• Kurallar tamam peki yaptırımlar!

    Kurallar tamam peki yaptırımlar!

    Gazete, TV vb malumat kaynaklarında yer alan konulara toplu olarak bakılınca sürpriz biçimde tek alan çevresinde toplanma görünüyor. Bu tek alan “kurallar” olarak adlandırılabilir. Çok geçeceği için kural yerine K diyeyim..

    –       Yeni anayasa filanca şekilde yapılmalı, içeriğinde fişmanca hüküm yer almalıdır (anayasa = ağababa K),

    –       Kadına şiddet konusunda yeni yasa (yani K) hazırlanmalı,

    –       Trafik terörü daha caydırıcı K’lar ile önlenebilir,

    –       Depreme dayanıksız bina sahipleri için yeni K lazım,

    Velhasıl K ile yatıp K ile kalkıyoruz. Yıllar önce bir  yüksek bürokrat, “Türkiye’de herhangi bir konunun 360 derece çevresinde her türlü K bulabilirsiniz” demişti, gerçekten de böyledir. Avukatlık mesleği de bir çeşit, “duruma uygun K bulmak –ki mutlaka vardır- mesleği”ne bu nedenle dönüşmüştür.

    Nitekim, evi yanan kişiye “itfaiyi meşgul ettin” cezası, yangından itfainin kurtaramadığı çoçuğu canını hiçe sayıp kurtaran delikanlıyı “kamu görevlisinin görevine müdahale ettin” cezası, 2 ay kirasını ödemeyen kişiye tahliye davası açan kişiye “kötü niyetli davranıp adamı üzdün tazmin etmelisin” cezası hep bu 360 derecelik alan içindeki birbirine zıt K’lar içinden seçilip bulunan K’lara dayanarak yasal olarak verilmiştir.

    Hemen akla gelebilecek soru bellidir: İyi de bu millette bir K takıntısı vardır da K koymadan duramamaktadır mı?

    K koymak sorun çözmek niyetiyle yapılmaktadır..

    Milletimizin K koyma gibi bir takıntısı yoktur; bir sorun gördüğü yerde K koymak evrensel olarak uygulandığı, okumuş olanlarımız da öyle yapıldığına şahadet ettiği için K koymadan duramamaktadır. Nitekim, dizkapaklarının üzerinde etek giyersen bacaklarını kırarım diyen koca ya da başka kadınlara bakarsan gözünü oyarım diyen karısı teknik anlamda K koymaktadırlar. Bu denli ağır K’lar vazetmelerinin nedeni ise uygulayamayacaklarını karşılıklı olarak bildikleri için hiç olmazsa korkutmaya yarar ümidiyle söylenmektedir.

    Eksik olan halka: Yaptırım!

    K koymak, koyulan K’ın uygulanışı güvence altına alındığında bir anlam taşır. İnsanımızın beceremediği nokta da tam burasıdır. Neden beceremediği ayrı bir konu olmakla beraber, iyi niyetle koyduğu K’ları uygulayamayışının başlıca iki nedeni vardır:

    (1)  Gözüne ilk çarpan sorunu halledebileceğini, bunun yolunun da K koymaktan geçtiğini düşünür. Örneğin, şike diye adlandırılan ve TCK’nın “güveni kötüye kullanma” ve “hırsızlık” gibi iki maddesine birden –tam olarak- uyan cürüm konusunda gayet güzel bir K koymuş, şikeye adı karışana bile ceza öngörmüştür.

    Fakat gel gör ki, şike denilen olguyu tam anlamaya gerek görmeden ilk gözüne çarpan –ki yabancılar hayalet sorun diyorlar- soruna göre K koymuş, iş bunu uygulamaya gelip de, etraftan çok gürültü çıkınca bu defa ilave K’lar koyarak meseleyi çözmeye çalışmıştır.

    Tahmin edileceği gibi, bu nedenden dolayı mevcut K sayısı giderek artmış ve her meşrebe uygun K’lar hukuk sistemimiz içinde var olagelmiştir. Denilebilir ki K zenginliği açısından elimize su dökebilecek başkaca bir toplum yoktur.

    Üstelik bu kadar çok kuralın bulunması, her türlü eğriliği açıklamak gerektiğinde işe de yarar. Filan filan maddenin fişmanca bendi gereğince böyle olmuş olmaktadır.. denilince kim daha soru sorabilir ki!

    (2)  İkinci neden, konulan bir K’ın kimler için olduğu ile ilgilidir. K’lar, onlara saygılı ve kendilerine K yandaşları denilebilecek saygın –ve saf- yurttaşların, gözü kara ve kendilerine kural tanımazlar denilebilecek kurnaz vatandaşları rahatsız etmemeleri için konulur.

    Bir örnek vermek gerekirse, trafikteki güvenlik şeritlerinin amacı bellidir. Kısmen itfai, cankurtaran, polis ve özellikle de halkla birlikte beklemekten sıkılan vatandaşların gidecekleri yerlere çabuk gitmeleri için yapılmış özel şeritlerdir. Ama araç sayısı artıp, buralara normal vatandaşlar da girmeye kalkışınca, diğer ayrıcalıklı yurttaşlar rahatsız olmuşlardır. İşte bu durumda, güvenlik şeridine giren ama, aracında fırfırlı mavi lamba vb taşımayan ya da 100 km/h altında seyreden ayrıcalıksız kişiler için K konulmuştur.

    Park yasakları da böyledir. Birinci derecede deprem tahliye yollarının kenarlarına güzel güzel park eden ayrıcalıklı yurttaşları diğer düz vatandaşların rahatsız etmemeleri için o cafcaflı yasak tabelaları konulur.

    Buna göre vatandaşların ne ölçüde kural tanımaz olduklarına bağlı olarak da koyulan K’ların istisna hükümleri içermesi adet olmuş, tabii bu nedenle K’lar basit ve anlaşılır olmaktan çıkıp, ancak özel eğitim görmüş “K yorumcuların” anlayabileceği hale gelmiştir. Kamu yönetiminde kalitesizlik olarak ortaya çıkan bu olgu, giderek kendini besleyen bir hastalıktır.

    Yaptırım (enforcement)  uygulayacak kişilerin korkmamaları, ayrıcalık sağlayarak çıkar sağlamayı düşünmeyecek ahlaki bütünlüğe sahip olmaları, K’a konu olan ilkeleri anlayabilecek zihinsel netliğe sahip olmaları bir ön koşuldur.

    Son ama en önemli olan ise, kural tanımazların tutumlarından zarar gören kalabalık yurttaş kitlesinin, sesimi çıkarmayayım; hem sebepleneyim hem de neme lazım gibi bir tutum içinde olmaması gerekiyor.

    Peki olursa n’olur. Bkz Şekil 1-A..

