-
Nis 16 2012 UZAKTAN EĞİTİM VE RTÜK!
UZAKTAN EĞİTİM VE RTÜK!
30 Mayıs 1998. TV kanallarından birisi. Hemen hepsinde bir benzeri her akşam oynatılan kiloluk filmlerden birisi: Bir soygun sırasında yaralanan bir gangster, kaçıp şehir dışında bir veterinerin evine tedavi amacıyla ve silah zoruyla girer. Yarası sarıldıktan sonra, adamı bir sandalyeye bağlayarak, gözünün önünde -bu işlere gayet teşne olan- karısı ile uzun uzun oynaşırlar. Buna dayanamayan koca banyoda kendini tavana asıp öldürür. Filmin geri kalan kısmında, tamamı birer kasap durumunda olan kadın ve erkek oyuncular, birer seyyar top denilebilecek silahlar marifetiyle yaklaşık 50-60 kişiyi parçalarlar ve film, çalınan paranın, en acımasız bir çiftin elinde kalıp Meksika sınırını aşmalarıyla biter.
Film renkli ve son derece hareketlidir. İnsanların “temel içgüdüleri”nden en az birisine -şiddetin ancak gelişmemiş insanlarda olduğu varsayılırsa- hitap etmektedir. Birçok insan açısından gündelik hayatta pratik(!) yararlar sağlayabilecek beceriler(!) içermektedir.
Bu özellikleriyle film -ve benzerleri- “eğitsel etkenlik” açısından en tepede sayılmak gerekir. Hele hele, TRT’de yayımlanan açık öğretim programlarının sıkıcılığı ve etkisizliği ile karşılaştırılır gibi değildir.
Bunun anlamı, çocuk ve gençler üzerinde kalıcı davranış oluşturmada bu filmlerin olağanüstü etkisidir. Eğitimin amaçlarından birisinin de “kalıcı davranışlar kazandırmak” olduğu düşünülürse, bu yapılana “uzaktan eğitim” denilmesinde hiçbir hata yoktur.
Nitekim, yüzlerce kanalında 24 saat buna benzer filmler oynatan A.B.D.’de, ilkokul çocuklarının gözlerini kırpmadan dizi cinayetler işleyebilmelerinde bu tür filmlerin etkisi açıkça görülmektedir. Bizim de kanal sayımız ve TV bağımlılığımız arttıkça, aynı cinnet düzeylerine erişeceğimizden kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Diğer yandan hemen her gün kanallardan birisi, RTÜK kararıyla kapatılır. Ekranlarda görülen gerekçe dikkatle okunursa, gerçekten de tüyler ürpertici etkilerin nerelere uzandığı anlaşılır.
Ama bu gibi ekran karartmaların hiçbir etkisinin olmadığı görülüyor. Şimdi sorulması gereken soru şudur: RTÜK üyeleri içinde -benim tanıdıklarım açısından- son derece aklı başında insanlar var. Onların da bu film -ve benzeri sapıklıklardan- etkilendikleri, bunları önlemek için içlerinin yandığını tahmin etmek güç değil.
Acaba nasıl oluyor da bu üyeler, 40 milyon seyircinin baskı gücünü harekete geçirmek yerine, genelde sevimsiz karşılanan ekran karartma cezalarıyla bu işi önlemeye çalışıyorlar? Sapıklık tacirlerinin de bunu “basın özgürlüğünün ihlali” olarak kullanmasına çanak tutuluyor.
TV kanallarında kimin neden sorumlu olduğunu, onlara nasıl erişileceğini bilen çok az kimse vardır. Acaba, RTÜK elindeki baskı gücünü kullansa ve her program yayınlanırken ekranın bir köşesine bir “iletişim bilgileri köşesi” yerleştirse, telefonu olan telefonla, faksı olan faksla , e-posta kullanan ise bu yolla olumlu ve olumsuz tepkilerini dile getirse, hatta ekrandaki çekim sahnelerinin “ölü bölgeleri” denilebilecek bölgelerinden yararlanarak RTÜK iletişim bilgilerini de koysa, böylece oluşacak baskı çok daha etkin olmaz mı?
Bir alanı düzenlemekten sorumlu her kamu kurumunun ilk (ve belki de tek) yapması gereken, o konuda yaygın bir şikayet sistemini kurmak ve işletmek’ten ibarettir. Nasıl olur da bu düşünülemez?
RTÜK yasasının buna izin verip vermediği konusu belki ileri sürülebilir. Yasaların, nelerin yapılmayacağını düzenleyen kurumlar olarak anlaşılması gerekir. Nelerin yapılacağını yasalarda aramak ancak bizim ülkemize özgü bir tuhaflıktır. Ayrıca da bu kadar TV kanalı içinde herhalde bir tane aklı başında birisi çıkıp, örnek oluşturmak için bunu yapabilir. Bu dahi uzun vadede yaygınlaştırıcı etki yapacaktır.
Bilgi toplumu olma yolunda bunca söz üreten toplumumuzda, bilgilenmenin ve buna dayalı etki üretmenin bu ucuz, kolay ve demokratik yolunu savunabilecek bir sivil toplum kuruluşu acaba çıkar mı?
Barışı, hoşgörüyü, uzlaşmayı savunan, çatışmaları durdurmak, buralara harcanan enerjileri olumlu işlere yönlendirmek isteyen gönüllü kuruluşlar içinde acaba bunu bir proje olarak ele alabilecek bir tanesi yok mudur?
