• Geri kalmış yöreler niçin geri kalmıştır: Bir bileşen!

    Geri kalmış yöreler niçin geri kalmıştır: Bir bileşen!

    Yine bir gazete haberinden alıntı..

    2. Kasım 2011 tarihli gazetelerde, “Bakırköy savcısının bir uyuşturucu çetesinden 25,000 TL rüşvet aldığının belirlendiği, bunun üzerine HSYK’nın duruma el koyarak anılan savcıyı Sivas’a sürgün ederek cezalandırdığı” yer aldı.

    2005 yılında bu konuda yazdığım bir yazı https://www.tinaztitiz.com/yazi.php?id=776 adresindedir. Aynı şeyleri tekrar etmek yararsızdır.

    Ülkenin geri kalmış yörelerinin uzun süre cezalandırma amacıyla kullanılması, bugün o yörelerin niçin bambaşka sorunlar için “uygun ortam” haline geldiğini gösteriyor; en azından tek sebep olmasa da önemli bileşenlerden birisi olduğuna işaret ediyor.

    Geri kalmış yörelerimiz, teşvik tedbirleri listesinde yer almak için kıyasıya yarışırlar. Esas yarışmaları gereken ise, yörelerinin birer “insan kaynağı çöplüğü” olarak kullanımına karşı çıkma konusunda olmalıdır.

    Önceliklerini sıraya koyma becerisi gösteremeyen insanlar bu tür muameleye müstahaktır diyeceğim, ama o yolla sorun çözülmüyor. Çözüm yine, oralardaki aklı başında insanların kök sorun – hayalet sorun kavramını gündelik yaşamlarına sokmalarında yatıyor.

    4 Kasım 11 Cuma

  • Hırvat hocada mı bir gariplik var yoksa bizde mi?

    Hırvat hocada mı bir gariplik var yoksa bizde mi?

    11 Kasım gecesi oynan Türkiye-Hırvatistan maçı başta olmak üzere tüm spor karşılaşmaları, hatta tüm “karşılaştırma” halleri (sanayi, savaş, ahlak, kültür vd) için bir gözlemimi paylaşmak istiyorum.

    Hemen belirtmeliyim ki, televizyondan maç seyreden ve gol, frikik, bariz ofsayt gibi sıradan kuralları dışında futbolun inceliklerinden katiyen anlamayan birisiyim.

    3-0 gibi net bir sonuçla biten Hırvatistan maçından sonra Hırvat takımının hocası Bilic -gazete haberine göre- şöyle diyor: “Henüz herşey bitmedi. Bundan emin değilim. Çünkü Türkler bize daha önce de bunu gösterdi“.

    Buna karşılık, maç öncesinde çeşitli yayın organlarında ve maç sırasında yorumcu “şeytan”ın ağzından duyduklarımız mealen şöyleydi:

    Ö         Bunlar (Hırvatlar) kaç kişi. 74 milyonluk Türkiye ile boy ölçüşemezler.

    Ö         Düne kadar bizim (Osmanlı’nın) egemenliğimiz altındaydılar..

    Ö         Hırvatistan iyi bir takımdır ama tabii ki bizimle mukayese edilemez.

    Ö         Evet adamlar (Hırvatlar) iyi oynuyorlar ama biz bu değiliz…

    Milli takım hocası Guus Hiddink ise tam bir rasyonel düşünce geleneği temsilcisi olarak şunu diyor: “Maçın favorisi Hırvatistandır. Türkler çok duygusal. Ama bir Türk işi de olabilir

    Bu bir üslup sorunu değildir..

    Keşki bu bir üslup meselesi olsaydı; fakat ondan çok daha derindir. Durumunu takdir edememek gibi ölümcül bir hastalıktır. Bu hastalığa düşmüş olanlar her kavgada yenilirler, fakat niye yenildiğini tartıp o yönünü güçlendireceği yerde insanın gözünün içine baka baka yenilmediğini, yenilmesinin söz konusu olamayacağını, kendi dışında herkesin hatalı olduğunu iddia ederler.

    Hiddink’in maaşı artırılmalı, elde tutulmalıdır..

    Şimdi yenilginin -zaten aşikar(!) olan- nedeni bulunmuş ve Hiddink kovularak yerine rasyonel düşünme gibi bir kusuru olmayan başka birisi aranıyor.

    Hiddink gönderilir, yerine Sir Alex Ferguson getirilir, birkaç maç sonra o da kovulur. Sonunda yerlerine, daha fundemental becerilerini tamamlamamış ama şöhret olmuş hedonistleri iyice şişirip sahaya süren, sonra da yenilgi nedenlerini kader, kısmet, hakem vs ile açıklayan birisi tekrar getirilir.

    Şaka bir yana, gerçekten bir şey yapılmak isteniliyorsa Hiddink (ya da onun düşünme stiline sahip) bir hoca getirilip, “siz duygusalsınız; bu iş ise rasyonel akıl gerektirir” sözleriyle ne demek istediğine kafa yorulur. Kimliğiyle yüzleşmek budur.

    12 Kasım 2011 Cumartesi

     

  • Çadır Yangınları..

    Çadır Yangınları..

    23 Ekim Van depreminden sonra kurulan çadırlarda ısınmak amacıyla kullanılan çeşitli araçların yol açtığı yangınlar depremden kurtulan insanlara ikinci darbeyi vuruyor. Van itfaiye müdürü bu durum karşısındaki çaresizliğini “yapacak hiçbir şey yok; aniden yanıyorlar, biz ancak külüne su sıkıyoruz” cümleleriyle dile getiriyor. https://www.tinaztitiz.com/film.php?id=’yangintatbikati.wmv

    Bu sorunun sebep(ler)i ne(ler)dir?

    Böyle bir soru sorulsa ne cevap verilir? Herhalde, çadır kumaşlarının ince ve yanabilir malzemeden yapılmış olması, Kızılay’ın, Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçeğinin farkında olmayışı ve benzeri birkaç neden sıralanabilir.

    Çare olarak da Mevlana evi ya da konteyner ev gibi çözümler önerilir. Günlerdir medyada sadece bunları dinledik.

    Birkaç soru:

    Ö         Bugünkülere benzer ilk yangın söndürücüler bundan tam 195 yıl evvel kullanıldı. Daha ilkelleri ise 1734 yılında “su dolu cam toplar” biçiminde düşünüldü. Soru, böyle bir icattan haberi olup da, her bir çadırın kazığı ve ipi kadar standart bir bileşeni olarak birer yangın söndürücüyü akıl edemeyen insanların -yetkili, ilgili, depremzede vd- nasıl bir akla sahip olduklarıdır.

    Ö         İkinci soru, bir otomobil sahibi olan herkesedir. En küçüğünden bir otomobilin olası bir yangınını söndürmek için asgari 4 kg’lık bir yangın söndürücü gerektiği belli olduğuna göre, dolum tarihlerinde aksatmadan yenilenen bir söndürücü bulunduran araç sahibi yüzdesi ne civardadır?

