-
Nis 16 2012 TEKRARSIZ ÖĞRENME
TEKRARSIZ ÖĞRENME
Geleneksel eğitimi en iyi betimleyecek üç kavram aransa herhalde bunlar “öğretme”, “tekrar yoluyla belletme” ve “ezber” olurdu. Bu yazıda bu kavramlardan ilk ikisi üzerinde durulacak, bunlara alternatifler önerilecektir.
Öğretme: Öğrenme Enerjisini Gözardı Eden Yöntem!
İnsanoğluna çeşitli şekillerde bakılabilir. Bunlardan birisi de onu bir dizi enerjinin toplamı olarak görmektir. Cinsel enerji, fiziki enerji, düşünsel enerji ve öğrenme enerjisi bunların en önemlileridir.
Bu enerjilerin her biri kısmen diğerine dönüşebilir, ama bu dönüşüm çoğu zaman kimi sorunları da beraberinde getirir. Örneğin uygun biçimde kullanıl(a)mayan cinsel enerji diğer enerji türlerine dönüşür ama geride bir takım ruhsal sorunlar bırakarak. Benzer şekilde kullanılmayan fiziki enerji de düşünsel veya diğer tip enerjilere dönüşebilir, ama yarattığı vakum içinde sorunlar ürer.
Aslolan her enerji türünün, birbirinden aşırı alış-veriş yapmaksızın yerli yerinde kullanılması, kullanılmayan türlerin sorunlar doğurmasına fırsat yaratılmamasıdır.
Pratikte, ortalama yaşam süren insanlar normal olarak bütün enerji türlerini bir ölçüde kullanırlar. Kullanılmayan miktarlar ise ölçüsü oranında sorunlara yol açar.
Ancak bu enerji türleri arasında bir tanesi, ilk çocukluk çağlarından sonra giderek daha az kullanılmaya başlanır. Bu “öğrenme enerjisi” dir.
İnsan -ve bütün canlıların- doğasının şaşmaz bir gereği olarak ve milyarlarca yıl süren bir evrimle gelişmiş bulunan “öğrenme” yetisi, bu yetinin kullanılabilmesini teminen yine doğa tarafından enerjilendirilmiştir.
Çocuk, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren -belki de daha önce -, doğal olarak hissetiği, sonralarda duyuları ile algıladığı ve daha sonra da aklıyla kavradığı ihtiyaçlarını, öğrenme yetisi ve onu besleyen enerji yoluyla “öğrenir”.
Çocuğun bebeklik ve ilk çocukluk çağlarındaki öğrenme “oyun” yoluyla olur.
Bebek ve çocuk, oyunu çevresindeki eşyaları kullanarak bir tasarımcı becerisiyle tasarımlar. Tasarımlanan bu süreç, çevredeki imkanlar, ihtiyaçlar ve çocuğun öğrenme profili arasındaki optimal çözümdür. Bebek ya da çocuk bu süreci yaşarken bunu zevkle yapar. Oyun oynayan çocuğun dünyadan koptuğu, başka bir alemde yaşadığı sanılabilir. Bu sürpiz değildir. Çünkü, ihtiyaçlarına karşı azami tatmini almaktadır.
Bu optimal süreç, ilkokulun ilk 1-2 sınıfından başlayarak bozulmaya başlar.
Çocuğun gerçek ihtiyaçlarının oyun yoluyla ve bizzat kendisince öğrenilmesinin yerini, müfredatta belirtilen ve çoğu, çocuğun ileride gereksineceği düşünülen “varsayılmış ihtiyaçlar”ın öğretmen tarafından öğretilmesi almaya başlar. Süreçteki bu değişim sınıflar ilerledikçe hızlanır ve lise sıralarına gelindiğinde “oyun” ve “öğrenme” tamamen dışlanır. Artık “öğretme” tam olarak egemen olmuştur.
“Öğretme”, Peki Nasıl ?
Bilinen öğretme yöntemlerinin hepsi, bellekte tutmaya dayalıdır. Öğrenci bazen zorlanarak bazen motive edilerek öğretilmek istenilenleri bellemeye yönlendirilir.
Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin koşullanmaya açıklığından yararlanır.
Koşullandırmaya dayalı eğitimin babası sayılabilecek olan B.F. Skinner, hayvanlar üzerinde yaptığı deneylerin insanlara da uygulanabileceğini göstermiştir. Bugünkü eğitim sistemlerinin temeli, işte bu hayvan deneylerine dayanmaktadır.
İlk ve orta öğrenimde, hatta yüksek öğrenimde sıkça başvurulan “örnek problemler çözerek benzetme yapabilme becerisi kazanma” yöntemi, tekrar yoluyla belleme’ye en tipik örnektir.
İhtiyaçların, kişinin kendince öğrenilmesi ise tamamen farklı bir süreçtir ve koşullanmayla ilgili değildir.
Niçin “Öğretme”?
Birkaç neden birlikte vardır: Devletin, kendi ideolojisine uygun vatandaş yetiştirme arzusu nedenlerden birisidir. Halbuki, ihtiyaçlarının gerektirdiği bilgi becerileri edinmeyi öğrenmiş, bunu zevkle yapabilen ve dolayısıyla sorunlarını bilgi ve beceriyle çözebilen insanların, başka olumlu özelliklerinin yanısıra aynı zamanda iyi vatandaşlar da olacaklarının idrak edilebilmesi gerekirdi.
Bir diğer neden, eğitim kadrolarına, öğrenme ortamı hazırlama gibi nisbeten güç bir görevi yerine getirebilecek formasyonun kazandırılmasındaki yetersizliklerdir.
Eğitim yöntemi konusunda herhangi bir seçim hakkı bulunmayan milyonlarca çocuk ve gence merkezi biçimde belirlenmiş müfredatı “öğretme”nin vermiş olabileceği egemenlik duygusu ise bir başka olası nedendir.
Çocukların öğrenme konusundaki doğal yeteneklerinin farkında olmama ise en önemli nedenlerden birisidir. Bunun altında ise “öğretme” esaslı eğitimle yetişmiş erişkinlerin kendilerini değerlendirirken saptadıkları yetersizliğin çocuklarda da var olduğunu varsaymaları bulunmaktadır. Biz beceremiyorsak çocuklar da beceremez!
Nihayet bir diğer neden, bir toplumsal histeri haline gelmiş bulunan sınav başarısı için öğrenmenin değil, sorulan sorulara yanıt verebilmenin önem kazanmasıdır. Böyle bir hedef altında öğrenmek için zaman yoktur. Tüm zaman, olabildiğince çok olası yanıtı bellemek için kullanılmalıdır.
Sıfır Tekrarlı Öğrenme (zero trial learning) !
Kişinin ihtiyaç duyduğu bir bilgi, herhangi bir tekrara gerek kalmaksızın bir defada öğrenilir. Kişi, öğrenme profiline en uygun biçimde bu bilgiyi alıp derhal içselleştirir.
Küçük çocukların oyunları incelendiğinde, o amaçsız ve zaman zaman komik görünüşlü hareketlerin her birisinin, belirli bir eğitsel hedefe yönelik çok anlamlı ve akılcı deneyler olduğu görülecektir.
Bir defada öğrenme erişkinler için de geçerledir. Hoşa giden bir fıkra, bir çizgi roman, ilginç bir olay tekrara gerek kalmadan öğrenilir.
Kişinin ihtiyaç duyduğu bilgilerin yanısıra ihtiyaç duyduğu beceriler de sıfır tekrarla öğrenilir. Ancak, bunların hareket merkezine kaydedilmesi ve böylece düşünülmeden yapılabilmesi için, kişi kendi iradesiyle bazı tekrarlar yapar ve beceriyi içselleştirir.
İhtiyaçların Farkına Varabilme : Bir Başka İhtiyaç !