Demokrat olmak, sadece iri sözler söylemek, babacan tavır takınmak, geçmiş ünvanlarıyla övünmekten, birbirine plaketler vermekten mi ibarettir?
Sadece bir TV kanalının, sadece bir RTÜK üyesinin, sadece bir gönüllü kuruluşun, “denetim ancak yaygın şikayet sistemleriyle yapılabilir” ilkesini anlayıp harekete geçmesini beklemek acaba çok şey mi istemektir?
-
Nis 16 2012 Karmaşıklığı sürdürmek zordur
Karmaşıklığı sürdürmek zordur
Yaşamımızı kolaylaştıran şeyler birer karmaşıklık (kompleksite) ürünüdür. Buğday tohumunun buğday, buğdayın un, unun kek haline gelmesi adım adım karmaşıklığı artırır. Artan karmaşıklık doğru yönetilebilirse refah -bazen de mutluluk-, yönetilemezse karışıklık, huzursuzluk ve sonunda refah azalması ve daha da sürerse toplumların parçalanmasına yol açar.
Joseph Tainter, 1988’de yazmış olduğu Karmaşık Toplumların Çöküşü adlı eserinde, karmaşıklığın yönetilemediği bir noktaya ulaşan toplumların nasıl çökmeye başladıklarını anlatıyor. Karmaşıklığın getirileri pozitif iken sesi çıkmayan toplumlar, bu getiriyi sağlamak için ödenen bedeller arttıkça huzursuzlanır; bir noktadan sonra ise, ödedikleri bedel (yani vergi, çalışma, sıkıntılara katlanma gibi) artıp getiri de negatife dönünce artık birarada yaşamanın gereksizliğini anlarlar. Toplumların parçalanmaya başladıkları nokta burasıdır.
Tainter, karmaşıklığın yönetimini, karmaşıklığın yarattığı sorunları çözebilme becerisi olarak tanımlıyor.
Karmaşıklık bireysel ölçekte nasıl yönetilir?
Tumturaklı sözcükler kümesine son yıllarda girenlerden “yönetmek” sözcüğü, bireysel ölçekte genellikle şu anlama gelir: “sahip olmak istediğin yaşam kolaylaştırıcıların (konfor) bedelini nasıl ödeyeceksin?”
Verilebilecek cevaplar şunlar olabilir:
Ö Şu anda sahip olduğum gelir, söz konusu bedeli ödemeye yeterlidir.
Ö Daha çok çalışıp aradaki farkı karşılayacağım,
Ö Yeni beceriler kazanarak karşılayacağım,
Ö Değerlerimi satarak karşılayacağım:
– Elimdeki yetkileri (varsa) satarak (halk arasında rüşvet deniliyor),
– Doğru-iyi-güzel değerlerimden para edenleri değiştireceğim (halk arasında dönek deniliyor),
– Cinselliğimi satarak (halk arasında İ.. veya O.. deniliyor),
– ve giderek daha az getiri sağlayan yollarla (çanta çarpmak, yol kesmek vd) .
Ö Hiç bir şey yapmayacağım; kaos olmasını, böylece herşeyin bedelinin önce sonsuza sonra da sıfıra inmesini bekleyeceğim.
Görüldüğü gibi yöntemler giderek ödeme güçlüğü yaratır dizidedir.
Kişinin üretimi ile arzuları arasındaki makas giderek açılıyor..
Bu makas açıldıkça yukardaki yöntemler sırasıyla devreye giriyor. Ayrıca, mesele sadece bireysel ölçekteki iflas etmişlik (her anlamda) ile bitmiyor; hayvanı, bitkisi, taşı toprağı ile bizi çevreleyen ortam da iflasa sürükleniyor.
Ve bütün bunlara karşı tek çare görünüyor: Yeni bir tüketim ahlakı oluşturmak!
10 Mart 12 Cumartesi
-
Nis 16 2012 Planlar ve vizyon..
Planlar ve vizyon..
Özel şirketlerin, kamu kuruluşlarının, STK ve varsa diğerlerinin, sürekli olarak planlar -hem de stratejik- hazırlamaları çiğnenemez bir töredir.
Her birisinin amacı farklı da olsa hemen hepsinde ortak iki başlık vardır:
1. Mevcut durum (envanter, GZFT[1] vs adları altında) tesbiti,
2. Vizyon.
Her ne kadar birincisi daha tumturaklı görünse de, planların belirleyici öğesi “vizyon”dur.
Bir yandan da vizyon ifadeleri içine, “zihinsel bulanıklık”, “kavramsal bulanıklık”, “ifade bulanıklığı”, “süslü söz hastalığı” gibi enfeksiyon ajanları sızar.
Peki bu vizyon aslında neye yarar? Kısacası, “bir kitleyi belirli bir yönde uygun adım yürütmeye, yol boyunca saptırıcı etkileri en aza indirmeye” yarar.
Sorunlar başlıyor!
Vizyon ile ilgili sorunlar, bu sözcüğün anlamı ile kavramsal tanımı arasındaki farktan başlar. Vizyon, sözlükteki anlam olarak “fiziksel görüş“, yüklenmiş anlam olarak ise “zaman içinde uzağı görebilme“dir.
Vizyon’a yüklenen ikinci anlam, “ileriye doğru konumlanma” bağlamındadır. İleriye doğru konumlanma şu dört bileşeni içeriyor:
Bileşen 1. Zaman içinde ileriye doğru, her an için korunması gereken bir “öz-niyet”. Bir diğer deyişle, “niçin varsın?” sorusunun cevabı ki buna misyon da deniliyor.
