• Acaba Kürt yurttaşlarımız kulak verir mi?

    Acaba Kürt yurttaşlarımız kulak verir mi?

    Kendini vatandaş olmanın ötesinde etnik köken itibariyle de Türk sayan ortalama bir yurttaş, çağdaş demokratik ülkelerde norm hale gelmiş haklarının yıllardır eksik tanınmış olduğunu iddia etse -ayrıca da öyle olduğunu kanıtlasa-, bugün Kürt yurttaşlarımızın yakındıkları “hak eksikleri”ne göre acaba daha az eksikli mi olurdu?

    Ve bu safkan Türk yurttaşlarımız hak eksiklerini ileri sürerek otonomi isteğiyle örgütlenip ortaya çıksalar, gerçekten de hak eksiklerini giderebilirler mi? Bir başka deyişle, hak eksiklerinin nedeni Türk olmaları mıdır yoksa, her etnik kökenli, her dini veya ideolojik tercihli yurttaşımızı sarıp sarmalayan bir başka “ortak neden” vardır da, yurttaşlarımız o ortak nedeni anlamaya çalışmak yerine, kimliklerini tanımladıkları nitelikleri -ki bu herhangi bir özellikleri olabilir- tek neden olarak görmektedirler?

    İddiam o ortak nedenin, toplum kesimlerimizin, kimliklerini tanımladıkları özellikleri -Müslüman, Kürt, Alevi, Türk vb- her ne olursa olsun, Karmaşıklıkları Yönetme Kabiliyeti‘nin karşılaştırılabilir ülkelere göre[1] düşük olması, bunun sonucunda doğan sorunları da çözemeyerek bir de Sorun Çözme Kabiliyeti düşüklüğü göstermeleridir. Buna göre, bu yetmezliklerinin farkına varamadıkları ve ardından da gidermeye çalışmadıkları sürece, bir dizi kaza-bela ile karşılaşmaktan kurtulamayacaklarıdır.

    Niye öyle olsun?

    Toplumların bir bütün olarak ya da belirli kesimlerinin sahip oldukları çeşitli refah araçlarının her birinin, o araçların bulunmadığı hallere göre “ek karmaşıklıklar” yarattığı, o ek karmaşıklıkları yönetebilmenin ise, uygun maliyetli enerji kaynaklarına sahip olmak gerektirdiği bir doğa kanunu kadar kesindir[2],[3].

    Refah düzeyini , üstüne üstlük refahın kaçınılmaz doğurganlığını sürdürmeyi hedef edinmiş toplumların, başta enerji kaynakları olmak üzere, refah girdisi olabilecek her ne varsa o alandaki eksiklerini, Sorun Çözme Kabiliyeti düşük toplumlardan –satın alarak, dostluk yoluyla, kurnazlıkla, tehditle ya da zor kullanaraktransfer etmeleri mevcut dünya düzeninin en geçerli kuralıdır. Aynen, savana’daki kıt kaynakları paylaşmak zorunda olan çeşitli türlerin, birbirlerine karşı uyguladıkları acımasız yöntemlerin daha da şiddetlisini uygulamaktan kaçınmadıkları gibi.

    Türkiye özelinde durum nedir?

    Devletin tepe yöneticileri -eskilerden bu yana- Türkiye’deki terör olayları içinde “yabancı karanlık eller”in bulunduğunu hep dile getirmişlerdir. Fakat, “gözlerime bak ne demek istediğimi anlarsın!” misali, bu “eller”in -kimler olduğunu bir yana bırakalım- bunu niye yaptıkları konusu daima es geçilir. En fazla ayrıntı, “Türkiye’nin gelişmesini çekemeyen rakipler” tanımlaması yapılır.

    Bu bir ölçüde geçerli olsa da, otomotiv ya da beyaz eşya konusundaki gelişmemizi çekemeyen toplumların 30 yıldır 40,000 kişinin ölümüne neden olabilecek terör olaylarını kullanması en azından o insanların zekalarına hakaret sayılmalıdır. Sektörleri zayıflatmak / göçertmek için  daha doğrudan yöntemler varken, teröre başvurmak verimsiz bir yöntemdir.

    O halde başka neden(ler) olmalıdır. O neden(ler) kaş-göz hareketi ile açıklanamayacak kadar net olmalıdır. Nedenlerin başında Türkiye’nin Güneydoğu bölgesindeki katı petrol ve su (aynı zamanda bir enerji kaynağıdır) rezervleridir. Klasik madencilik metotlarıyla çıkarılabilen ve kayaç gözenekleri içinde bulunan ve/ya bitümlü kum olarak bilinen enerji kaynaklarının varlığı bu konuda çalışan kurumlarımızca bilinmektedir. Ayrıca da, Gülbenkyan’ın kızının (Tina) ruju ile harita üzerine çizdiği[4] Red Lines, günümüz uzaydan algılama yöntemleriyle de doğrulanmış petrol sınırıdır ve Türkiye’nin güneydoğusunu bütünüyle içine almaktadır.

    Sözün kısası, refah ülkelerinin refahlarını sürdürebilmeleri (yani karmaşıklığı yönetebilmeleri) o kaynakların Türkiye kontrolunda değil, kendi kontrollarında bulunmasını gerektiriyor.

    Bunun için de toplum kesimleri arasındaki doğal çatlakların -etnik ve/ya dini duyarlıklar gibi-  genişletilmesi ve Suudi Arabistan benzeri bir yumuşak başlı yapının oluşturulması gerekiyor.

    Kontrol ele geçirildikten sonra..

    Bir kısım yurttaşımızın, bu senaryodan bihaber olarak hak eksiklerinin giderilmesi yöntemi olarak benimseyip uyguladıkları terörün tüm aktörlerinin, öngörülen yeni yapı oluşturulduktan hemen sonra bütünüyle tasfiye edilmesi kaçınılmazdır; oyunun yeni perdesinde onlara rol yoktur.

    Kürt yurttaşlarımızın resme bir de bu tarafından bakmaları önerilir.

    23 Ekim 11 Pazar

  • OTOBÜSTE YANANLAR NİÇİN YANDI?

    OTOBÜSTE YANANLAR NİÇİN YANDI?

    Bir yolcu otobüsünün bagajında çıkan yangının, hidrolik sistemini bozması nedeniyle kapıları açılamamış ve 18 yolcu diri diri yanmışlardır. TV bu olayı “kaza” olarak duyurdu.

