-
Nis 16 2012 Sorunların İntikamı
Sorunların İntikamı
“Antropolog ve tarihçi Joseph A. Tainter (Complexity, problem solving and sustainable societies) başlıklı makalesinde, bir toplumda çeşitli sorunları çözmekle görevli kurumların başarı ya da başarısızlıklarının, o toplumun sürdürülebilirlik ya da çöküşünü belirlediğini; sosyal karmaşıklık ve o karmaşıklığın enerji yoluyla sübvansiyonu arasındaki azalan getiri ilişkisinin negatife dönmesi halinde karmaşıklığın yönetilemez hale gelip çöküş sürecinin başladığını tartışmakta, Roma İmparatorluğu gibi birkaç toplumun çöküşlerini de örnek olarak vermektedir.
Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünde de benzer motifler bulunduğunu, ama çöküşün küllerinden doğan cumhuriyetin kültürel karmaşıklığı yönetebilme –bir diğer deyimle Sorun Çözme Kabiliyeti- genlerinin de Tainter’in teşhisinin izlerini taşıdığı kuşkusu yersiz sayılmamalıdır.
Bu yaklaşım, bir damla petrol = bir damla kan ilkesinin geçerli olduğu günümüzde, enerjinin niçin bu denli önemsendiği, mevcut ve potansiyel enerji kaynağı -Türkiye gibi- ülkelerin büyük satranç tahtası’nda niçin önemli taşlar sayıldığını anlatıyor; ilk bakışta zor farkedilse de, gelişmiş ülkelerin aslında yüksek karmaşıklık düzeyindeki yaşamlarını sürdürebilmelerinin ancak enerji ile mümkün olabildiği, giderek artan karmaşıklığın ise yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç demek olduğu anlaşılabiliyor.
Bununla eşit önemdeki ikinci nokta, genetik evrim açısından değil, ama kültürel evrim açısından anlamlı süreler boyunca itaat-biat kültürüyle yaşamış toplumlarda oluşmuş karmaşıklığı yönetebilme (sorun çözme) kabiliyeti yetmezliğinin bir genetik yazgıya dönüşüp dönüşmediğidir ki İkili Kalıtım Kuramı bunun göz ardı edilmemesini söylüyor.
Bu yaşamsal konu üzerinde başlatılabilecek odaklanmanın toplum gündemine taşınarak, gündelik çekişmelerin dışında bir “derinden iyileşme” sürecini başlatabileceği ümit edilebilir.”
Yukarıdaki satırlar, birkaç hafta evvel yayımlanan Sorunların İntikamı: Çözemeyeni Çözerler[1] adlı kitabımın arka kapağından alınmış, kitabın bir çeşit özetidir.
Duyururum.
Sunday, May 8, 2011
-
Nis 16 2012 Otobiyografi kesiti-3: Annenin El Kitabı
Yıl 1970; Zonguldak’ta Ereğli Kömürleri İşletmesi’nde -o tarihte EKİ (okunuşuyla ekai) 1983’ten bu yana ise TTK- çalışıyorum. Yeni yatırımların planlanıp uygulandığı Etüd-Tesis şubesinde elektrik mühendisiyim.
Türkiye henüz sanayileşmenin başlarında olduğu için kömür işletmeciliği gibi çok girdili bir işletmenin tüm ihtiyaçlarını kendi içinden karşılamak zorunda. Kendi limanı, römorkörleri, demiryolları, lokomotifleri, büyük bakım-onarım atelyeleri (atelye dedimse büyük fabrikalar), eğitim, kurtarma vb organizasyonları, ulaştırma imkanları ve sosyal tesisleri var.
Yeraltındaki galerileri deniz seviyesinin 200 metre üstünden deniz seviyesi altında 600 metrelere kadar -50şer m aralıkla- dağılmış ve toplam uzunluğu 160 km.
İşçi sayısı yaklaşık 40,000, mühendis ise -çeşitli branşlarda- 500 dolayında. Bu sayının 400 kadarı maden mühendisi, geri kalanı ise mimar da dahil olmak üzere çeşitli dallardaki mühendislerden ibaret.
İşletmede maden mühendislerinin tam bir egemenliği var. Neredeyse hukuk işleri, sağlık işleri birimlerine bile atanacaklar.
İki de dernekleri var: Maden Mühendisleri Derneği ve Yüksek Maden Mühendisleri Derneği.
Bu kısa bilgileri, işletmenin o günkü boyutlarını kabaca da olsa tanıtmak için verdim.
İşte bu tablo içinde, işletme faaliyetlerine büyük katkısı olmasına karşın ikinci sınıf sayılan madenci dışı elemanları örgütlemek üzere bir dernek kurma fikri oluştu: EKİ Mühendis ve Mimarlar Derneği.
Derneğin ilk yönetim kurulunda ben de varım. Derneğin varlığını kol güreşi yoluyla kanıtlaması mümkün olamayacağı ve biraz da diğer derneklerin işe yarar bir iş yapmadıklarını vurgulamak üzere ortaya bir fikir attım: Çeşitli mühendislik işlerinin yapılmasında çok ihtiyacı duyulan bir el kitabı hazırlamak!
O tarihlerde bu ihtiyaç, yabancı dili yeterli olanlar için Almanca Hütte, İngilizce Peele gibi el kitaplarından karşılanır, ama çoğunluk bunlardan yararlanamazdı. Bu nedenle Türkçe el kitabı fikri bana bir icat kadar heyecan verici gelmişti (bugün de öyle geliyor).
Bunun nasıl gerçekleştirilebileceği ise -derneğin amaçları açısından- daha da yapıcı görünüyordu. Diğer el kitaplarında da olduğu gibi, bir editör kitapta bulunacak konuları, o konuların yazım biçimleriyle ilgili standart formatları vbg çerçeveyi hazırlayacak, sonra da o konuları hazırlayabilecek olanlar içerikleri hazırlayacaktı. Her konu, hazırlayanın adı altında kitapta yer aldığı için bir de motivasyon ve prestij kaynağı olacaktı. Bu birlikte iş başarma girişimi ise derneğin ihtiyacı olan dayanışmayı sağlayacaktı (yani ben öyle düşünüyordum :-)).
Fikrin gerçekleşmesini kolaylaştırmak üzere elektrik mühendisliği ile ilgili epey konuyu üstlendim. Bir bölümünü diğer el kitaplarından çevirir, belki birkaç tanesini de kendim hazırlayabilirdim. Standart formatları da hazırladıktan sonra artık mesele konuların sahiplenilmesine gelmişti. Kanımca en kolay konu buydu. Hatta aynı bir konuyu birden fazla kişi sahiplenmek isterse kimseyi kırmadan nasıl çözümleneceği sorununu dahi düşünmüştüm. O kişileri bir küçük komite haline getirip yazdıklarını birleştirmelerini istemek gibi!