Bileşen 2. Zaman içinde ileriye doğru, her an için korunması gereken “öz-değerler”. Bunlar, “öz-niyet” ve “Büyük İddialı Sonuç”un, uygunluğunu denetlemeye yarar. Burada uygunluk deyimiyle doğruluk-yanlışlık açısından[2] doğru olup olmadığını; iyilik-kötülük açısından iyi olup olmadığını ve güzellik-çirkinlik açısından da güzel olup olmadığını denetlemeye yarar.
Bileşen 3. Zaman içinde (duruma göre 5-30 yıl gibi) belirli uzak bir vadede varılmak istenilen önemli hedef demek olan “Büyük İddialı Sonuç”. Buna ülkü de deniliyor.
Bileşen 4. Ve nihayet, Büyük İddialı Sonuç’a (ülkü) varıldığında ortaya çıkabilecek olumluluklar (envisioned vision).
Vizyon, her biri böylece belirli hale getirilmesi gereken dört bileşenden oluşuyor. Şu an’dan, uzak gelecekteki bir an’a kadar her saniyenin, bu dört bileşenin kontrolunda olması gerektiği, ancak bu durumda bir vizyon’dan söz edilebileceği, bunun dışında üretilebilecek süslü vizyon ifadelerinin bir anlamı olmayacağı görünüyor.
Bir vizyon, bu bileşenleri içermekle birlikte yine de işe yarar olmayabilir. Bunun için şu işe yararlık sınıflarının tanımladığı alanlardan hangilerine ne kadar girildiğine[3] dikkat edilmelidir:
İşe yararlık alanı 1. Öz’e ait (core): Tam olarak yol göstericilik (işin öz’ü) amaçlı.
İşe yararlık alanı 2. Özlemsel (aspiration): Gerçekleştirilmesi yolunda içtenlikli bir çaba harcanmamasına karşın hiç olmazsa sözel olarak tatmin sağlama amaçlı.
İşe yararlık alanı 3. Olağan (permission-to-play): Zaten olması gerekenlerin tekrarı amaçlı (örn. Dürüstlüğün bir öz-değer olarak ileri sürülmesi gibi)
İşe yararlık alanı 4. Rastlantısal (accidental): Kalıcı olmayabilecek bir rastlatıya uygunluk sağlamak amaçlı. (örn. spora meraklı bir yöneticinin, “herkesin sportmen olacağı bir firma”yı bir vizyon olarak benimsemesi gibi)
Bir vizyon ortaya nasıl koyulmalı?
Bir uzmanlar grubu veya bir buyurgan yönetici veya bir lider ya da kalabalık bir topluluk.. Acaba hangisi bir vizyon ileri sürebilir?
Vizyonu, bunlardan herhangi birisi ortaya atabilirse de, kimin ortaya attığının önemi sınırlıdır. Esas önemli olan:
(a) Vizyonun kavraması öngörülen kitlenin her bireyinin o vizyon içinde kendisini konumlandırabileceği bir yer bulabilmesi,
(b) Vizyonun ilham ve heyecan verici olması,
(c) Vizyon -ve ifadesinin- “efradını cami, ağyarını mani[4]” olması,
(d) Kavranacak kitlenin –ki bir firmanın çalışanları, bir spor klübünün taraftarları, bir sanayi sektörü ya da bütün bir ulus olabilir– somut desteğini alabilmesi; yani, kitlenin bu vizyon uğrunda çaba harcamayı anlamlı bulması.
(Örnekler için örnek sunumun 23 ve 24ncü yansılarına bakılabilir)
Vizyon adlı dört bileşenli yol gösterici “sistem”in (a)……(c) olarak sıralanan olmazsa olmaz koşullarının başında, “kişinin, vizyon içinde kendisini konumlandırabileceği bir yer bulması” geliyor.
O halde, bireylere hitap etmeyen, onların dışındaki oluşumların (firma, STK, sektör ya da toplum) çıkarlarını gözeten vizyonlar birer çöp değerindedir; övünmekten başka işe yaramazlar.
İlanen duyurulur J
27.03.2012
-
Nis 16 2012 Deprem için konut..
Deprem için konut..
Önce bir anektod: 1980 yılında yaklaşık 3000 kişinin öldüğü Udine (İtalya) depreminde, Udine’nin en büyük sanayi tesisi olan demir-çelik fabrikası da –çelik konstrüksiyon olmasına rağmen- yıkılmıştı. Tesisin sahibi Andrea Pittini, bu tarihten sonra tüm kaynaklarını Udine’nin yeniden inşaına katkıda bulunmaya hasrediyor; ama yenilikçi bir yolla.
Çok sayıda bina –çoğu 2-3 katlı- yıkılmış. Bu kadar çok binanın tekrar –nihai plana uygun olarak- yapımı yerel veya merkezi idarenin imkanları dışına çıkıyor. Dolayısıyla bileşik bir model arayışına giriyorlar ve çeşitli çözüm paylarından bir payın da kendi evini yapmak için:
(a) Emeğini ayni olarak koymaya razı,
(b) Evin tamamını başlangıçta tam olarak yapmak yerine, bazı bölümlerini zaman içinde tamamlamaya razı
kişilere ayrılacağı bir model geliştiriyorlar. Nitekim, bay Pittini’nin sekreteri, nihai planı yaklaşık 200 metrekare olan evinin 1 odası, mutfak ve tuvalet kısmını kullanılacak hale getirmiş; geri kalan kısmı sadece duvarları örülmüş biçimde –para biriktirip tamamlamak üzere- bırakılmış.