Kişinin herhangi bir dış hatırlatmaya gerek kalmadan farkında olduğu ihtiyaçlarının yanısıra, içinde bulunduğu fiziki ve sosyal çevrenin gerektirdiği ve normal olarak kişinin ihtiyaçlar envanterinde yer almayan bazı Bilgi – Beceri – Tutum ve Davranış‘lar da (Knowledge – Skill – Aptitude -Behavior) olacaktır. İçinde yaşanılan zaman ve sosyal çevre, bu tür ihtiyaçların yoğun olarak ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Bu noktada yapılması gereken, “ihtiyaçlara yönelik öğrenme”den vazgeçerek “kişinin bilmesi gerektiğine karar verilenleri öğretmek” değildir. Aksine, aynı yöntemi korumak ve bu defa, kişinin ihtiyaç envanterinde bulunmayan ihtiyaçları, o envantere dahil etmeye çalışmak gerekir.
Bunun yolu, kişinin var olan ihtiyaç (ilgi) alanları ile, henüz algılan(a)mayan ihtiyaç alanlarını ustaca birbirine bağlayabilecek “senaryo”lar oluşturmaktır. Böylelikle, “ihtiyaçlara yönelik öğrenme” yönteminin avantajlarından yararlanmaya devam edilebilir.
“Tekrar Yoluyla Belletme” Nasıl İnsan Tipleri Yaratır?
Bir bilgi ya da becerinin bir defada öğrenilememesi, aslında eğitimciler için değerli bir göstergedir. Bu, ya öğretilmek istenilenin ilgi envanterine dahil edilemediğini ya da kişinin öğrenme profiline uymayan yöntemler kullanılmakta olduğunun bir işaretidir.
Ama ne yazık ki bu işaretler doğru yorumlanmaz ve tekrar yoluyla belletme yolunda israr edilir.
Bugün tekrar yoluyla belletme, eğitim sistemimizin bir normu haline gelmiştir.
“S-R Psikologları” adı verilen ekol, öğrenmenin tedrici olduğunu, her tekrarın beyinde açılan izin daha derinleşmesini sağladığını savunmaktadır. Buna karşın “Gestalt Psikologları” ekolü ise öğrenmenin bir defada ve “birdenbire” meydana geldiğine inanmaktadır. Wolfgang Köhler’in maymunlar üzerinde yaptığı deneyler bu ikinci savı doğrulamaktadır.
Gestalt ekolünden Max Wertheimer, bir klasik sayılabilecek olan Productive Thinking (Üretken Düşünme) kitabında, bir kişinin öğrenebilmesi için, bilginin iç yapısını (pattern) anlaması gerektiğini söylemektedir.
25 yıldan bu yana çatışan bu iki görüş aynı anda doğru olabilir. Gerek beynin sol yarısına dayalı “tekrar” yöntemi, gerek sağ yarıya dayalı “bir defada öğrenme” olsun, her ikisi de sonunda dış görünüş itibariyle benzer sonuçları üretmektedirler.
Gerçekte ise fark büyüktür: Bir defada öğrenme yöntemiyle bilgi derhal içselleştirilmekte, yani mevcut bilgilerle ilişkilendirilmektedir. Tekrar yönteminde ise ilişkilendirme olmamakta, yalnızca, beyinde nöronlar arasında oluşan bağlardan ibaret bir yalıtılmış bilgi adacığı meydana gelmektedir.
Tekrara dayalı belleme ile yetişen bir kişinin diğer yöntemle yetişen bir kişiden başlıca farkı, öğrenmeye karşı duyduğu tepkidir. Böyle bir kişi öğrenmekten zevk almaz. Dolayısıyla bellemiş olduklarına sıkı sıkıya sarılır. Öğrenmeyi gerektiren her durum, yani her değişim onun için bir işkence kaynağıdır.
Tekrara dayalı belleme ile yetişen kişinin bilgilerinin kaynağı “yürektenlik” (ezber) dir. Önüne çıkan tüm sorunların yanıtlarını bulabileceği belleme kalıpları peşindedir.
Bu tür eğitim almış kişilerin temel özelliklerinden birisi de dayatmacı oluşları, uzlaşma yetilerini kaybetmiş oluşlarıdır. Tekrara dayalı belletme’nin dayatmacı niteliği, ne denli iyi eğitim almış olurlarsa olsunlar kişilerde zorbalık eğilimleri yaratmaktadır.
Toplumumuzdaki çeşitli sosyal kesimler arasındaki çatışma olgusunun nedenlerinden birisinin de, tekrara dayalı belleme’nin bir yan ürünü olan dayatmacılık olduğu söylenebilir.
Çözüm
Yalnız bu sorun için değil tüm sorunların çözümleri için değişmez bir ilk adım vardır: Sorunun varlığını kabul etmek!
Bu yazıda öne sürülen eleştirilerin yöneltildiği birçok eğitimci, eleştirilerin bütünüyle doğru olduğunu, ancak kendi okullarında “tekrara dayalı belletme”, “ezber”, “öğretme” gibi kavramların söz konusu olmadığını ileri sürmektedirler. İşin daha da ilginç yanı, belletme, ezber ve öğretme’nin en yaygın olduğu kurumlar, bunların varlığına en şiddetle karşı çıkanlardır. Mevcut koşullar (müfredat, veli beklentileri, merkezi sınavlar, çocukların ön yetişmeleri vb) altında burada ileri sürülen yaklaşımları uygulamakta bazı sorunlar olacağı doğaldır. Ancak, öğretme ve belletme yöntemlerinin doğrudan ve dolaylı maliyetleri dikkate alındığında, bu sorunların aşılmasının bir seçenek değil bir zorunluk olduğu görülecektir.
Öğrenci Merkezli Eğitim, müfredattaki eğitsel hedeflerin, çocukların ilgi alanlarıyla ilişkisini kurabilecek birer senaryo ya da proje içinde işlenmesidir. Çıkış noktası budur. Bu tür bir yaklaşımda iki sorun birden çözümlenmektedir. Hem öğretme yerine öğrenme geçmekte, hem de eğitsel hedefler çocukların ilgi alanları içine getirilebildiği için tekrara dayalı belleme ortadan kalkmaktadır.
Öğrenci Merkezli Eğitim ve Sıfır Tekrarlı Öğrenme, eğitimcilerimizin ikibinli yıllardaki hedefi olmalıdır.
Çarşamba 23 Nisan 1997
-
Nis 16 2012 Doğru yerinden tutabilmek!
Doğru yerinden tutabilmek!
Basit bir deney..
5 metre uzunluğunda ve 1 kilo ağırlığında -mesela demirden mamûl- bir çubuk tek elle kaldırılabilir mi? Çoğu kimse bunu çocuk oyuncağı kadar basit bir iş olarak görebilir ve “evet” diyebilir. Hepimiz hergün bu kadarlık, hatta çok daha fazlası ağırlıkları defalarca kaldırıyoruz.
Kazın ayağı öyle olmayabilir..
Sorulan soruya cevap verilebilmesi için, çubuğun istenilen herhangi bir yerinden tutulabileceğine izin verilip verilmeyeceğini de sormak gerekir. Eğer çubuğun ortalarından bir yerinden tutulabilirse bu gerçekten kolay bir iştir. Yok eğer böyle değil de örneğin çubuğun bir ucuna 5 cm uzaktan tutarak kaldırmak şart koşulursa, oluşan kaldıraç nedeniyle yaklaşık 50 kg’lık bir kuvvet gerekir ki bunu -normal bir insanın- tek elle yapabilmesi imkansızdır.
Gündelik yaşam içinde, çeşitli bağlamlarda bu ve benzeri yüzlerce “doğru noktasınadan tutma” alışkanlığını farkına varmadan ediniriz. Tabii yanlış yerinden tutma alışkanlıklarını da!
Karmaşık olmayan süreçlerde bu kolaydır..
Birbiriyle girift ilişkiler içinde olmayan süreçlerde, bu becerinin edinilmesi kolaydır. Çevremizdekileri izlemek, biraz da sağ duyumuzu kullanmak buna yeter. Ama iş, sorun çözmeye geldiğinde yalınlık kaybolabilir ve zihnimizi çeldirici kimi öğeler ortaya çıkar. Çeldiricilerin başında da kök sorun – hayalet sorun olgusu gelir.
Çeldirme nasıl oluyor?