    TV haberlerinde sık sık, araç yangınlarına müdahale etmek için sağa sola koşturan ama işleyen bir tane söndürücü bulamayan insanlar hangi tür mensuplarıdır?

    Ö          Olası İstanbul depremindeki can kayıplarının en az dörtte birinin çıkan yangılarda olacağı biliniyor. Kentin %70’inin yenilenmesini öneren uzmanlardan bir kişi bile niçin “madem evinizi yenileyemiyorsunuz, güçlendiremiyorsunuz, sağlam ve çevresinde yaşam üçgeni oluşturacak bir eşya edinemiyorsunuz, bari büyükçe bir yangın tübü edinin de az telafat verin” demeyi akıl etmez?

    Hadi onlar önermeyi akıl edemedi, evlerin acaba kaçında, “rezidanslar”ın kaçında işe yarar büyüklükte yangın söndürücüler vardır?

    Ö         Kızılay yönetiminde yer almak için ne çetin mücadeleler verildiğini gözlemlemiş birisiym. Bu kişilerden bir tanesi çıkıp da, olası bir depremin simülasyonunu -hiç olmazsa kağıt üzerinde- yapıp, -20 derecede sokakta kalacak insanlara birkaç saatlik süre içinde kurulabilecek yeter sayıda çadırı hazır bulundurmayı akıl edemez?

    Ö         TV kanallarının birisinde zaman zaman gösterilen Ren Geyiği Çobanları adlı belgeseli izlemiş herkes, -60 derece sıcaklıkta, kutup noktasında, sadece Ren Geyiği postundan yapılmış içiçe iki çadır içinde, sadece küçük bir ısıtıcı ile gömlekle oturulabildiğini görmüştür.

    Üniversitelerimizde endüstri tasarımı bölümü olarak bilinen ve sanayi ürünlerini süslemekle meşgul bölümlerdeki öğrencilere, soğuk bölgeler için ucuz, işlevsel ve yanmayan çadır tasarımları yaptırmak, bu çocukların hocalarının akıllarına gelmez mi?

    Ö         Tekstil ülkesi diye övüne övüne çevrede kül bırakmayan sanayicilerimizin akıllarına, bu amaçla kullanılabilecek kumaş üretmek, bu konuda araştırma yapmak akıllarına gelmez mi?

    Burada akla gelebilecek sadece birkaç önlem verilmiştir. Yer olsa onlarca daha bulunabilir.

    Şimdi son soru..

    Bu kadar çok ve çoğu basit şeyi akıl edemeyen insanlardan oluşan bir toplumda, bundan sonraki ilk depremde yangın, soğuk vb nedenlerle ölecek olanlar yangından mı yoksa bu yaygın akılsızlıktan mı öleceklerdir?

    Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği acaba daha farklı bir şey midir ve acaba sadece yangılardaki can kayıplarıyla sınırlı belalar mı üretir?

    19 Kasım 11 Cumartesi

     

  • Kurallar tamam peki yaptırımlar!

    Kurallar tamam peki yaptırımlar!

    Gazete, TV vb malumat kaynaklarında yer alan konulara toplu olarak bakılınca sürpriz biçimde tek alan çevresinde toplanma görünüyor. Bu tek alan “kurallar” olarak adlandırılabilir. Çok geçeceği için kural yerine K diyeyim..

    –       Yeni anayasa filanca şekilde yapılmalı, içeriğinde fişmanca hüküm yer almalıdır (anayasa = ağababa K),

    –       Kadına şiddet konusunda yeni yasa (yani K) hazırlanmalı,

    –       Trafik terörü daha caydırıcı K’lar ile önlenebilir,

    –       Depreme dayanıksız bina sahipleri için yeni K lazım,

    Velhasıl K ile yatıp K ile kalkıyoruz. Yıllar önce bir  yüksek bürokrat, “Türkiye’de herhangi bir konunun 360 derece çevresinde her türlü K bulabilirsiniz” demişti, gerçekten de böyledir. Avukatlık mesleği de bir çeşit, “duruma uygun K bulmak –ki mutlaka vardır- mesleği”ne bu nedenle dönüşmüştür.

    Nitekim, evi yanan kişiye “itfaiyi meşgul ettin” cezası, yangından itfainin kurtaramadığı çoçuğu canını hiçe sayıp kurtaran delikanlıyı “kamu görevlisinin görevine müdahale ettin” cezası, 2 ay kirasını ödemeyen kişiye tahliye davası açan kişiye “kötü niyetli davranıp adamı üzdün tazmin etmelisin” cezası hep bu 360 derecelik alan içindeki birbirine zıt K’lar içinden seçilip bulunan K’lara dayanarak yasal olarak verilmiştir.

    Hemen akla gelebilecek soru bellidir: İyi de bu millette bir K takıntısı vardır da K koymadan duramamaktadır mı?

    K koymak sorun çözmek niyetiyle yapılmaktadır..

    Milletimizin K koyma gibi bir takıntısı yoktur; bir sorun gördüğü yerde K koymak evrensel olarak uygulandığı, okumuş olanlarımız da öyle yapıldığına şahadet ettiği için K koymadan duramamaktadır. Nitekim, dizkapaklarının üzerinde etek giyersen bacaklarını kırarım diyen koca ya da başka kadınlara bakarsan gözünü oyarım diyen karısı teknik anlamda K koymaktadırlar. Bu denli ağır K’lar vazetmelerinin nedeni ise uygulayamayacaklarını karşılıklı olarak bildikleri için hiç olmazsa korkutmaya yarar ümidiyle söylenmektedir.

    Eksik olan halka: Yaptırım!

    K koymak, koyulan K’ın uygulanışı güvence altına alındığında bir anlam taşır. İnsanımızın beceremediği nokta da tam burasıdır. Neden beceremediği ayrı bir konu olmakla beraber, iyi niyetle koyduğu K’ları uygulayamayışının başlıca iki nedeni vardır:

    (1)  Gözüne ilk çarpan sorunu halledebileceğini, bunun yolunun da K koymaktan geçtiğini düşünür. Örneğin, şike diye adlandırılan ve TCK’nın “güveni kötüye kullanma” ve “hırsızlık” gibi iki maddesine birden –tam olarak- uyan cürüm konusunda gayet güzel bir K koymuş, şikeye adı karışana bile ceza öngörmüştür.

    Fakat gel gör ki, şike denilen olguyu tam anlamaya gerek görmeden ilk gözüne çarpan –ki yabancılar hayalet sorun diyorlar- soruna göre K koymuş, iş bunu uygulamaya gelip de, etraftan çok gürültü çıkınca bu defa ilave K’lar koyarak meseleyi çözmeye çalışmıştır.

    Tahmin edileceği gibi, bu nedenden dolayı mevcut K sayısı giderek artmış ve her meşrebe uygun K’lar hukuk sistemimiz içinde var olagelmiştir. Denilebilir ki K zenginliği açısından elimize su dökebilecek başkaca bir toplum yoktur.