    Bütün bunların bir adı var ve buna Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği deniliyor. Bu kavramı anlamaya çalışmak, bunun milyonlarca vatandaşın tek tek öznel sorunlarının çözülmeye çalışılması olmadığını anlamak gerekiyor.

    27 Kasım 11 Pazar

  • TV TARTIŞMALARI VE “KANONİK” KONUŞMA!

    TV TARTIŞMALARI VE “KANONİK” KONUŞMA!

    Çeşitli konuların TV’lerde açık oturumlar biçiminde tartışılması, iki yanı keskin bir bıçak gibidir. “Tartışmanın Mimarisi” diyebileceğimiz, varılmak istenilen sonuç(lar)ın -kamuoyunda duyarlık yaratma, tabu yıkma, uzlaştırma gibi- baştan belirlenmesi, buna göre katılımcıların tesbiti, tartışma yöntemine -beyin fırtınası, çatıştırma, asgari müşterek bulma gibi- karar verilmesi ve bütün bunlara bağlı olarak da tartışma süresinin tesbiti iyi yapılabilirse, son derece yararlı bir iş yapılmış olur.

    Bunlara dikkat edilmezse, bu defa katılımcıları – daha da kötüsü izleyen milyonları- kutuplaştıran, kafalarını karıştırıp onları ümitsizliğe düşüren, bilim, politika, din, sanat gibi kurumları gözden düşürüp, doğacak vakumda fanatizm türlerinin yeşermesine ortam hazırlayan sonuçlara yol açılmış olur.

    Ülkemiz, özel TV’ler yoluyla kavuştuğu sınırsız tartışma özgürlüğünün sarhoşluğunu (hoş baş anlamında) yaşamaktadır. Bu nedenle tartışmalar bir mimariden yoksundur. Zamanla bu konuda olumlu gelişmeler olması beklenir.

    ATV’deki Siyaset Meydanı, çok sayıdaki tartışma ortamından en çok izlenendir. Eğer amaç yalnız “en çok izlenen” olmaksa herhalde başkaca yapılması gereken yoktur, bir “mimari”ye de ihtiyaç bulunmamaktadır. Hatta izlenme oranını daha da artırıcı yöntemler (parti liderleri arasında kickboxing, uykusuzluk nedeniyle taraflardan ilk bayılanı saptamak gibi) bulunabilirse de, bu tartışma amaçların bulunmadığı “varsayımı” ile bir öneride bulunmak istiyorum.

    Bu önerim yalnızca tartışma programlarına katılanlara değil, daha uzun yaşamak isteyen herkese yarar sağlayacaktır. Bu, “konuşma sürelerinin kısıtlanması” ve bunun için de “kanonik konuşma” usulunün benimsenmesidir.

    “Kanonik konuşma”, ifade edilmek istenen bir düşüncenin, olabilecek en kısa formda dile getirilmesi tekniğidir. Alışık olmayana başlangıçta -biraz- güç gelebilirse de kısa zamanda öğrenilir.

    “Kanonik ifade” nin -yalnız konuşmada değil yazmada da geçerlidir- ne olduğunun anlaşılması için, önce “uzun konuşma” nın neden(ler) i anlaşılmalıdır.

    Uzun konuşmanın başlıca üç nedeni; “alışkanlık”, “berrak olmayan düşünceleri berrakmış gibi gösterme isteği” ve “bir ters- bir yüz söyleyip şiş ve kebabı yakmama” eğilimidir.

    “Alışkanlık”, zamanla tedavi edilebilir. Diğer ikisinin ilacı ise kısa konuşmaya “zorlamak”tır.

    Ancak, “kısa konuşma”nın -her zaman yapıldığı gibi- iki uçtan birini seçmeye zorlamak olmadığına çok dikkat edilmelidir. “Bu fikre katılıyor musunuz, yalnız evet-hayır deyin” gibisinden “boyut daraltıcı faşizan” zorlamaların kısa konuşmayla ilgisi yoktur.

    “Kanonik ifade” ya da “kısa konuşma”nın temel gerekçesi, tartışmaya katılanların “konuşma özgürlüklerini” sağlamaktır. Her uzun konuşma, sıra bekleyen diğer tartışmacıların haklarından çalınmış birer parçadır. Tartışma yöneticisinin bir numaralı görevi ise, herkesin özgürlüğünü güvenceye almaktır.

    Doğruluğu kendinden menkul, sonu “…dir” ile biten hükümlerle dolu, o konuda düşünmemiş olmayı gizlemeye yönelik laf salatalarını kesmenin en etkin yolu, her defasında azami 1 veya 2 dakikalık konuşmaya izin vermek ve süre sonunda – cümlenin ortası dahi olsa- mekanik bir yolla “kesmek” tir. Böylece, çeşitli defalar söz almak mümkün olduğu gibi, herkese fikrini söyleme imkanı verilmiş olur.

    Tartışma programlarında unutulmaması gereken bir nokta, toplam sürenin 1-1.5 saati geçmemesidir. Sabahlara kadar süren bir tartışma ortamında, akıl zindeliğini koruyabilecek babayiğitler henüz ülkemizde yetişmemektedir.

    Tartışma programı düzenleyicilerinin dikkatine sunulur.

    Pazar, 8 Ocak 1995

  • Kaza-belânın öngörülebilirliği!

    Kaza-belânın öngörülebilirliği!

    Olayları ne denli bilimin ışığında açıklayıp olası sonuçlarını öngörmeye çalışsak da “belirsizlik ilkesi” nedeniyle daima öngörülemez bir pay kalacağını kabul etmek zorundayız. Büyük doğal felaketler buna iyi birer örnektir. Birçok doğa olayı için giderek doğruluğu artan öngörülerde bulunabilsek de -ileride doğrulukların artacağına kuşku yoktur- öngörü alanımızın dışında kalan pay hala çok yüksektir.

    Çok değişkenli, üstelik de değişkenlere ilişkin ölçülebilirliklerin düşük olduğu hallerde geçerli olan bu yargı, daha az sayıda -ve de ölçülebilir- değişkenli durumlarda tam tersi bir belirlilik sergiliyor.

    Bu nedenle de -aklı başında insanlar-, hızla giden iki otomobili kafa kafaya tokuşturarak ne olacağını denemeye çalışmıyor, bunu araç güvenilirliğini test eden uzmanlara bırakıyorlar.

    Daha da az değişkenli durumlara iyi örnek olabilecek alanlardan birisi yangınlar; bunların içinde de daha çok igilendirenler, “çadır yangınları” olarak adlandırılan ve öz be öz bizim insanımız tarafından başarılan az sayıdaki icattan(!) birisidir.