    Ölenlere Allah rahmet eylesin!

    Muhtemelen, düzenlenen kaza raporunda olayın“ nasıl” olduğu ayrıntılı olarak hikaye edilmekte, fakat “niçin” olduğuna ilişkin tek kelime edilmemektedir. Zaten, bu tür olayların birer talihsizlik eseri meydana geldiği, geleneksel “kaza” adlandırmasından da belli olmaktadır.

    Bu kaza (!);

    • Bagajlarda yanıcı-patlayıcı nesne taşımama kuralına aldırmayan aptal ve kurnaz yolcu vatandaşlarımız,

    • Yolcuların bu kurala uyup uymadığını denetleyebilecek sistemi kurmak becerisine ve sağduyusuna sahip olmayan otobüs şirketleri ve onların fiyakalı kaptan (!) ları

    • Otobüs şirketlerinin, yükümlülüklerine ne denli uyduğunu denetlemek durumunda olup da buna boşveren kamu otoritesi

    • Her otobüste bulunması zorunlu olup da genellikle otobüs şoförlerinin evlerinde fındık ve ceviz kırmak için kullanılan imdat çekici’ni fantezi sayan kafa yapıları

    • Bu ve benzer olaylar hakkında uyarılarda bulunan az sayıda insana kulak asmayıp, olabilecekleri falcı ve cincilerden öğrenmeyi yeğleyen bir kamuoyu

    mevcut olduğu sürece, daha çok kazalara hazır olunmalıdır. Ama yanarak ama çarpışarak. Yolda ve de dağlarda!

  • TARTIŞMA MİMARİSİ

    Sağlam bir torbanın içine rasgele şekilli taş parçaları konulsa ve yeterince uzun bir zaman -mesela 1 milyon yıl- çalkalansa, sonunda bütün taşlar düzgün birer küre olurlar. Nitekim deniz kenarlarındaki çakıl taşları, birbirlerine sürte sürte, bu kural uyarınca küreleşmeye doğru gitmektedirler (inanmayanlar bizzat deneyebilirler!)..

    Benzer bir yöntem -çok daha hızlandırılmış olarak- mühendislikte de kullanılmakta, bazı parçalar bu yolla düzgünleştirilmektedir. Doğada ve mühendislikte geçerli olan bu yöntem, niçin sorun çözmekte kullanılmasın? Belli sayıda insanı bir araya getirir, uzun bir süre tartıştırırsanız onlar da bir sorunu çözemezler mi?

    İşte -herhalde- bu düşünceden hareket eden program tasarımcıları, TV ve radyolarda çeşitli adlar altında seyredip dinlediğimiz tartışma programlarını yapmaktadırlar.

    Yıllardır, demokrasi konusundaki kültürümüzü oluşturanlar, tartışmanın, demokrasinin bir aracı olduğunu, tartışma yoluyla doğruların bulunup, uzlaşmaların sağlanabileceğini bizlere bellettiler. Ama tartışmanın ne demek olduğunu, kavga ile tartışma, iddialaşma ile tartışma, uzlaşmaksızın tartışma ve uzmanlık isteyen konulardaki tartışma, tartışmanın yönetimi gibi püf noktaları ne hikmetse es geçildi.

    Tartışmanın konusunun, yönteminin, taraflarının, kurallarının, bilgi desteğinin ve bunların hepsi demek olan “tartışma mimarisi”nin ise henüz duyulup bilindiğini gösteren bir işaret yok.

    Görülen odur ki, insanların kavgaya karşı doğal bir merakları vardır. Bir kavgayı durdurmak isteyen sayısının, onu seyretmek isteyenlerden yüzlerce kat az olduğunu hep gözlemişizdir. Tartışma programlarına da biraz böyle yaklaşılmaktadır.

    Belli ki, tartışmaları yönetenler, bu programların yapımcıları, böyle bir yazıyla tutumlarını değiştirip, bu işi bir mimarlık gibi ele almazlar. Ama en azından şunları bilmelerinde yarar vardır:

    1. Tartışma programları, halk mahkemeleri değildir.
    2. Genelleme, en rahatlatıcı yöntem ama en ağır insan hakları ihlalidir.
    3. Tartışma konusunun “doğru” saptanması, mimarinin en önemli yanıdır.
    4. Tartışacakların “doğru” seçimi için vazgeçilmez iki anahtar “dinlemesini bilmek” ve “bilgisiz konuşmamak” tır.
    5. Tartıştırma yoluyla doğruların bulunması, ancak o konuda söz söyleme ehliyeti olanların tartışması halinde doğrudur. Herhangi bir düşünsel değeri olmayan yakınmalar, hakaretler, suçlamalar, zanlar ve tahminler rahatlatır ve de bir işe yaramaz.
    6. Yönetici, olabildiğince az, mümkünse hiç müdahale etmez. Beyan etmek istediği düşüncelerini ancak panel, sempozyum gibi, yöneticinin de söz hakkının bulunduğu forumlarda dile getirebilir. Hele hele tartışmacıları susturup, onları birer figüran biçiminde kullanarak kendi yargılarını dile getirmek isteyenler, tartışma ortamına en büyük zararı verenlerdir.

    Düşünceleri ifade özgürlüğünün, doğru bilgilenme hakkı ile sınırlı olduğu unutulmamalı, rating adına demokrasinin bu altın kuralı tahrip edilmemelidir. O kural hepimize lazım olabilir.

    Benzer şekilde, tartışma listeleri İnternet’in olağanüstü imkanlar yaratan bir özelliği.. Ama her araç gibi onun da yararlarını tam kullanabilmek için dikkat edilmesi gereken noktalar var. Bunlara biraz dikkat, bu platformların tam bir ortak akıl ortamı haline gelmesini sağlayabilir.

    Bu noktaların hepsine birden tartışma mimarisi denilebilir ve yalnızca internet ortamında değil, kişilerin fiziki olarak hazır bulundukları açık oturumlar, paneller vb toplantı türleri için de bu mimarinin kurallarının geçerli olduğu söylenebilir.