    Üstelik bu kadar çok kuralın bulunması, her türlü eğriliği açıklamak gerektiğinde işe de yarar. Filan filan maddenin fişmanca bendi gereğince böyle olmuş olmaktadır.. denilince kim daha soru sorabilir ki!

    (2)  İkinci neden, konulan bir K’ın kimler için olduğu ile ilgilidir. K’lar, onlara saygılı ve kendilerine K yandaşları denilebilecek saygın –ve saf- yurttaşların, gözü kara ve kendilerine kural tanımazlar denilebilecek kurnaz vatandaşları rahatsız etmemeleri için konulur.

    Bir örnek vermek gerekirse, trafikteki güvenlik şeritlerinin amacı bellidir. Kısmen itfai, cankurtaran, polis ve özellikle de halkla birlikte beklemekten sıkılan vatandaşların gidecekleri yerlere çabuk gitmeleri için yapılmış özel şeritlerdir. Ama araç sayısı artıp, buralara normal vatandaşlar da girmeye kalkışınca, diğer ayrıcalıklı yurttaşlar rahatsız olmuşlardır. İşte bu durumda, güvenlik şeridine giren ama, aracında fırfırlı mavi lamba vb taşımayan ya da 100 km/h altında seyreden ayrıcalıksız kişiler için K konulmuştur.

    Park yasakları da böyledir. Birinci derecede deprem tahliye yollarının kenarlarına güzel güzel park eden ayrıcalıklı yurttaşları diğer düz vatandaşların rahatsız etmemeleri için o cafcaflı yasak tabelaları konulur.

    Buna göre vatandaşların ne ölçüde kural tanımaz olduklarına bağlı olarak da koyulan K’ların istisna hükümleri içermesi adet olmuş, tabii bu nedenle K’lar basit ve anlaşılır olmaktan çıkıp, ancak özel eğitim görmüş “K yorumcuların” anlayabileceği hale gelmiştir. Kamu yönetiminde kalitesizlik olarak ortaya çıkan bu olgu, giderek kendini besleyen bir hastalıktır.

    Yaptırım (enforcement)  uygulayacak kişilerin korkmamaları, ayrıcalık sağlayarak çıkar sağlamayı düşünmeyecek ahlaki bütünlüğe sahip olmaları, K’a konu olan ilkeleri anlayabilecek zihinsel netliğe sahip olmaları bir ön koşuldur.

    Son ama en önemli olan ise, kural tanımazların tutumlarından zarar gören kalabalık yurttaş kitlesinin, sesimi çıkarmayayım; hem sebepleneyim hem de neme lazım gibi bir tutum içinde olmaması gerekiyor.

    Peki olursa n’olur. Bkz Şekil 1-A..

    Bütün bunların bir adı var ve buna Sorun Çözme Kabiliyeti yetmezliği deniliyor. Bu kavramı anlamaya çalışmak, bunun milyonlarca vatandaşın tek tek öznel sorunlarının çözülmeye çalışılması olmadığını anlamak gerekiyor.

    27 Kasım 11 Pazar

  • TV TARTIŞMALARI VE “KANONİK” KONUŞMA!

    TV TARTIŞMALARI VE “KANONİK” KONUŞMA!

    Çeşitli konuların TV’lerde açık oturumlar biçiminde tartışılması, iki yanı keskin bir bıçak gibidir. “Tartışmanın Mimarisi” diyebileceğimiz, varılmak istenilen sonuç(lar)ın -kamuoyunda duyarlık yaratma, tabu yıkma, uzlaştırma gibi- baştan belirlenmesi, buna göre katılımcıların tesbiti, tartışma yöntemine -beyin fırtınası, çatıştırma, asgari müşterek bulma gibi- karar verilmesi ve bütün bunlara bağlı olarak da tartışma süresinin tesbiti iyi yapılabilirse, son derece yararlı bir iş yapılmış olur.

    Bunlara dikkat edilmezse, bu defa katılımcıları – daha da kötüsü izleyen milyonları- kutuplaştıran, kafalarını karıştırıp onları ümitsizliğe düşüren, bilim, politika, din, sanat gibi kurumları gözden düşürüp, doğacak vakumda fanatizm türlerinin yeşermesine ortam hazırlayan sonuçlara yol açılmış olur.

    Ülkemiz, özel TV’ler yoluyla kavuştuğu sınırsız tartışma özgürlüğünün sarhoşluğunu (hoş baş anlamında) yaşamaktadır. Bu nedenle tartışmalar bir mimariden yoksundur. Zamanla bu konuda olumlu gelişmeler olması beklenir.

    ATV’deki Siyaset Meydanı, çok sayıdaki tartışma ortamından en çok izlenendir. Eğer amaç yalnız “en çok izlenen” olmaksa herhalde başkaca yapılması gereken yoktur, bir “mimari”ye de ihtiyaç bulunmamaktadır. Hatta izlenme oranını daha da artırıcı yöntemler (parti liderleri arasında kickboxing, uykusuzluk nedeniyle taraflardan ilk bayılanı saptamak gibi) bulunabilirse de, bu tartışma amaçların bulunmadığı “varsayımı” ile bir öneride bulunmak istiyorum.

    Bu önerim yalnızca tartışma programlarına katılanlara değil, daha uzun yaşamak isteyen herkese yarar sağlayacaktır. Bu, “konuşma sürelerinin kısıtlanması” ve bunun için de “kanonik konuşma” usulunün benimsenmesidir.

    “Kanonik konuşma”, ifade edilmek istenen bir düşüncenin, olabilecek en kısa formda dile getirilmesi tekniğidir. Alışık olmayana başlangıçta -biraz- güç gelebilirse de kısa zamanda öğrenilir.

    “Kanonik ifade” nin -yalnız konuşmada değil yazmada da geçerlidir- ne olduğunun anlaşılması için, önce “uzun konuşma” nın neden(ler) i anlaşılmalıdır.

    Uzun konuşmanın başlıca üç nedeni; “alışkanlık”, “berrak olmayan düşünceleri berrakmış gibi gösterme isteği” ve “bir ters- bir yüz söyleyip şiş ve kebabı yakmama” eğilimidir.

    “Alışkanlık”, zamanla tedavi edilebilir. Diğer ikisinin ilacı ise kısa konuşmaya “zorlamak”tır.

    Ancak, “kısa konuşma”nın -her zaman yapıldığı gibi- iki uçtan birini seçmeye zorlamak olmadığına çok dikkat edilmelidir. “Bu fikre katılıyor musunuz, yalnız evet-hayır deyin” gibisinden “boyut daraltıcı faşizan” zorlamaların kısa konuşmayla ilgisi yoktur.

    “Kanonik ifade” ya da “kısa konuşma”nın temel gerekçesi, tartışmaya katılanların “konuşma özgürlüklerini” sağlamaktır. Her uzun konuşma, sıra bekleyen diğer tartışmacıların haklarından çalınmış birer parçadır. Tartışma yöneticisinin bir numaralı görevi ise, herkesin özgürlüğünü güvenceye almaktır.