Saflık başa dert..
Meğer böyle planlar kurarken bir kısım arkadaşımız da işin olmazlığını alaya almak için mutasevver el kitabına bir isim takmışlar: Annenin El Kitabı! O tarihlerde Prof. İhsan Doğramacı’nın çocuk bakımı ile ilgili kitabı bizim girişim için isim oluşturmuş.
Hemen hiç kimseden konu paylaşımı açısından talep gelmeyip bir taraftan da böyle alaya alınınca -ki Annenin El Kitabı adını bir kişi koymuştu ama benimseyen çoktu- bir süre bir kırgınlık yaşadım, fikirden soğudum.
Ama bir süre sonra tekrar kıvılcımlanınca bu defa, sadece elektrik mühendisliği için bir el kitabı hazırlamayı ve bunu da kendim yapmaya karar verdim.
Şimdi tam hatırlamıyorum ama yaklaşık 150 sayfalık bir hacimde, maden işletmelerinde çalışan elektrik mühendisleri için bir el kitabını hazırladım. Kitabı bastıramadık, ama o tarihlerde bir proje için işbirliği yaptığımız İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi doçentlerinden Süha Nizamoğlu’nun öğrencilerine ders vermek için yararlandığını kendisi söylemişti.
El kitabı hazırlama girişimi böyle biraz buruk bitti, ama demek ki tam sönmemiş.
Devlet bakanı olunca!
1980 sonunda EKİ’den ayrılıp İstanbul’a yerleşince, özel sektörde çalışmaya başladım. El kitabı filan artık aklımda yok.
1983 seçimlerinde milletvekili, 1985’te de bakan olunca ilk aklıma gelenlerden birisi yine bu el kitabı oldu. Ama bu defa eskisi gibi değil. Çünkü ETİBANK bana bağlı ve genel müdür olarak da başında Doç.Dr. Süha Nizamoğlu var. Yani el kitabı macerasını en iyi bilenlerden birisi.
ETİBANK’a talimat vererek, tüm masraflarının karşılanması kaydıyla İTÜ maden fakültesine böyle bir el kitabı hazırlatılmasını, gerekirse Hütte, Peele gibi birisinin çevirilerek hizmete sokulmasını istedim. Artık eminim bu iş yapılacak.
Sen öyle zannet!
Uzunca bir süre bekledikten sonra, bu kitabın niçin hazırlanamayacağını, çünkü bizim madencilik koşullarımızın farklı olduğunu, ölçü birimlerinin bile farklı olduğunu, böyle bir kitabın çeviri yoluyla yapılamayacağını ancak uzun çalışmaları gerektirdiği, o uzun zamanın da bulunmadığını uzun uzun açıkladıktan sonra yapılamayacağını bildirdiler.
(Bu vesileyle şunu gördüm ki insan DNA’ları nasıl kimi özellikleri -ne yaparsan yap- nesilden nesile taşıyorsa, kurumları kuran kişilerin kültürel DNA’ları da o kurumlara geçiyor ve de sürüyor.)
Epey ağır eleştirsem de, diğer öncelikli konulara dalınca bu el kitabı macerası bu defa gerçekten bitti. Birkaç yıl sonra, bu eleştirilerden utanan bir öğretim üyesi, kömür madenciliğinin tarihini vs anlatan bir kitap hazırladı, ama bunun bizim el kitabı ile bir ilgisi yoktu tabii.
Bir sürpriz hediye!
Geçenlerde Trakya Üniversitesi Hühendislik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Can bir e-posta yoluyla adresimi istedi ve bir kitap yollamak istediğini belirtti.
Dün kargodan hediye kitabı geldi.
25 yıl sonra gerçek bir sürpriz. Hütte’nin mükemmel bir Türkçe çevirisi ve mükemmel bir basımı.
Ne demeliyim bilmiyorum.
Bu ülkede Ahmet Can’lar olduğunu bilmek, bendeki eski kabus gibi “niçin yapılamayacağı” cevabını sildi.
Aydınlık bir Türkiye bekleyebiliriz. Demek ki farklı DNA’lar da varmış.
Teşekkürler sevgili Ahmet Can.
Çarşamba, Ağustos 11, 2010
-
Nis 16 2012 Eldeki telsiz neyin göstergesidir?
Eldeki telsiz neyin göstergesidir?
Yandaki fotoğraf VATAN Gazetesinin 4 Eylül tarihli nüshasında çıktı. Nişanlısından ayrıldığı için intihar etmek isteyen bir kız ve onu kurtarmak üzere en az onun kadar risk altına giren iki polisi gösteriyor. Neyseki kız kendini boşluğa bırakınca aşağıdaki hava yastığının üzerine düşüp kurtulmuş.
Polislerden birinin elindeki telsiz açıkça görünüyor; diğeri de polis olduğuna ve telsiz de üniformanın mütemmim cüzü olduğuna göre muhtemelen onun da elinde bedeninin ayrılmaz parçası “telsiz” var.
Bu fotoğraf karesini inceleyenler (büyütmek için tıklayınız!), müdahalede bulunmayan polis için kuşkusuz farklı yorumlar yapacaktır. Örneğin:
· Ya aldırmıyor ya da aşağıdaki hava yastığına güveniyor,
· “İntihar eden bir kişi için canımı niye tehlikeye atayım” diye düşünüyor,
· Polisin böyle bir görevi olmaması gerektiğini düşünüyor,
· “Bu maaşa bu tehlike çekilir mi” diyor,
· “Bu tür kişiler kararlıdır, ne yaparsan yap atlar” diyor,
· Bu kadar yüksekten atlamakla ancak sakat kalınır, daha yüksek bir bina seçmeliydi,
· Diğer.
Bence bu yorumların herhangi bir(kaç)ının da payları olabilmesine karşın, eylemsiz polisin, birisi çok gerçekçi, birisi bilinçaltı ile ilgili, sonuncusu da toplumumuzla ilgili 3 somut nedeni var:
Neden 1. Telsiz polisin üzerine zimmetlidir, kırılıp döküldüğü ya da kaybolduğu takdirde başı derde girer. Bu anda telsiz mi kızın hayatı mı tercihinde tereddüt etmeden “tabii ki telsiz” demiş ve kendini korumuştur. (Kendini korumak bir polisin 1 numaralı önceliği ise de özellikle adliye önlerinde sürekli olarak davalı ya da davacı yakınlarından dayak yiyen polisler bu önceliğe uyamazlar),
Neden 2. Nasıl işlediği belli olmayan her türlü elle tutulur ya da tutulmaz obje ve olaylar bizim insanımızda derin bir korku (ve korkuya dayalı saygı) yaratır. Özellikle hareketli parçası olan aletler (motor gibi), korkuyla karışık bir tapınma duygusu olarak bilinçaltımıza işlemiştir. (Karnı aç insanlarımızın en az ikişer cep telefonu edinmesi biraz bu duyguyla belki biraz da kendini ifade edebilecek bir iletişim yolu bulmuş olmakla açıklanabilir.)