    Deprem bölgelerinde geçici barınak olarak kullanılan ve dondurucu kış günlerinde tartışmasız bir zorunluk olarak soba kullanılan çadırlarda sık sık yangın çıkmakta ve içindeki insanlar yanarak ölmektedir. Bugün itibariyle 2 ay içinde toplam 8 kişi bu yüzden hayatını kaybetmiştir.

    Bu ve benzeri belirlilik düzeyindeki olaylar için öngörülebilirlik neredeyse yüz üzerinden yüzdür.

    Şimdi soru, bu net öngörülebilirliğe karşın nasıl olup da ölümleri engelleyecek basit birkaç önlemin alınamadığıdır.. büyütmek için tıklayınız!

    dilbert.jpgHemen herkesin aklına gelebilecek basitlikte, biri kısa diğeri orta vadeli iki önlemden birincisi her çadıra bir yangın söndürücüsü dağıtmak (ve bunu çadırların tamamlayıcı bir parçası haline getirerek bundan böyle öylece uygulanması); ikincisi ise çadır bezlerinin emprenye edilerek tutuşmasının geciktirilmesidir

    Hatta, kısa süreli bir araştırma ile -ki belki de vardır- kurulu çadırların iç yüzeylerine püstürtülerek tutuşma sıcaklığını artırabilecek bir boya cinsi dahi bulunabilir.

    Merakım, bu önlemlerden en az birisinin uygulanmasını imkansız ya da maliyetini insan yaşamından daha fazla kılan şeyin ne olduğudur.

    Birisi beni bu meraktan kurtaracak  anlamlı bir açıklama yapabilir mi?

    4 Ocak 12 Çarşamba

     

  • Etnik kökene dayalı örgütlenme?

    Etnik kökene dayalı örgütlenme?

    Sağlam mantığı ve sosyolojik bilgisiyle temayüz etmiş bir köşe yazarının şu satırlarını aynen alıyorum: “….Çözüm diyorsak, İngiltere’deki gibi bir demokrasi ve Sin Fein gibi demokratik bir etnik parti gerektiği bellidir. Vekilleriyle ve teşkilatıyla BDP’liler demokrat olabilseler bu yol açılır.”

    Gerektiği gerçekten belli midir?

    Sık kullanılan bir bir söz vardır ya, “….düşünülemez” diye; toptancılığın doruk noktasıdır herhalde. Bırakın tartışmayı düşünülmesini dahi muhal bulur. “Gerektiği bellidir” deyimi de benzer bir kesinlik ifade ediyor. Gerçekten de “demokratik etnik parti” niteliğinde bir örgütün gerekliliği “tartışmasız doğru“lardan birisi midir?

    Etnik ne demek?

    Hani bazı sözcükler vardır, eş anlamlısını söylediğinizde hakaret anlamı taşımaz gibidir. “Bu davranış ahlaksızlıktır” deyince kan çıkar da, “davranışınızı etik bulmuyorum” deyince neredeyse bir iltifat gibi algılanır.

    Etnik (sözcüğü güvenilir sözlüklere göre[1] ırk anlamına gelmektedir. Halbuki ırk sözcüğü neredeyse lanetlidir; hemen tüm medeni dünya ırka dayalı örgütlenmeyi, ırk temelinde hareket etmeyi, davranışları ırkın belirlemesini bir insanlık suçu saymaktadır.

    Peki nasıl oluyor da etnik örgütlenme “tartışılmaz bir gereksinim” oluyor?

    Sin Fein mezhepçi ya da ETA ırkçı örgütlenme için “iyi uygulama referansı” olarak alınabilir mi? 1990’lara kadar ırk temelinde örgütlenmelerin varlığı (örn. G.Afrika), aradan 20 yıl geçtikten sonra hala “iyi örnek” olarak kabul edilmeli mi?

    Hele demokratik etnik (ırkçı) tamlamasındaki demokrasi ve ırçılık bir araya gelebilir mi? Eğer böyle bir demokrasi kurulsa, belli ırka ait olanların dışındakilerin hakları ne olacaktır?

    Eğer etnisite kültür bağlamında kullanılıyorsa!

    Farklı kültürlerin siyasal olarak örgütlenmeleri çoğulcu demokrasinin tanımına tam da uyuyor. Demokrasi, farklı ilgi ve çıkar gruplarının birlikte yaşayabilmeleri demekse,  gerek ırk gibi biyo-genetik kökenli, gerekse din, dil, töre gibi kültür kökenli çıkarlar ancak “bütün ile birlikte” savunulabilir.

    Bir diğer deyişle, eşit muamele görmediği düşünülen bir çıkar sadece o çıkarı savunup diğerlerini dışlayarak değil,  tüm çıkarlar bütünlüğü içinde “o çıkar”ın da eşit muamele görmesi gerektiği savunularak yapılabilir.

    Türkiye’de uzunca süredir ayrılıkçılığın da herhangi bir çıkar gibi savunulabilmesi -düşünce özgürlüğü ve demokrasi adına- dile getiriliyor. Ayrılıkçılık tanım itibariyle, öteki çıkarları dışlayan bir tutumdur ve bu yüzden demokrasi adı verilen “farklı çıkarların uzlaşarak birlikte var olmaları” kavraşımıyla (konsept) taban tabana zıttır.

    Sloganlar yaşamı -kısa süreliğine- kolaylaştırırken uzun dönemde cehenneme çevirebiliyor.

    16 Ocak 12 Pazartesi

  • “SAYISAL ÖLÇME”DEN  “ÖZNEL DEĞERLEME”YE

    “SAYISAL ÖLÇME”DEN  “ÖZNEL DEĞERLEME”YE

    Eğitim sistemimizin doku derinliklerine işlemiş ve bu yüzden de pek sorgulanmayan bir özelliği, sınavlardır. Teknik dille “ölçme-değerlendirme”  denilen sınavların zaman zaman  üzerinde durulan iki boyutu “neyin ölçüldüğü”  ve “nasıl ölçüldüğü” dür.

    Örneğin, üniversite giriş sınavları açısından bu iki boyutun  gereklerine ne denli uyulduğu ancak sınavları tasarımlayanlar açısından bellidir.

    En yakası açılmayacak konuların sokaklarda konuşulduğu ülkemizde,  genelde eğitim, özelde ise sınavlar gibi herkesi  derinden ilgilendiren konular her ne hikmetse yalnızca bu işi bildiğini söyleyen kişilerin aralarında konuştukları “hizmete özel” konulardandır.

    Bilimin, “her şeyi sorgulamak”   olan evrensel ilkesi, bu alanlara girmemiş, böylece de yıllardır milyonlarca çocuk ve genç, neyi ölçtüğü  ve de nasıl ölçtüğü belli olmayan aletlerle sınıflandırılagelmiştir.