    Doğruluğu kendinden menkul, sonu “…dir” ile biten hükümlerle dolu, o konuda düşünmemiş olmayı gizlemeye yönelik laf salatalarını kesmenin en etkin yolu, her defasında azami 1 veya 2 dakikalık konuşmaya izin vermek ve süre sonunda – cümlenin ortası dahi olsa- mekanik bir yolla “kesmek” tir. Böylece, çeşitli defalar söz almak mümkün olduğu gibi, herkese fikrini söyleme imkanı verilmiş olur.

    Tartışma programlarında unutulmaması gereken bir nokta, toplam sürenin 1-1.5 saati geçmemesidir. Sabahlara kadar süren bir tartışma ortamında, akıl zindeliğini koruyabilecek babayiğitler henüz ülkemizde yetişmemektedir.

    Tartışma programı düzenleyicilerinin dikkatine sunulur.

    Pazar, 8 Ocak 1995

  • Kaza-belânın öngörülebilirliği!

    Kaza-belânın öngörülebilirliği!

    Olayları ne denli bilimin ışığında açıklayıp olası sonuçlarını öngörmeye çalışsak da “belirsizlik ilkesi” nedeniyle daima öngörülemez bir pay kalacağını kabul etmek zorundayız. Büyük doğal felaketler buna iyi birer örnektir. Birçok doğa olayı için giderek doğruluğu artan öngörülerde bulunabilsek de -ileride doğrulukların artacağına kuşku yoktur- öngörü alanımızın dışında kalan pay hala çok yüksektir.

    Çok değişkenli, üstelik de değişkenlere ilişkin ölçülebilirliklerin düşük olduğu hallerde geçerli olan bu yargı, daha az sayıda -ve de ölçülebilir- değişkenli durumlarda tam tersi bir belirlilik sergiliyor.

    Bu nedenle de -aklı başında insanlar-, hızla giden iki otomobili kafa kafaya tokuşturarak ne olacağını denemeye çalışmıyor, bunu araç güvenilirliğini test eden uzmanlara bırakıyorlar.

    Daha da az değişkenli durumlara iyi örnek olabilecek alanlardan birisi yangınlar; bunların içinde de daha çok igilendirenler, “çadır yangınları” olarak adlandırılan ve öz be öz bizim insanımız tarafından başarılan az sayıdaki icattan(!) birisidir.

    Deprem bölgelerinde geçici barınak olarak kullanılan ve dondurucu kış günlerinde tartışmasız bir zorunluk olarak soba kullanılan çadırlarda sık sık yangın çıkmakta ve içindeki insanlar yanarak ölmektedir. Bugün itibariyle 2 ay içinde toplam 8 kişi bu yüzden hayatını kaybetmiştir.

    Bu ve benzeri belirlilik düzeyindeki olaylar için öngörülebilirlik neredeyse yüz üzerinden yüzdür.

    Şimdi soru, bu net öngörülebilirliğe karşın nasıl olup da ölümleri engelleyecek basit birkaç önlemin alınamadığıdır.. büyütmek için tıklayınız!

    dilbert.jpgHemen herkesin aklına gelebilecek basitlikte, biri kısa diğeri orta vadeli iki önlemden birincisi her çadıra bir yangın söndürücüsü dağıtmak (ve bunu çadırların tamamlayıcı bir parçası haline getirerek bundan böyle öylece uygulanması); ikincisi ise çadır bezlerinin emprenye edilerek tutuşmasının geciktirilmesidir

    Hatta, kısa süreli bir araştırma ile -ki belki de vardır- kurulu çadırların iç yüzeylerine püstürtülerek tutuşma sıcaklığını artırabilecek bir boya cinsi dahi bulunabilir.

    Merakım, bu önlemlerden en az birisinin uygulanmasını imkansız ya da maliyetini insan yaşamından daha fazla kılan şeyin ne olduğudur.

    Birisi beni bu meraktan kurtaracak  anlamlı bir açıklama yapabilir mi?

    4 Ocak 12 Çarşamba

     

  • Düşünsel sıçrama ihtiyacı!

    Düşünsel sıçrama ihtiyacı!

    Her sorunun karmaşıklık düzeyi, o düzeyle uyumlu düşünme araçlarını gerektirir. Şifresi unutulmuş bir çantayı açma sorunu için kullanılabilecek araçlarla, şifresi unutulmuş bir bilgisayarı açma araçlarının sofistikasyon düzeyi aynı olmayacaktır.

    Birisi için “kilidi kırıp yenisiyle değiştirmek“, “sabredip 1000 adet deneme yapmak” vbg basit araçlar yeterli iken, diğeri için örneğin “işletim sistemine hakim olmak“,  “bütünüyle reset etmek” vbg daha karmaşık bilgilere ve o bilgileri kullanabilecek düzeyde düşünsel araçlara ihtiyaç olabilir.

    Fakat bir sorun var..

    Kişi kendini bilmek gibi irfan olamaz” atasözümüz ya da Apollon tapınağının girişindeki “kendini bil” yazısı sıradan bir öğüt gibidir ama, biraz düşünülünce gerçekleştirmenin ne denli güç olduğu hemen anlaşılabilir. Birisini -ya da kendini- “bilmek”, bilinecek olanın çeşitli tutum ve davranışlarını yargılamak demek olduğuna göre, yargı ölçütlerine ihtiyaç vardır.

    Örneğin, lokantada yemek yerken, yemeğine ortak olmak isteyen bir kediyi tekmeyle kovan kişinin bu davranışı, hayvanlardan bahsederken “afedersiniz hayvan” diye başlayan birisi için onaylanacak bir davranış iken, canlıların bütünlüğünü idrak etmiş bir diğeri için affedilemez bir yanlıştır. Bu yargılamadaki ölçüt -görüldüğü üzere- “insanın, canlılar dünyasındaki yeri” bağlamındadır ve birisi insanı putlaştırıp en tepeye koyarken diğeri canlılar ailesinin eşit -ama farklı- bir üyesi olarak değerlendirmektedir.

    Buna göre, her değerlendirmede kullanılan ölçütler kişilerin kendi ölçütleri olacak, sahip olmadığı bir ölçüte göre değerlendirme yapması -imkansız değilse de- epey güç olacaktır.

    Benzer biçimde, kişiler, yaşamlarının her anını dolduran sorunları çözmeye çalışırken de, kendi bireysel sorun çözme araçları dağarcığındaki -kullanmaya alışık olduğu- aletleri kullanacaklardır. Kurumlar ve toplum için de durum benzerdir.

    Gündelik yaşam sorunları ikliminde birlikte yaşarken hemen hemen benzer araçları kullanan insanlar arasında sorun çıkmaz. Fakat, alışılmış karmaşıklık düzeyinin üzerinde sorunlarla karşılaşıldığında da yine alışılmış aletlerle sorunlar çözülmeye çalışılır.