Neden 3. Polis teşkilatı, filmler, yurtdışı geziler vb yollarla dünyada bu işlerin nasıl yapıldığını görmek fırsatını binlerce defa elde etmesine karşın, polislerin iki ellerinin boş kalması gerekliliği gibi ilkokul öğrencilerinin dahi akıl edebileceği bir zorunluğu idrak edememekte, bununla ilgili basit düzenlemeyi becerememektedir.
Ama ne yazık ki bu beceriksizlik sadece polise özgü olmayıp daha derin bir toplumsal yetmezliğin (Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği) türevlerinden birisidir. (Örneğin, tekstil ülkesi olmakla sürekli övünen insanlarımızın 60 yıldır bir güreşçi mayosu tasarlayamaması)
4 Eylül 2010
-
Nis 16 2012 Sorulması zor -imkansız- soru: Nerede yanlış yapıyoruz?
Sorulması zor -imkansız- soru: Nerede yanlış yapıyoruz?
Değerli dostumuz Dr.Necati Saygılı‘nın Hollanda(lıar) hakkında bir yazısı üzerine kimi düşüncelerimi yazmak istiyorum. Ama önce, Dr.Saygılı’nın -içinde Simon McKenzie’den alıntılar içeren- yazısından kimi paragraflar:
Makalenin yazarı Simon McKenzie yazısına, “Tanrı Dünyayı yarattı, fakat Dutch Milleti Hollanda’yı yarattı” diye başlamış. “Hollanda, kimi avrupa dillerinde basık/alçak toprak anlamında, Netherlands, Pays-Bas gibi isimlerle adlandırılmakta; bu adlandırmaya hak kazandıran gerçek, ülke topraklarının 2/3’ünün deniz basacak kadar düşük rakımlı olması ve ülke nüfusunun %60’ının deniz seviyesinin altındaki topraklarda yaşıyor olmasıdır” diye devam etmiş.
Söz konusu makalede yine bir Hollandalı olan Han van der Horst’un, Low Sky-Understanding the Dutch adlı kitabından şu cümleler nakledilmektedir:
“Ülkeyi ve toplumu deniz şekillendirmiştir. Su, hem bir arkadaş, hem de varlıklarını tehdit eden bir tehlikedir. Yabancılar, Hollandalılar için, su ile mücadele ediyorlar ve kazanıyorlar diye düşünse de; deniz olsun, nehir olsun suyu yenmek mümkün değildir; çünkü o çok daha güçlüdür. O nedenle insan için, onunla birlikte yaşamanın bir yolunu bulmaktan başka çaresi yoktur.”
“Hollandalılar için son 1000 yılın başlıca uğraşısı, Deniz ve Nehir suyu ile birlikte yaşamanın yolunu arayıp bulmak olmuş; su ile mücadelede kazandıkları uzmanlık, bu milletin karakterini silinmez şekilde biçimlendirmiştir.”
“Suyla baş etmede başarının esası su, insan ve ekosistemin diğer canlı varlıkları arasındaki uyuşumu ve dengeyi gözetmek / korumaktır: Gücünüzü sergileyeceksiniz önce; sonra, sıra ötekine geldiğinde ona müsaade etmeniz gerektiğini bilmeli ve anlamalısınız ki, sonuç sizin için utandırıcı olmasın. Gerçekçi olmalı ve sağduyunuzu kullanmalısınız; duygularınıza esir olmamalı, bilhassa kızmamalısınız. Her zaman aşırılığa kaçmadan itidalli olmalısınız. Dikkatli ve hep tedbirli olmak zorundasınız; uykuya dalarsanız, ayaklarınız ıslanmış halde uyanmak zorunda kalırsınız. Bütün bu özellikler, ulusun karakterinde yer etmiş; varlığımızı sürdürme ve düşünme yollarımızın taşları olmuştur.” İlginç tesbitler!
…….
Bu alışkanlık o milletin politik hayatına da yansımış. Çok partili demokratik bir sistemin uygulandığı Hollanda’da hiçbir zaman tek parti hükümeti olmamış! Hep koalisyon hükümetleriyle yönetile gelmiş bu ülkede uzlaşı kültürü, günlük hayatın her alanında kendisini hissetirmekte imiş. Yazar şöyle diyor; “çelişen çıkarların masaya taşınacağı ve aralarında bir şekilde uzlaşının aranacağı bir komite teşkil etmeksizin karara bağlanmış önemli bir konu hemen hemen yok gibidir”!..
Dr. Saygılı buradan sonra şu soruyla yazısını bitiriyor: “Bu kadar bol nimetin bulunduğu bir ülkede yaşayan insanlarımızın, yaşam koşullarındaki doğal zorluklara rağmen Hollandalıların dünyanın sayılı denizci milletlerinden olmalarına; sanayileşmiş-gelişmiş ülkelerinden biri olabilmelerine; kişi başına milli gelirlerinin bizimkinden 3.5-4 misli daha yüksek olmasına bakarak; kendilerini sorgulamalarını ve nerede yanlış yapıyoruz sorusunu sormalarını-cevabını aramalarını beklemek çok şey beklemek midir?..”
Evet çok şey beklemektir!
Çok şeydir, hem de her şeydir. Bireysel ya da kesimsel olarak kendisine ezbere belletilen[1] doğrularından başka doğru tanımayan insanımızın çoğunluğu için -hangi ideolojik kampa dahil olursa olsun- “neyi yanlış yapıyorum” sorusu anlamsız, dolayısıyla da imkansız bir sorudur. Doğruyu yapan kendisi / kendileri, yanlış olanlar ise dışındaki(ler)dir.
Yukardaki alıntı içindeki bir cümle (kırmızı), toplumumuzun bugünkü Sorun Çözme Kabiliyeti açısından yol göstericidir.
Toplumların karakterlerinde de -aynen onu oluşturan bireylerde olduğu gibi-, içinde bulunduğu koşulların etkisi büyük oluyor.