    İnsanları bir ortamda özgürce tartışmaya bırakmanın, sonuçta doğru fikirler üreteceği gibi bir inanç vardır. Rastgele şekilli parçaların yeteri kadar uzun süre özgürce sürtüşmeye ve böylece birbirlerini aşındırmaya bırakılması halinde her birinin düzgün birer küre haline geleceği bilinmektedir. Ama bu yeterli süre yüzbin yıllar mertebesindedir ve tartışma ortamları için gerçekleştirilmesi oldukça güçtür. Bu uzunlukta olamayan mimarisiz tartışmalar ise uzlaşmalar ile değil keskinleşmiş çatışmalarla son bulur.

    Her ne ad ve format altında olursa olsun, her türlü tartışma ortamı:

    Aynen bir bina gibi bir mimariye sahip olmalıdır. Baştan tasarımı yapılmamış bir tartışma ise, kısa süre içinde şunlardan birisine -en az- dönüşür:

    Bir kişinin, uzun ve sürekli iddialarıyla tartışma ortamını bloke etmesi,

    Bir kişinin, bir veya birkaç ya da bütün tartışmacılarla kavgaya tutuşması,

    Konuların, tartışılması -ve bir sonuca ulaşılması- beklenenlerden uzak noktalara taşınıp topluca kaybolunması,

    Kimsenin katılmadığı bir sessizlik ortamı,

    Herkesin bambaşka konularda konuşup yazıştığı bir “chat” ortamı,

    Bir mimari tasarım mutlaka bir amaç ya da amaçlar kümesi tanımlayarak başlamalıdır. İnşaat yaparken ya da tartışma planlarken!

    Tartışmanın vazgeçilmez kuralları konusunda gerek baştan beri hazır bulunanların gerekse sonradan katılanların -varsa- bilgilendirilmeleri gerekir. Bu kurallara uyulup uyulmadığının denetimi ise bir denetçiye görev olarak verilmeli, denetçi hiçbir kişisel yargı katmadan bu kurallara uyumu denetlemeli ve yine kendisine başlangıç tartışmacılarınca verilen talimat uyarınca gereğini yapmalıdır.

    Buna göre, bir tartışma tasarımının ilk adımı, bir “denetçi”nin, “denetim yöntemi”nin ve “yaptırımlar”ın belirlenmesi ve bunun tüm tartışmacılara duyurulması olmalıdır.

    Vazgeçilmez kurallar şunlar olabilir:

    Kısa ifade : Her uzun ifade, başkalarının ifade özgürlüklerinin bir ölçüde çiğrenmesidir. Düşünceler, olabilecek en kısa formlarda dile getirilmelidir.

    (…dir)lere dikkat : Her (…dir), dik durdurulmaya çalışılan bir çubuk, her ilave (…dir) ise bu çubuğun üzerinde dengede durdurulmaya çalışılan yeni çubuklar(dır).

    Bir düşüncede ne kadar çok hipotez varsa, düşünce o denli dikkat ve alçakgönüllülükle dile getirilmelidir. Aynen, birbirinin üzerine konulup dengede tutulmaya çalışılan çubuklar gibi, çubuk sayısı arttıkça dengeyi tutturmak (yani düşüncenin doğru olması ihtimali) o denli zorlaşır (isteyenler önce bir, sonra da iki çubukla deneyebilir!).

    Ama diğer yandan her (…dir) insanı biraz daha rahatlatır, mevcut bir sorunu daha az karmaşık hale getirir. Buna göre, peşpeşe varsayımları dizip sonra da bunlardan iddialı sonuçlar çıkarmaya çalışmamak gerekir.

    Marifet, ortaklıkları bulmaktadır: İki düşünce arasında aykırılık bulmak son derece kolaydır. En doğru fikirler dahi kolayca eleştirilebilir. Tartışmalardan amaç, ne kadar akıllı, ne kadar bilgiç ve ne kadar iyi tartışmacı olduğumuzu kanıtlamak değil, üzerinde uzlaşılabilecek ufacık bir alan bulup, daha sonra bu alanı genişletmeye çalışmaktır.

    Doğrularımıza pek güvenmemek : Hepimiz doğrularımızla yaşarız. Malımızı mülkümüzü kaybetmeye razı olabilir fakat doğrularımızı bir türlü terk etmek istemeyiz. Gerçekte ise onlar bizim zincirlerimizdir. Her doğru, belirli koşullar ve varsayımlar içinde geçerli, bunun dışında ise geçersizdir. Adlandırmalar dışındaki tüm doğrular sorgulanabilir, almaşıkları bulunabilir.

    Fikir değiştirebilmek bir meziyettir. Fikrini, işine öyle geldiği için değiştiren bir sahtekar, eski düşüncesindeki bir boşluğu -kendi kendine ya da başkasının etkisiyle- bulup değiştiren ve de yanılmışım diyebilen ise bilgeliğe yürüyen kişidir.

    En akıllı kişi, başkasının düşüncesi üzerine katkı yapabilen kişidir : Tartışmalarda en iyi fikirler genellikle bir ilk fikrin tartışmacılarca zenginleştirilmesi suretiyle bulunur. Bu değerli hazineden bizi mahrum bırakan engel, “bu benim fikrim değil” sendromu olarak adlandırılan alışkanlıktır.

    Tartışmadan kesin ihraç nedeni: kaba hitaplar ve kişiselleştirme : Tartışma ortamları kişilerin kendi yargılarını, inançlarını, doğrularını başkalarına her ne yolla olursa olsun benimsetmek zorunda oldukları platformlar değildir. Belirli konularda fikir zenginleştirme amacına yönelik platformları, kişisel hesaplaşma, hakaret, kendi doğrularını kaba hitaplarla benimsetmek için olarak kullanmaya kalkışanların tüm tartışmacılar tarafından anında boykot edilip tartışma dışı bırakılması gerekir. Denetçinin başlıca görevlerinden birisi budur.

    Bu asgari kurallara ek olarak tartışmacılar uygun gördükleri başka kurallar da koyabilirler. Ama her ne olursa olsun amaç tek olmalıdır: daha kaliteli, üzerinde daha çok uzlaşı bulunan ve en önemlisi, tek başımıza üretemediğimiz düşünceleri ortak akıl yoluyla üretmek.

    Pazar, 30 Ekim 1994

  • Düşünce Notu

    Düşünce Notu

    Tarih:                         13 Mayıs 2011 Cuma

    Kimden:                    M.T.Titiz

    Kim(ler)e:

    cc

    Konusu:                 BN hizmet ürünlerine talep konusunda bir paradigma değişikliğine mi gereksinim var?