    Yumurta ya da domatesler dahi daha akılcı biçimde sınıflandırılırken, insanları test denilen acayiplikle sınıflamanın temelinde yatan nedenlerden birisi eğitim sınıfımızın içe kapanıklığı ise, bir diğer neden ölçme-değerlendirme’nin “niçin”  yapıldığının sorgulanmayışıdır.

    cocugunuzun_odevini_siz_yapmayin.jpgSınavlar niçin yapılır?”  gibisinden  bir soruya,  “adet olduğu için yapılır“, “çocukların başarılarını sıralamak için yapılır“, “ana-babalar çocuklarının durumunu bilmek isterler“, “öğretilenleri ne kadar aldıklarını anlamak için“, “öğretmenin, daha başarılı olması için“, “sınav olmazsa çocuklar çalışmaz“, “sınav, öğretmenin disiplin sağlamasına yarar“, “sınav, öğretmenin elindeki tek silahtır” gibi onlarca yanıt verilmektedir. büyütmek için tıklayınız!

    Sınavın neyi ve nasıl ölçtüğünün yanıtı işte bu sorulmayan soruda saklıdır: Sınav ne için yapılır?

    Toplumların kendi ideolojilerine göre insan yetiştirmek üzere tasarımladığı  ve koşullandırma yoluyla insanlara -zorla- “öğretilenler” demek olan  geleneksel eğitim sistemleri artık bitmektedir. Geleneksel eğitim sistemlerinin en etkin silahı ise “sınav”dır.

    Öyle bir silah ki, onun kurallarına göre koşullandığını kanıtlayamayanları diplomasız bırakan ve toplumun kenarına itebilecek güçte!

    Koşullandırmaya dayalı geleneksel davranışçı felsefe, onun tartışılmaz “ezberi” Bloom taksonomisi, “öğretme”  ve bunları tekrarlayarak bilim yaptığını savunanları tarihe gömen  yeni yaklaşım, insanın doğuştan sahip olduğu “ihtiyaçlarını saptama ve bunları kendi yetenek ve sınırlamalarına en uygun biçimde öğrenme yetisi” ne  dayalı yeni bir paradigma doğmaktadır.

    “Herkes -en az bir alanda- zekidir”, “koşullanmama hakkı”, “istediğini öğrenme” gibi özelliklere sahip bu yeni paradigma içinde, geleneksel sınav anlayışının da,  o anlayışa göre eğitim yapmayı sürdürmek isteyenlerin de yeri yoktur.

    İnsan ve eğitim gibi her ikisi de çok boyutlu iki karmaşık ve çok boyutlu olguyu tek sayıya (veya harfe) indirgeyerek yapılan ölçme, en azından doğru bir ölçme değildir. Üç boyutlu bir cismin ölçüleri nasıl ki tek sayıyla ifade edilemezse, bir insanın başarımının da tek parametreyle ifadesi de mümkün değildir.

    Ölçülmeyen bilinmiyordur”  deyişi, insan başarımı için de doğrudur. Ama, nelerin ölçülmesi gerektiği doğru saptanır ve bunlar eksiksiz ölçülürse.

    Buradaki ölçme, çoğu zaman öznel değerlendirmeler biçiminde olabilir. Ama her ne yolla olursa olsun, tek boyutlu olmamalı, en az ölçmeye ya da daha genel deyimle değerlendirmeye çalıştığı olgunun boyutlarının olabildiğince çoğunu kapsamalıdır.

    Sınav böyle bir içeriğe bürününce, “niçin ölçme yapıldığı”  sorusu da açıklığa kavuşmaktadır:

    1.     Sınav, öğrencinin kendi öğrenme profili hakkındaki varsayımlarını gözden geçirerek gerekli değişiklikleri yapması,

    2.     Öğretmenin, oluşturduğu öğrenme ortamının uygunluğunu test ederek gerekli değişiklikleri yapması,

    3.     Ve bu iki düzeltmenin bileşik etkisini kullanarak, çocuğa, kendi yetenek ölçüleri içinde makul bir başarı kazanma fırsatı  yaratarak, öğrenmeyi bir külfet değil bir zevk haline getirmek ve böylece ileride gereksinebileceği eğitsel ihtiyaçlarını kendi kendine karşılayabilmesi becerisini kazandırmak için yapılmalıdır.

    Öğretmenler, sınavları bu yeni anlayışla yaptıkları takdirde, öğrenmeyi bir külfet, onun ögelerini de mücadele edilmesi gerekenler olarak gören öğrenciler, birer öğrenme makinesi haline geleceklerdir. Aynen doğuşlarında olduğu gibi!

    Peki, çocukları doğuştan kötü ve koşullandırılmaları gereken yaratıklar olarak gören geleneksel davranışçı ekol, kendine nasıl bir iş bulacaktır?

    Onları da sınava tabi tutup, yeteneklerini ölçerek uygun oldukları kategoride bir iş vererek. Tabii varsa!

    Pazartesi, 25 Ağustos 1997

  • Ortak sorun nedenleri

    Ortak sorun nedenleri

    Ortak Nedenlerin, Çeşitli Toplumsal Sorunlar Açısından Yansımaları

    SÇK
    yetmezliği

    Toplumu oluşturan bireyler, kurumlar ve kesimlerin gerek ayrı ayrı, gerekse bir bütün
    olarak SÇK’nde bir sistemik yetersizlik olması, bu yetersizliğin -bir parmak
    izi gibi- tüm karar ve eylemlere -ve bu arada tüm sorunlar- yansımaktadır.

    Dolayısıyla, bu En Temel Sorun’un, hangi sorun alanlarında ortaya çıktığını irdelemek
    gereksizdir. Denilebilir ki, SÇK yetmezliği, tüm sorun alanlarının ortak ve
    en önemli elementidir.

    1.
    Yetersiz  (sorun) tanımlama

    1. Trafik Terörü
    (TT)

    2.  Futbolda Şike (FŞ)

    3. Kürt Sorunu
    (KS)

    4. Kadına
    Şiddet (KŞ)

    5. İşsizlik

    “Kaza”nın ne olduğu
    ve de nelerin “kaza” değil “cinayet” sayılacağı belli değildir.

    Ayrıca, yol
    sıkışıklığının mı, mevcut bir yolun saygılaşımlı kullanım eksiğinin mi,
    teknik alt yapı sorunlarının mı trafik sorunu sayıldığı da tanımlanmamıştır.

    Gerek
    yasada öngörülen, gerekse dünyada yürürlükte olan uygulamalar net olarak
    belli olmasına karşın, sorunu bir bütün olarak tanımlayıp gereken çözümleri
    üretmek yerine, klüpler arasındaki dengenin nasıl kurulacağı, TFF’nun nasıl
    kendini koruyacağı, taraftar kitlesinin nasıl sakinleştirileceği gibi parçalı
    -ve yetersiz- sorun tanımları nedeniyle içinden çıkılamaz bir sorun
    doğmuştur.