Herhangi bir sorun’un, durdurulmadıkça (yani çözümlenip çözülmedikçe) bölünme ve başka sorunlarla bileşikler yapma yoluyla çoğalacağı tahmin edilebilir. Bu çoğalmanın hızı sorun’un niteliğine bağlı ise de üssel bir fonksiyon olacağı bellidir. Çünkü her yeni sorun da benzer biçimde çoğalacaktır. Örneğin, bir sorun (m) tane yeni soruna yol açsa, k’ncı adımdaki sorunların sayısı mk kadar olabilecektir. Bunun üzerine bir de yeni sorunların birbirleriyle birleşme yoluyla bileşikler üretme eğilimi de binince bu sayı daha da artabilecektir.
Bu durumda, üremekte bulunan sorunların üzerine gitme stratejisi -ister istemez- ikili bir yapıda olmak zorundadır: Bir taraftan (k)ncı adımda üremiş ve müdahale edilmediği takdirde kalıcı zararlara yol açabilecek sorun(lar)ın üzerine gidilip verdiği sıkıntılar katlanılabilir bir düzeye indirilmeli; diğer taraftan da daha alt katmandaki kök sorunlar anlaşılmaya ve çözülmeye çalışılmalıdır. Aynen hekimlerin uyguladıkları semptomatik ve neden giderici tedavilerin birlikteliği gibi.
İşte tam da bu noktada, göze görünürlüğü ve verdiği acı ve sıkıntıların somutluğu nedeniyle o adımdaki sorunlara ağırlık verilip, köklerdeki nedenler geride kalır ise sorun, doğru yerinden tutulmayan çubuğun gereğinden ağır gelmesi gibi bir durum ortaya çıkacaktır. Bu “doğru yerden tutamama” nedeniyle, bir de alınan önlemlerin sonucunda doğabilecek ek sorunlar düşünüldüğünde, kısa bir süre içinde köklerdeki sorunlardan çok uzaklardaki sorunlarla boğuşma gibi bir sürece girilecektir.
Her süreçte olduğu gibi bunda da yandaşlık-karşıtlık-farklılık eğilimleri nedeniyle bir süre sonra sorun’un özüne bakılmasını önerenlere deli ya da en azından naif, çatlak ses benzeri yakıştırmalar yapılması kaçınılmazdır. Sağduyunun sesinin kesldiği yer tam bu noktadır.
Zihinsel netliği bozarak çeldirici etki yapan öğe, sorunların -bölünme ve birleşmeler yoluyla- çoğalma eğilimi‘dir.
Bir örnek.. büyütmek için tıklayınız!
Toplumda yaygınlıkla var olan bir eğilim “hayvansevmezlik“tir (daha doğru deyimle hayvansaymazlık) denilebilir.Sorun’un kökündeki nedenlerden birisi, çocukların erken yaşlardan itibaren bir hayvanla tanışmamış olması ve buna gerekçe olarak da yalan-yanlış kanaatlerin gösterilmesidir. Çoğu anne ve baba çocukluğunda benzer korkularla büyütüldüğü için de erişkin hale geldiğinde benzer davranışları çocuğuna aşılar.
Basit görünüşlü bu olgu ciddiye alınıp anlaşılmaya, sonra da çözülmeye çalışılmadığından dolayı, bölünme ve birleşmeler yoluyla çeşitli ciddi sorunlar üretirler.
Birkaç adım sonra üreyen sorunlardan birisi de işkence kısa adıyla bilinen “kendinden saymadığına eziyet” olgusudur.
Şimdi, işkence sorunu ile mücadele etmek üzere bir program hazırlanacak olsa, “çocukların ilk yaşlarından itibaren çeşitli hayvanlarla tanıştırılıp(hayvanat bahçesinde değil), onlarla ortak yanlarımızın farklılıklarımızdan çok daha önemli olduğunun, ancak toplu olarak yaşamlarımızı sürdürebileceğimiz bilincinin oluşması için bir öğrenme ortamları oluşturulması” gibi bir önlem kesinlikle akla gelmeyecek, aklına getirmek isteyen birisinin de akıl sağlığından kuşkulanılacaktır. İşin doğru yerinden tutulmayışı olgusuna bir örnek budur.
İster biriysel, ister kurumsal ve isterse toplumsal olsun, sorunları “doğru yerinden tutmak” ilk dikkate alınmak gereken noktadır.
Arap Baharı ve Kürt Sorunu kök sorun – hayalet sorunlar konisinde, birbirinden bağımsız görünüşlü iki olgudur. Bunların her biri, herhangi bir düzeydeki hayalet sorunlardan birisi odak olarak alınıp çözülmeye çalışıldığında doğabilecek zihinsel kargaşayı düşünebiliyor musunuz?
Ama bu iki bağımsız görünüşlü sorun’un “tutulacak doğru noktası“nı enerji olarak aldığınızda resim çok netleşir, anlaşlması kolaylaşır ve çözüm araçları ortaya çıkmaya başlar. TV ve gazetelerde, çubuğu doğru yerinden değil de uçlarından kaldırmaya çalışan onlarca uzmanın karmakarışık çözümlemelerini dinleyip okudukça bir soru giderek kafamı kemiriyor: Bu nasıl olabilir?
16 Eylül 11 Cuma
-
Nis 16 2012 Acaba Kürt yurttaşlarımız kulak verir mi?
Acaba Kürt yurttaşlarımız kulak verir mi?
Kendini vatandaş olmanın ötesinde etnik köken itibariyle de Türk sayan ortalama bir yurttaş, çağdaş demokratik ülkelerde norm hale gelmiş haklarının yıllardır eksik tanınmış olduğunu iddia etse -ayrıca da öyle olduğunu kanıtlasa-, bugün Kürt yurttaşlarımızın yakındıkları “hak eksikleri”ne göre acaba daha az eksikli mi olurdu?
Ve bu safkan Türk yurttaşlarımız hak eksiklerini ileri sürerek otonomi isteğiyle örgütlenip ortaya çıksalar, gerçekten de hak eksiklerini giderebilirler mi? Bir başka deyişle, hak eksiklerinin nedeni Türk olmaları mıdır yoksa, her etnik kökenli, her dini veya ideolojik tercihli yurttaşımızı sarıp sarmalayan bir başka “ortak neden” vardır da, yurttaşlarımız o ortak nedeni anlamaya çalışmak yerine, kimliklerini tanımladıkları nitelikleri -ki bu herhangi bir özellikleri olabilir- tek neden olarak görmektedirler?
İddiam o ortak nedenin, toplum kesimlerimizin, kimliklerini tanımladıkları özellikleri -Müslüman, Kürt, Alevi, Türk vb- her ne olursa olsun, Karmaşıklıkları Yönetme Kabiliyeti‘nin karşılaştırılabilir ülkelere göre[1] düşük olması, bunun sonucunda doğan sorunları da çözemeyerek bir de Sorun Çözme Kabiliyeti düşüklüğü göstermeleridir. Buna göre, bu yetmezliklerinin farkına varamadıkları ve ardından da gidermeye çalışmadıkları sürece, bir dizi kaza-bela ile karşılaşmaktan kurtulamayacaklarıdır.
Niye öyle olsun?
Toplumların bir bütün olarak ya da belirli kesimlerinin sahip oldukları çeşitli refah araçlarının her birinin, o araçların bulunmadığı hallere göre “ek karmaşıklıklar” yarattığı, o ek karmaşıklıkları yönetebilmenin ise, uygun maliyetli enerji kaynaklarına sahip olmak gerektirdiği bir doğa kanunu kadar kesindir[2],[3].
Refah düzeyini , üstüne üstlük refahın kaçınılmaz doğurganlığını sürdürmeyi hedef edinmiş toplumların, başta enerji kaynakları olmak üzere, refah girdisi olabilecek her ne varsa o alandaki eksiklerini, Sorun Çözme Kabiliyeti düşük toplumlardan –satın alarak, dostluk yoluyla, kurnazlıkla, tehditle ya da zor kullanarak– transfer etmeleri mevcut dünya düzeninin en geçerli kuralıdır. Aynen, savana’daki kıt kaynakları paylaşmak zorunda olan çeşitli türlerin, birbirlerine karşı uyguladıkları acımasız yöntemlerin daha da şiddetlisini uygulamaktan kaçınmadıkları gibi.
Türkiye özelinde durum nedir?