Evin en önemli bölümü olan çatı ise bay Pittini’nin yenilikçi bir fikirle katkıda bulunduğu kısım. Tavan kısmının ağırlığını taşımak üzere fligran kirişlerin demir donatılarını fabrikasında üretip son derece uygun fiyatla halkın kullanımına sunmuş.
1986 Şubat ayında yaptıımız ziyaret sırasında, bir baba ve oğlu, yaklaşık 60 metrekarelik bir evin çatısını –bizim gözümüzün önünde- 1 saat içinde kapattılar.
Çıkarılabilecek ders: 23 Ekim 2011 Van depremi muhtemelen, İstanbul başta olmak üzere tüm yurttaki konut stokunun gözden geçirilip yenilenmek isteneceği bir süreci başlatmış oldu. Kuşkusuz, yeterli sağlamlıkta olmayan binaların yıkılıp yerine yenilerinin yapılması gibi bir çözüm karmaşık sorunları çözme konusunda bir yetersizliği –ezelden beri- bulunan toplumlar için pek cazip görünebilir.
Fakat bunun maliyetinin tamamen kamu bütçesinden karşılanması güç olacağı için, maliyet unsurlarının bir bölümünün yurttaşların kendilerince –ayni ve/ya nakdi- olarak karşılanması gerekecektir. Nitekim, halkımızın uzun yıllardır –bilim ve fennin bir katkısı olmadan- yapageldiği ve her depremde kafasına yıkılan gecekondu modelinin en işe yarar kısmı, içinde oturacak olanların ayni katkılarıdır. (Bkz. https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=463).
Bu model, sorunun tamanını çözemez; aslında toptancı tek modellerin hiçbirisi sorunun tamanını çözemez. Madem ki kaynaklarımız kısıtlıdır; o halde insanlarımızın katkılarını en iyi şekilde kullanmak zorundayız.
2 Kasım 11 Çarşamba
-
Nis 16 2012 Geri kalmış yöreler niçin geri kalmıştır: Bir bileşen!
Geri kalmış yöreler niçin geri kalmıştır: Bir bileşen!
Yine bir gazete haberinden alıntı..
2. Kasım 2011 tarihli gazetelerde, “Bakırköy savcısının bir uyuşturucu çetesinden 25,000 TL rüşvet aldığının belirlendiği, bunun üzerine HSYK’nın duruma el koyarak anılan savcıyı Sivas’a sürgün ederek cezalandırdığı” yer aldı.
2005 yılında bu konuda yazdığım bir yazı https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=776 adresindedir. Aynı şeyleri tekrar etmek yararsızdır.
Ülkenin geri kalmış yörelerinin uzun süre cezalandırma amacıyla kullanılması, bugün o yörelerin niçin bambaşka sorunlar için “uygun ortam” haline geldiğini gösteriyor; en azından tek sebep olmasa da önemli bileşenlerden birisi olduğuna işaret ediyor.
Geri kalmış yörelerimiz, teşvik tedbirleri listesinde yer almak için kıyasıya yarışırlar. Esas yarışmaları gereken ise, yörelerinin birer “insan kaynağı çöplüğü” olarak kullanımına karşı çıkma konusunda olmalıdır.
Önceliklerini sıraya koyma becerisi gösteremeyen insanlar bu tür muameleye müstahaktır diyeceğim, ama o yolla sorun çözülmüyor. Çözüm yine, oralardaki aklı başında insanların kök sorun – hayalet sorun kavramını gündelik yaşamlarına sokmalarında yatıyor.
4 Kasım 11 Cuma
-
Nis 16 2012 Hırvat hocada mı bir gariplik var yoksa bizde mi?
Hırvat hocada mı bir gariplik var yoksa bizde mi?
11 Kasım gecesi oynan Türkiye-Hırvatistan maçı başta olmak üzere tüm spor karşılaşmaları, hatta tüm “karşılaştırma” halleri (sanayi, savaş, ahlak, kültür vd) için bir gözlemimi paylaşmak istiyorum.
Hemen belirtmeliyim ki, televizyondan maç seyreden ve gol, frikik, bariz ofsayt gibi sıradan kuralları dışında futbolun inceliklerinden katiyen anlamayan birisiyim.
3-0 gibi net bir sonuçla biten Hırvatistan maçından sonra Hırvat takımının hocası Bilic -gazete haberine göre- şöyle diyor: “Henüz herşey bitmedi. Bundan emin değilim. Çünkü Türkler bize daha önce de bunu gösterdi“.
Buna karşılık, maç öncesinde çeşitli yayın organlarında ve maç sırasında yorumcu “şeytan”ın ağzından duyduklarımız mealen şöyleydi:
Ö Bunlar (Hırvatlar) kaç kişi. 74 milyonluk Türkiye ile boy ölçüşemezler.
Ö Düne kadar bizim (Osmanlı’nın) egemenliğimiz altındaydılar..
Ö Hırvatistan iyi bir takımdır ama tabii ki bizimle mukayese edilemez.
Ö Evet adamlar (Hırvatlar) iyi oynuyorlar ama biz bu değiliz…
Milli takım hocası Guus Hiddink ise tam bir rasyonel düşünce geleneği temsilcisi olarak şunu diyor: “Maçın favorisi Hırvatistandır. Türkler çok duygusal. Ama bir Türk işi de olabilir“
Bu bir üslup sorunu değildir..