     

    pisa.tiffÜnlü askerlerden Omar Bradley’in bir sözü var: “Sana bir kiş eşek derse, aldırma gül ve geç; ama aynı gün beş kişi eşek derse kendine bir semer edin“.

    Beyaz Nokta® (BN), kurulduğu yıldan bu yana, çoğunluğun ilgi / dikkat alanının dışında kalan, ama toplumsal sorunların kökleri durumundaki sorun alanlarını anlamaya, çözüm üretmeye odaklandı.

    Konuların bu ortak özelliği, çözümlerin “satılabilirliği“ni de ister istemez olumsuz etkiledi, etkiliyor. Buna bir dereceye kadar razı olmak gerekir; nitekim razı da oluyoruz.

    Son olarak bir eğitim ürünümüz (KiGeP) konusunda bir üniversite ile yazışmamızda, gençlerin yaşamlarını değiştirebilecek bir seminerin –ki HDK seminerleri de bu çerçevede değerlendirilmelidir, çünkü iki seminer de benzerdir– üniversite ile ortak düzenlenebilmesi için ne kadar çok ön koşul ileri sürüldüğüne dikkat edince, bu notu kaleme almayı düşündüm.

    Aslında uzun süreden beri BN ürünlerine talep konusunda bazı kuşkularımız vardı; fakat birkaç ay önce İzmir Konak Belediyesi ile ortak düzenlemeyi planladığımız Hızlı Dönüşüm Kampı seminerlerine talep azlığı sorunu ortya çıkıp, nihayet birkaç gün önceki yazışmada tekrar kendini gösteren talep sorunu tekrarlayınca, bu konunun sistemik olduğunu düşünmeye başladım.

     

    Bir
    yanda, PISA sıralamasında (okuduğunu
    anlamada bile
    ) sondan üçüncü olabilen, ama bir yandan da kendini neredeyse
    eksiksiz gören öğrencilerimizin, bütünüyle yanlış hedefler doğrultusundaki bu
    koşuşturmalarının neye yaradığını sorgulamayan biz erişkinlerin Türkiye’yi
    elbirliği ile nerelere götürdüğümüzü bir daha serinkanlılıkla düşünmek
    gerekiyor.

    Aslında biraz düşününce,
    gençlerimizdeki bu “talep eksiği“nin
    nedensiz olmadığı, onların nasıl yetişmesi gerektiğini sürekli olarak dikte
    eden sanayinin, neredeyse her firma için özel dikilmiş elbise gibi insan
    malzemesi istediği, üniversitelerin de bunu hiç irdelemeden yerine getirmeye
    çalıştığı –ama bunun hem yanlış hem de
    imkansız olduğunu düşün(e)medikleri
    – anlaşılabiliyor[1].

    Bir
    sürü ad kalabalığını ezberlemek yerine, okuduğunu anlayabilen, bir yabancı dili-özgün ihtiyaçlara göre mükemmelleştirecek
    düzeyde
    – bir tabana sahip ve doğru sorular sorarak, eksiklerini ve
    ihtiyaçlarını şekillendirebilen insanlara ihtiyaç olduğunu idrak edemeyen
    üniversitelerle karşı karşıyayız. Bu gürültü içinde ne KiGep, ne HDK ve ne de meselenin
    köklerine yönelik girişimlere yer yoktur.

    Geçen yıl, İzmir BNGD ile ziyaret
    etmek istediğimiz DEÜ rektörünün, vakit yokluğundan dekanına, onun da yardımcısına
    havale edip bizim de vazgeçip geri dönmemiz de bu resmin bir kopyası değil
    midir?

    Öyle
    anlaşılıyor ki, öğrenme hedefleri BN ile çakışmayan öğrenci ve öğretmenlere bir
    şey “satmaya” çalışmaktan vazgeçip
    alternatif yollar düşünmeliyiz.

    Düşünmeliyiz, çünkü çocuk ve gençlerimiz ilköğretim, lise ve
    üniversitelerde öğretmenlerinin önlerine koyup ezbere bellemeyi[2]
    istedikleri malzemeyi yiyip-kusmaya koşullanmışlardır. Bunun dışında bir işle
    meşgul olabilecek ne zamanları ne motivasyonları vardır. Daha da vahimi,
    anaokulundan itibaren beynini istirahate almış “geleceğimizin teminatı” çocuk ve gençlerimiz giderek zihinsel
    yetilerini kaybediyorlar
    da olabilirler. Okuduğunu anlayamama bunun bir ön-göstergesi olabilir.

    Yanlışımız nerede olabilir?

    Birçok yerde olabilir. Ama -sanırım ki- bunların başında, her yerde
    verdiğimiz “ip itme – ip çekme” benzetmesine[3]
    kendimizin uymayışı geliyor. Yani bir öğrenme talebi olmayıp sadece
    koşullandırıldıkları işe yaramaz meşgalelerle zaman öldüren çocuk ve gençlerden
    öğrenmeleri için bir isteklilik göstermelerini bekliyoruz.



    Kuşkusuz onlar içinde -normal dağılım’ın bir
    cilvesi olarak- bu ölümcül sarmala kendini kaptırmamış olanlar da vardır.
    Nitekim 2003ten bu yanaki seminerlerde %10 kadar böyle kişiyle karşılaştık.

    Peki bunu bile bile
    niçin yapıyoruz? Cevap basit: Başka bir yol düşünemediğimiz için! (belki de
    başka yol gerçekten de yoktur; ama emin olamayız)

    Moderatör yetiştirme girişimlerimiz!

    Moderatör
    yetiştirebilmek için çok çaba harcadık. Öğrencilerle ilgili talep yetmezliği ile aynı nedenden
    dolayı başarılı olunamadı; ama nelerin olmayacağını da görmüş olduk.