Devletin tepe yöneticileri -eskilerden bu yana- Türkiye’deki terör olayları içinde “yabancı karanlık eller”in bulunduğunu hep dile getirmişlerdir. Fakat, “gözlerime bak ne demek istediğimi anlarsın!” misali, bu “eller”in -kimler olduğunu bir yana bırakalım- bunu niye yaptıkları konusu daima es geçilir. En fazla ayrıntı, “Türkiye’nin gelişmesini çekemeyen rakipler” tanımlaması yapılır.
Bu bir ölçüde geçerli olsa da, otomotiv ya da beyaz eşya konusundaki gelişmemizi çekemeyen toplumların 30 yıldır 40,000 kişinin ölümüne neden olabilecek terör olaylarını kullanması en azından o insanların zekalarına hakaret sayılmalıdır. Sektörleri zayıflatmak / göçertmek için daha doğrudan yöntemler varken, teröre başvurmak verimsiz bir yöntemdir.
O halde başka neden(ler) olmalıdır. O neden(ler) kaş-göz hareketi ile açıklanamayacak kadar net olmalıdır. Nedenlerin başında Türkiye’nin Güneydoğu bölgesindeki katı petrol ve su (aynı zamanda bir enerji kaynağıdır) rezervleridir. Klasik madencilik metotlarıyla çıkarılabilen ve kayaç gözenekleri içinde bulunan ve/ya bitümlü kum olarak bilinen enerji kaynaklarının varlığı bu konuda çalışan kurumlarımızca bilinmektedir. Ayrıca da, Gülbenkyan’ın kızının (Tina) ruju ile harita üzerine çizdiği[4] Red Lines, günümüz uzaydan algılama yöntemleriyle de doğrulanmış petrol sınırıdır ve Türkiye’nin güneydoğusunu bütünüyle içine almaktadır.
Sözün kısası, refah ülkelerinin refahlarını sürdürebilmeleri (yani karmaşıklığı yönetebilmeleri) o kaynakların Türkiye kontrolunda değil, kendi kontrollarında bulunmasını gerektiriyor.
Bunun için de toplum kesimleri arasındaki doğal çatlakların -etnik ve/ya dini duyarlıklar gibi- genişletilmesi ve Suudi Arabistan benzeri bir yumuşak başlı yapının oluşturulması gerekiyor.
Kontrol ele geçirildikten sonra..
Bir kısım yurttaşımızın, bu senaryodan bihaber olarak hak eksiklerinin giderilmesi yöntemi olarak benimseyip uyguladıkları terörün tüm aktörlerinin, öngörülen yeni yapı oluşturulduktan hemen sonra bütünüyle tasfiye edilmesi kaçınılmazdır; oyunun yeni perdesinde onlara rol yoktur.
Kürt yurttaşlarımızın resme bir de bu tarafından bakmaları önerilir.
23 Ekim 11 Pazar
-
Nis 16 2012 OTOBÜSTE YANANLAR NİÇİN YANDI?
OTOBÜSTE YANANLAR NİÇİN YANDI?
Bir yolcu otobüsünün bagajında çıkan yangının, hidrolik sistemini bozması nedeniyle kapıları açılamamış ve 18 yolcu diri diri yanmışlardır. TV bu olayı “kaza” olarak duyurdu.
Ölenlere Allah rahmet eylesin!
Muhtemelen, düzenlenen kaza raporunda olayın“ nasıl” olduğu ayrıntılı olarak hikaye edilmekte, fakat “niçin” olduğuna ilişkin tek kelime edilmemektedir. Zaten, bu tür olayların birer talihsizlik eseri meydana geldiği, geleneksel “kaza” adlandırmasından da belli olmaktadır.
Bu kaza (!);
-
Bagajlarda yanıcı-patlayıcı nesne taşımama kuralına aldırmayan aptal ve kurnaz yolcu vatandaşlarımız,
-
Yolcuların bu kurala uyup uymadığını denetleyebilecek sistemi kurmak becerisine ve sağduyusuna sahip olmayan otobüs şirketleri ve onların fiyakalı kaptan (!) ları
-
Otobüs şirketlerinin, yükümlülüklerine ne denli uyduğunu denetlemek durumunda olup da buna boşveren kamu otoritesi
-
Her otobüste bulunması zorunlu olup da genellikle otobüs şoförlerinin evlerinde fındık ve ceviz kırmak için kullanılan imdat çekici’ni fantezi sayan kafa yapıları
-
Bu ve benzer olaylar hakkında uyarılarda bulunan az sayıda insana kulak asmayıp, olabilecekleri falcı ve cincilerden öğrenmeyi yeğleyen bir kamuoyu
mevcut olduğu sürece, daha çok kazalara hazır olunmalıdır. Ama yanarak ama çarpışarak. Yolda ve de dağlarda!
-
-
Nis 16 2012 TARTIŞMA MİMARİSİ
Sağlam bir torbanın içine rasgele şekilli taş parçaları konulsa ve yeterince uzun bir zaman -mesela 1 milyon yıl- çalkalansa, sonunda bütün taşlar düzgün birer küre olurlar. Nitekim deniz kenarlarındaki çakıl taşları, birbirlerine sürte sürte, bu kural uyarınca küreleşmeye doğru gitmektedirler (inanmayanlar bizzat deneyebilirler!)..
Benzer bir yöntem -çok daha hızlandırılmış olarak- mühendislikte de kullanılmakta, bazı parçalar bu yolla düzgünleştirilmektedir. Doğada ve mühendislikte geçerli olan bu yöntem, niçin sorun çözmekte kullanılmasın? Belli sayıda insanı bir araya getirir, uzun bir süre tartıştırırsanız onlar da bir sorunu çözemezler mi?
İşte -herhalde- bu düşünceden hareket eden program tasarımcıları, TV ve radyolarda çeşitli adlar altında seyredip dinlediğimiz tartışma programlarını yapmaktadırlar.
Yıllardır, demokrasi konusundaki kültürümüzü oluşturanlar, tartışmanın, demokrasinin bir aracı olduğunu, tartışma yoluyla doğruların bulunup, uzlaşmaların sağlanabileceğini bizlere bellettiler. Ama tartışmanın ne demek olduğunu, kavga ile tartışma, iddialaşma ile tartışma, uzlaşmaksızın tartışma ve uzmanlık isteyen konulardaki tartışma, tartışmanın yönetimi gibi püf noktaları ne hikmetse es geçildi.
Tartışmanın konusunun, yönteminin, taraflarının, kurallarının, bilgi desteğinin ve bunların hepsi demek olan “tartışma mimarisi”nin ise henüz duyulup bilindiğini gösteren bir işaret yok.
Görülen odur ki, insanların kavgaya karşı doğal bir merakları vardır. Bir kavgayı durdurmak isteyen sayısının, onu seyretmek isteyenlerden yüzlerce kat az olduğunu hep gözlemişizdir. Tartışma programlarına da biraz böyle yaklaşılmaktadır.
Belli ki, tartışmaları yönetenler, bu programların yapımcıları, böyle bir yazıyla tutumlarını değiştirip, bu işi bir mimarlık gibi ele almazlar. Ama en azından şunları bilmelerinde yarar vardır:
- Tartışma programları, halk mahkemeleri değildir.
- Genelleme, en rahatlatıcı yöntem ama en ağır insan hakları ihlalidir.
- Tartışma konusunun “doğru” saptanması, mimarinin en önemli yanıdır.
- Tartışacakların “doğru” seçimi için vazgeçilmez iki anahtar “dinlemesini bilmek” ve “bilgisiz konuşmamak” tır.
- Tartıştırma yoluyla doğruların bulunması, ancak o konuda söz söyleme ehliyeti olanların tartışması halinde doğrudur. Herhangi bir düşünsel değeri olmayan yakınmalar, hakaretler, suçlamalar, zanlar ve tahminler rahatlatır ve de bir işe yaramaz.
- Yönetici, olabildiğince az, mümkünse hiç müdahale etmez. Beyan etmek istediği düşüncelerini ancak panel, sempozyum gibi, yöneticinin de söz hakkının bulunduğu forumlarda dile getirebilir. Hele hele tartışmacıları susturup, onları birer figüran biçiminde kullanarak kendi yargılarını dile getirmek isteyenler, tartışma ortamına en büyük zararı verenlerdir.