    KS
    adı verilen ve çok sayıda sorundan (aynen trafik teröründe olduğu gibi)
    oluşan sorunların paydaş sayısı kadar ayrı tanımı bulunmaktadır.

    Tanımsızlığa
    en iyi örneklerden birisi KS’dur.

    Şiddet
    olgusunun bütününü (kadına, çocuğa, erkeğe, çalışana, sözel, fiziki,
    davranışsal, törel, ruhsal bozukluk vd) dikkate alıp sorun’un ne olduğunu iyi
    tanımlamadan sorunun küçük bir parçası (polis koruması, elektronik kelepçe
    gibi) çözülmeye çalışılıyor.

    Işsizliğin
    ne olduğu ve de nelerin işsizlik değil beceri eksiği sayılacağı, tanımsızlık
    nedeniyle karışmıştır.

    2.
    Rasyonel düşünme ve kritik düşünme öğelerinden oluşan doğru düşünme kültürü yetmezliği 

    Hangi kök
    sorunların TT’ne yol açabildiği, o köklere hangilerinin yol açtığı ilh., o
    kök sorunlardan hangilerinin türediği analiz edilmemiştir.

    Eğer edilmiş
    olsaydı, ölümlü kazaların %95’inin sürücü kaynaklı olduğu, bunun da büyük
    bölümünün saygılaşım eksiği olduğu anlaşılır ve bu önemli nedene yönelik
    önlemler geliştirilirdi.

    Büyük
    parasal meblağların yaşam deneyimi çok sınırlı gençlerin eline verildiğinde,
    onları çevreleyebilecek niyet sahiplerinin kimler olabileceği, sorunun alt
    nedenlerinin neler olduğu ve köklere inildikçe neler yapılabileceği konusunda
    bir rasyonel düşünce eğilimi görünmemektedir.

    Özellikle
    KS bağlamında “başlıca neden” olarak ileri sürülen “dış mihraklar” konusu,
    rasyonel düşünme kültürü yetmezliği nedeniyle yeterince irdelenmemiş ve
    buğulu bir terim olarak kalmıştır. Bu terim, her açıklanamayan olayın nedeni
    olarak kullanılmakta, bu arada “dış mihraklar”ın gerçekte neyi nasıl yaptığı
    ve daha da önemlisi bunları niçin yaptığı konusu irdeleme dışı kalmıştır.

    Yukarıda
    ancak bir bölümüne değinilen nedenler analiz edilmemiştir.

    Halen
    bu sorun konusundaki birincil dürtü “intikam yoluyla caydırma”dır
    denilebilir.

    Hangi
    kök sorunların işsizliğe yol açabildiği, o köklere hangilerinin yol açtığı
    ilh., o kök sorunlardan hangilerinin türediği hemen hiç konuşulmuyor.

    3.
    Sorunları anlamak, çözüm geliştirmek, bunların yaşama geçmesine çalışmak vbg
    konularda ağlar (networks)
    oluşturma yetersizliği ya da kısaca demokrasi
    kültürü
    yetmezliği

    Trafik
    sorunu ile ilgili yüze yakın dernek, vakıf, resmi ve yarı resmi kurum
    olmasına rağmen aralarındaki etkileşimi sağlayabilecek bir ağ yoktur.

    Tüm
    spor klüplerini ilgilendiren bu konuda ne resmi örgütler bir ağ kurmuşlar, ne
    de klüpler bu yolda bir örgütlenme yaratmışlardır.

    KS
    konusunu anlamak, çözüm üretmek , bunları uygulamak konusunda faaliyet
    gösteren çok sayıda resmi, yarı-resmi, gönüllü kuruluş mevcut iken, bunlar
    arasındaki etkileşimi sağlayabilecek bir ağ’ın bulunmayışı büyük bir
    eksiktir.

    Kadına
    şiddet konusunda çalışan birey ve örgütler arasındaki etkileşimi
    sağlayabilecek bir ağ bulunmuyor.

    Bunun
    yerine, sahip olunan yetkiyle orantılı olarak tek düşünceler yaşama
    geçiriliyor ve etkisizliği görüldükçe yeni denemeler yapılıyor.

    İş
    arayanlan, kendi işlerini kuranların, öğrenmeyi bir araç olarak kullanarak
    yeni istihdam yaratabilenlerin vbg, aralarında oluşturabileceği ağların
    isthdam konusundaki önemli rollerinin farkında olunmayışı.

    4.
    Erdem bağlamındaki yetersizlikler

    Saygılaşım
    yetersizliği

    Büyük
    parasal meblağlardan pay kapma yarışı içeren süreçlerin hemen tümü erdem
    ihlallerine açıktır.

    En
    temel erdem ilkesinin “zarar verme”  olduğu varsayılırsa, birlikte yaşama kültürünün de bu temel
    erdem ilkesine  oturduğu görülür.

    KS’na
    yol açan nedenlerden birisi ise, bu birlikte yaşama kültürü ilkesinin gözardı
    edilmesidir.

    Birlikte
    yaşama kültürünün temel ilkesi “zarar verme”dir. Kadına şiddetin bir nedeni
    de bu erdem ilkesinin çiğnenmesidir.

    İşsizliği
    de içeren daha geniş küme durumundaki Gelir Yetmezliği kümesinin başlıca
    nedenlerinden birisi tüketim ahlakı yetersizliğidir.

     

  • Kadına şiddet..

    Kadına şiddet..

    Sorun nedir?

    Bugüne kadar bir yerde, “kadına şiddet” adı verilen “sorun grubu”na ait herhangi bir tanıma -örnekler hariç- rastlamadım. Örnekler, hatta bir örnek bile sokaktaki insan için bir olguyu tanımlamaya yeterli iken, bilim nazarında -sayıları ne kadar çok olursa olsun- bir şey ifade etmez.

    Bu nedenle kadına şiddet denilen olgunun -birçok sorunumuzda olduğu gibi- tanımlanmamış, hatta tanımlanmaya gerek duyulmayacak kadar aşikar(!) olduğu varsayılmış bir sorun olduğu söylenebilir.

    Sokaktaki insanın gözlemleri yararlıdır ama..

    Tek bir örneğin yanlışlanabilmesinin bile binlerce karşı örneği geçersiz kıldığı gerçeği karşısında, sokaktaki insan gözlemleri, olayları birbirleriyle tutarlı biçimde açıklamaya çalışan insanlar için değerlidir. Çoğu buluş, sokaktaki insan gözlemlerinden kaynaklanıp, sonrasında bilim insanlarınca yanlışlanamayacak şekilde açıklanmaya çalışılmıyor mu?

    Kadına şiddet sorunu tanımlanmamıştır..