    Yeni -ve daha başa çıkılamaz- sorunların başladığı yer burasıdır..

    Kişilerin -ya da onların oluşturduğu kurum, toplum gibi daha üst yapıların- kullanmaya alışkın oldukları aletlerle, alışkın olmadıkları karmaşıklıktaki sorunları çözmeye çalşmaları, başka hiçbir neden olmasa dahi yeni ve daha da karmaşık sorunların ortaya çıkması için yeterlidir. Üstelik, bu olgunun anlaşılmayıp, sorun çözmedeki başarısızlığın nedenleri olarak farklı etkenlerin aranması -ki bir bölümü doğru da olabilir- ve bulunacak bu etkenlere göre yeniden ve yeniden girişilecek yeni çözüm girişimleri sonunda, yepyeni ve hiç tanışılmamış karmaşıklık düzeyindeki sorunların ortaya çıkması da kaçınılmazdır.

    Uyaranları kimse dinlemez..

    Giderek karmaşıklık düzeyi artan sorunlar ikliminde, alternatif -ama mevcutla aynı karmaşıklık düzeyindeki- açıklama ve çözüm sahipleri, doğan bu olumsuz iklimin kendi savundukları yaklaşımların benimsenmemesi nedeniyle oluştuğunu iddia edeceklerdir.

    Bu iklim içinde, daha yüksek karmaşıklık düzeyindeki “sorun anlama“, “sorun tanımlama” ve “sorun çözme” yöntemlerini savunanlar da kuşkusuz bulunabilir; ama alışılmış anlama, tanımlama ve çözme araçları öylesine bir ezber ortamı yaratmıştır ki, alışılmışa karşı ses duyurmak mümkün değildir.

    Bir örnek..

    Kürt Sorunu’nun 2011 Ağustos itibariyle geldiği durumda, ana muhalefet partisi lideri -mealen- şöyle diyor:  “Siyasi partilerin görevi sorun çözmektir. Mevcut iktidar partisi ise sorun çözemiyor. Bizim önerilerimiz dinlense siyaset bu sorunu çözer

    Bu yaklaşımın bütünü konusunda çeşitli kurumlar arasında görüş farklılıkları olması doğaldır. Fakat ilk cümle olan “siyasi partilerin görevi sorun çözmektir” parçasına itiraz edecek bir siyasi -hatta akademik- kurumun ortaya çıkması pek olası değildir. Çünkü mevcut paradigmaya göre sorunları çözmek siyasi partilerin görevidir.

    Nitekim seçimler sırasında birbirinden farklı siyasi partilerin temsilcileri tek nokta etrafında birleşegelmişlerdir: Bizi seçerseniz sorunlarınızı çözeriz!

    Bu paradigma, belirli karmaşıklık düzeyine kadar sorunları çözebilir..

    Siyasi partilerin görevi sorun çözmek ise, toplumu oluşturan birey ve kurumların çeşitli ilgi ve çıkarları doğrultusunda oluşturacakları dernek, vakıf, platform, sendika, birlik, üst-birlik vs’nin işlevi nedir.

    ’80li yıllarda bir Arnavutluk seyahatinde, başkent Tiran ile İşkodra arasındaki yolu bir Arnavut bakan ile birlikte alırken, adım başındaki “union” tabelalarını görünce merakla -çünkü o tarihlerde sendikalaşma yasaktı- “bu union’lar neyin nesidir?” gibisinden -kibarca- sormuştum.

    Arnavut bakan büyük bir hayretle yüzüme bakmış ve şöyle demişti: “Ben Türkiye’de de union’lar olduğunu sanıyordum. Bu kuruluşlar hükümetin emirlerini işçilere ileten kuruluşlardır. Siz nasıl iletiyorsunuz?”

    Benzer biçimde, eğer siyasi partilerin görevleri sorunları çözmek ise, onca örgütlenmenin tek işlevi olabilir: Görüşlerini hükümete bildirmek; hükümetin de kendi görüşü yönündekileri destek olarak kullanması!

    Bu paradigma, belirli bir sofistikasyon düzeyine kadarki sorunları çözebilir. Bu yaklaşıma da -eğer örgütlenmelerin fikirlerini yeterince alıyor ise- yarı demokrasi denilebilir. Fakat halk böyle bir demokrasinin fazlaca bir faziletini görmediği için de sık sık otoriter idareleri -mesela askeri idareleri- destekler ya da en azından otokratik sivil idareleri arzular.

    Ama ne yazık ki sorunların karmaşıklık düzeyini kendimiz seçemiyoruz..

    Resmi haritalarda gösterilenlerin dışındaki çeşitli sınırları giderek daha karmaşık süreçler sonunda ortaya çıkan toplumlar arasındaki çıkar çatışmaları, öyle karmaşıklıkta sorunlar üretmektedir ki, bunların oluşumunda çoğu zaman yerel toplumların çok az katkısı vardır. Pişirilip kotarılmış sorunlar toplumların önlerine konulmaktadır. Irak, Afganistan, Pakistan, Libya, Mısır, Türkiye gibi toplumların karşı karşıya bulundukları sorunlar, onların sorun çözebilme kabiliyetleri ile orantılı olarak kendilerince seçilmemiştir.

    Bu sorunların, yarı demokratik paradigmaya göre işleyen toplum yapılarınca bırakınız çözülmesi, anlaşılması bile imkansızdır. Eldeki en güçlü araç, “sorunları siyasi partiler çözer; diğer tüm örgütlenmeler de fikir beyan ederler” şeklindedir.

    Siyasi partilerin görevi sorun çözmek değil, ortam hazırlamaktır..

    Çoğulcu demokrasi, yapacak işi olmadığı için sıkıntıdan bunalan müreffeh insan topluluklarının değişiklik olsun diye ürettikleri bir yaşam biçimi değildir. Tam aksine, bir sorun çözme aracıdır ve karmaşık sorunları çözmek yolunda evrimleşmiştir. Eskilerde derebeylerinin, zalim kralların boyunduruğunda yaşayan ve sorunları o diktatörlerce çözülen o toplumlar, daha sofistike sorun çözme yöntemlerine ihtiyaç duydukça önce çoğunlukçu yarı demokrasileri geliştirmiş, daha sonraları ise sorunların karmaşıklığı arttıkça çoğulcu demokrasilere geçmek zorunda kalmışlardır.

    Tek kişilerin kolayca buyurup sorun çözdüğü düzeyden daha karmaşık sorunlar, ancak o sorunlara taraf (paydaş) olan kesimlerin ortak akıllarının harekete geçirilmesiyle çözülebilir.

    Karmaşık sorunların paydaşları da -sayı ve nitelikleri itibariyle- çok ve karmaşık olduğu için, onları bir salona doldurup çözüm bulmalarını beklemek beyhudedir. Bu nedenle, ortak akıl üretme sürecinin, birilerince oluşturulması gerekmektedir ve bu çok önemli bir işlevdir. Bu işlevi yapacak olan kurum, çözüm geliştirecek ve uzlaşı sağlayacak olan kurumlar değildir.