Keşki bu bir üslup meselesi olsaydı; fakat ondan çok daha derindir. Durumunu takdir edememek gibi ölümcül bir hastalıktır. Bu hastalığa düşmüş olanlar her kavgada yenilirler, fakat niye yenildiğini tartıp o yönünü güçlendireceği yerde insanın gözünün içine baka baka yenilmediğini, yenilmesinin söz konusu olamayacağını, kendi dışında herkesin hatalı olduğunu iddia ederler.
Hiddink’in maaşı artırılmalı, elde tutulmalıdır..
Şimdi yenilginin -zaten aşikar(!) olan- nedeni bulunmuş ve Hiddink kovularak yerine rasyonel düşünme gibi bir kusuru olmayan başka birisi aranıyor.
Hiddink gönderilir, yerine Sir Alex Ferguson getirilir, birkaç maç sonra o da kovulur. Sonunda yerlerine, daha fundemental becerilerini tamamlamamış ama şöhret olmuş hedonistleri iyice şişirip sahaya süren, sonra da yenilgi nedenlerini kader, kısmet, hakem vs ile açıklayan birisi tekrar getirilir.
Şaka bir yana, gerçekten bir şey yapılmak isteniliyorsa Hiddink (ya da onun düşünme stiline sahip) bir hoca getirilip, “siz duygusalsınız; bu iş ise rasyonel akıl gerektirir” sözleriyle ne demek istediğine kafa yorulur. Kimliğiyle yüzleşmek budur.
12 Kasım 2011 Cumartesi
-
Nis 16 2012 Meslek Eğitimini Yeniden Konumlandırmak..
Meslek Eğitimini Yeniden Konumlandırmak..
İletişim Meslek Lisesi, Tekstil ML, Otomotiv ML, Ticaret ML, Otelcilik ML, Sağlık ML, Meteoroloji ML, İmam-Hatip ML …. vd.
Meslek eğitiminin bir “memleket meselesi” olarak nitelendiği günümüz Türkiye’sinde bu eğilimin aksi yönde fikir beyan etmenin hoş karşılanmayacağının bilincindeyim. “Ne yani sen gençlerimizin meslek sahibi olmalarına karşı mısın?” kalıbını duyar gibiyim.
Adı ne olursa olsun amacı tektir..
Hangi meslek dalı için olursa olsun, yukarıda sayılan ve yer darlığından sayılmayan tüm meslek liselerinin amacı ortaktır: X sektörüne eleman yetiştirmek!
Şimdi soru şudur:
Sürekli değişen ihtiyaçlar ortamında, sadece tekstil, sadece sağlık, sadece imamlık gibi alanlarda yetiştirilmiş “tek yönlü insanlar”, gün be gün değişen dünyanın bu “ihtiyaç dalgalanmaları”na nasıl karşı duracak?
Frederick W.Taylor
Sözü edilen meslek liseleri, temelleri bundan 200 yıl önce Taylor tarafından ortaya atılan şu ilkenin gerçekleştirilme araçlarından birisidir: “İşleri öyle parçalara bölünüz ki, en aptal insanlar dahi onları yapabilsin“.
Doğru mudur bilinmez, anlatılan bir fıkra bu ilkeyi iyi anlatır: Bir otomobil fabrikasına çocuk yaşta girip 65 yaşında emekli olan ve bütün bu süre boyunca seri imalat bandında arabaların sağ arka tekerleklerinin bijonlarını sıkan işçiye jübile yapılıyor. Törende konuşmalar sırasında emekli olan işçiye de söz sırası geliyor ve şu soruluyor: Eğer bugün 50 yıl önceki çocuk olarak tekrar işe başlasaydınız hangi işi yapmak isterdiniz?
İşçi bu hayali durum karşısında biraz şaşalasa da gözleri parlıyor ve ümitsizce şu cevabı veriyor: “Bu defa arabaların sol arka tekerleklerinin bijonlarını sıkmak isterdim“.
Bu muhtemel fıkra aynı zamanda bir trajediyi anlatıyor. Çok yönlü yaşamın gereksinimlerine uygun bir yapıya sahip insanların zamanla iş içinde “eğitilerek” nasıl “eğildiklerini“, nasıl tek yön dışında bir şey hayal edemediklerini anlatıyor.
Anahtar söylem: “İş dünyasının ihtiyaç duyduğu niteliklerde eleman“
Hemen her düzeydeki eğitim kurumuna yöneltilen eleştirilerin başında, o kurumların, iş dünyasının ihtiyaç duyduğu nitelikte eleman yetiştiremeyişi gelir. İşin tuhaf yanlarından birisi de, eğitim kurumlarının bu eleştiriye karşı başlarını öne eğip, “biz mümkün olduğu kadar sizin ihtiyaçlarınıza cevap verecek insan yetiştiriyoruz, ama sizin hızınıza yetişemiyoruz” gibisinden cevaplar vermeleri, eleştiriyi bütünüyle kabul etmeleridir.
Böylece zaman içinde bir kural yerleşmiştir: Eğitim kurumlarının misyonu, iş dünyasının ihtiyaç duyduğu nitelikteki elemanları yetiştirmektir (üniversiteler dahi).
Bu komiktir ve biraz da aptalcadır..