    Bu konuda (akademik, siyasi, popüler vd) söz söyleme yetkisine sahip olan kişilerin açıklamaları şu gruplarda toplanabilir:

    –      Nedenini merak ederken kadınlar bir yandan şiddet görüyor; teorik tartışmalar bir yana bırakılıp derhal şiddet durdurulmalı. Bunun için şiddeti yasaklayan bir yasa gerekir. Ayrıca da hemen elektronik kelepçeye geçilmelidir.

    –      Nedenini merak edenler cahildir; sosyo-kültürel ve antropomorfolojik bağlamdaki kanıtlar, erkek egemen bir toplum yapısının tek neden olduğunu gösteriyor. Yeni anayasayla derhal erkek egemenliği durdurulmalı; ayrıca bunun -yani benimkinin- dışındaki hiçbir açıklamaya itibar edilmemelidir.

    –      Sorun, insanı tüketen kapitalistik düzenin bir dışavurumudur,

    –      Kadın, usulü dairesinde hizaya getirilmelidir; yöntemi tanımlanmıştır,

    –      Sorunun neden(ler)ini bilmiyorum ve merak ediyorum.

    Farklı kök sorun‘lardan üreyen hayalet sorun’lar paketlenip adlandırılıyor..

    Kadına şiddet, trafik terörü, Kürt sorunu, işsizlik gibi toplumsal sorunların ortak özelliği, farklı kök sorunlardan üremiş olup sonra da bunların paketlenip kısa bir adla etiketlenmeleridir. Gerçekte de hemen tüm karmaşık ve zaman içinde -başka sorunlarla bileşikler yapa yapa- daha da çetrefil hale gelen tüm sorunların birden fazla sayıda kök soruna sahip olması kaçınılmazdır.

    Sorun burada değil, nitelikleri (ait oldukları familyalar) birbirinden farklı olan kök sorunlara ilişkin sorunların birleştirilmesi, üstüne üstlük bir de kısacık isim konularak sanki tek nedenli imiş gibi sanılması, sunulması, çözüm aranmasıdır. Kısa adla etiketleme, sorunun fazla önemsenmemesi gereken basit bir sorun olduğu izlenimi veriyor; aslında ise hiç de öyle değil; isimlendirmenin uzunluğu ile sorunun karmaşıklığı arasında hiç bağlantı yok.

    Sorun paketi içindeki farklı nitelikli kök sorunların her birinin ayrı ayrı ele alınmaları gerekiyor. Örnek olarak kadına şiddet sorunu alınırsa: Sonuç, kavga, yaralama, taciz, tecavüz, ölüm de olsa, bu sonuçlara yol açan süreçler birbirinden farklı. Örneğin töre cinayetleri de, tecavüz olayları da ölümle sonuçlanıyor; ama sonuca kadarki süreçler aynı önlemlerle giderilemeyecek kadar farklı.

    Töre cinayetlerine engel olmak için:

    –      Töre egemenliğinin nedeni olan hukuk eksiğinin güvenilir bir hukuk sistemiyle giderilmesi,

    –      Namus kavramının, ne olduğu tanımlanmamış ve tamamen cinsellikle özdeşleşmiş anlamının zihinlerde netleştirilmesi için toplumun ortak yaşam kültürünün temelini oluşturacak olan ortak kavram tabanı‘nın oluşturulması

    gerekirken, tecavüz sonucu meydana gelen cinayetler için:

    –      Kadının sarıp sarmalanıp eve kapatıldığı, erkeklerin de -biyolojileri gereği- her gördükleri -her türden- dişiyi bir ihtiyaç karşılama aracı olarak yorumladıkları anlayışın değiştirilmesi,

    –      Cinsellik pazarlamasının çok kolaylıkla çeşitli meslekler içine yerleştirilerek bir çıkar sağlama ve/ya yetersizlik giderme yolu haline getirilebilmesinin oluşturduğu ortamların farkedilmesi,

    –      Kadın ve erkeğin cinsel eğitimsizliğinin giderilmesi

    gibi önlemler yararlı olacaktır. Yok böyle değil de, farklı nitelikli sorunları mutlaka paketlemekten özel bir zevk alıyor isek, bu defa da paket içindeki sorunlara yol açan kök nedenleri ayrı ayrı analiz edip, tüm önlemleri içeren “paket çözümler” oluşturulması gerekiyor.

    Bütün bunların ilk adımı olarak da, yazının en başında değinilen “sorunun tanımlanması”, yani paketin içeriğinin inceden inceye listelenip açıklanması gerekiyor. Bu arada, her soruna kestirme çözümler bulan kolaycı anlayıştan da uzak durmak hepsinin ön koşulu. Yürüyüş yapmak, gazeteler yoluyla şiddete hayır sloganları üretmek, elektronik pranga vbg önlemler(!), şiddetin köklerine zaman kazandıracağı için yarardan çok zarar üretebilir.

    Şimdi, bu açıklamanın ışığı altında, kadına şiddet paket sorununun neler içerdiğini, nasıl bir çözümler paketi önerilmesi gerektiğinin tartışılması gerekmez mi?

    3 Eylül 11 Cumartesi

  • Doğru yerinden tutabilmek!

    Doğru yerinden tutabilmek!

    Basit bir deney..

    5 metre uzunluğunda ve 1 kilo ağırlığında -mesela demirden mamûl- bir çubuk tek elle kaldırılabilir mi? Çoğu kimse bunu çocuk oyuncağı kadar basit bir iş olarak görebilir ve “evet” diyebilir. Hepimiz hergün bu kadarlık, hatta çok daha fazlası ağırlıkları defalarca kaldırıyoruz.

    Kazın ayağı öyle olmayabilir..

    Sorulan soruya cevap verilebilmesi için, çubuğun istenilen herhangi bir yerinden tutulabileceğine izin verilip verilmeyeceğini de sormak gerekir. Eğer çubuğun ortalarından bir yerinden tutulabilirse bu gerçekten kolay bir iştir. Yok eğer böyle değil de örneğin çubuğun bir ucuna 5 cm uzaktan tutarak kaldırmak şart koşulursa, oluşan kaldıraç nedeniyle yaklaşık 50 kg’lık bir kuvvet gerekir ki bunu -normal bir insanın- tek elle yapabilmesi imkansızdır.

    Gündelik yaşam içinde, çeşitli bağlamlarda bu ve benzeri yüzlerce “doğru noktasınadan tutma” alışkanlığını farkına varmadan ediniriz. Tabii yanlış yerinden tutma alışkanlıklarını da!

    Karmaşık olmayan süreçlerde bu kolaydır..

    Birbiriyle girift ilişkiler içinde olmayan süreçlerde, bu becerinin edinilmesi kolaydır. Çevremizdekileri izlemek, biraz da sağ duyumuzu kullanmak buna yeter. Ama iş, sorun çözmeye geldiğinde yalınlık kaybolabilir ve zihnimizi çeldirici kimi öğeler ortaya çıkar. Çeldiricilerin başında da kök sorun – hayalet sorun olgusu gelir.