    Bu işleve “ortam yaratma” işlevi denilebilir ve siyasi partilerin başlıca görevi bu ortamın yaratılması bağlamındadır. Yaratılacak ortam içinde, sorunlara çözüm geliştirecek, uzlaşı sağlayacak kurumlar ise, çoğulcu demokrasinin ana yapı taşları olan örgütlenmelerdir.

    Ortam yaratma işlevi, çoğulcu demokratik sürecin şiddetten kesin olarak arındırılması, bir korkusuzluk ortamı oluşturulması, her örgütlenmenin özgürce fikir oluşturup uzlaşı sürecine katkıda bulunması ve toplumda bir uzlaşı kültürü oluşturulmasını içerir.

    İktidar partisinin görevi bu ortamı yaratmak ve bu yolla ortaya çıkacak çözümleri uygulamaktan; muhalefet partilerinin görevleri ise daha verimli ortamların yaratılması için seçenekler üretmekten ibarettir.

    Dernek, vakıf, platform, sendika, birlik, üst-birlik ve benzeri ilgi ve çıkar örgütlenmelerinin rollerinin ne denli farklı olması gerektiği ve siyasi partilerin toplumu oluşturan birey, kurum ve kesimler adına çözüm üretmelerinin çoğulcu demokrasiye ne denli aykırı olduğu görülüyor.

    Şu an için üzerinde durduğumuz düşünsel platform, karşıkarşıya olduğumuz sorunları çözemez. Bu platformun sorun çözme kabiliyeti, sorunlarımızın karmaşıklık düzeyinin altındadır.

    Bunu lütfen bir düşününüz. Sonra da siyasi partilerden sorunlara çözüm bulmasını istemekten vazgeçiniz. Siyasi partilerin görevleri konusunda yeni paradigmaları gündeme getiriniz. Bu düşünsel araçlar, bu sorun çözme kabiliyeti düzeyi ile bu kritik coğrafyada tutunamayız.

    17 Ağustos 11 Çarşamba

     

  • Eksiklerin Yerleri Doldurulur; ama!

    Eksiklerin Yerleri Doldurulur; ama!

    Merak edilebilecek bir soru..

    Boşlukların -öyle ya da böyle- dolması bir kural sayılır, hem de fizik dünya kadar sosyal konularda da. İyi de bu “dolma” olgusu sonunda acaba o bir şekilde dolmuş bulunan boşluğu içeren “sistem”in davranışlarında bir değişiklik olur mu?

    Soru biraz soyut oldu; haydi birkaç örnek..

    Örnek 1.  Kalem pille çalışan bir aletin pili çıkarılırsa bir “boşluk” doğar. Bu boşluk eğer aynı voltajda ama hacimce daha küçük bir pille “doldurulur” ise, alet yine çalışır; fakat eskisine göre daha kısa sürede pil biter. Doğan fark, pilin tükenme süresi olup, bu fark bazı hallerde önemli sonuçlar doğursa da genellikle kabul edilebilir bir sonuçtur.

    Örnek 2.  Asgari öğrenimi ihtiyacı endüstri meslek lisesi mezuniyeti olması gereken bir işte, bu niteliklere uygun bir işçi çalışırken ayrılsa bir boşluk doğar. Boşalan bu kadro, ilkokul mezunu ve pratikten yetişmiş bir kişi ile “doldurulur” ise, ortaya çıkacak işlerin kalitesi önemli ölçüde etkilenebilir ki bu, pek istenmeyen bir sonuçtur.

    Örnek 3.  İlkokul eğitimi sırasında -bir nedenle- elle bölme işlemi yapmayı öğrenememiş olmak bir “boşluk” sayılır. Eğer işi yoğun biçimde elle bölme işlemi yapmak olan bir kişi, çare olarak bunun yerine ardışık çıkarma‘yı kullanarak boşluğu dolduruyor ise, önemli bir zaman kaybedeceği için bu kabul edilemez.

    Örnek 4.  Aile eğitimi ve okul eğitimi sırasında bir toplumun büyük çoğunluğunun rasyonel düşünme, sorunları neden-sonuç ilişkilerine göre çözümleme alışkanlığı edinmemiş olması bir “boşluk“tur.

    Eğer bu insanların bir bölümü, belirli alanlarda (terör, dış politika, ekonomi, rekabet gücü, demokrasi, anayasa, kurum yönetimi gibi) uzmanlaşmış ve ancak rasyonel düşünme yoluyla anlaşılabilecek ve çözüm geliştirilebilecek hallerle karşılaşıyorlarsa, bu defa alternatif araçlar ile boşlukları “doldurmak” zorunda kalırlar. Şimdi soru, bu alternatif araçların ne(ler) olabileceği ve de kullanımlarının ne gibi yıkıcı sonuçlar doğurabileceğidir.

    Olası cevap şunlar olabilir mi?

    Olası Cevap (1)        Hiç bişicik olmaz.

    Olası Cevap (2)        Ancak rasyonel düşünme ile doldurulabilecek boşluk, herhangi alternatif bir yaklaşımla dolamayacağı ve bunun da, onu kullanacak -ve aptal olmayıp sadece eksik donanımlı oldukları varsayılan- kişilerce farkında olunacağına göre, çözüm olarak hiçbir şekilde sonu gelmeyecek uzunluk ve karışıklıktaki açıklamalar, gerekçelendirmeler, kanıtlar, suçlamalar, savunmalar, benzetmeler gibi dolgu malzemeleri kullanılacaktır. Bu malzeme arasında, sorunların “öz”lerine ulaşılabilmesi için tutulabilecek herhangi bir “uç”un olmayışı en belirgin özellik olacaktır.

    Böylece zaman içinde, özlerle ilgili olmayan, dolgu malzemeleri ağırlıklı bir “yeni dil” ortaya çıkacak, tüm bireysel, kurumsal ve toplumsal sorunlar artık bu yeni dil aracılığıyla anlaşılmaya ve çözüm geliştirilmeye başlanacaktır.

    dilbert.jpgBir yandan da, bu yeni dili daha ustalıkla kullanabilen gazete ve/ya TV köşeci makulesi üreyecek ve onları da kılavuz olarak benimseyen çeşitli alan ilgililerinin katılımıyla güçlü bir kesim ortaya çıkacaktır. büyütmek için tıklayınız!

    Birinci cevap zaten tedavisini de içinde barındırmaktadır. Bu cevap sahiplerine uygulanabilecek önleyici ya da tedavi edici bir ilaç henüz keşfedilmemiştir.

    İkinci cevap ise, olabilecek yıkımın ne denli ciddi olduğuna işaret ediyor. Böylece Sorun Çözme Kabiliyeti (toplumsal bağışıklık sistemi) göçen bir toplumun ise tek kullanabileceği ilaç “sorunun farkına varmak” olabilir.