Bizim son 1000 yılımıza damgasını vuran başat kültürel öğe nedir diye bakıldığında, ezber-itaat-biat üçlemesi dikkat çekiyor.
Sorunlarının çözümünü onu yönetenlere ihale etmiş, yöneticileri ise bu ihaleyi Tanrıya devrederek başarısızlık karşısındaki olası sorgulama ve/ya hoşnutsuzluğu kesin olarak bitirmiştir. Suyla uğraşan su sorunları hakkındaki becerilerini ve oradan yola çıkarak diğer sorun alanlarındaki becerilerini -yani Sorun Çözme Kabiliyetini– geliştirirken, sorunlarını ihale etme konusunda uzmanlaşan toplumumuz da kurtarıcı arama -ve bulma- becerisini geliştirmiştir.
Ayak sesleri -eğitim sınıfımızın dışındaki- herkesçe duyulan Öğrenme Devrimi iki anahtar ilke çevresinde örgüleniyor[2]:
İki anahtar ilke: akıl-beden bağlantısı ve akıl-beyin bağlantısı..
1. Birinci ilke, öğrenmenin akademik bir süreç olmadığını, bebeklikten itibaren yapılan her türlü bedensel eylemin aklı geliştirdiğidir.
2. İkinci ilke ise, gelişen aklın beyinde yeni bağlantılar oluşturduğunu, bunun da yeni bedeni ve akli eylemleri tetiklediğini, bu sürecin kendi kendini beslediğini söylüyor.
Eğer bu ilkeler doğru ise -ki hergün doğruluğunu deneyip doğruluyoruz-, sorun çözme konusundaki uğraşlarımız aklımızı geliştirecek, gelişen aklımız yeni sorun çözme girişimlerini tetikleyecektir.
Buna göre yapılması gereken nedir?
Ortak akıl bu soru’nun ayrıntıları konusunda en iyi cevapları bulacaktır. Hollandalı yazarın ifadesini tekrarda yarar var: “çelişen çıkarların masaya taşınacağı ve aralarında bir şekilde uzlaşının aranacağı bir komite teşkil etmeksizin karara bağlanmış önemli bir konu hemen hemen yok gibidir”
Ayrıntıları ortak akla bırakmadan önce bizim yapmamız gereken tek şey, Sorun Çözme Kabiliyeti’mizin yüzyıllar içinde dümura uğradığını ve bu yetmezliğin tüm karar ve eylemlerimize -bir parmak izi gibi- yansıdığını kabul etmek, bu sorunu gündemimize alarak tartışmaya başlamak.
19 Eylül 2010 Pazar
-
Nis 16 2012 KISALTMALAR VE MEDENİYET !
KISALTMALAR VE MEDENİYET !
“Sosyal Demokrat Halkçı Parti Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın ile Doğru Yol Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Profesör doktor Tansu Çiller, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş ile birlikte …….”
Evvelden yalnız devlet televizyonunda rastladığımız bu tür ünvan saymalar artık tüm medyada yer alıyor.
Bütün Türkiye’nin tanıdığı, ünvanlarını en ince ayrıntısına kadar bildiği insanlarımızı her defasında niçin tekrar tekrar tanıtmaya ihtiyaç duyduklarını bir türlü anlayamamışımdır. Bunun, o ünvan sahiplerince istendiğini hiç sanmam. Olsa olsa haberleri hazırlayan ve kısaltmaların birer medeniyet göstergesi olduğunun bilincinde olmayan, kendi vakti bol olduğu için başkalarının vaktini de bol sanan birilerinin marifetidir..
Dünyada herkesin adını ve ünvanını bildiği Amerikan başkanı yalnızca “Başkan Clinton” diye anılırken, bir zamanlar Habeşistan devlet başkanı olan Haile Selasiye bütün ünvanları uzun uzun sayıldıktan sonra bir de “aslanlar aslanı” şeklinde acaba niçin övülürdü?
Kısaltmaların medeniyet göstergesi olması iki ana sebebe dayanır: Birincisi, insanların ünvanlarıyla değil yaptıklarıyla övülebileceğinin bilincinde olan bir toplum yapısıdır. İkincisi ise zamanın değeridir.
CNN, BBC ve bu gibi TV spikerlerinin dakikada ortalama 300 kelime konuşabildiğine, bizim televizyonlarımızdaki -çoğu- spikerlerin ise ancak 100 kelimeyi yanlışsız söyleyebildiğine, bir de pasif sözcüklere bir türlü dillerinin dönmediğine dikkat ediniz. Eli yüzü düzgün diye halkın karşısına çıkarılan ve göz süzmekten başka bir marifeti bulunmayan (başka marifetleri varsa da bilmediğimiz) hatunlar ise tamamen bir felakettir.
TV yöneticileri lütfen biraz daha halka saygılı olsunlar. Kimsenin uzun uzun ünvan dinlemeye mecburiyeti olmadığını, eğer söyleyecek birşeyleri yoksa haber sürelerini kısaltmanın en akıllıca yol olduğunu artık idrak etsinler.
-
Nis 16 2012 Protokol krizi ne diyor?
Protokol krizi ne diyor?
Bir gazete haberi..
“Bir ilimizin emniyet müdürü, ilde düzenlenen bir törende, protokolun en arka sırasına oturtulduğu için küsmüş ve milletvekillerinin tüm ısrarına rağmen küslüğünden vazgeçmeyip tören boyunca orada oturmuş, sonra da kokteyl’e katılmadan çekip gitmiş.”
Nitekim bu tür itişip-kakışmalar sıkça olur, kimi zaman milletvekili valinin arkasında kaldığından kimi zaman il başkanı yeterince önde duramadığından hep krizler çıkar.
Protokol imkansızı mümkün kılma girişimidir!
Protokol -hele ciddiye alınırsa- neredeyse imkansız bir iştir. “Farklılıklar” çok boyutlu, protokollar ise tek boyutludur. Eğer protokola konu olacak kişiler örneğin aynı bir kurumun görevlileri olsaydı kurumun hiyerarşisi aynı zamanda protokol sırasını da gösterirdi. büyütmek için tıklayınız! Ama böyle değil de, örneğin bir ildeki adalet teşkilatı ile siyasi partiler farklı boyutlarda olduklarından bunları sıraya dizmek teknik olarak imkansızdır. Aynen üç boyutlu bir huniyi iki boyutlu kağıt üzerine resmetmek gibi. Bu nedenle de “gibi” yapılır ve izdüşüm yöntemi kullanılır. Kağıda çizilen huni gerçek huninin ancak izdüşümü olur.
Kısmi bir çözüm var..