    Tüm seminerlerin %95ine
    aktif olarak katılmış birisi olarak söyleyebilirim ki, gerek KiGeP ve HDK
    seminerlerinde gerekse moderatör yetiştirme seminerlerinde -sözünü ettiğim
    %10’luk kesimler hariç- sürekli olarak, “bir
    talebi olmayan
    ” ve “birçok ön-koşulu
    kabullenildiği için lutfen katılmış
    “, ama en küçük tatminsizlikte semineri terketmeye hazır katılımcılara,
    rica-minnet bir şeyler “öğretmeye” çalıştık. Halbuki satmaya çalıştığımız şey “öğretmek yerine öğrenmek” idi.  Şimdi bunun olamayacağını tam olarak
    görmüş bulunuyoruz. Bu da önemli bir kazanım sayılmalıdır.

    Peki şimdi??

    Madem ki %10 kadar
    öğrenme talebi olanlar vardır, o halde pasif olarak BN öğrenme ürünleri[4]
    hakkında bilgi veren, oldukça zengin BN web sitesi ile karşılaştırılmaları
    yeterlidir. Onlar, herhangi bir zorlamaya gerek kalmaksızın öğrenecekler; büyük
    bir olasılıkla onları rol model olarak kabul eden ikinci bir % 5-10 da
    öğrenmeye heves duyabilecektir.

    Burada bilemediğimiz, bu
    olası sürecin, kritik iyileşme eşiğini
    aşıp aşamayacağıdır.

    Bilemediğimiz ikinci
    nokta, halen ne kadar kişinin BN ile benzer amaçlar doğrultusunda yürüdüğüdür.
    Web üzerinden geri dönüşler son derece azdır ki bu, her iki anlama da
    gelebilir.

    Cüppeli Ahmet namıyla
    bilinen kişinin çeşitli TV söyleşilerinden birisinden, insanlarımızın
    neleri merak ettikleriöğrenilebilir (linke tıklayınız). Merak
    portföyleri içinde insanımızın,
    kurumlarımızın ve toplumumuzun sorun çözme kabiliyetlerinin niçin düşük olduğu,
    nasıl yükseltilebileceği
    gibi konular olmadığına göre ne(ler) yapılabilir?

    Hemen her toplumdaki gelişmelerin
    önderliğini yapan kişilerin sayısı yüzde birkaçlar ile ölçülebildiğine, bizdeki
    bu % birkaç ise kendi doğrularının dışında doğrular olabileceğini dinlemeye
    istekli görünmediğine göre, acaba biz de kendi cübbeli hocamızı mı oluştursak
    J.

    Bu da pek yapılabilir
    görünmediğine göre orta ve uzun vadeye yönelmekten başka çare görünmüyor.

    Öğrenme Evi® kavramının yeri ne olmalı?

    Başlangıçtan beri ÖğrEv, yerel sorunları çözmek isteyenlerin öğrenme
    ürünlerini kullanarak sorunlara çözümler ürettikleri ve bu yolla da
    katılanların sorun çözme kabiliyetlerinin gelişimine katkıda bulundukları
    yerler olarak öngörülmüştü.

    Bu yaklaşımda bir
    değişikliğe gerek görünmüyor. ÖğrEv’lerin peryodik olarak yapmaları öngörülen
    KiGeP ve HDK gibi seminerler ise, bu konulara ilgi duyanların bir araya
    gelmeleri için organizasyonların yapıldığı, ama seminer içeriklerinin -webte
    ayrıntılı olarak vardır- tamamen katılımcılar arasında bir workshop (çalıştay)
    formatında işlendiği biçime dönüşecektir.

    İzmir MY ÖğrEv, meraklı ve öğrenme istekli  kişilere (öğrenci olanlar ve olmayanlar birlikte) böyle bir
    çalıştayı duyurup deneyebilir. Çalıştay moderatörlüğünü de birkaç defa BN
    üstlenir, gerisini katılımcılar kendileri sağlarlar.



    Olmazsa olmaz: Kendini adamış kişiler!

    Bu sürecin yürümesinde vazgeçilmez unsur, zamanını ve/ya aklını ve/ya
    parasını ve/ya ilişkilerini toplumsal sorumluluk uğruna harcayabilecek
    insanların varlığıdır.

    Ne zamanını, ne parasını, ne ilişkilerini harekete geçirmeyen, ama
    sürekli olarak çeşitli olumsuz örnekler bulup yakınan, böylelikle de “sakin
    sularda” yaşam sürdürmek bireysel olarak iyi olabilir; ama bu tür tutumların
    geleceğimizden çalıntı olduğu da
    unutulmamalıdır.

    Sonuç

    Özetlemek gerekirse:

    1.     Bir talebi olmayan kişilere hizmet sunmak yöntemi sonuç vermiyor.

    2.     Potansiyel katılımcılar içinde küçük bir yüzde öğrenme talebine
    sahiptir. Bunlara  web veya aktif
    olmayan yöntemlerle (poster, broşür vs) erişilmeye çalışılmalıdır.

    3.     Moderatör yetiştirme çalışmaları başarılı olmamıştır.

    4.     Bundan sonraki çalışmalar, yerel sorunlar çevresinde düzenlenecek
    atelye çalışmaları yoluyla yapılmalı; ÖğrEv’ler bunları organize etmelidir.

    5.     Mevcut gönüllü tabanımızın, toplumsal sorumluluğunu duyumsayan,
    kaynaklarını bu yolda harekete geçirebilen kişilerden oluşmasına
    çalışılmalıdır.

     

     

     

     


    [1] Üniversitelerle ilgili bu düşüncemi abartılı bulabilenlerin,
    Cumhuriyet Bilim-Teknik ekinde (13 Mayıs 2011) Prof. Celal Şengör’ün “Türkiye’de üniversite yoktur” konulu
    yazısını okumalarını öneririm.

    [2]Mümkün olan
    yerlerde “ezbere bellemek
    sözcüklerini yanyana kullanıyor ve böylece farklı anlamlar taşıdığını
    hatırlatmayı umuyorum. Bellemek, bellekte
    tutmak, akılda tutmak, unutmamak
    anlamına gelirken; ezberlemek ise sorgulamadan kabul etmek (by heart, par coeur, yürektenlik)
    anlamındadır. Bellemek bir öğrenme
    yöntemi iken ezberlemek Tanrı vergisi merak duygusunun -kendi egemenliklerini
    sorgulamalarını engellemek amacıyla- yasaklanmasıdır.

    [3] Öğretmeyi “ip itmeye” -ki imkansızdır-, öğrenmeyi ise “ip çekme”ye
    -ki ancak bu mümkündür-benzeten örnek kastediliyor.