    25 Ağustos 11 Perşembe

     

     

  • Ortak sorun nedenleri

    Ortak sorun nedenleri

    Ortak Nedenlerin, Çeşitli Toplumsal Sorunlar Açısından Yansımaları

    SÇK
    yetmezliği

    Toplumu oluşturan bireyler, kurumlar ve kesimlerin gerek ayrı ayrı, gerekse bir bütün
    olarak SÇK’nde bir sistemik yetersizlik olması, bu yetersizliğin -bir parmak
    izi gibi- tüm karar ve eylemlere -ve bu arada tüm sorunlar- yansımaktadır.

    Dolayısıyla, bu En Temel Sorun’un, hangi sorun alanlarında ortaya çıktığını irdelemek
    gereksizdir. Denilebilir ki, SÇK yetmezliği, tüm sorun alanlarının ortak ve
    en önemli elementidir.

    1.
    Yetersiz  (sorun) tanımlama

    1. Trafik Terörü
    (TT)

    2.  Futbolda Şike (FŞ)

    3. Kürt Sorunu
    (KS)

    4. Kadına
    Şiddet (KŞ)

    5. İşsizlik

    “Kaza”nın ne olduğu
    ve de nelerin “kaza” değil “cinayet” sayılacağı belli değildir.

    Ayrıca, yol
    sıkışıklığının mı, mevcut bir yolun saygılaşımlı kullanım eksiğinin mi,
    teknik alt yapı sorunlarının mı trafik sorunu sayıldığı da tanımlanmamıştır.

    Gerek
    yasada öngörülen, gerekse dünyada yürürlükte olan uygulamalar net olarak
    belli olmasına karşın, sorunu bir bütün olarak tanımlayıp gereken çözümleri
    üretmek yerine, klüpler arasındaki dengenin nasıl kurulacağı, TFF’nun nasıl
    kendini koruyacağı, taraftar kitlesinin nasıl sakinleştirileceği gibi parçalı
    -ve yetersiz- sorun tanımları nedeniyle içinden çıkılamaz bir sorun
    doğmuştur.

    KS
    adı verilen ve çok sayıda sorundan (aynen trafik teröründe olduğu gibi)
    oluşan sorunların paydaş sayısı kadar ayrı tanımı bulunmaktadır.

    Tanımsızlığa
    en iyi örneklerden birisi KS’dur.

    Şiddet
    olgusunun bütününü (kadına, çocuğa, erkeğe, çalışana, sözel, fiziki,
    davranışsal, törel, ruhsal bozukluk vd) dikkate alıp sorun’un ne olduğunu iyi
    tanımlamadan sorunun küçük bir parçası (polis koruması, elektronik kelepçe
    gibi) çözülmeye çalışılıyor.

    Işsizliğin
    ne olduğu ve de nelerin işsizlik değil beceri eksiği sayılacağı, tanımsızlık
    nedeniyle karışmıştır.

    2.
    Rasyonel düşünme ve kritik düşünme öğelerinden oluşan doğru düşünme kültürü yetmezliği 

    Hangi kök
    sorunların TT’ne yol açabildiği, o köklere hangilerinin yol açtığı ilh., o
    kök sorunlardan hangilerinin türediği analiz edilmemiştir.

    Eğer edilmiş
    olsaydı, ölümlü kazaların %95’inin sürücü kaynaklı olduğu, bunun da büyük
    bölümünün saygılaşım eksiği olduğu anlaşılır ve bu önemli nedene yönelik
    önlemler geliştirilirdi.

    Büyük
    parasal meblağların yaşam deneyimi çok sınırlı gençlerin eline verildiğinde,
    onları çevreleyebilecek niyet sahiplerinin kimler olabileceği, sorunun alt
    nedenlerinin neler olduğu ve köklere inildikçe neler yapılabileceği konusunda
    bir rasyonel düşünce eğilimi görünmemektedir.

    Özellikle
    KS bağlamında “başlıca neden” olarak ileri sürülen “dış mihraklar” konusu,
    rasyonel düşünme kültürü yetmezliği nedeniyle yeterince irdelenmemiş ve
    buğulu bir terim olarak kalmıştır. Bu terim, her açıklanamayan olayın nedeni
    olarak kullanılmakta, bu arada “dış mihraklar”ın gerçekte neyi nasıl yaptığı
    ve daha da önemlisi bunları niçin yaptığı konusu irdeleme dışı kalmıştır.

    Yukarıda
    ancak bir bölümüne değinilen nedenler analiz edilmemiştir.

    Halen
    bu sorun konusundaki birincil dürtü “intikam yoluyla caydırma”dır
    denilebilir.

    Hangi
    kök sorunların işsizliğe yol açabildiği, o köklere hangilerinin yol açtığı
    ilh., o kök sorunlardan hangilerinin türediği hemen hiç konuşulmuyor.

    3.
    Sorunları anlamak, çözüm geliştirmek, bunların yaşama geçmesine çalışmak vbg
    konularda ağlar (networks)
    oluşturma yetersizliği ya da kısaca demokrasi
    kültürü
    yetmezliği

    Trafik
    sorunu ile ilgili yüze yakın dernek, vakıf, resmi ve yarı resmi kurum
    olmasına rağmen aralarındaki etkileşimi sağlayabilecek bir ağ yoktur.

    Tüm
    spor klüplerini ilgilendiren bu konuda ne resmi örgütler bir ağ kurmuşlar, ne
    de klüpler bu yolda bir örgütlenme yaratmışlardır.

    KS
    konusunu anlamak, çözüm üretmek , bunları uygulamak konusunda faaliyet
    gösteren çok sayıda resmi, yarı-resmi, gönüllü kuruluş mevcut iken, bunlar
    arasındaki etkileşimi sağlayabilecek bir ağ’ın bulunmayışı büyük bir
    eksiktir.

    Kadına
    şiddet konusunda çalışan birey ve örgütler arasındaki etkileşimi
    sağlayabilecek bir ağ bulunmuyor.

    Bunun
    yerine, sahip olunan yetkiyle orantılı olarak tek düşünceler yaşama
    geçiriliyor ve etkisizliği görüldükçe yeni denemeler yapılıyor.

    İş
    arayanlan, kendi işlerini kuranların, öğrenmeyi bir araç olarak kullanarak
    yeni istihdam yaratabilenlerin vbg, aralarında oluşturabileceği ağların
    isthdam konusundaki önemli rollerinin farkında olunmayışı.

    4.
    Erdem bağlamındaki yetersizlikler

    Saygılaşım
    yetersizliği

    Büyük
    parasal meblağlardan pay kapma yarışı içeren süreçlerin hemen tümü erdem
    ihlallerine açıktır.

    En
    temel erdem ilkesinin “zarar verme”  olduğu varsayılırsa, birlikte yaşama kültürünün de bu temel
    erdem ilkesine  oturduğu görülür.