Protokolun sıralanacağı yerler bir düzlem üzerinde değil de, üst üste katmanlar biçiminde -yani apartman gibi üstüste tablalar gibi- yerleştirilirse problem bir ölçüde çözülür. En üst kata, büyüklüğü tartışılmaz kimler varsa onlar, alt katlara da düzeyine razı olacaklar yerleştirilebilir. Tabii bu durumda aynı bir katta olanlar arasında niza çıkar ki çözüme “kısmi” dememin nedeni budur.
Bir anı
Yıl 1988. Yer Berlin. Berlin, Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş. Bu bağlamdaki etkinliklerden birisi de bir klasik müzik konseri. Dünyanın en ünlü senfoni orkestralarından birisi konser verecek. Salon ağzına kadar dolu, iğne atılsa düşecek yer yok.
Konserin 20.30’da başlayacağı ilan edilmiş, tüm yerler dolu. Sadece federal cmhurbaşkanı Richard von Weizsäcker ve eşinin oturacağı ön sırada iki kişilik yer ayrılmış. Konserin başlamasına birkaç dakika kalmış fakat cumhurbaşkanı ve eşi ortada yok.
Saat 20.30 olunca koridorda boş yer bekleyen iki kişi gelip cumhurbaşkanı ve eşi için ayrılan yere oturuverdiler; kimse de gelip yerlerinden kaldırmadı.
Orkestra sahneye çıktı, yerleştiler, bunlar birkaç dakika içinde olurken, salonun kapısından cmhurbaşkanı Weizsäcker ve eşi girdiler. Fakat hayret, bir koşuşturma, koruma ordusunun onu bunu itelemesi gibi “normal” bir hareket yok.
Yerlerini biliyor olacaklar ki doğrudan kendilerine ayrılmış -ama artık dolu- koltuklara yönelen karı koca, yere oturulmuş olduğunu görünce -hiçbir tepki göstermeden- birbirlerinden ayrılıp birbirinden epey uzakta iki koltuk bulup oturdular. Onlara ayrılan koltuktakiler de kıllarını kıpırdatmadan -ayrıca kimse de bu olayı önemsemeden- konser başladı.
Bu -bizde- imkansızdır değil mi?
Bu tablo o tarihten beri gözümden -en ince ayrıntıya kadar- hiç silinmemiştir. Cumhurbaşkanı ne demek, en küçük bir coğrafi birimdeki bir kamu (hatta özel sektör) görevlisinin bu gibi bir durumda ne arızalar çıkarabileceğini tahmin edebilirsiniz.
Yine aynı tarihlerde bir ilçemizde, iktidar partisinin ilçe teşkilatının yedek disiplin kurulu üyesi görüşmek için doğrdan bakanlığa gelince randevusu olup olmadığını sormuşlar. Uzun bir tartışmadan sonra def-i bela kabilinden içeri alınınca, hayretler içinde kendisine randevu teklif edildiğini, bunun makamıyla mütenasip olmadığından yakınmış ve özel kalem müdürünün cezalandırılmasını istemişti.
Bu birkaç olaya bakıp ne anlaşılmalı?
Her toplumda kendini önemli gören, kendini beğenmiş insanlar olabilir; normal dağılım uyarınca bunların uç örnekleri de bulunabilir. Ama eğer bir olgu istisna olmaktan çıkıp da bir norm haline gelirse bunu anlamaya çalışmak gerekir.
Öne çıkmak, kendini önemli göstermek için her fırsatı bu denli önemseyen insanların çokça -çoğunluk demeye dilim varmıyor- olduğu bir durum acaba sadece basit sıralanma konusundan mı ibarettir, yoksa hiç umulmayacak yerlerde de izleri olabilir mi? Ne dersiniz?
05 Ekim 2010 Salı
-
Nis 16 2012 MuHAP
MuHAP
Yazı başlığı bir dernek ismi gibi oldu ama öyle değil, daha iddialı bir şeyin kısa adı: Muhibet Hala’ları Araştırma Projesi. Proje fikrinin dayandığı nokta, insan dokumuzu daha iyi tanıdığımızda, kurumlarımızı, sistemlerimizi ve ümitlerimizi tasarımlarken daha gerçekçi olacağımız, bundan kaçınıp herşeyi idealize ettikçe de giderek gerçeklerden kopacağımız şeklinde özetlenebilir.
Gazetelerin yazdığına göre, Muhibet Yıldırım adında bir kadın, ağabeyi evlenmesine karşı çıktığı için, ona “unutamayacağı bir karşı ceza” vermek amacıyla, ağabeyinin oğlu 4 yaşındaki Yunus Yıldırım’ın önce cinsel organını kesmeye çalışmış, sonra da öldürüp çuvala koyarak apartmanın boşluğuna atmış.
Testereyle sevgilisinin başını kesen, istemeden sahip oldukları bebeği barbekü ocağında yakıp küllerini savuran ve benzer yollarla “sorun çözmeye çalışan” kişilere ilişkin haberleri hemen hergün okuyup dinlediğimiz için Muhibet halanın bu sevecenliğinin haber değeri pek yok.
Muhibet hala biraz daha kurnaz davranıp cesedi apartman boşluğu yerine bir başka yere atsaydı muhtemelen cinayeti ömür boyu gizli kalabilirdi.
Burada soru şudur: Muhibet hala, 70 milyon nüfusun içinde tek olamayacağına, örnekler de bunu fazlasıyla doğruladığına göre, yaşamlarımızın hangi kesitlerinde hangi arızalara neden olmaktadırlar?
Bu soruya bir nefeste cevap vermek yerine daha basit sorulardan yola çıkılırsa:
Soru 1. Muhibet hala’lardan (Muhip dayı’lar) yaklaşık kaç adet vardır?
Soru 2. Bu kişiler ülkemizin tek noktasında toplu olarak beklemediklerine göre ülke yüzeyine homojen olarak mı dağılmışlardır?
Soru 3. Bu kişiler içinde okumuş, meslek ve mevki sahibi olmuş olanların yükselebilecekleri yerleri otomotik olarak sınırlayan bir hukuk ya da doğa kuralı var mıdır?
Soru 4. Bambaşka alanlardaki eğriliklerden ne kadarı bu kişilere aittir?
Soru 5. En azından kamu görevi (otobüs şoförlüğü, öğretmenlik, siyaset gibi) yapacaklar için, esaslı bir ruhsal sağlık taraması yapılması mümkün müdür?
Aslında bu tür soruları çeşitlendirerek birçok faili meçhul -gibi görünen- sorun alanı daha kolay anlaşılabilir?