Çünkü:
– İş dünyası, ihtiyaçları tek (homojen) bir dünya değildir. İçerdiği çeşitli -ve birbirinden çok farklı- söktörler nedeniyle ihtiyaçları da farklıdır. Ayrıca aynı bir sektör, hatta o sektör içindeki aynı bir üretim cinsi için dahi ihtiyaçlar aynı değildir. Dolayısıyla “iş dünyasının ihtiyaçları” tabiri belirleyici bir sıfat değildir, hatta anlamsızdır.
– 200 yıl öncesinin istihdamının büyük bölümünü sanayi kesimi üretirken, bugün tablo değişmiştir. Market kasiyerinden, betonyer pompacısına, bankaların çağrı merkezlerinde hizmet verenlerden kapı kapı dolaşıp tencere satanlara kadar geniş bir kesime ve sayısal kontrollu takım tezgahı operatörlerinden kaynak robotu operatörlerine ve bütün bunlara program yazan kişilere kadar hepsi “iş dünyası”na aittirler.
Hatta insanların büyük çoğunluğu hem iş hem ev insanı (ev kadını + ev erkeği) durumundadır. O halde artık “iş dünyası ihtiyaçları” deyiminden vazgeçip “yaşam ihtiyaçları“ndan söz edilmelidir.
– Bir diğer buğulu terim “nitelik”tir. Geleneksel olarak mesleki nitelik denildiğinde tornacı, programcı, boyacı, tekstil ustalığı gibi meslek bazlı bilgi becerileri anlıyoruz.
Geçen yüzyılda birkaçyüz mertebesindeki meslek bugün binlerle ifade ediliyor ve Moore yasası‘na paralel olarak artıyor. Bu denli büyük sayıdaki mesleğin meslek okullarında öğretilmesi yoluna gidilirse, her mahalleye birkaç tane meslek lisesi açmak gerekebilir ve bir süre sonra onlar da yetmeyebilir.
İstenilen niteliklerin meslek okullarınca kazandırılamayacağı görünüyor.
– Meslek okulları pahalı yatırımlardır. hangi mesleki nitelikler kazandırılacaksa, o sanayi kolunun “ortalama” bir iş yerinin donanımı ile teçhiz edilirler. Fakat önemli bir sorun, çok kısa süre içinde bu pahalı donanımların modasının geçmiş olmasıdır.
Öğrenci, meslek okulunda gördüğü makine-teçhizatı, mezun olup gittiği iş yerinde bulamaz; ya daha ilkelini ya da daha gelişmişi vardır ve her ikisine de yabancıdır. Meslek okullarındaki donanıma yapılan yatırımlar kısa süre içinde atıl yatırım haline gelir.
– Bir an için, bütün bu sorunların aşılabildiğini, binlerce mesleğin her birinin değişik versiyonlarına göre meslek okulları açılabildiğini ve sanayi kuruluşlarının gereksinecekleri insan kaynağı niteliklerini zahmetsizce bulabileceklerini varsayalım. Bu noktada ayrı bir sorun ortaya çıkacaktır: Hızla çoğalan meslek çeşitleri nedeniyle geçersiz kalacak meslekler için sürekli olarak yeni meslek okulları mı açılacaktır?
Aslında bu sorun ne yapılması ve ne yapılmaması gerektiğinin yoluna da işaret ediyor: Yaşam ihtiyaçlarının gerektirdiği neredeyse sonsuz çeşitlilikteki bilgi-beceriyi ayrı ayrı kazandırmaya çalışan okul sistemi ile bu işin olamayacağı görülüyor.
Ayrıca da insanın (ve diğer canlıların) doğuştan sahip oldukları en önemli yeteneği gözardı etmesi ve dünyaya tek yönlü bakabilen insanlar yetiştirmesi nedenleriyle de “olmaması gerektiği” görünüyor.
– Ve bütün bunların dışında en önemli soru şudur: Üretimin 6M’sinden (Man, Machine, Material, Money, Marketing, Management) son 5 tanesi, yapılacak üretimi her kim yapacaksa onun tarafından sağlanır. Üretimi için gereken makine tam olarak (eksiksiz) sanayici tarafından sağlanır. Benzer şekilde malzemenin de ham veya yarı mamul olarak edinilip nihai hale getirilmesi sanayicinin sorumluluğudur.
– Para’nın bulunması, pazarlama ya da yönetimin sağlanması da onun sorumluluğudur ve bu konularda sanayi tarihi kadar eski bir anlayış birlikteliği vardır.
Tek istisna “insan”dadır. Sanayicinin üretimi için gereken özel niteliklerle donanmış insan, sanayici tarafından değil, toplumun vergileri yoluyla devlet tarafından şekillendirilmelidir. Bu istisnanın bir açıklaması var mıdır?
Yani üretimin tüm girdilerini ham veya yarı-işlenmiş olarak alıp tamamen kendi kaynaklarını harcayarak işleyen iş dünyası, en pahalı üretim girdisi olan insanın yetiştirilmesini, toplumdan beklemektedir. Bu en hafif tarafından komiktir ve haksızlıktır.
Yurttaşların çeşitli üretimler konusundaki tercihleri aynı değilken, nasıl olup da onların vergileri, onların rızaları dışındaki alanlara harcanabilir? Bu garipliğin muhtemelen iki nedeni vardır:
(a) Sanayi devriminin tüm nüfusa bir refah sağladığı dönemlerde bu garipliğin sorgulanması söz konusu olamazdı.
(b) Demokrasi kavramının bu denli bireye indirgenmediği dönemlerde, bireyin tercihleri yerine para ve güç sahiplerinin tercihleri ön planda idi.