Düşünceleri ifade özgürlüğünün, doğru bilgilenme hakkı ile sınırlı olduğu unutulmamalı, rating adına demokrasinin bu altın kuralı tahrip edilmemelidir. O kural hepimize lazım olabilir.
Benzer şekilde, tartışma listeleri İnternet’in olağanüstü imkanlar yaratan bir özelliği.. Ama her araç gibi onun da yararlarını tam kullanabilmek için dikkat edilmesi gereken noktalar var. Bunlara biraz dikkat, bu platformların tam bir ortak akıl ortamı haline gelmesini sağlayabilir.
Bu noktaların hepsine birden tartışma mimarisi denilebilir ve yalnızca internet ortamında değil, kişilerin fiziki olarak hazır bulundukları açık oturumlar, paneller vb toplantı türleri için de bu mimarinin kurallarının geçerli olduğu söylenebilir.
İnsanları bir ortamda özgürce tartışmaya bırakmanın, sonuçta doğru fikirler üreteceği gibi bir inanç vardır. Rastgele şekilli parçaların yeteri kadar uzun süre özgürce sürtüşmeye ve böylece birbirlerini aşındırmaya bırakılması halinde her birinin düzgün birer küre haline geleceği bilinmektedir. Ama bu yeterli süre yüzbin yıllar mertebesindedir ve tartışma ortamları için gerçekleştirilmesi oldukça güçtür. Bu uzunlukta olamayan mimarisiz tartışmalar ise uzlaşmalar ile değil keskinleşmiş çatışmalarla son bulur.
Her ne ad ve format altında olursa olsun, her türlü tartışma ortamı:
Aynen bir bina gibi bir mimariye sahip olmalıdır. Baştan tasarımı yapılmamış bir tartışma ise, kısa süre içinde şunlardan birisine -en az- dönüşür:
Bir kişinin, uzun ve sürekli iddialarıyla tartışma ortamını bloke etmesi,
Bir kişinin, bir veya birkaç ya da bütün tartışmacılarla kavgaya tutuşması,
Konuların, tartışılması -ve bir sonuca ulaşılması- beklenenlerden uzak noktalara taşınıp topluca kaybolunması,
Kimsenin katılmadığı bir sessizlik ortamı,
Herkesin bambaşka konularda konuşup yazıştığı bir “chat” ortamı,
Bir mimari tasarım mutlaka bir amaç ya da amaçlar kümesi tanımlayarak başlamalıdır. İnşaat yaparken ya da tartışma planlarken!
Tartışmanın vazgeçilmez kuralları konusunda gerek baştan beri hazır bulunanların gerekse sonradan katılanların -varsa- bilgilendirilmeleri gerekir. Bu kurallara uyulup uyulmadığının denetimi ise bir denetçiye görev olarak verilmeli, denetçi hiçbir kişisel yargı katmadan bu kurallara uyumu denetlemeli ve yine kendisine başlangıç tartışmacılarınca verilen talimat uyarınca gereğini yapmalıdır.
Buna göre, bir tartışma tasarımının ilk adımı, bir “denetçi”nin, “denetim yöntemi”nin ve “yaptırımlar”ın belirlenmesi ve bunun tüm tartışmacılara duyurulması olmalıdır.
Vazgeçilmez kurallar şunlar olabilir:
Kısa ifade : Her uzun ifade, başkalarının ifade özgürlüklerinin bir ölçüde çiğrenmesidir. Düşünceler, olabilecek en kısa formlarda dile getirilmelidir.
(…dir)lere dikkat : Her (…dir), dik durdurulmaya çalışılan bir çubuk, her ilave (…dir) ise bu çubuğun üzerinde dengede durdurulmaya çalışılan yeni çubuklar(dır).
Bir düşüncede ne kadar çok hipotez varsa, düşünce o denli dikkat ve alçakgönüllülükle dile getirilmelidir. Aynen, birbirinin üzerine konulup dengede tutulmaya çalışılan çubuklar gibi, çubuk sayısı arttıkça dengeyi tutturmak (yani düşüncenin doğru olması ihtimali) o denli zorlaşır (isteyenler önce bir, sonra da iki çubukla deneyebilir!).
Ama diğer yandan her (…dir) insanı biraz daha rahatlatır, mevcut bir sorunu daha az karmaşık hale getirir. Buna göre, peşpeşe varsayımları dizip sonra da bunlardan iddialı sonuçlar çıkarmaya çalışmamak gerekir.
Marifet, ortaklıkları bulmaktadır: İki düşünce arasında aykırılık bulmak son derece kolaydır. En doğru fikirler dahi kolayca eleştirilebilir. Tartışmalardan amaç, ne kadar akıllı, ne kadar bilgiç ve ne kadar iyi tartışmacı olduğumuzu kanıtlamak değil, üzerinde uzlaşılabilecek ufacık bir alan bulup, daha sonra bu alanı genişletmeye çalışmaktır.
Doğrularımıza pek güvenmemek : Hepimiz doğrularımızla yaşarız. Malımızı mülkümüzü kaybetmeye razı olabilir fakat doğrularımızı bir türlü terk etmek istemeyiz. Gerçekte ise onlar bizim zincirlerimizdir. Her doğru, belirli koşullar ve varsayımlar içinde geçerli, bunun dışında ise geçersizdir. Adlandırmalar dışındaki tüm doğrular sorgulanabilir, almaşıkları bulunabilir.
Fikir değiştirebilmek bir meziyettir. Fikrini, işine öyle geldiği için değiştiren bir sahtekar, eski düşüncesindeki bir boşluğu -kendi kendine ya da başkasının etkisiyle- bulup değiştiren ve de yanılmışım diyebilen ise bilgeliğe yürüyen kişidir.
En akıllı kişi, başkasının düşüncesi üzerine katkı yapabilen kişidir : Tartışmalarda en iyi fikirler genellikle bir ilk fikrin tartışmacılarca zenginleştirilmesi suretiyle bulunur. Bu değerli hazineden bizi mahrum bırakan engel, “bu benim fikrim değil” sendromu olarak adlandırılan alışkanlıktır.
Tartışmadan kesin ihraç nedeni: kaba hitaplar ve kişiselleştirme : Tartışma ortamları kişilerin kendi yargılarını, inançlarını, doğrularını başkalarına her ne yolla olursa olsun benimsetmek zorunda oldukları platformlar değildir. Belirli konularda fikir zenginleştirme amacına yönelik platformları, kişisel hesaplaşma, hakaret, kendi doğrularını kaba hitaplarla benimsetmek için olarak kullanmaya kalkışanların tüm tartışmacılar tarafından anında boykot edilip tartışma dışı bırakılması gerekir. Denetçinin başlıca görevlerinden birisi budur.
Bu asgari kurallara ek olarak tartışmacılar uygun gördükleri başka kurallar da koyabilirler. Ama her ne olursa olsun amaç tek olmalıdır: daha kaliteli, üzerinde daha çok uzlaşı bulunan ve en önemlisi, tek başımıza üretemediğimiz düşünceleri ortak akıl yoluyla üretmek.
Pazar, 30 Ekim 1994
-
Nis 16 2012 Düşünce Notu
Düşünce Notu
Tarih: 13 Mayıs 2011 Cuma
Kimden: M.T.Titiz
Kim(ler)e:
cc
Konusu: BN hizmet ürünlerine talep konusunda bir paradigma değişikliğine mi gereksinim var?
Ünlü askerlerden Omar Bradley’in bir sözü var: “Sana bir kiş eşek derse, aldırma gül ve geç; ama aynı gün beş kişi eşek derse kendine bir semer edin“.Beyaz Nokta® (BN), kurulduğu yıldan bu yana, çoğunluğun ilgi / dikkat alanının dışında kalan, ama toplumsal sorunların kökleri durumundaki sorun alanlarını anlamaya, çözüm üretmeye odaklandı.
Konuların bu ortak özelliği, çözümlerin “satılabilirliği“ni de ister istemez olumsuz etkiledi, etkiliyor. Buna bir dereceye kadar razı olmak gerekir; nitekim razı da oluyoruz.