    Çeldirme nasıl oluyor?

    Herhangi bir sorun’un, durdurulmadıkça (yani çözümlenip çözülmedikçe) bölünme ve başka sorunlarla bileşikler yapma yoluyla çoğalacağı tahmin edilebilir. Bu çoğalmanın hızı sorun’un niteliğine bağlı ise de üssel bir fonksiyon olacağı bellidir. Çünkü her yeni sorun da benzer biçimde çoğalacaktır. Örneğin, bir sorun (m) tane yeni soruna yol açsa, k’ncı adımdaki sorunların sayısı mk kadar olabilecektir. Bunun üzerine bir de yeni sorunların birbirleriyle birleşme yoluyla bileşikler üretme eğilimi de binince bu sayı daha da artabilecektir.

    Bu durumda, üremekte bulunan sorunların üzerine gitme stratejisi -ister istemez- ikili bir yapıda olmak zorundadır: Bir taraftan (k)ncı adımda üremiş ve müdahale edilmediği takdirde kalıcı zararlara yol açabilecek sorun(lar)ın üzerine gidilip verdiği sıkıntılar katlanılabilir bir düzeye indirilmeli; diğer taraftan da daha alt katmandaki kök sorunlar anlaşılmaya ve çözülmeye çalışılmalıdır. Aynen hekimlerin uyguladıkları semptomatik ve neden giderici tedavilerin birlikteliği gibi.

    İşte tam da bu noktada, göze görünürlüğü ve verdiği acı ve sıkıntıların somutluğu nedeniyle o adımdaki  sorunlara ağırlık verilip, köklerdeki nedenler geride kalır ise sorun, doğru yerinden tutulmayan çubuğun gereğinden ağır gelmesi gibi bir durum ortaya çıkacaktır. Bu “doğru yerden tutamama” nedeniyle, bir de alınan önlemlerin sonucunda doğabilecek ek sorunlar düşünüldüğünde, kısa bir süre içinde köklerdeki sorunlardan çok uzaklardaki sorunlarla boğuşma gibi bir sürece girilecektir.

    Her süreçte olduğu gibi bunda da yandaşlık-karşıtlık-farklılık eğilimleri nedeniyle bir süre sonra sorun’un özüne bakılmasını önerenlere deli  ya da en azından naif, çatlak ses benzeri yakıştırmalar yapılması kaçınılmazdır. Sağduyunun sesinin kesldiği yer tam bu noktadır.

    Zihinsel netliği bozarak çeldirici etki yapan öğe, sorunların -bölünme ve birleşmeler yoluyla- çoğalma eğilimi‘dir.

    Bir örnek.. büyütmek için tıklayınız!

    hayvanla_tanismamislik.jpgToplumda yaygınlıkla var olan bir eğilim “hayvansevmezlik“tir (daha doğru deyimle hayvansaymazlık) denilebilir.

    Sorun’un kökündeki nedenlerden birisi, çocukların erken yaşlardan itibaren bir hayvanla tanışmamış olması ve buna gerekçe olarak da yalan-yanlış kanaatlerin gösterilmesidir. Çoğu anne ve baba çocukluğunda benzer korkularla büyütüldüğü için de erişkin hale geldiğinde benzer davranışları çocuğuna aşılar.

    Basit görünüşlü bu olgu ciddiye alınıp anlaşılmaya, sonra da çözülmeye çalışılmadığından dolayı, bölünme ve birleşmeler yoluyla çeşitli ciddi sorunlar üretirler.

    Birkaç adım sonra üreyen sorunlardan birisi de işkence kısa adıyla bilinen “kendinden saymadığına eziyet” olgusudur.

    Şimdi, işkence sorunu ile mücadele etmek üzere bir program hazırlanacak olsa, “çocukların ilk yaşlarından itibaren çeşitli hayvanlarla tanıştırılıp(hayvanat bahçesinde değil), onlarla ortak yanlarımızın farklılıklarımızdan çok daha önemli olduğunun, ancak toplu olarak yaşamlarımızı sürdürebileceğimiz bilincinin oluşması için bir öğrenme ortamları oluşturulması” gibi bir önlem kesinlikle akla gelmeyecek, aklına getirmek isteyen birisinin de akıl sağlığından kuşkulanılacaktır. İşin doğru yerinden tutulmayışı olgusuna bir örnek budur.

    İster biriysel, ister kurumsal ve isterse toplumsal olsun, sorunları “doğru yerinden tutmak” ilk dikkate alınmak gereken noktadır.

    Arap Baharı ve Kürt Sorunu kök sorun – hayalet sorunlar konisinde, birbirinden bağımsız görünüşlü iki olgudur. Bunların her biri, herhangi bir düzeydeki  hayalet sorunlardan birisi odak olarak alınıp çözülmeye çalışıldığında doğabilecek zihinsel kargaşayı düşünebiliyor musunuz?

    Ama bu iki bağımsız görünüşlü sorun’un “tutulacak doğru noktası“nı enerji olarak aldığınızda resim çok netleşir, anlaşlması kolaylaşır ve çözüm araçları ortaya çıkmaya başlar. TV ve gazetelerde, çubuğu doğru yerinden değil de uçlarından kaldırmaya çalışan onlarca uzmanın karmakarışık çözümlemelerini dinleyip okudukça bir soru giderek kafamı kemiriyor: Bu nasıl olabilir?

    16 Eylül 11 Cuma

     

  • Acaba Kürt yurttaşlarımız kulak verir mi?

    Acaba Kürt yurttaşlarımız kulak verir mi?

    Kendini vatandaş olmanın ötesinde etnik köken itibariyle de Türk sayan ortalama bir yurttaş, çağdaş demokratik ülkelerde norm hale gelmiş haklarının yıllardır eksik tanınmış olduğunu iddia etse -ayrıca da öyle olduğunu kanıtlasa-, bugün Kürt yurttaşlarımızın yakındıkları “hak eksikleri”ne göre acaba daha az eksikli mi olurdu?

    Ve bu safkan Türk yurttaşlarımız hak eksiklerini ileri sürerek otonomi isteğiyle örgütlenip ortaya çıksalar, gerçekten de hak eksiklerini giderebilirler mi? Bir başka deyişle, hak eksiklerinin nedeni Türk olmaları mıdır yoksa, her etnik kökenli, her dini veya ideolojik tercihli yurttaşımızı sarıp sarmalayan bir başka “ortak neden” vardır da, yurttaşlarımız o ortak nedeni anlamaya çalışmak yerine, kimliklerini tanımladıkları nitelikleri -ki bu herhangi bir özellikleri olabilir- tek neden olarak görmektedirler?