Çözüm ne?
Yeni mesleki eğitim modelinin başlıca iki çerçeve çizgisi şöyle olabilir:
(1) Toplumun vergileriyle oluşturduğu havuz, onun ortak ihtiyaçları için kullanılmalıdır. Bu ortak ihtiyacın eğitimle ilgili iki bileşeni şunlar olabilir:
o Birlikte yaşama kültürü edinmek,
o Kendi özgün ihtiyaçları / tercihleri doğrultusunda yaşayabilmek için -ki buna iş yaşamı da dahildir- gereken ve sürekli değişen bilgi-becerileri kendi kontrolunda öğrenebilmek (yani öğrenmeyi öğrenmek).
(2) Öğrenmeyi öğrenme becerisine sahip olarak dünyaya gelip, toplum kaynaklarıyla bunu keskinleştiren kişiler, iş yaşamının gereksindiği “yarı işlenmiş insan malzemesi”dir. Bunun tam işlenmesi, ilgili alanlardaki iş dünyası kuruluşlarının görevidir ve maliyeti de tamamen onlarca karşılanmalıdır.
Öğrenmeyi öğrenmiş kişiler, yaşam akışının her an önlerine koyduğu koşulların gerektirdiği yeni bilgi-becerileri zahmetsizce öğrenebilen kişilerdir.
Buna göre her iş yeri artık birer okuldur da. Nitekim dual-sistem denemesi bu yolda doğru bir denemeydi.
Bu modele yapılabilecek itirazlar bellidir. Ama suyun akabileceği yön de bellidir. Tüm sistem öğrenme temelli hale dönmedikçe ne meslek okulları sorunu, ne tek yönlü insan sorunu ne de demokrasi sorunu çözülebilir.
7 Ağustos 11 Pazar
-
Nis 16 2012 “Hayvan” bulundu!
“Hayvan” bulundu!
Olayı hatırlayalım..
Bir kadın voleybolcu antrenmandan evine dönerken bindiği otobüste, giymiş olduğu şort nedeniyle bir namus bekçisinin “sen -kıyafetinle- toplumun ahlakını bozuyorsun” gibisinden sözlü ve fiili tacizine uğramış. Bunun gatelere yansıması üzerine, bir sanatçı da Ahlak Bekçileri Kampanyası adıyla bir protesto örgütlemiş. Ve, protestonun sloganı olarak da “Bu Hayvanı Bulun” ifadesi seçilmiş. Gazete haberine göre, tacize uğrayan sporcuya destek protestosu giderek genişliyor.
Ben olayın, henüz yakalanmamış failine yakıştırılan “hayvan” sıfatı üzerinde durmak istiyorum. İhtimallerden birisi, delil yetersizliği -çünkü kimse şahitlik yapmak istemiyormuş- ya da bir başka nedenden dolayı suçsuz bulunabilecek olan “bekçi”nin, karşı şikayette bulunarak kendisine “hayvan” denilerek hakaret edildiğini iddia etmesidir.
Bu sıfatı yakıştıranlar da kendilerini savunmak için, “az bile demişiz, sen hayvan değil hayvanoğluhayvansın” diyecekler, hakim de muhtemelen hakaret iddiasını haklı bulup küçük de olsa bir cezaya hükmedecektir.
İkinci olasılık, tüm canlıların -ve cansızların- bir bütün oluşturdukları bilincinde olanların da suç duyurusunda bulunup, hayvanlara hakaret edildiğini, “bekçi”nin hayvan denilerek yüceltildiğini, hayvanların ise aşağılandığını iddia etmeleridir. Bu iddianın -bugünkü görünüşe göre- pek kazanma şansı yoktur.
Ben suçluları buldum..
Kendisinden başka canlılarla ilişkisini anlamaktan aciz, kendi başına varlığını sürdürebileceğini sanabilecek kadar cahil ve aptal olarak “önce insan” sloganıyla insana tapınan bozulmuş tür’ün esas suçlular olduğunu düşünüyorum.
Bir hayvandan -istemeye istemeye- söz etmesi gerektiğinde “afedersiniz hayvan” diyerek özür(!) dileyen bu alt-tür mensupları içinde “bu hayvanı bulun” sloganının yaratıcısı sanatçılar da(!) dahil olmak üzere kerli-ferli nice -afedersiniz- insan olduğunu düşünebiliyor musunuz?
Aranan hayvan bulunmuştur..
İnsana tapınan putperestler, hayvan sözcüğünü aşağılama amacıyla kullanan yaratıklardır ve aranmalarına gerek olmayacak kadar çokturlar. Bekçiler ise beyinleri yıkanmış -afedersiniz- bir alt-türün üyesidirler.
12 Ağustos 11 Cuma
-
Nis 16 2012 RADYO VE TV’DE BİRŞEYLER Mİ OLUYOR?
RADYO VE TV’DE BİRŞEYLER Mİ OLUYOR?
Bir ürün varsa mutlaka müşterisi vardır. Daha doğru ifadeyle müşteriler belirli bir kritik kütleye ulaştıklarında talepleri bir ürün haline gelir.
Pazarlamanın bu altın kuralı radyo ve TV alnında da işlemeye başladı. Vıcık vıcık bayağılık kokan, sapık tercihlerin en yılışık biçimde sergilendiği programlar almış başını giderken, AÇIK RADYO ve NTV adlı iki istasyon ortaya çıkıverdi.