Son olarak bir eğitim ürünümüz (KiGeP) konusunda bir üniversite ile yazışmamızda, gençlerin yaşamlarını değiştirebilecek bir seminerin –ki HDK seminerleri de bu çerçevede değerlendirilmelidir, çünkü iki seminer de benzerdir– üniversite ile ortak düzenlenebilmesi için ne kadar çok ön koşul ileri sürüldüğüne dikkat edince, bu notu kaleme almayı düşündüm.
Aslında uzun süreden beri BN ürünlerine talep konusunda bazı kuşkularımız vardı; fakat birkaç ay önce İzmir Konak Belediyesi ile ortak düzenlemeyi planladığımız Hızlı Dönüşüm Kampı seminerlerine talep azlığı sorunu ortya çıkıp, nihayet birkaç gün önceki yazışmada tekrar kendini gösteren talep sorunu tekrarlayınca, bu konunun sistemik olduğunu düşünmeye başladım.
Bir
yanda, PISA sıralamasında (okuduğunu
anlamada bile) sondan üçüncü olabilen, ama bir yandan da kendini neredeyse
eksiksiz gören öğrencilerimizin, bütünüyle yanlış hedefler doğrultusundaki bu
koşuşturmalarının neye yaradığını sorgulamayan biz erişkinlerin Türkiye’yi
elbirliği ile nerelere götürdüğümüzü bir daha serinkanlılıkla düşünmek
gerekiyor.Aslında biraz düşününce,
gençlerimizdeki bu “talep eksiği“nin
nedensiz olmadığı, onların nasıl yetişmesi gerektiğini sürekli olarak dikte
eden sanayinin, neredeyse her firma için özel dikilmiş elbise gibi insan
malzemesi istediği, üniversitelerin de bunu hiç irdelemeden yerine getirmeye
çalıştığı –ama bunun hem yanlış hem de
imkansız olduğunu düşün(e)medikleri– anlaşılabiliyor[1].Bir
sürü ad kalabalığını ezberlemek yerine, okuduğunu anlayabilen, bir yabancı dili-özgün ihtiyaçlara göre mükemmelleştirecek
düzeyde– bir tabana sahip ve doğru sorular sorarak, eksiklerini ve
ihtiyaçlarını şekillendirebilen insanlara ihtiyaç olduğunu idrak edemeyen
üniversitelerle karşı karşıyayız. Bu gürültü içinde ne KiGep, ne HDK ve ne de meselenin
köklerine yönelik girişimlere yer yoktur.Geçen yıl, İzmir BNGD ile ziyaret
etmek istediğimiz DEÜ rektörünün, vakit yokluğundan dekanına, onun da yardımcısına
havale edip bizim de vazgeçip geri dönmemiz de bu resmin bir kopyası değil
midir?Öyle
anlaşılıyor ki, öğrenme hedefleri BN ile çakışmayan öğrenci ve öğretmenlere bir
şey “satmaya” çalışmaktan vazgeçip
alternatif yollar düşünmeliyiz.Düşünmeliyiz, çünkü çocuk ve gençlerimiz ilköğretim, lise ve
üniversitelerde öğretmenlerinin önlerine koyup ezbere bellemeyi[2]
istedikleri malzemeyi yiyip-kusmaya koşullanmışlardır. Bunun dışında bir işle
meşgul olabilecek ne zamanları ne motivasyonları vardır. Daha da vahimi,
anaokulundan itibaren beynini istirahate almış “geleceğimizin teminatı” çocuk ve gençlerimiz giderek zihinsel
yetilerini kaybediyorlar da olabilirler. Okuduğunu anlayamama bunun bir ön-göstergesi olabilir.Yanlışımız nerede olabilir?
Birçok yerde olabilir. Ama -sanırım ki- bunların başında, her yerde
verdiğimiz “ip itme – ip çekme” benzetmesine[3]
kendimizin uymayışı geliyor. Yani bir öğrenme talebi olmayıp sadece
koşullandırıldıkları işe yaramaz meşgalelerle zaman öldüren çocuk ve gençlerden
öğrenmeleri için bir isteklilik göstermelerini bekliyoruz.
Kuşkusuz onlar içinde -normal dağılım’ın bir
cilvesi olarak- bu ölümcül sarmala kendini kaptırmamış olanlar da vardır.
Nitekim 2003ten bu yanaki seminerlerde %10 kadar böyle kişiyle karşılaştık.Peki bunu bile bile
niçin yapıyoruz? Cevap basit: Başka bir yol düşünemediğimiz için! (belki de
başka yol gerçekten de yoktur; ama emin olamayız)Moderatör yetiştirme girişimlerimiz!
Moderatör
yetiştirebilmek için çok çaba harcadık. Öğrencilerle ilgili talep yetmezliği ile aynı nedenden
dolayı başarılı olunamadı; ama nelerin olmayacağını da görmüş olduk.Tüm seminerlerin %95ine
aktif olarak katılmış birisi olarak söyleyebilirim ki, gerek KiGeP ve HDK
seminerlerinde gerekse moderatör yetiştirme seminerlerinde -sözünü ettiğim
%10’luk kesimler hariç- sürekli olarak, “bir
talebi olmayan” ve “birçok ön-koşulu
kabullenildiği için lutfen katılmış“, ama en küçük tatminsizlikte semineri terketmeye hazır katılımcılara,
rica-minnet bir şeyler “öğretmeye” çalıştık. Halbuki satmaya çalıştığımız şey “öğretmek yerine öğrenmek” idi. Şimdi bunun olamayacağını tam olarak
görmüş bulunuyoruz. Bu da önemli bir kazanım sayılmalıdır.Peki şimdi??
Madem ki %10 kadar
öğrenme talebi olanlar vardır, o halde pasif olarak BN öğrenme ürünleri[4]
hakkında bilgi veren, oldukça zengin BN web sitesi ile karşılaştırılmaları
yeterlidir. Onlar, herhangi bir zorlamaya gerek kalmaksızın öğrenecekler; büyük
bir olasılıkla onları rol model olarak kabul eden ikinci bir % 5-10 da
öğrenmeye heves duyabilecektir.Burada bilemediğimiz, bu
olası sürecin, kritik iyileşme eşiğini
aşıp aşamayacağıdır.Bilemediğimiz ikinci
nokta, halen ne kadar kişinin BN ile benzer amaçlar doğrultusunda yürüdüğüdür.
Web üzerinden geri dönüşler son derece azdır ki bu, her iki anlama da
gelebilir.Cüppeli Ahmet namıyla
bilinen kişinin çeşitli TV söyleşilerinden birisinden, insanlarımızın neleri merak ettikleriöğrenilebilir (linke tıklayınız). Merak
portföyleri içinde insanımızın,
kurumlarımızın ve toplumumuzun sorun çözme kabiliyetlerinin niçin düşük olduğu,
nasıl yükseltilebileceği gibi konular olmadığına göre ne(ler) yapılabilir?Hemen her toplumdaki gelişmelerin
önderliğini yapan kişilerin sayısı yüzde birkaçlar ile ölçülebildiğine, bizdeki
bu % birkaç ise kendi doğrularının dışında doğrular olabileceğini dinlemeye
istekli görünmediğine göre, acaba biz de kendi cübbeli hocamızı mı oluştursak J.Bu da pek yapılabilir
görünmediğine göre orta ve uzun vadeye yönelmekten başka çare görünmüyor.Öğrenme Evi® kavramının yeri ne olmalı?
Başlangıçtan beri ÖğrEv, yerel sorunları çözmek isteyenlerin öğrenme
ürünlerini kullanarak sorunlara çözümler ürettikleri ve bu yolla da
katılanların sorun çözme kabiliyetlerinin gelişimine katkıda bulundukları
yerler olarak öngörülmüştü.Bu yaklaşımda bir
değişikliğe gerek görünmüyor. ÖğrEv’lerin peryodik olarak yapmaları öngörülen
KiGeP ve HDK gibi seminerler ise, bu konulara ilgi duyanların bir araya
gelmeleri için organizasyonların yapıldığı, ama seminer içeriklerinin -webte
ayrıntılı olarak vardır- tamamen katılımcılar arasında bir workshop (çalıştay)
formatında işlendiği biçime dönüşecektir.İzmir MY ÖğrEv, meraklı ve öğrenme istekli kişilere (öğrenci olanlar ve olmayanlar birlikte) böyle bir
çalıştayı duyurup deneyebilir. Çalıştay moderatörlüğünü de birkaç defa BN
üstlenir, gerisini katılımcılar kendileri sağlarlar.