    KS’na
    yol açan nedenlerden birisi ise, bu birlikte yaşama kültürü ilkesinin gözardı
    edilmesidir.

    Birlikte
    yaşama kültürünün temel ilkesi “zarar verme”dir. Kadına şiddetin bir nedeni
    de bu erdem ilkesinin çiğnenmesidir.

    İşsizliği
    de içeren daha geniş küme durumundaki Gelir Yetmezliği kümesinin başlıca
    nedenlerinden birisi tüketim ahlakı yetersizliğidir.

     

  • Kadına şiddet..

    Kadına şiddet..

    Sorun nedir?

    Bugüne kadar bir yerde, “kadına şiddet” adı verilen “sorun grubu”na ait herhangi bir tanıma -örnekler hariç- rastlamadım. Örnekler, hatta bir örnek bile sokaktaki insan için bir olguyu tanımlamaya yeterli iken, bilim nazarında -sayıları ne kadar çok olursa olsun- bir şey ifade etmez.

    Bu nedenle kadına şiddet denilen olgunun -birçok sorunumuzda olduğu gibi- tanımlanmamış, hatta tanımlanmaya gerek duyulmayacak kadar aşikar(!) olduğu varsayılmış bir sorun olduğu söylenebilir.

    Sokaktaki insanın gözlemleri yararlıdır ama..

    Tek bir örneğin yanlışlanabilmesinin bile binlerce karşı örneği geçersiz kıldığı gerçeği karşısında, sokaktaki insan gözlemleri, olayları birbirleriyle tutarlı biçimde açıklamaya çalışan insanlar için değerlidir. Çoğu buluş, sokaktaki insan gözlemlerinden kaynaklanıp, sonrasında bilim insanlarınca yanlışlanamayacak şekilde açıklanmaya çalışılmıyor mu?

    Kadına şiddet sorunu tanımlanmamıştır..

    Bu konuda (akademik, siyasi, popüler vd) söz söyleme yetkisine sahip olan kişilerin açıklamaları şu gruplarda toplanabilir:

    –      Nedenini merak ederken kadınlar bir yandan şiddet görüyor; teorik tartışmalar bir yana bırakılıp derhal şiddet durdurulmalı. Bunun için şiddeti yasaklayan bir yasa gerekir. Ayrıca da hemen elektronik kelepçeye geçilmelidir.

    –      Nedenini merak edenler cahildir; sosyo-kültürel ve antropomorfolojik bağlamdaki kanıtlar, erkek egemen bir toplum yapısının tek neden olduğunu gösteriyor. Yeni anayasayla derhal erkek egemenliği durdurulmalı; ayrıca bunun -yani benimkinin- dışındaki hiçbir açıklamaya itibar edilmemelidir.

    –      Sorun, insanı tüketen kapitalistik düzenin bir dışavurumudur,

    –      Kadın, usulü dairesinde hizaya getirilmelidir; yöntemi tanımlanmıştır,

    –      Sorunun neden(ler)ini bilmiyorum ve merak ediyorum.

    Farklı kök sorun‘lardan üreyen hayalet sorun’lar paketlenip adlandırılıyor..

    Kadına şiddet, trafik terörü, Kürt sorunu, işsizlik gibi toplumsal sorunların ortak özelliği, farklı kök sorunlardan üremiş olup sonra da bunların paketlenip kısa bir adla etiketlenmeleridir. Gerçekte de hemen tüm karmaşık ve zaman içinde -başka sorunlarla bileşikler yapa yapa- daha da çetrefil hale gelen tüm sorunların birden fazla sayıda kök soruna sahip olması kaçınılmazdır.

    Sorun burada değil, nitelikleri (ait oldukları familyalar) birbirinden farklı olan kök sorunlara ilişkin sorunların birleştirilmesi, üstüne üstlük bir de kısacık isim konularak sanki tek nedenli imiş gibi sanılması, sunulması, çözüm aranmasıdır. Kısa adla etiketleme, sorunun fazla önemsenmemesi gereken basit bir sorun olduğu izlenimi veriyor; aslında ise hiç de öyle değil; isimlendirmenin uzunluğu ile sorunun karmaşıklığı arasında hiç bağlantı yok.

    Sorun paketi içindeki farklı nitelikli kök sorunların her birinin ayrı ayrı ele alınmaları gerekiyor. Örnek olarak kadına şiddet sorunu alınırsa: Sonuç, kavga, yaralama, taciz, tecavüz, ölüm de olsa, bu sonuçlara yol açan süreçler birbirinden farklı. Örneğin töre cinayetleri de, tecavüz olayları da ölümle sonuçlanıyor; ama sonuca kadarki süreçler aynı önlemlerle giderilemeyecek kadar farklı.

    Töre cinayetlerine engel olmak için:

    –      Töre egemenliğinin nedeni olan hukuk eksiğinin güvenilir bir hukuk sistemiyle giderilmesi,

    –      Namus kavramının, ne olduğu tanımlanmamış ve tamamen cinsellikle özdeşleşmiş anlamının zihinlerde netleştirilmesi için toplumun ortak yaşam kültürünün temelini oluşturacak olan ortak kavram tabanı‘nın oluşturulması

    gerekirken, tecavüz sonucu meydana gelen cinayetler için:

    –      Kadının sarıp sarmalanıp eve kapatıldığı, erkeklerin de -biyolojileri gereği- her gördükleri -her türden- dişiyi bir ihtiyaç karşılama aracı olarak yorumladıkları anlayışın değiştirilmesi,

    –      Cinsellik pazarlamasının çok kolaylıkla çeşitli meslekler içine yerleştirilerek bir çıkar sağlama ve/ya yetersizlik giderme yolu haline getirilebilmesinin oluşturduğu ortamların farkedilmesi,

    –      Kadın ve erkeğin cinsel eğitimsizliğinin giderilmesi

    gibi önlemler yararlı olacaktır. Yok böyle değil de, farklı nitelikli sorunları mutlaka paketlemekten özel bir zevk alıyor isek, bu defa da paket içindeki sorunlara yol açan kök nedenleri ayrı ayrı analiz edip, tüm önlemleri içeren “paket çözümler” oluşturulması gerekiyor.

    Bütün bunların ilk adımı olarak da, yazının en başında değinilen “sorunun tanımlanması”, yani paketin içeriğinin inceden inceye listelenip açıklanması gerekiyor. Bu arada, her soruna kestirme çözümler bulan kolaycı anlayıştan da uzak durmak hepsinin ön koşulu. Yürüyüş yapmak, gazeteler yoluyla şiddete hayır sloganları üretmek, elektronik pranga vbg önlemler(!), şiddetin köklerine zaman kazandıracağı için yarardan çok zarar üretebilir.

    Şimdi, bu açıklamanın ışığı altında, kadına şiddet paket sorununun neler içerdiğini, nasıl bir çözümler paketi önerilmesi gerektiğinin tartışılması gerekmez mi?

    3 Eylül 11 Cumartesi