    [4] Öğrenme ürünleri deyimiyle, Sorun Çözme Araçları kastediliyor.

  • Dürüstlerin ödüllendirilmesi

    Dürüstlerin ödüllendirilmesi

    Yaralarını sarmaya ulusça çabaladığımız 23 Ekim Van depremi sonrasında oluşan doğal tepkilerin odağında, kötü kaliteli inşaatları yapan ve/ya satan müteahhitler, bunların yetersiz kalitelerine düzgün denetlemeyen, bunlara ruhsat veren görevli kamu görevlileri, bina kolonlarını kesip ferahlatan(!)  cehalet anıtı kişiler geliyor.

    Bu kişilere yönelik tepkilerin yanısıra, -o ölçüde olmasa da- tam aksi uçta bulunan kişiler için de övgüler var. Hatta, konuyla ilgili bir köşe yazısında, birinci gruptaki “melun” tür mensuplarının afişe edilmeleri; ama diğer uçta bulunan “kural yandaşları”nın da topluma tanıtılmaları gerektiği öneriliyordu. Nitekim TV konuşmalarında da artık yavaş yavaş yerilecek kişiler kadar –bence daha da fazla- diğerlerinin övülmelerinin yararlarına değinilmeye başlandı; bu çok iyi bir gelişme.

    Ama ne yazık ki, başımıza gelen her bela fizikçi ve papaz Blaise Pascal’ın ünlü sözünü tekrar tekrar hatırlatıyor: “Tecrübe zor ve pahalı bir okuldur, ama aklını kullanmasını bilmeyenlerin gidebileceği başkaca bir okul da yoktur“.

    Yaklaşık 10 yıldır, trafikteki “kural yandaşları”nın birbirlerini tanıyarak yalnız olmadıklarını farketmeleri ve bir yandan da “kural tanımazlar” (trafiğin melunları) ile “kural yandaşları” arasındaki gri bölgedeki çoğunluğu oluşturan zombi türünün en azından bir bölümünün kural yandaşları yanına transfer olmaları için tanımlanan SÖZ kampanyası için çaba harcanıyor.

    İşe yarar bir sonuç üretmeden tüm medyayı seferber edenlerin dışında gürültü yapmadan imkan sahiplerinin idraklerinin gelmesini bekleyenler kategorisindeki SÖZ,  HİÇBİR otomotiv firmasından destek görmedi; görmediği gibi bilgilendirilmeleri için en kıt kaynak olan zaman israfına neden olmaları da cabası.

    Benzer bir girişim, beklenen İstanbul depremine karşı geliştirilen Mahalle Dayanışması projesidir. SÖZ’e benzer biçimde, Türkiye’de yaşayan herkesi ve her kurumu derinden etkileyecek bir olguya karşı geliştirilen proje, 3000 (yazıyla üçbin) belediye içinden yalnızca 1 (yazıyla bir) belediyeden (Şişli) destek gördü.

    Umarım, kural yandaşlığının “enayilik” statüsünden sorumlu yurttaş statüsüne geçebilmesi için, onların kendi aralarında oluşturacakları ağların desteklenmesi bilinci bu son felaketle biraz daha idrak edilmiş olur.

    Pascal’ı tekrar anarken, yaşamını tüm kaybedenlere Tanrı’dan rahmet dilerim.

    28 Ekim 11 Cuma

  • Oy vermeyenler!

    Oy vermeyenler!

    Bugün milletvekili genel seçimi yapılıyor. Hemen her görüşten kişi bu seçimlerin “önemli” olduğunu, sandığa gitmenin bir yurttaşlık görevi olduğunun altını çiziyor.

    Seçimler hakkında görüşü alınan bir yurttaş TV’de, boş oy verenlerin de önemli bir işlev yerine getirdiğini, böylelikle tüm partilere “ben sizlerin yaklaşımlarınızdan mutlu değilim” mesajı verdiğini söyledi ki gerçekte de doğru bir saptama. Bu mesajı alabilenlerin kendilerine çeki düzen vermeleri ve/ya yeni bir siyasi oluşuma ihtiyaç olduğunu farkeden yurttaşların siyasi girişimlerde bulunabilmesi olasıdır.

    Ben bütün bu görüşlere tüm kalbimle katılırım.

    Bir de sandığa gitmeyerek tepkisini dile getirenler var. Onlar boş oy‘a göre daha güç deşifre edilebilir bir mesaj veriyorlar. Seçim gününü unuttukları için mi yoksa tümüne bir mesaj vermek için mi ya da tembelliklerinden mi bilmek imkansız. Ama yine de davranışlarının bir “değeri” var.

    Bu kişileri de anlayabiliyorum.

    Üçüncü bir tip “yurttaş”(!) var ki onlar, oy vermeye gitmiyorlar; etrafa ayıp olmasın diye de çeşitli yalanlar -hastaydık, adres naklettik vs- söylüyorlar.

    Ben kendimi zorluyorum ve bunları da anlamaya çalışıyorum. Toplum içinde yaşayıp, onun imkanlarından yararlanan ama en basit yurttaşlık görevini yerine getirmeyen, bunu da açığa vuramayan zavallılar.

    Ama dördüncü bir tipe katlanamıyorum. Onlar, yukardaki üçüncü tipin özel bir grubu. Sürekli olarak vatan-millet söylevleri çeken, posta kutularımızı, oradan buradan gelen e-postalarla dolduran, yarım akıllarıyla herkese akıl satan ve kimsenin kendilerinin farkında olmadığını sananlar.

    Hani bir fıkra vary ya; “çıkar şu dilinin altındaki baklayı..” konulu. Şimdi öyle bir kişiye ihtiyaç var.

    12.06.2011 3:17 PM

     

  • Nihat Doğan ve “küme zekası”

    Nihat Doğan ve “küme zekası

    Doğruluğu ya da yanlışlığının sorumluluğu kendilerine, bir gazete haberi haberi: “Ünlü şarkıcılar Nihat Doğan ve İzzet Yıldızhan, bir otelde 300’er dolardan anlaştıkları 4 hayat kadını ile fantezi yaparken çıkan bir darp olayı nedeniyle karakolluk olmuşlar. Duruma açıklık getiren ünlü şarkıcı Nihat Doğan, Bakan Çağlayan’ın oğlunun düğününe davetli olduklarını, İzzet’in odasına 5 dakikalığına uğradığında hayranı olan kadınların hücumuna uğradığını, meselenin bundan ibaret olduğunu belirtmiş“.