Olmazsa olmaz: Kendini adamış kişiler!
Bu sürecin yürümesinde vazgeçilmez unsur, zamanını ve/ya aklını ve/ya
parasını ve/ya ilişkilerini toplumsal sorumluluk uğruna harcayabilecek
insanların varlığıdır.Ne zamanını, ne parasını, ne ilişkilerini harekete geçirmeyen, ama
sürekli olarak çeşitli olumsuz örnekler bulup yakınan, böylelikle de “sakin
sularda” yaşam sürdürmek bireysel olarak iyi olabilir; ama bu tür tutumların
geleceğimizden çalıntı olduğu da unutulmamalıdır.Sonuç
Özetlemek gerekirse:
1. Bir talebi olmayan kişilere hizmet sunmak yöntemi sonuç vermiyor.
2. Potansiyel katılımcılar içinde küçük bir yüzde öğrenme talebine
sahiptir. Bunlara web veya aktif
olmayan yöntemlerle (poster, broşür vs) erişilmeye çalışılmalıdır.3. Moderatör yetiştirme çalışmaları başarılı olmamıştır.
4. Bundan sonraki çalışmalar, yerel sorunlar çevresinde düzenlenecek
atelye çalışmaları yoluyla yapılmalı; ÖğrEv’ler bunları organize etmelidir.5. Mevcut gönüllü tabanımızın, toplumsal sorumluluğunu duyumsayan,
kaynaklarını bu yolda harekete geçirebilen kişilerden oluşmasına
çalışılmalıdır.
[1] Üniversitelerle ilgili bu düşüncemi abartılı bulabilenlerin,
Cumhuriyet Bilim-Teknik ekinde (13 Mayıs 2011) Prof. Celal Şengör’ün “Türkiye’de üniversite yoktur” konulu
yazısını okumalarını öneririm.[2]Mümkün olan
yerlerde “ezbere bellemek”
sözcüklerini yanyana kullanıyor ve böylece farklı anlamlar taşıdığını
hatırlatmayı umuyorum. Bellemek, bellekte
tutmak, akılda tutmak, unutmamak anlamına gelirken; ezberlemek ise sorgulamadan kabul etmek (by heart, par coeur, yürektenlik)
anlamındadır. Bellemek bir öğrenme
yöntemi iken ezberlemek Tanrı vergisi merak duygusunun -kendi egemenliklerini
sorgulamalarını engellemek amacıyla- yasaklanmasıdır.…
-
Nis 16 2012 Dürüstlerin ödüllendirilmesi
Dürüstlerin ödüllendirilmesi
Yaralarını sarmaya ulusça çabaladığımız 23 Ekim Van depremi sonrasında oluşan doğal tepkilerin odağında, kötü kaliteli inşaatları yapan ve/ya satan müteahhitler, bunların yetersiz kalitelerine düzgün denetlemeyen, bunlara ruhsat veren görevli kamu görevlileri, bina kolonlarını kesip ferahlatan(!) cehalet anıtı kişiler geliyor.
Bu kişilere yönelik tepkilerin yanısıra, -o ölçüde olmasa da- tam aksi uçta bulunan kişiler için de övgüler var. Hatta, konuyla ilgili bir köşe yazısında, birinci gruptaki “melun” tür mensuplarının afişe edilmeleri; ama diğer uçta bulunan “kural yandaşları”nın da topluma tanıtılmaları gerektiği öneriliyordu. Nitekim TV konuşmalarında da artık yavaş yavaş yerilecek kişiler kadar –bence daha da fazla- diğerlerinin övülmelerinin yararlarına değinilmeye başlandı; bu çok iyi bir gelişme.
Ama ne yazık ki, başımıza gelen her bela fizikçi ve papaz Blaise Pascal’ın ünlü sözünü tekrar tekrar hatırlatıyor: “Tecrübe zor ve pahalı bir okuldur, ama aklını kullanmasını bilmeyenlerin gidebileceği başkaca bir okul da yoktur“.
Yaklaşık 10 yıldır, trafikteki “kural yandaşları”nın birbirlerini tanıyarak yalnız olmadıklarını farketmeleri ve bir yandan da “kural tanımazlar” (trafiğin melunları) ile “kural yandaşları” arasındaki gri bölgedeki çoğunluğu oluşturan zombi türünün en azından bir bölümünün kural yandaşları yanına transfer olmaları için tanımlanan SÖZ kampanyası için çaba harcanıyor.
İşe yarar bir sonuç üretmeden tüm medyayı seferber edenlerin dışında gürültü yapmadan imkan sahiplerinin idraklerinin gelmesini bekleyenler kategorisindeki SÖZ, HİÇBİR otomotiv firmasından destek görmedi; görmediği gibi bilgilendirilmeleri için en kıt kaynak olan zaman israfına neden olmaları da cabası.
Benzer bir girişim, beklenen İstanbul depremine karşı geliştirilen Mahalle Dayanışması projesidir. SÖZ’e benzer biçimde, Türkiye’de yaşayan herkesi ve her kurumu derinden etkileyecek bir olguya karşı geliştirilen proje, 3000 (yazıyla üçbin) belediye içinden yalnızca 1 (yazıyla bir) belediyeden (Şişli) destek gördü.
Umarım, kural yandaşlığının “enayilik” statüsünden sorumlu yurttaş statüsüne geçebilmesi için, onların kendi aralarında oluşturacakları ağların desteklenmesi bilinci bu son felaketle biraz daha idrak edilmiş olur.
Pascal’ı tekrar anarken, yaşamını tüm kaybedenlere Tanrı’dan rahmet dilerim.
28 Ekim 11 Cuma
-
Nis 16 2012 Oy vermeyenler!
Oy vermeyenler!
Bugün milletvekili genel seçimi yapılıyor. Hemen her görüşten kişi bu seçimlerin “önemli” olduğunu, sandığa gitmenin bir yurttaşlık görevi olduğunun altını çiziyor.
Seçimler hakkında görüşü alınan bir yurttaş TV’de, boş oy verenlerin de önemli bir işlev yerine getirdiğini, böylelikle tüm partilere “ben sizlerin yaklaşımlarınızdan mutlu değilim” mesajı verdiğini söyledi ki gerçekte de doğru bir saptama. Bu mesajı alabilenlerin kendilerine çeki düzen vermeleri ve/ya yeni bir siyasi oluşuma ihtiyaç olduğunu farkeden yurttaşların siyasi girişimlerde bulunabilmesi olasıdır.
Ben bütün bu görüşlere tüm kalbimle katılırım.
Bir de sandığa gitmeyerek tepkisini dile getirenler var. Onlar boş oy‘a göre daha güç deşifre edilebilir bir mesaj veriyorlar. Seçim gününü unuttukları için mi yoksa tümüne bir mesaj vermek için mi ya da tembelliklerinden mi bilmek imkansız. Ama yine de davranışlarının bir “değeri” var.
Bu kişileri de anlayabiliyorum.
Üçüncü bir tip “yurttaş”(!) var ki onlar, oy vermeye gitmiyorlar; etrafa ayıp olmasın diye de çeşitli yalanlar -hastaydık, adres naklettik vs- söylüyorlar.
Ben kendimi zorluyorum ve bunları da anlamaya çalışıyorum. Toplum içinde yaşayıp, onun imkanlarından yararlanan ama en basit yurttaşlık görevini yerine getirmeyen, bunu da açığa vuramayan zavallılar.
Ama dördüncü bir tipe katlanamıyorum. Onlar, yukardaki üçüncü tipin özel bir grubu. Sürekli olarak vatan-millet söylevleri çeken, posta kutularımızı, oradan buradan gelen e-postalarla dolduran, yarım akıllarıyla herkese akıl satan ve kimsenin kendilerinin farkında olmadığını sananlar.
Hani bir fıkra vary ya; “çıkar şu dilinin altındaki baklayı..” konulu. Şimdi öyle bir kişiye ihtiyaç var.
