyguladığınız gözetim sistemi yerine onur sistemi uygulamalısınız ki, kendine ve başkalarına güvenen onurlu insanlar yetişsin

    –          “Bizim uyguladığımız sistem zaten onun gibi bir şeydir

    –          “Hayvanseverler aralarında bir ağ oluşturmadan bu işle başa çıkılamaz

    –          “Zaten öyle bir ağımız var, herkese e-posta atıyoruz

    –          “Hayvansayarlar dışındaki geniş kesimleri etkileyebilecek sıradışı etkinlikte sanat ürünlerine gerek var

    –          “Bizim zaten öyle projelerimiz çok var

    –          “Dizilerin, reklamların, filmlerin senaryoları içine gömülebilecek çok zekice mesajlara ihtiyaç var

    –          “Zaten öyle filmlerimiz var

    Geniş kesimleri etkileyip saygısız alt-tür kimliğinin farkına vardırabilecek düşüncelere ihtiyaç var. Haydi bakalım kolay gelsin.

     

  • Merak ediyorum!

    Merak ediyorum!

    Ben gazeteci değilim, neyin “haber” olup olmadığı konusunda iletişim okullarında öğretilenleri de bilmiyorum. Ama en azından, filanca futbolcumuzun hangi mankenle seviyeli birliktelik içinde olduğu ile ilgili yazıların haber olmadığını, bunların cinselliğini terbiye edememiş bir kitleye gazete satmak, TV seyrettirmekten başka amacı olmadığını da süzebiliyorum.

    Şimdi, bu konuda eğitim almış, yazılı ve görsel medyamızı yöneten, onlara danışmanlık yapan kişilerden öğrenmek istediğim bir konuyu onlara soruyorum:

    ü       Bir terör örgütünün (herhangi birisi) yöneticileri oturup, yapacakları öldürme eylemleriyle ilgili ilkeler belirlemek isteseler bu çok anlaşılabilir bir amaç olurdu. Örneğin şöyle bir öneride bulunulsa, acaba ne denilirdi?

    ü       Öldürülecek kişileri trafik kazaları yoluyla yok edelim. Her gün farklı yerlerde, sıradan kazalarmış görüntüsü altında birer ikişer insanları yok edelim! Cevap: Katiyen olmaz. Zaten hergün onlarca kişi bu tür kazalarda ölüyor; bizim öldürdüğümüz neresinden belli olacak? Ayrıca, birer ikişer öldürmek de olmaz, infial yaratabilecek sayıda insan öldürmeliyiz.

    ü       O halde eylemlerin master ilkeleri: (1) Çok sayıda ölüm olacak, (2) Başka ölümlerden (maden kazası, trafik kazası vbg) ayırıcı net işaretleri olacak, (3) Ölümlerden haberi olmayan kimse kalmayacak şekilde propagandası yapılacak, (4) Propagandanın etkisini artırmak için ise medya organlarında uzun süreli işlenmesi sağlanacak ve en önemlisi, “herkeste, “benim de başıma gelebilir” duygusu yerleştirilecek şekilde magazin boyutlarıyla donatılacak.

    ü       Propaganda dehası Goebels de bu ilkeleri tasarlasaydı her halde bu 4 kuralı es geçmezdi.

    ü       Bir şehit ailesinin evinde, çektiği acı, yaşadığı şok nedeniyle ağlayan, yakınan insanların görüntü ve feryatları, iletişim okullarında öğretilen “haber” midir? Bunları görüp işitmek, acaba demokrasi açısından bir zenginlik mi yaratmaktadır?

    ü       Kayıp haberlerinin böylesine magazinleştirilerek verilmesi, hemen tüm medya organlarınca eksiksiz yerine getirildiğine göre acaba bu bir ulusal strateji midir?

    ü       Terörün teorik ve pratik amacı “korku ve yılgınlık salmak” olduğuna göre, bu stildeki haberler, terör örgütüne yardım değil midir?

    ü       Bu haberler, politik görüşü ne olursa olsun tüm medya tarafından benzer biçimde verildiğine göre acaba bütün görüşleri aşabilen bir yüksek irade mi bunları yönetiyor?