    Bu yazımla, adı geçen bu iki ünlü şarkıcıya ilişkin en küçük bir fikir beyan etmeyi gereksiz, yaşamımdan kopacak bir kırmık olarak gördüğümü belirtmeliyim. Sorun olarak gördüğüm:

    –       bu kişileri kimlerin “ünlü” olarak gördükleri,

    –       eğer öyle iseler hangi nitelikleri dolayısıyla “ünlendikleri” ve 

    –       bu ünlendirme işine kimlerin aracılık ettiği

    gibi üç konu ile ne yapılabileceğidir.

    Çok merak ettiğim ise, birbirimize hakaret olarak nitelediğimiz “hayvan” türlerinin, kümeler halinde mükemmelen becerebildikleri “talimat almadan sağduyu yönünde karar ve eylem yapabilme“yi, kendini yere göğe sığdıramayan insan kümelerinin ve onların kurum kümelerinin (medya gibi) bunu nasıl olup da yap(a)madıklarıdır.

    Sorun olarak gördüğüm 3 konudaki cevapları ise herkes kolayca bulabilir.

    Toplumumuzun afyonla yaşayan bölümü için diyeceğim bir şey yoktur, onlar mazurdurlar. Bunları ünleyip sonra da toplumun ikonları haline getiren aracılara ise yazıklar olsun.

    Bunu –ve benzerlerini- bir “haber” olarak görüp bize sunan gazete(ler)e de yazıklar olsun.

    30 Ekim 11 Pazar

  • KISALTMALAR VE MEDENİYET !

    KISALTMALAR VE MEDENİYET !

    “Sosyal Demokrat Halkçı Parti Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın ile Doğru Yol Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Profesör doktor Tansu Çiller, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş ile birlikte …….”

    Evvelden yalnız devlet televizyonunda rastladığımız bu tür ünvan saymalar artık tüm medyada yer alıyor.

    Bütün Türkiye’nin tanıdığı, ünvanlarını en ince ayrıntısına kadar bildiği insanlarımızı her defasında niçin tekrar tekrar tanıtmaya ihtiyaç duyduklarını bir türlü anlayamamışımdır. Bunun, o ünvan sahiplerince istendiğini hiç sanmam. Olsa olsa haberleri hazırlayan ve kısaltmaların birer medeniyet göstergesi olduğunun bilincinde olmayan, kendi vakti bol olduğu için başkalarının vaktini de bol sanan birilerinin marifetidir..

    Dünyada herkesin adını ve ünvanını bildiği Amerikan başkanı yalnızca “Başkan Clinton” diye anılırken, bir zamanlar Habeşistan devlet başkanı olan Haile Selasiye bütün ünvanları uzun uzun sayıldıktan sonra bir de “aslanlar aslanı” şeklinde acaba niçin övülürdü?

    Kısaltmaların medeniyet göstergesi olması iki ana sebebe dayanır: Birincisi, insanların ünvanlarıyla değil yaptıklarıyla övülebileceğinin bilincinde olan bir toplum yapısıdır. İkincisi ise zamanın değeridir.

    CNN, BBC ve bu gibi TV spikerlerinin dakikada ortalama 300 kelime konuşabildiğine, bizim televizyonlarımızdaki -çoğu- spikerlerin ise ancak 100 kelimeyi yanlışsız söyleyebildiğine, bir de pasif sözcüklere bir türlü dillerinin dönmediğine dikkat ediniz. Eli yüzü düzgün diye halkın karşısına çıkarılan ve göz süzmekten başka bir marifeti bulunmayan (başka marifetleri varsa da bilmediğimiz) hatunlar ise tamamen bir felakettir.

    TV yöneticileri lütfen biraz daha halka saygılı olsunlar. Kimsenin uzun uzun ünvan dinlemeye mecburiyeti olmadığını, eğer söyleyecek birşeyleri yoksa haber sürelerini kısaltmanın en akıllıca yol olduğunu artık idrak etsinler.

  • Protokol krizi ne diyor?

    Protokol krizi ne diyor?

    Bir gazete haberi..

    Bir ilimizin emniyet müdürü, ilde düzenlenen bir törende, protokolun en arka sırasına oturtulduğu için küsmüş ve milletvekillerinin tüm ısrarına rağmen küslüğünden vazgeçmeyip tören boyunca orada oturmuş, sonra da kokteyl’e katılmadan çekip gitmiş.”

    Nitekim bu tür itişip-kakışmalar sıkça olur, kimi zaman milletvekili valinin arkasında kaldığından kimi zaman il başkanı yeterince önde duramadığından hep krizler çıkar.

    :Organizasyontablosu.jpgProtokol imkansızı mümkün kılma girişimidir!

    Protokol -hele ciddiye alınırsa- neredeyse imkansız bir iştir. “Farklılıklar” çok boyutlu, protokollar ise tek boyutludur. Eğer protokola konu olacak kişiler örneğin aynı bir kurumun görevlileri olsaydı kurumun hiyerarşisi aynı zamanda protokol sırasını da gösterirdi. büyütmek için tıklayınız! Ama böyle değil de, örneğin bir ildeki adalet teşkilatı ile siyasi partiler farklı boyutlarda olduklarından bunları sıraya dizmek teknik olarak imkansızdır. Aynen üç boyutlu bir huniyi iki boyutlu kağıt üzerine resmetmek gibi. Bu nedenle de “gibi” yapılır ve izdüşüm yöntemi kullanılır. Kağıda çizilen huni gerçek huninin ancak izdüşümü olur.

    Kısmi bir çözüm var..

    Protokolun sıralanacağı yerler bir düzlem üzerinde değil de, üst üste katmanlar biçiminde -yani apartman gibi üstüste tablalar gibi- yerleştirilirse problem bir ölçüde çözülür. En üst kata, büyüklüğü tartışılmaz kimler varsa onlar, alt katlara da düzeyine razı olacaklar yerleştirilebilir. Tabii bu durumda aynı bir katta olanlar arasında niza çıkar ki çözüme “kısmi” dememin nedeni budur.