Buna göre önerim, bu konunun bir disiplinlerarası proje olarak tanımlanarak üzerinde çalışılmasıdır. Tabii ki projede görev alacak olanların da öncelikle taramadan geçirilmesi şartıyla.
26 Ekim 2010 Salı
-
Nis 16 2012 Kör eden ameliyat, hastane mikrobu ve karmaşıklık yönetimi!
Kör eden ameliyat, hastane mikrobu ve karmaşıklık yönetimi!
Gazete ve TV’lerden öğrendiğimize göre bir hastanede katarakt ameliyatı olan 7 kişi, hastane mikrobu adı verilen antibiyotiklere direnç kazanmış mikroplar nedeniyle kör olmuş. Bu tür vakalara, ülkemizin hemen her yerinde -hatta en ünlü hastanelerinde- sıkça rastlanıyor.
Bir yolla temizlendikten sonra ise kök-nedenler devam ettiği için yine tekrarlıyor ve her defasında direnci biraz daha arttığı için temizleme yoluyla başa çıkılması daha güçleşiyor.
Bunun tıbbi ayrıntılarını hekimlere bırakarak, hekimlerin her defasında söyledikleri ama pek kimsenin aldırmadığı bir gerçeği tekrarlayalım: Hastane mikrobu sorunu bir hayalet sorun‘dur; yani aslında yoktur; o görüntünün (hayalet) altındaki kök-sorun(lar)ın oluşturduğu bir yanılgıdır.
Haydi arkasına bakalım!
Hastane mikrobu hayalet sorununa ilk düzeyde yol açan kök sorun alanlarına[1] bakıldığında görünenlen en azından şunlardır:
ü Hastane personelinin kişisel hijyen konusundaki bilinç düzeyleri ve alışkanlıkları,
ü Hastaların kişisel hijyen konusundaki bilinç düzeyleri ve alışkanlıkları,
ü Hastane içi ve dışı arasındaki mikrop taşınmasına karşı önlemler,
ü Hastanede kullanılan araç-gerecin temizliği,
ü Hastane binasının temizliği.
Bu 5 ana grubun herbiri birer “kültürel öğeler kümesi” olarak tanımlanabilir. Ayrıca da her küme kendi içinde alt kültürel öğelerden oluşacaktır.
Örneğin, hastane içi ve dışı arasındaki mikrop taşınmasına karşı önlemler kümesi, şu alt kültürel öğeleri içerecektir:
1. Sokakların temizliği:
a. Çöpler
b. Tükürenler
c. Dışkılar
d. Belediye hizmetleri
e. diğer
2. Galoş, dezenfektan vs uygulamaları:
a. Galoş sisteminin kolaylık / güçlüğü
b. Dezenfeksiyon sistemi
c. Hastaneye girenlerin bu konulardaki özen düzeyi
d. diğer
3. Hastane içi ve dışı arasındaki taşınmanın denetim sistemi:
a. Denetim sistemi
b. Denetim personelinin sayı ve nitelik düzeyi
c. Denetleyen ve denetlenenler arasındaki sorunların çözüm sistemi
d. diğer
4. Yukarıdaki kümelerin maliyetleri:
Kültürel öğe kümeleri arasında etkileşim vardır!
Basite indirgenerek sayıları azaltılmış yukarıdaki küme ve alt küme öğelerinin çoğu, aralarında etkileşimlere sahiptir. Örneğin, 1b ile 2c arasında ya da tümü ile 4 arasında güçlü etkileşimler vardır. Bu 4 kümenin tümüne bir isim vermek gerekirse Kültürel Karmaşıklık Düzeyi (KKD) denilebilir.
Bu 4 kümeyi de kavrayan bir 5nci küme vardır ki, sorunların büyük bölümü buradan kaynaklanır. Bu beşinci küme “diğer kümelerin oluşturduğu kültürel karmaşıklığı (complexity) yönetebilme düzeyi/ kabiliyeti“dir (KKYD).
Bu düzey veya kabiliyet ile kültürel karmaşıklık düzeyi arasındaki fark -ister birey, ister kurum, isterse toplum ölçeğinde bakılsın- yaşamsal bir sonuç doğurmaktadır. Bu, söz konusu birey / kurum/ toplumun refah ve mutluluğunu (yani varlığını) sürdürebilme şansıdır.
Daha kısa erimli bir sonuç ise, içinde bulunulan Kültürel Karmaşıklık Düzeyi‘ni artıran her yeni karmaşık (kompleks) kültürel öğeye (cep telefonu, otomobil, göz ameliyatı, fay hattı üzerinde yaşamak ya da etnik farklılıkları bir arada yaşatmak gibi) talip olan birey, kurum ve toplumların dönüp, kendi Kültürel Karmaşıklığı Yönetebilme Kabiliyetleri‘ne bakması, eğer bu kabiliyet düzeyi düşükse, aradaki farkın doğuracağı kaza-belaya hazır olması “zorunluğu”dur.
Söz konusu kabiliyet düzeyinin, kuşkusuz, karmaşık kültürel öğelerle karşılaşmadan edinilmesi güçtür. Ama görülmektedir ki, Karmaşıklığı Yönetme Kabiliyeti -ki buna Sorun Çözme Kabiliyeti de denilebilir- kavramını gözardı ederek de katiyen kaza-beladan kurutulunamaz.
04 Aralık 2010 Cumartesi
-
Nis 16 2012 ISI, SICAKLIK VE MEDYA
ISI, SICAKLIK VE MEDYA
Hemen herkesin dikkatini çekmiştir, yıllardır TRT bültenlerinde ve özellikle de hava raporlarında ısrarla “sıcaklık” yerine “ısı” denilir. “Filan ilimizde en düşük ve en yüksek ısılar şöyle ve böyle olacaktır” gibi!
Şimdi özel TV ve radyolar devreye girince bu bireysel yanlış `kollektif’ olmaya başladı. İşin içine basılı yayın organlarını da katarsanız, bir `yanlış’ın nasıl `doğru’ haline geldiğini(!) kolayca anlayabilirsiniz.
Merakımı çeken nokta, kuruluş içi tek satırlık bir uyarıcı not ile düzeltilebilecek bu yanlışı düzeltmeye gerek görmeyen ya da yanlışmı doğru mu olduğu konusunda şüphede bulunan medya yöneticilerinin durumudur.
Aslında yanlış kullanılan yalnızca ısı-sıcaklık sözcükleri değildir. Afra-tafrasından geçilmeyen spikerlerimizin, “resm-i geçit” yerine “resmı geçit”; “lider” yerine ”lıder”; “tenkisat” yerine “tensikat” dediklerini hemen hergün duyarız.