    İddiam o ortak nedenin, toplum kesimlerimizin, kimliklerini tanımladıkları özellikleri -Müslüman, Kürt, Alevi, Türk vb- her ne olursa olsun, Karmaşıklıkları Yönetme Kabiliyeti‘nin karşılaştırılabilir ülkelere göre[1] düşük olması, bunun sonucunda doğan sorunları da çözemeyerek bir de Sorun Çözme Kabiliyeti düşüklüğü göstermeleridir. Buna göre, bu yetmezliklerinin farkına varamadıkları ve ardından da gidermeye çalışmadıkları sürece, bir dizi kaza-bela ile karşılaşmaktan kurtulamayacaklarıdır.

    Niye öyle olsun?

    Toplumların bir bütün olarak ya da belirli kesimlerinin sahip oldukları çeşitli refah araçlarının her birinin, o araçların bulunmadığı hallere göre “ek karmaşıklıklar” yarattığı, o ek karmaşıklıkları yönetebilmenin ise, uygun maliyetli enerji kaynaklarına sahip olmak gerektirdiği bir doğa kanunu kadar kesindir[2],[3].

    Refah düzeyini , üstüne üstlük refahın kaçınılmaz doğurganlığını sürdürmeyi hedef edinmiş toplumların, başta enerji kaynakları olmak üzere, refah girdisi olabilecek her ne varsa o alandaki eksiklerini, Sorun Çözme Kabiliyeti düşük toplumlardan –satın alarak, dostluk yoluyla, kurnazlıkla, tehditle ya da zor kullanaraktransfer etmeleri mevcut dünya düzeninin en geçerli kuralıdır. Aynen, savana’daki kıt kaynakları paylaşmak zorunda olan çeşitli türlerin, birbirlerine karşı uyguladıkları acımasız yöntemlerin daha da şiddetlisini uygulamaktan kaçınmadıkları gibi.

    Türkiye özelinde durum nedir?

    Devletin tepe yöneticileri -eskilerden bu yana- Türkiye’deki terör olayları içinde “yabancı karanlık eller”in bulunduğunu hep dile getirmişlerdir. Fakat, “gözlerime bak ne demek istediğimi anlarsın!” misali, bu “eller”in -kimler olduğunu bir yana bırakalım- bunu niye yaptıkları konusu daima es geçilir. En fazla ayrıntı, “Türkiye’nin gelişmesini çekemeyen rakipler” tanımlaması yapılır.

    Bu bir ölçüde geçerli olsa da, otomotiv ya da beyaz eşya konusundaki gelişmemizi çekemeyen toplumların 30 yıldır 40,000 kişinin ölümüne neden olabilecek terör olaylarını kullanması en azından o insanların zekalarına hakaret sayılmalıdır. Sektörleri zayıflatmak / göçertmek için  daha doğrudan yöntemler varken, teröre başvurmak verimsiz bir yöntemdir.

    O halde başka neden(ler) olmalıdır. O neden(ler) kaş-göz hareketi ile açıklanamayacak kadar net olmalıdır. Nedenlerin başında Türkiye’nin Güneydoğu bölgesindeki katı petrol ve su (aynı zamanda bir enerji kaynağıdır) rezervleridir. Klasik madencilik metotlarıyla çıkarılabilen ve kayaç gözenekleri içinde bulunan ve/ya bitümlü kum olarak bilinen enerji kaynaklarının varlığı bu konuda çalışan kurumlarımızca bilinmektedir. Ayrıca da, Gülbenkyan’ın kızının (Tina) ruju ile harita üzerine çizdiği[4] Red Lines, günümüz uzaydan algılama yöntemleriyle de doğrulanmış petrol sınırıdır ve Türkiye’nin güneydoğusunu bütünüyle içine almaktadır.

    Sözün kısası, refah ülkelerinin refahlarını sürdürebilmeleri (yani karmaşıklığı yönetebilmeleri) o kaynakların Türkiye kontrolunda değil, kendi kontrollarında bulunmasını gerektiriyor.

    Bunun için de toplum kesimleri arasındaki doğal çatlakların -etnik ve/ya dini duyarlıklar gibi-  genişletilmesi ve Suudi Arabistan benzeri bir yumuşak başlı yapının oluşturulması gerekiyor.

    Kontrol ele geçirildikten sonra..

    Bir kısım yurttaşımızın, bu senaryodan bihaber olarak hak eksiklerinin giderilmesi yöntemi olarak benimseyip uyguladıkları terörün tüm aktörlerinin, öngörülen yeni yapı oluşturulduktan hemen sonra bütünüyle tasfiye edilmesi kaçınılmazdır; oyunun yeni perdesinde onlara rol yoktur.

    Kürt yurttaşlarımızın resme bir de bu tarafından bakmaları önerilir.

    23 Ekim 11 Pazar

  • OTOBÜSTE YANANLAR NİÇİN YANDI?

    OTOBÜSTE YANANLAR NİÇİN YANDI?

    Bir yolcu otobüsünün bagajında çıkan yangının, hidrolik sistemini bozması nedeniyle kapıları açılamamış ve 18 yolcu diri diri yanmışlardır. TV bu olayı “kaza” olarak duyurdu.

    Ölenlere Allah rahmet eylesin!

    Muhtemelen, düzenlenen kaza raporunda olayın“ nasıl” olduğu ayrıntılı olarak hikaye edilmekte, fakat “niçin” olduğuna ilişkin tek kelime edilmemektedir. Zaten, bu tür olayların birer talihsizlik eseri meydana geldiği, geleneksel “kaza” adlandırmasından da belli olmaktadır.

    Bu kaza (!);

    • Bagajlarda yanıcı-patlayıcı nesne taşımama kuralına aldırmayan aptal ve kurnaz yolcu vatandaşlarımız,

    • Yolcuların bu kurala uyup uymadığını denetleyebilecek sistemi kurmak becerisine ve sağduyusuna sahip olmayan otobüs şirketleri ve onların fiyakalı kaptan (!) ları

    • Otobüs şirketlerinin, yükümlülüklerine ne denli uyduğunu denetlemek durumunda olup da buna boşveren kamu otoritesi

    • Her otobüste bulunması zorunlu olup da genellikle otobüs şoförlerinin evlerinde fındık ve ceviz kırmak için kullanılan imdat çekici’ni fantezi sayan kafa yapıları

    • Bu ve benzer olaylar hakkında uyarılarda bulunan az sayıda insana kulak asmayıp, olabilecekleri falcı ve cincilerden öğrenmeyi yeğleyen bir kamuoyu

    mevcut olduğu sürece, daha çok kazalara hazır olunmalıdır. Ama yanarak ama çarpışarak. Yolda ve de dağlarda!