    Bir anı

    Yıl 1988. Yer Berlin. Berlin, Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş. Bu bağlamdaki etkinliklerden birisi de bir klasik müzik konseri. Dünyanın en ünlü senfoni orkestralarından birisi konser verecek. Salon ağzına kadar dolu, iğne atılsa düşecek yer yok.

    Konserin 20.30’da başlayacağı ilan edilmiş, tüm yerler dolu. Sadece federal cmhurbaşkanı Richard von Weizsäcker ve eşinin oturacağı ön sırada iki kişilik yer ayrılmış. Konserin başlamasına birkaç dakika kalmış fakat cumhurbaşkanı ve eşi ortada yok.

    Saat 20.30 olunca koridorda boş yer bekleyen iki kişi gelip cumhurbaşkanı ve eşi için ayrılan yere oturuverdiler; kimse de gelip yerlerinden kaldırmadı.

    Orkestra sahneye çıktı, yerleştiler, bunlar birkaç dakika içinde olurken, salonun kapısından cmhurbaşkanı Weizsäcker ve eşi girdiler. Fakat hayret, bir koşuşturma, koruma ordusunun onu bunu itelemesi gibi “normal” bir hareket yok.

    Yerlerini biliyor olacaklar ki doğrudan kendilerine ayrılmış -ama artık dolu- koltuklara yönelen karı koca, yere oturulmuş olduğunu görünce -hiçbir tepki göstermeden- birbirlerinden ayrılıp birbirinden epey uzakta iki koltuk bulup oturdular. Onlara ayrılan koltuktakiler de kıllarını kıpırdatmadan -ayrıca kimse de bu olayı önemsemeden- konser başladı.

    Bu -bizde- imkansızdır değil mi?

    Bu tablo o tarihten beri gözümden -en ince ayrıntıya kadar- hiç silinmemiştir. Cumhurbaşkanı ne demek, en küçük bir coğrafi birimdeki bir kamu (hatta özel sektör) görevlisinin bu gibi bir durumda ne arızalar çıkarabileceğini tahmin edebilirsiniz.

    Yine aynı tarihlerde bir ilçemizde, iktidar partisinin ilçe teşkilatının yedek disiplin kurulu üyesi görüşmek için doğrdan bakanlığa gelince randevusu olup olmadığını sormuşlar. Uzun bir tartışmadan sonra def-i bela kabilinden içeri alınınca, hayretler içinde kendisine randevu teklif edildiğini, bunun makamıyla mütenasip olmadığından yakınmış ve özel kalem müdürünün cezalandırılmasını istemişti.

    Bu birkaç olaya bakıp ne anlaşılmalı?

    Her toplumda kendini önemli gören, kendini beğenmiş insanlar olabilir; normal dağılım uyarınca bunların uç örnekleri de bulunabilir. Ama eğer bir olgu istisna olmaktan çıkıp da bir norm haline gelirse bunu anlamaya çalışmak gerekir.

    Öne çıkmak, kendini önemli göstermek için her fırsatı bu denli önemseyen insanların çokça -çoğunluk demeye dilim varmıyor- olduğu bir durum acaba sadece basit sıralanma konusundan mı ibarettir, yoksa hiç umulmayacak yerlerde de izleri olabilir mi? Ne dersiniz?

    05 Ekim 2010 Salı

  • MuHAP

    MuHAP

    Yazı başlığı bir dernek ismi gibi oldu ama öyle değil, daha iddialı bir şeyin kısa adı: Muhibet Hala’ları Araştırma Projesi. Proje fikrinin dayandığı nokta, insan dokumuzu daha iyi tanıdığımızda, kurumlarımızı, sistemlerimizi ve ümitlerimizi tasarımlarken daha gerçekçi olacağımız, bundan kaçınıp herşeyi idealize ettikçe de giderek gerçeklerden kopacağımız şeklinde özetlenebilir.

    Gazetelerin yazdığına göre, Muhibet Yıldırım adında bir kadın, ağabeyi evlenmesine karşı çıktığı için, ona “unutamayacağı bir karşı ceza” vermek amacıyla, ağabeyinin oğlu 4 yaşındaki Yunus Yıldırım’ın önce cinsel organını kesmeye çalışmış, sonra da öldürüp çuvala koyarak apartmanın boşluğuna atmış.

    Testereyle sevgilisinin başını kesen, istemeden sahip oldukları bebeği barbekü ocağında yakıp küllerini savuran ve benzer yollarla “sorun çözmeye çalışan” kişilere ilişkin haberleri hemen hergün okuyup dinlediğimiz için Muhibet halanın bu sevecenliğinin haber değeri pek yok.

    Muhibet hala biraz daha kurnaz davranıp cesedi apartman boşluğu yerine bir başka yere atsaydı muhtemelen cinayeti ömür boyu gizli kalabilirdi.

    Burada soru şudur: Muhibet hala, 70 milyon nüfusun içinde tek olamayacağına, örnekler de bunu fazlasıyla doğruladığına göre, yaşamlarımızın hangi kesitlerinde hangi arızalara neden olmaktadırlar?

    Bu soruya bir nefeste cevap vermek yerine daha basit sorulardan yola çıkılırsa:

    Soru 1.   Muhibet hala’lardan (Muhip dayı’lar) yaklaşık kaç adet vardır?

    Soru 2.   Bu kişiler ülkemizin tek noktasında toplu olarak beklemediklerine göre ülke yüzeyine homojen olarak mı dağılmışlardır?

    Soru 3.   Bu kişiler içinde okumuş, meslek ve mevki sahibi olmuş olanların yükselebilecekleri yerleri otomotik olarak sınırlayan bir hukuk ya da doğa kuralı var mıdır?

    Soru 4.   Bambaşka alanlardaki eğriliklerden ne kadarı bu kişilere aittir?

    Soru 5.   En azından kamu görevi (otobüs şoförlüğü, öğretmenlik, siyaset gibi) yapacaklar için, esaslı bir ruhsal sağlık taraması yapılması mümkün müdür?

    Aslında bu tür soruları çeşitlendirerek birçok faili meçhul -gibi görünen- sorun alanı daha kolay anlaşılabilir?

    Buna göre önerim, bu konunun bir disiplinlerarası proje olarak tanımlanarak üzerinde çalışılmasıdır. Tabii ki projede görev alacak olanların da öncelikle taramadan geçirilmesi şartıyla.

    26 Ekim 2010 Salı