Elektrik santrali filan gibi yerlerin açılışında enerji miktarını ifade etmek için `megawatt’; kuvvet ifade etmek için de `güç’ demenin adet olduğunu da hep biliriz.
Bunları bir ayrıntı olarak görenler, bu kadar sorun içinde bula bula bunların üzerinde kafa yorulmasını yadırgayanlar bulunabilir. Ama bakınız Konfiçyüs ne diyor: “Kelimeler yanlış olursa cümleler, cümleler yanlış olursa kavramlar yanlış olur. Kavramlar yanlış olursa halk anlaşamaz, halk anlaşamazsa dirlik bozulur!”.
Laiklik, demokrasi, hak, özgürlük gibi kavramlar üzerinde halkımızın niçin anlaşamayıp, dirliğimizin niçin bozulduğunu araştıranlar mutlaka ısı ile sıcaklığın niçin yerinde kullanılmadığını ve de kullanmamakta bu denli ısrar edildiğini anlamak zorundadırlar.
Kanımca konu yalnızca sözcüklerin yanlış kullanımından ibaret değildir. Yanlış kullanılan sözcükler, daha derinlerdeki başka sorunların yüzeydeki küçük uçları gibidir. Derindeki sorunlardan birisi “teknoloji cehaleti”dir. Yabancıların `teknoloji okur-yazarlığı’ dedikleri nitelikten yoksun olmak!
Durmadan teknoloji lafı edilen bir toplumda nasıl olup da teknoloji cehaleti varolabildiğine inanmayanların, I ve II Hezarfen Ahmet Çelebi olaylarını (II H.A. Çelebi olayı 1993 tarihlidir) incelemelerini öneririm.
-
Nis 16 2012 “Saygılaşım”
“Saygılaşım”
Ben hayvansever değilim!
Evet, ben bir hayvansever değilim. Kendime yakıştırabileceğim sıfat “hayvansayar” olabilir.
“Sevgi” duygusunun farklı kaynakları olabilir ve kolayca da marazi yönlere kayabilir. Çok sevdiği için sevgilisini doğrayan, çok sevdiği ev hayvanı nedeniyle tüm diğer hayvanlara ilgisiz kalan, vatanını çok sevdiği için sevmediğini düşündüklerini gözünü kırpmadan öldürmeye hazır kişilikler, sevginin her zaman saf kalamadığını gösteriyor.
Hayvansayarlığımın nedeni ise çok bencilce
Aslında tek amaç gözetiyorum: türümün varlığını sürdürmek!
Yalnız kendi varlığımı sürdüremiyeceğim, bunun için dışımdaki tüm -canlı, yarı canlı, cansız- varlıklara ihtiyacımın olması benim genetik yazgım. Bu bilgiyle yüklenmiş olarak dünyaya geldim.
Bu belirleyici ilkeye sadık kaldığımda, -nasıl olduğunu anlamadığım biçimde- evren bana yardımcı oluyor, karşı geldiğim zamanlarda ise -yine anlamadığım biçimde- zarar görüyorum. Benim zarar görmemem için, dışımdakilerin zarar görmesini önlemek gerekiyor.
Saygılaşım
Bugüne kadar rastladığım tüm hayvanlar bana karşı tam olarak bu ilkeye uygun davrandılar, ben de onlara öyle davranmaya çalışıyorum. Buna da bir ad taktım: “saygılaşım“.
Saygı nedir?
Saygı’nın “ zarar vermemek“, ancak ve yalnız “zarar vermemek” olduğunu düşünüyorum. Bu ilkeyi -iyi niyetlerle- daha ileri götürüp “fayda sağlamak” gibi bir ekleme ise bu ilkeyi zedeliyor; fayda sağlamak ancak entropiyi daha artırarak mümkün olabiliyor. Zarar vermemek ise tam olarak, yani gerek ve yeter şekilde fayda sağlayabiliyor.
Tüm türlere zarar veren (saygısız) bir alt-tür var
Aslında böyle bir şeyin olması imkansız gibi görünüyor. Bu olsa olsa, türlerden birinin bir özelliğinin yozlaşarak, kendine “fayda sağlamak” adına entropiyi -olağan akışının dışında- artırması şeklinde olabilir. Tabii ki bu uzun süre mümkün olamaz; bir süre sonra birbirine bağlı “büyük bütün” kendi dengesini kuracaktır. Bu arada geçen kısa süre içinde söz konusu alt-tür kendine “fayda sağladığına” inanabilir.
Bu alt-tür insandan türemiştir
İnsanın akıl denen özelliği kimilerinde yozlaşarak, kendi dışındakileri kendine fayda üretmeye zorlayan bir tümöre dönüşmüş görünüyor. Bu “saygısız” alt-tür, ancak onu üretebilecek yapıya sahip insan türünden dönüşerek ortaya çıkmış olabilir.
Büyük kapasiteli belleği (şimdilerde birkaçyüz megabyte civarında fiili kullandığı belleği olduğu tahmin ediliyor) ve -tüm canlılardaki- olağanüstü öğrenme yeteneği bir araya geldiğinde bu geniş bellek alanı içinde, kendi yapısını dahi tehdit edebilecek değer yargıları oluşturabilmektedir.
Öğrenme içgüdüsü aracılığıyla öğrenilenler arasında bir de ezber (sorgulanamazlık) varsa, söz konusu bu riskli değer yargıları sıkı sıkıya sahiplenilmiş bir dünya görüşüne ve onun ürünü olan yaşam biçimine dönüşebilmektedir. Böylece oluşan “saygısız” alt-tür kendince “iyi”dir ve çevresine “fayda” sağlamak için yaşamı boyunca çalışır; gerçekte ise sürekli olarak “zarar” üretir.
Bu alt-tür dışında kalan “saygılı” alt-tür de yine insan türüne aittir ve “saygısız”lar ile anatomik açıdan tamamen -herhalde- benzerdir. Tek olası fark değer yargıları açısındandır. Böylesine bir farklılık -bugünün biyolojik normlarına göre- tür farklılığını tanımlamasa da, birlikte yaşamalarının güç olduğu, dahası, varlıklarını sürdüremeyecekleri de bellidir.
“Saygılı” alt-tür çaba harcamalıdır
Saygılı alt-tür bu trajik gidişi durdurmak için çaba harcamak zorundadır. Bunu iyilik, sevap ve bu gibi deruni nedenlerle değil son derece bencilce nedenlerle yapmalıdır; aksi halde kendi varlığını sürdüremeyecek, kurunun yanında yaşlar da yanacaktır.
İşte mesele de bu noktada başlıyor: Çaba harcamak evet, ama nasıl?