    ü       “Bu cinayetleri kimlerin yaptığını veya yaptırdığını biliyoruz” türü beyanlar acaba şu anlama mı geliyor: “Biliyoruz ama ne yazık ki bir şey yapamıyoruz, gücümüz, kozlarımız yetmiyor!” Bu tür beyanat acaba terör örgütünün arzuladığı bir ifade olabilir mi?

    ü       Terör mücadelesindeki en etkili silahlardan birisinin de iletişim olduğunu bilen ünlü iletişimcilerimiz acaba bu konuda bir uyarıda bulunmayı düşünmezler mi?

    ü       Her saldırıdan sonra standart biçimde:

    o        Teröristler kalabalık geldiler (yani en çoğu birkaç yüz kişi),

    o        Teröristler ağır silahlar kullandılar (yani en ağırı Doçka),

    o        Teröristler kalleşçe saldırdılar, 3 koldan saldırdılar (sanki haber vermeleri ve tek koldan gelmeleri gerekiyordu),

    o        Anında kalkan helikopterler (her defasında marka ve modeliyle birlikte) teröristleri ateş altına aldı (sanki dinleyenler helikopter almak için marka beğenemiyorlar),

    o        F-16’lar bölgeyi bombalıyor,

    o        Şiddetle kınıyoruz, terörle bir yere varılamaz. vs vs

    ü       Bu haberleri böyle verenler acaba ifadelerin tercümesinin şunlar olabileceğini düşünmüşler midir?

    o        Bizim binlerce kişilik güvenlik gücümüz var ama teöristlerin bir kişisi bizim onlarca askerimize bedeldir,

    o        Teröristler o denli beceriklidirler ki ellerinde bizim silahlarımız olsa Türkiye’yi teslim alırlar,

    o        Biz çatışmanın düello gibi olanına göre çarpışabiliriz, habersiz gelirlerse biz yokuz,

    o        Biz her defasında ancak şiddetle kınar ve bağırırız; çünkü Sorun Çözme Kabiliyeti‘miz yaklaşık 200 yıldır göçmüş durumdadır. Birinci Dünya Savaşı sonunda bu nedenle yok oluyorduk; M.Kemal’in bir vizyon doğrultusunda harekete geçirebildiği toplum bilinci sayesinde bu topraklarda tutunabildik. Şimdi onu da kaybetmek üzereyiz, bağırıp çağırmamızın nedeni budur.

    ü       Şimdi bunlardan sonra bana sorulacak olanı duyuyor gibiyim: Ne yani ölümleri haber vermeyelim mi? Cevaba gerek yoktur.

    Sanılmasın ki bu habercilik beceriksizliği sadece terör haberlerine özgüdür. En basit polisiye olaylarında dahi failllerin nasıl bulunabildiği öylesine anlatılır ki, bu aslında şu demektir: Bundan sonra bu tür işlere kalkışacak olanlar lütfen güvenlik kameralarını dikkate alsınlar, tükürük izleri bırakmasınlar, izmarit atmasınlar vs.

    Gündelik polisiye olay haberlerini dahi suç işleme eğitimi’ne çeviren akıllar acaba terör gibi karmaşık olayları nasıl haberleştirebilir?

    Bir kül tablasına bakarak tüm evreni anlayabilirsiniz bir eski deyiştir. Burada kül tablasından çok daha fazla bilgi verebilecek bir olgu vardır. Terör olgusuna bakarak, Sorun Çözme Kabiliyetimizin nasıl bir toplumsal AIDS’e yakalandığını, varlığımızı savunmak ve sürdürmek için ihtiyacımız olan toplumsal bağışıklık sistemimizin (yani toplumsal sorun çözme kabiliyetimizin) nasıl çökmüş olduğunu anlayabiliriz.

    Ve ancak bunu anlayabildiğimizde sorunları çözme yoluna girebiliriz. Yoksa daha çok bağırırız.

    Pazar, 20 Haziran 2010

  • Nereye varmak istediğini bilmek!

    Nereye varmak istediğini bilmek!