Bu olgunun, üzerinde durulması gereken yanı, bunları kuranlar değil, hizmet ürünlerini ayakta durabilir kılabilecek kritik düzeye erişen dinleyici ve izleyicilerin varlığıdır.
Medya sektöründeki olağanüstü düzey düşüklüğünün içinden çıkan bu iki pırıltı acaba, başka alanlardaki bir uyanışın da habercileri sayılabilir mi? Bunu zaman gösterecektir.
Ama burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: “Pazar ortamı uygun olunca ürün da doğar” kuralının zamanlama açısından duyarlığı, yılın belli gününde ortaya çıkıveren kelebeklerinki kadar kesin değildir. Çünkü, uygun pazar koşulları ancak uygun girişimcilerle birleştiği takdirde ürüne dönüşebilmektedir.
Bu nedenle, eğer toplumun diğer alanlarındaki girişimciler eğer henüz vaktin gelmediğini, pazar koşullarının henüz oluşmadığını düşünerek bir girişimde bulunmaktan geri duruyorlarsa, toplum o girişimin ürünlerinden mahrum kalıyor demektir.
Hele, bu farklı alanlardaki ürünlerin oluşturabileceği bileşik iklimin daha başka sinerjik ürünlere yol açabileceği de düşünülürse, bir radyo ve bir TV’nin gerçekte nelerin habercileri olabileceği daha iyi değerlendirilebilecektir.
Bu, sıradan görünüşlü olgu özellikle gönüllü kuruluşlar için bir proje niteliğindedir. Yalnız bu değil, ne kadar “iyi ürün üreten varsa onlar da gönüllü kuruluşlar için birer proje olmalıdır. Bunun yanısıra, yalnız “iyi” ürün üretenler değil “kötü”ler de birer projedir. İyiler yüreklendirilmeli, kötüler ise ürettiklerinin çirkinliklerinin farkına vardırılmalıdırlar. İyi bir programa rastladığınızda, iyi bir yazı okuduğunuzda, hatta iyi bir espri duyduğunuzda lütfen birkaç satırla kutlayıp, kötü ürün sahiplerini de uyarınız.
“Marifet iltifata tabidir” eski ama işe yarar bir sözdür. Marifete çok ihtiyacımız olduğu günümüzde elimize üşenmeyelim.
-
Nis 16 2012 Sevgili öğrenciler,
Sevgili öğrenciler,
Sizleri, yaşamınızın en önemli parçasını oluşturan eğitiminizin dışında kalan zamanlarınızın küçük de olsa bir bölümünü, toplum sorunlarımıza bütüncül bir yaklaşımla bakma misyonunu edinmiş bir sivil toplum kuruluşundan haberdar etmek istiyorum. Bu kuruluş Beyaz Nokta® Hareketi’dir. www.beyaznokta.org.tr adresinde oldukça zengin bilgi bulabilirsiniz.
Topluma hizmet amacı edinmiş binlerce kuruştan birisi ise de, BN’nın farklı olan yanı size çekici gelebilir. Bu farklı yan, hemen her şeyin konuşulduğu günümüzde, Türkiye’nin sorunlarını -karşılaştırılabilir ülkelere göre- niçin daha güçlükle çözebildiği ya da çözemediği ve bu olgunun, yönetimlerden bağımsız sistemik bir olgu olup olmadığının irdelenmesidir. Kısa ifadeyle Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK).
1994’ten bu yana yaptığımız çalışmalar, kimsenin ilgisini çekmese de ilginç bir özelliğimiz olduğunu gösteriyor.
BN gönüllülerinden bir hekim dostumuz, bu olguyu şu cümlelerle özetliyor: “SÇK-immune system benzetmesi hem sorunun anlaşılması hem de çözüm yollarının ortaya çıkarılması açısından mükemmel bir örnek olarak kabul edilebilir. Bağışıklık sisteminin etkinliğini azaltan veya ortadan kaldıran bir yığın etken, sonuçta bu sistemin normal işleyişine bağlı olan tüm diğer sistemlerin savunmasız kalmasına yol açmaktadır. Bu durum da organizmanın işlevini tümüye yitirmesi ile sonuçlanmaktadır. Bağışıklık sisteminde yardımcı T hücreleri dediğimiz bir hücre grubunun tahrip olması (AIDS hastalığında olduğu gibi) tüm diğer bağışıklık sistemi hücrelerinin işlevlerininin büyük ölçüde azalmasına ve ortadan kalkmasına yol açmakta. SÇK yetmezliğinin merkezinde yer alan ezberin de (sorgulanamazlık) SÇK da benzer bir işlevsizliğe yol açtığı düşünülebilir. Kısacası, SÇK yetmezliğinin neden olduğu sonuç tablosunu ortaya koyarken, yapılan benzetme takdir edilmeye değer“
Sizleri, Beyaz Nokta’ya, daha da doğru Sorun Çözme Kabiliyeti olgusuna ilgi göstermeye çağırıyorum. Bu ilginin yöntemini yaratıcılık yeteneğinizle sizler belirleyebilirsiniz. Yeter ki, hemen he şeyin konuşulduğu, ama tüketilerek konuşulduğu toplumumuzda, sizler gibi iyi eğitim almakta olan gençler bu konuyu tartışmaya başlasınlar ve de toplumun aydınlarının tartışmasına önderlik etsinler.
İsteğim bundan ibarettir.
Hepinize teşekkür ederim.
Kolay gelsin.
M.Tınaz Titiz
Beyaz Nokta Gelişim Vakfı Başkanı (tinaztitiz@gmail.com)