12.06.2011 3:17 PM
-
Nis 16 2012 Nihat Doğan ve “küme zekası”
Nihat Doğan ve “küme zekası“
Doğruluğu ya da yanlışlığının sorumluluğu kendilerine, bir gazete haberi haberi: “Ünlü şarkıcılar Nihat Doğan ve İzzet Yıldızhan, bir otelde 300’er dolardan anlaştıkları 4 hayat kadını ile fantezi yaparken çıkan bir darp olayı nedeniyle karakolluk olmuşlar. Duruma açıklık getiren ünlü şarkıcı Nihat Doğan, Bakan Çağlayan’ın oğlunun düğününe davetli olduklarını, İzzet’in odasına 5 dakikalığına uğradığında hayranı olan kadınların hücumuna uğradığını, meselenin bundan ibaret olduğunu belirtmiş“.
Bu yazımla, adı geçen bu iki ünlü şarkıcıya ilişkin en küçük bir fikir beyan etmeyi gereksiz, yaşamımdan kopacak bir kırmık olarak gördüğümü belirtmeliyim. Sorun olarak gördüğüm:
– bu kişileri kimlerin “ünlü” olarak gördükleri,
– eğer öyle iseler hangi nitelikleri dolayısıyla “ünlendikleri” ve
– bu ünlendirme işine kimlerin aracılık ettiği
gibi üç konu ile ne yapılabileceğidir.
Çok merak ettiğim ise, birbirimize hakaret olarak nitelediğimiz “hayvan” türlerinin, kümeler halinde mükemmelen becerebildikleri “talimat almadan sağduyu yönünde karar ve eylem yapabilme“yi, kendini yere göğe sığdıramayan insan kümelerinin ve onların kurum kümelerinin (medya gibi) bunu nasıl olup da yap(a)madıklarıdır.
Sorun olarak gördüğüm 3 konudaki cevapları ise herkes kolayca bulabilir.
Toplumumuzun afyonla yaşayan bölümü için diyeceğim bir şey yoktur, onlar mazurdurlar. Bunları ünleyip sonra da toplumun ikonları haline getiren aracılara ise yazıklar olsun.
Bunu –ve benzerlerini- bir “haber” olarak görüp bize sunan gazete(ler)e de yazıklar olsun.
30 Ekim 11 Pazar
-
Nis 16 2012 İzmir Milletvekillerine Çağrı
İzmir Milletvekillerine Çağrı
12 Haziran seçimleri öncesinde 11 İzmir milletvekili adayının, seçildikleri takdirde aşağıdaki ilkelere uyacaklarını sözel olarak taahhüt ettiklerini biliyoruz:
(1) HER YIL AKÇALI İŞLERİMİ BAĞIMSIZ BİR DENETLEME KURUMUNA DENETLETTİRECEĞİMİ VE SONUÇLARINI SEÇMENLERİME İLAN EDECEĞİMİ,(Böylelikle, siyaset, başka işi olmayan, işsiz olduğu için siyasete giren insanların işi olmaktan çıkacak, çıkar çelişkisi –conflict of interest– yaratmayacak şekilde namusuyla işini yapanların ve de yaşamını siyasetten değil işinden kazananların uğraş alanı olacaktır)
(2) ÇIKAR ÇELİŞKİSİNE NEDEN OLABİLECEK İKİNCİ BİR İŞ YAPMAYACAĞIMI,(Yukarıdaki ilke ile bağlantılı olarak yorumlanmalıdır. Sık sık milletvekillerinin başka iş yapmaması gerektiği savunulur. Bunun iki anlamı olabilir: (1) Milletvekilleri iş yapmaya gerek olmayacak derecede zenginler arasından seçilsin, (2) Milletvekili, sokakta yaşayan, ailesi olmayan berduşlar arasından seçilsin. İkinci bir iş yapmadan yaşayan birileri varsa onların durumları sorgulanmalı, bunu nasıl yapabildiklerini herkese öğretmeleri istenmelidir. Aslolan ikinci ya da üçüncü iş yapmaları değil, yaptıkları işlerle milletvekilliği arasında çıkar çelişkisi bulunmamasıdır. Bunun için ise, toplumumuzun kavram dağarcığına bu kavramın -çıkar çelişkisi- yerleşmesi gerekir.)
(3) ŞAHSIMA AVANTAJ SAĞLAYABİLECEK ÖZLÜK HAKLARI DEĞİŞİKLİKLERİNİN BİR DÖNEM SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİ YÖNÜNDE TEKLİF GETİRİP OY VERECEĞİMİ,(Kamuoyunda tartışma yaratan maaş ve emeklilik konusunda düzenleme tabii ki yapılabilir. Sadece ufak bir ön koşulla: da, yapılacak düzenlemeden, düzenlemeyi yapanların yararlanmaması.. Yine çıkar çelişkisi ilkesine geliniyor. Yani kavram dağarcığımızdaki eksik bir elemana!)
(4) HAKKIMDA YAPILABİLECEK ARAŞTIRMALARI ETKİLEYECEK KONUMDA BULUNDUĞUM TAKDİRDE YÜRÜTME GÖREVİMDEN İSTİFA EDECEĞİMİ,(Batı demokrasilerinin bu vazgeçilmez ilkesini açıklamaya gerek yoktur. Bu noktada da, toplumumuzun kavram dağarcığına girmesi gereken bu değer yargısına dikkat edilmelidir)
(5) TÜM YOLSUZLUK ARAŞTIRMALARINA KABUL OYU VERECEĞİMİ,(Bunun bir değer yargısı olarak toplumumuzun kavram dağarcığına yerleşmesi, bugün mevcut olan gurup kararı ile -gayrı resmi gurup kararları kastediliyor- red oyu kullanılması geleneği ortadan kalkacak, gurup disiplininin anlamının, yolsuzluk soruşturmalarını engellemek olmadığı bir genel anlayış olarak yerleşecektir)
(6) SİYASİ FAALİYETLER DIŞINDAKİ DOKUNULMAZLIK OLANAKLARINDAN YARARLANMAYACAĞIMI, KENDİMLE İLGİLİ OLARAK BÖYLE BİR TALEP OLMASI HALİNDE BU YÖNDE OY KULLANACAĞIMI,
(7) BAKANLIK GÖREVİNE ATANMAM HALİNDE, TÜM ÜLKE İÇİN KULLANIMI GEREKEN BAKANLIK İMKANLARINI SEÇİM BÖLGEME AYRICALIK SAĞLAYACAK ŞEKİLDE KULLANMAYACAĞIMI
TAAHHÜT EDİYOR, BU TAAHHÜDÜMÜN HERHANGİ BİR YOLLA DENETLENMESİNE HİÇBİR ŞEKİLDE KARŞI ÇIKMAMAYA SÖZ VERİYORUM.
Söz vermenin toplumumuzda özel bir yeri vardır. Hatta çoğu zaman yazılı taahhütlerden daha da geçerlidir. Örneğin -özellikle geçmiş kuşaklarımızın kültürlerinde- ticaret büyük ölçüde “söz”e dayalıdır.
Ama günümüzde söz, yerini yazılı taahhütlere bırakmıştır. Bu bir bakıma anlaşılabilirdir. Çünkü özellikle kısa ve farklı şekilde yorumlanamayacak olan ifadeler yerine daha karmaşık ifadeler -yukarıdaki taahhütlerde olduğu gibi- geçtiğinde, yazılı ifadeler daha güvenlidir. “Ben onu demek istememiştim” gibisinden yorumlara kapalıdır.
Şimdi:
Bu taahhütte -sözel olarak- bulunarak yemin eden adaylarımızdan milletvekili seçilenlerden bu sözlerini yazılı olarak tekrarlamalarını beklemek hakkımızdır. Bunun aksi, “seçilene kadar her şeye söz verir yemin ederim, ama ertesi gün unuturum” gibisinden bir anlam çıkar ki böyle bir olasılık olmaması gerekir.
İzmir’deki STK’lar başta olmak üzere tüm yurttaşlarımızdan, bu “sözden yazıya çevirme” konusunda birer sosyal baskı unsuru olmalarını beklemek de hakkımız olmalıdır.
17 Haziran 2011 Cuma