    Sağlam iki gözlem

    Uzun zamandır, çeşitli -ticari, siyasi, akademik, gönüllü vd- kuruluşların şu üç konudaki profillerine dikkat ediyorum: (1) Ne için var oldukları (misyon), (2) Nereye varmak istedikleri (vizyon) ve (3) Vizyon yolculuğunda hangi değerlere sadık kalacakları (değerler)[1].

    Bir gözlemim, bu kuruluşların neredeyse tamamı denilebilecek bir çoğunluğunun  -en azından deklare edilmiş, yazılı- misyon, vizyon ve değerlerinin bulunmadığıdır.

    Diğer yandan, danışmanlık hizmeti veren ve alan ticari kuruluşların bu misyon, vizyon, değerler konusuna olan ilgileridir. Danışmanlık hizmeti alanlar için de verenler için de “bizim de bir vizyonumuz olsun” isteği epey yaygındır; bu da ikinci gözlemim.

    Halkın ilgi alanı içinde değil

    Nüfusun entellektüel dağılımında en büyük parçayı oluşturan ve “halk” olarak kısaltılan kesimde ise bu konuda bir merak söz konusu değildir. Sadece, bir şeyler satın alacağı zaman, satıcı kuruluşun diğer satıcılardan farklı bir şeyleri olmasını da arzu ederler.

    Bunun farkında olan satıcılar reklamlarında, halkın -ne olduğunu anlamasa da- yabancı dilden olduğu için iyi “bişi” olduğuna inandığı sözcükleri kullanmaya özen gösterirler. Ama o iyi bir şeylerin sonuçta dönüp de kendilerinden somut bir talebe yol açmamasına da dikkat edecek kadar uyanık olduklarından, o farklı olması arzulanan şeyin var ama yok türünden bir illüzyon olması için danışmanlık kuruluşlarından yardım isterler. İşte vizyon sevdası içindeki vizyonsuzluk böylece ortaya çıkmıştır.

    Üstüne basa basa övünmeye uygun, ama buna dayanılarak bir şey talep edilmesi imkansız. Müthiş bir buluş!

    Aklınızı eşek arası soksun!

    Bir akademik kuruluş gazete ilanı vermiş: “Vizyonumuz: Eğitimde çağdaş kalite.”

    Şimdi hangi öğrenci ya da velisi çıkıp, “size avuç dolusu para veriyor, karşılığında da çağdaş kalitede eğitim alacağını umuyorduk” diye tutturabilir? Tuttursa da alacağı cevabın göğüs yumruklama türünden övünmeler olacağı baştan belli değil mi?

    Vizyon’un ayrılmaz özelliği, hedef kitlece “yanlışlanabilir” olmasıdır

    Vizyon, Meksika kumarı gibi olamaz. Her isteyenin kendi tanım veya kurallarını vazettiği bir ifade, vizyon gibi “geniş bir hedef kitleye ortak bir hedef” göstermeye yarayan bir sorun çözme aracı olamaz. “Eğitimde çağdaş kalite” böylesine sünek, her çekilen yere gidebilen, dolayısıyla hiçbir şey yapmadan dahi iyi şeyler yapıldığını iddia edebilmeye imkan tanıyan bir ifadedir. İşin daha vahimi, işlevi, toplumu aydınlatmak olan bir kurumun böylesi bir ifadeyi topluma vizyon olarak ilan edebilmesidir.

    Burada esas üzerinde düşünülmesi, hem de çok düşünülmesi gereken nokta, nasıl olup da bu denli basit bir ilkenin gözardı edilmiş olduğu, hem de toplumun çeşitli kurumlarının büyük çoğunluğunun gözardı etmiş olduğudur.

    Ancak bir neden bu tür bir yaygın yanlışı açıklayabilir: Hedefsiz yaşamanın bir kültür haline gelmiş olması!

    Hedefsiz yaşama kültürü doğurgandır. Hedefli yaşamın gerektirdiği tüm sorun çözme araçlarını bir anda gereksiz kılar ve bir Kısır Sorun Çözme Kültürü üretir. Toplumumuzun içine düştüğü kısır döngü budur.

    Şimdi bu gözlükle kurumlarımıza tekrar bakınız. Türkiye’nin hedefsizliğinin nedenlerini daha iyi görebiliyor musunuz?

    Haziran 27, 2010