Mevcut paradigmalarımız içindeki mücadele araçlarını kullanan epey insan var. Evlerine hayvan alıp korumaya çalışıyorlar, barınaklarda gönüllü olarak çalışıyorlar, yasal ortam oluşturmak için çaba harcıyorlar, protesto ediyorlar; yani ellerinden geleni doğrusu bu ya yapıyorlar. Hepsine şapka çıkarmak bir insanlık görevi.
Ama o ne? Vahşet giderek artıyor!
Büyük resme dışardan bakıldığında görünen şu: toplumumuz -ve de başka toplumlar- çok eski yıllarda olduğu gibi değil, çok daha gelişmiş. Daha örgütlü, yasalar daha yaptırımcı vs.
Ama hayvanlara karşı vahşet bu gelişmeye paralel olarak azalmamış tam aksine daha büyük bir hızla artmış. Hızla artan nüfus, acımasız rekabet koşulları içinde bunalan insanların bozulan ruh sağlıkları gibi nedenlerle dün akla hayale gelmeyecek vahşet bugün olağan sayılıyor.
Bu vahşet artışına yol açan çok sayıda neden içinde birkaç tanesi belirgindir: iletişim ortamlarının sınırlılığı nedeniyle yerel olarak kalabilen vahşet örnekleri artık ışık hızıyla tüm dünyaya dağılıyor; hiç aklına gelmeyecek insanlara yeni şiddet yöntemleri öğretiyor.
İkinci belirgin neden ise insana -haklı olarak- verilen değerin, -çok haksız olarak- “önce insan” gibi ayıp bir slogan eşliğinde yaygınlaşması.
Esas irtica budur
Binlerce yıl önce çeşitli dinlerin peygamberlerince tüm varlıkların birbirinden ayrılmazlığı vurgulanmışken, bunca zaman sonra geldiğimiz noktada “insan türü” bütün diğerlerinden ayrılıp yüceltiliyor ve yaşam hakkında bile ona öncelik veriliyor; hayvan deneyleri, serum yapmak için atlara can çekiştirmeler, hayvan derileri, kürkler vs hep “önce insan” sloganıyla yapılıyor. İşte esas geriye gidiş budur.
Saygısızlık tekdüze değildir, çan eğrisine göre dağılmıştır!
Saygısız alt-türün saygısızlık düzeyinin -çoğu olayda olduğu gibi- normal dağılım (çan eğrisi) uyarınca dağıldığı varsayılabilir. Elde başkaca saygı eksiği araştırması olmadığına göre böyle kabul edilebilir. Bu dağılımın bir ucunda “iflah olmazlar”, diğer ucunda ise “kazanılabilir olanlar” bulunmakta, iki ucun arası ise biraz farkında-biraz değil insan alt-türleri ile dolmaktadır.
İflah olmazlar için hayvansayarların -yasal sınırlar içinde- yapabilecekleri polise haber vermekten ibarettir. Bunun ne kadar etkili olacağını herkes kendi takdir edebilir. Öldürmek isteyip de deneyim yetersizliğinden öldüremedikleri adamın boyu, kazdıkları çukura sığmayınca ortak akılla önce kafasını kesmeyi düşünüp sonra onu da beceremeyince adamı canlı canlı katlayıp çukura sokan, sonra da adamın dışarı çıkabilme olasılığını azaltmak için toprağı -üzerinde zıplayarak- sıkıştıran kişiler bu gruba aittir ve sanılanın aksine etrafta bunlardan çok da vardır.
Bu saygısız alt-türün uç mensupları bazen adam öldürmekte, bazen de bu ihtiyaçlarını kurban keserken hayvanlara işkence ederek gidermektedirler. Bunlara doğrudan yapılabilecek şey pek yoktur.
Bunlara cesaret veren en büyük itici güç, çevrelerindeki diğer “saygısızlar”ın yarattığı “saygısızlık hoşgörüsü”dür. Çünkü hemen hepsi “önce insan” (hatta önce ben) sloganını benimsemişlerdir. Bu ortam saygısızlığı sıradanlaştırmakta, ancak çok aşırı olanların ortaya çıkabileceği bir kontrast ortamı yaratmaktadır.
(Nitekim, canlı toprağa gömerek öldürme olayını işleyen bir radyo programına çağrılan akademisyen ünvanlı bir kişi ile ünlü bir avukat, olayın nedeninin işsizlik, gelir dağılımı bozukluğu vs olduğunu savunmuş; programa telefonla katılanların tamamı da aynı görüşü desteklemişlerdir. Olayın bir, “kendi türüne saygısızlık” örneği olduğu ise konu dahi edilmemiştir. Şimdi bu kasapların “nadir” vaka olduğu söylenebilir mi?
Bunun için akla ihtiyacımız var, ama sıradan olanına değil!
İflah olmaz uç dışında kalanları etkileyebilecek yöntemlere ihtiyacımız var. Bu yöntemlerin bulunabileceğine inanıyorum. Ama tek engel var.
Katil kavram: “zaten“
Tembel insanlar genellikle zeki olurlarmış (en tehlikeli olanlar ise çalışkan ve aptal olanlarmış). Her halde en tembel -ve dolayısıyla da en zeki- olan birisinin icadı olduğundan kuşku olmayan bir kavram var: “zaten“.
– “Okulların, çocuğu çevreleyen dış ortamın bozucu etkileriyle tek başına başetmesi imkansızdır; bu yüzden bir veli-okul-öğrenci sözleşmesine gerek vardır. Sizden, bir veli olarak bunu yapmanızı bekliyorum“
– “A biz onu-tam sizin dediğiniz gibi değil ama- zaten yapıyoruz“
– “Sınavlarda uyguladığınız gözetim sistemi yerine onur sistemi uygulamalısınız ki, kendine ve başkalarına güvenen onurlu insanlar yetişsin“
– “Bizim uyguladığımız sistem zaten onun gibi bir şeydir“
– “Hayvanseverler aralarında bir ağ oluşturmadan bu işle başa çıkılamaz“
– “Zaten öyle bir ağımız var, herkese e-posta atıyoruz“
– “Hayvansayarlar dışındaki geniş kesimleri etkileyebilecek sıradışı etkinlikte sanat ürünlerine gerek var“
– “Bizim zaten öyle projelerimiz çok var“
– “Dizilerin, reklamların, filmlerin senaryoları içine gömülebilecek çok zekice mesajlara ihtiyaç var“
– “Zaten öyle filmlerimiz var“
Geniş kesimleri etkileyip saygısız alt-tür kimliğinin farkına vardırabilecek düşüncelere ihtiyaç var. Haydi bakalım kolay gelsin.